Kolaylığı şuradan; kapısından içeri girdiğiniz andan itibaren yabancılamaz sizi.
Kırk yıllık hemşehri muamelesi görürsünüz.
Öyle kolay bir şey yani…
Siz itiraz etmediğiniz sürece Ankara sizi sahiplenir; bağrına basar hatta…
O KADAR DA KOLAY DEĞİLDİR ANKARALI OLMAK
Zordur aynı zaman Ankaralılaşmak.
Dışarıdan bakanın anlayacağı iş değildir; bir amaç uğruna inat etmeyi, ısrar etmeyi ve amaç gerçekleşene kadar durmaksızın didinip durmayı…
Keçi memleketidir ya Ankara, teşbihte hata olmaz; gerektiğinde keçi gibidir.
Boşuna dememiş atalarımız; “mal sahibine benzemezse haramdır”. Belki de keçiler huyunu almıştır Ankara’nın.
Bilinenin aksine konformist değil, devrimcidir Ankaralı.
Tıpkı Kuvayi Milliye’de, “Nurettin Eşfak’ın Bir Mektubu”nda dizeleştirildiği gibi:
“Mektepten istifa ettim.
Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.
Çocuklarımıza Türkçe okutmak,
öğretmek, sevdirmek onlara
dünyanın en diri, en taze dillerinden birini
kendi dillerini, güzel şey
büyük şey.
Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak
cephede
daha büyük
daha güzel.”
Atatürk Ankara köylerinde köylülerle
TAŞ ÜSTÜNE TAŞ KOYMAKTIR ANKARALI OLMAK
Anlayacağınız, “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” eyyamcılığı Ankara’nın yabancısıdır; şimdi sokaklarda rastladığınız o eyyamcılık, sonradan sızmıştır Ankara surlarından.
Damat Feritler barınamaz buralarda örneğin; o nedenledir ki bizzat Ankara’nın olanaklarıyla kurulmuş bankaların başına getirdiklerini ikna edip, buralardan kaçışın yollarını aradıkları doğrudur. Fırsatını bulduklarında merkezi taşımak istediklerini de biliriz.
Ama eğer bu ülkede “taş üstüne taş konulmuş” ise müsebbibi Ankara’dır.
Ankara’yı küçümsemek için hiçbir fırsatı kaçırmayan bazılarının Yahya Kemal’e atıfta bulunduklarını biliyoruz. Hani şu “…nesini seviyorsunuz” sorusuna Yahya Kemal’in, “İstanbul’a dönüşünü…” şeklinde verdiği cevabı kastediyorum.
Peki ya şuna ne demeli?
“Ey Ankara latif belde
Kalpak başta tabanca belde”
Mevzu, madem, Yahya Kemal’den açıldı; onunla sürdürelim.
Şu satırlar da onun:
“Ankara’nın kaza ve kader gibi iki kudretli nasibi var. Beş asır evvel Türk devleti orada kazanın yaman bir darbesiyle dağıldıydı; bu şehrin adını meş’um bir hatıra gibi anardık. Beş asır sonra yine kazanın yaman bir darbesiyle dağılan Türk devleti Ankara’da dirildi. Artık bu şehri Söğüd’ü andığımız gibi seve seve anacağız.”
“Beş asır evvel Türk devleti”nin dağılmasına Ankara’nın hiçbir dahli yoktur; esasında bir kardeş kavgasına çok da taraf değildir ama “beş asır sonra” dağılanın yerine kurulan yenisinin baş aktörüdür Ankara.
Onu küllerinden dirilten de, tarihin, “devrimciler” adını uygun gördüğü şahsiyetlerdir.
BİR TUTAM OT İÇİN YARDAN DÜŞMEYİ GÖZE ALMAKTIR, ANKARALI OLMAK
Gerçi kişilerin şehri değildir Ankara ama kişileri sembolleştiren bir kent olduğunu kim inkar edebilir? Mustafa Kemal ve arkadaşlarının serüvenini Cumhuriyet ile taçlandırmasına ev sahipliği yapmasından da biliriz ki “ağzımın tadı kaçmasın” diyenlerle arasında fersah fersah mesafe vardır.
Durum bu iken “Devletleşmek… Evren’leşmek… Despotlaşmak…” gibi sözcüklerin yanına Ankaralılaşmayı koymak, fazla Bizans işi gibi geliyor bana.
Cemal Süreya’nın dediği gibi, Ankara’nın “üvey ana” olduğu zamanlar vardır ama o halde dahi “en iyi kalpli”dir.
O nedenle aramıza sızanların içinde Bizansiyen anlamda “devletleşip despotlaşan”, darbecilikte “evrenleşen” olabilir ama tarihinin hiçbir sayfasında “işbirlikçi” olmamıştır Ankara; “mandacı” hiç değildir.
Gelelim sadede…
Kimseyi yabancılamaz, kimseyi dışlamaz ama “dağdan gelen bağdakini kovmaya kalkışırsa”, Ankara’nın kafa tutması kaçınılmazdır.
Hep böyle kalsın isteriz; hep böyle bilinsin.
Velev ki standart sapmanın ötesinde bir sendeleme gösterir, geleneğinden saparsa bilinsin ki buralar, “keçilerin diyarı”dır.
Keçiler ki, “bir tutam ot” için yardan düşmeyi, serden vazgeçmeyi göze alırlar.
İngiliz Albay Frederick Gustavuz Burnaby (1842-1885)kıvrak zekasıyla öğrendiği 7 yabancı dil, yazı kabiliyeti ve maceracı ruhu sayesinde savaş bölgelerinde muhabirlik görevlerinde bulundu. Almanya, İspanya, Amerika, Fas, Rusya, Orta Asya’yı gezen Burnaby, Sudan’da çatışma sırasında hayatını kaybetti. Burnaby, Osmanlı topraklarında Rus yayılmacılığının tehlikesinin büyüdüğü dönemde, ülkesi adına istihbarat için Anadolu’ya seyahat ederek gözlemlerde bulundu. 1876 yılında İstanbul’dan Batum, Kars, Van’a kadar beş ay sürecek yolculuğa çıkarak Osmanlı’nın gücünü, İstanbul ve özellikle Kafkasya sınırlarındaki sosyo-ekonomik durumu inceleyerek Rusya ile savaş durumunda bölgenin direncini rapor etmeye çalışan Burnaby’nin bu zorlu yolculuğu sırasında tuttuğu notlar, dönemin Ankara’sına dair değerli bilgilere de ışık tutuyor. Burnaby’nin notlarından aktardıklarımız şöyle:
Tahılla geçinen 400 evli Nallıhan
Tahılla geçinen 400 evli Nallıhan’a vardığımızda hava kararmıştı. Kaymakamın evine davet edildim. Ermeni, Türk, Çerkezlerden oluşan bir grup beni soru yağmuruna tuttu. Ruslarla savaş tehlikesi üzerine konuştuk. Ertesi gün rengarenk tepelerin arasından giderek Aladağ Irmağı’nda köprüden geçtikten sonra Çayırhan Köyü’nde bir çiftlik evinde geceledik. Bereketli ama ekilmemiş geniş arazilerden geçerek ulaştığımız Beypazarı’nda eski bir handa konakladık. Gün doğarken çıktığımız yolda küçük Çekme Çayı’nı geçtikten sonra İstanos’a (Yenikent) doğru yol aldık. Bizden önce bir haberci oradakilere bir İngiliz gezginin geleceğini söylediği için kadı ve jandarma yolda bizi karşıladı. Yarısı Türk, yarısı Ermeni olan 400 evli bir köy olan İstanos azametli bir kayanın yamacında, akarsuyun kıyısında bulunuyordu. Kayanın içinde mağaralar vardı. Kaymakamın evinde halktan ileri gelenler toplanmıştı. Ruslar hakkında düşüncelerimi ve İngiliz Hükümeti’nin Ruslarla savaş çıkarsa ne yapacağına dair sorular sordular.
Ertesi sabah İstanos’tan ayrılırken kaymakam ve iki oğlu bize eşlik ettiler. Ermeni papaz da evinin önüne çıkmıştı. Köy sakinleri de erken saat olmasına rağmen damlara çıkmış bizi selamlıyorlardı. Kaymakam ‘ulusunuzu seviyorlar’ dedi bana; ‘Kırım Savaşı’nı anımsıyorlar ve Ruslar’a karşı bize yine yardıma geldiğinizi sanıyorlar.’
‘Bir İngiliz’in Ankara yolunda olduğunu duydum ve konuğum olmanıza karar verdim’
Nehir kıyısı boyunca yol aldık. İyi inşa edilmiş kırk metrelik taş köprüden (Akköprü) geçerek eskiden Timurlenk’in savaştığı geniş ovanın bir ucundaki tepe sırasının üstünde Ankara görünüyordu. Harap durumdaki mazgallı duvarlarıyla, azametli minareleri dikkat çekiyordu. Kent, bayırın üstündeydi. Dar bir sokağa saptığımızda bir zaptiye bizi karşıladı ve Süleyman Efendi’nin bizi ağırlamak istediğini söyledi. Birçok kirli ve dar sokaktan geçerek ucunda büyük ve güzel bir bina olan geniş bir meydana geldik. Binanın avlusunda Süleyman Efendi bizi karşıladı. Zengin İran halılarıyla kaplı, sandalye ve divanın olduğu odaya geçtik. Benimle divanda oturdu, konuklar da halının üstüne geçtiler. Kendisi başındaki fes hariç Avrupai tarzda giyinmişti. İyi Arapça konuşuyordu; ‘Bir İngiliz’in Ankara yolunda olduğunu duydum ve konuğum olmanıza karar verdim’ dedi.
Burada başka İngiliz olup olmadığını sorunca konsolos yardımcısının kentte yaşadığını öğrendim. Kendisi duvardaki dolaptan çıkardığı sürahiden bir bardak dolusu içkiyi ilaç niyetine bir defada içti. Ardından resmi üniformasıyla konsolos yardımcısı geldi. Bana İstanbul’dan gelen telgrafta anayasa ilan edildiğini ve ertesi akşam kentte top atışı ile kutlama yapılacağını söyledi.
Ertesi sabah konsolos yardımcısının evine gittim. Eşi piyanosunu göstererek ‘Türk hanımları şaşkınlıkla oturup çaldıklarımı dinliyorlar saatlerce’ dedi. Ardından paşanın saray bahçesinde anayasayla ilgili telgrafı okumasını dinlemeye gittik. İnsanlarla dolu avludan binaya girdik. Paşa hemen bizi kabul etti. Ardından güzel Fransızca konuşan oğluyla tanıştım. Bana, ‘Ankara’da tek bir topumuz var, zavallının 101 kere ateşlenmesine dayanamayacağından korkuyoruz’ dedi. Sonra merdivenlerden avluya indik. Yeşil entarili katip halkı davet etti. Paşa bundan sonra, padişahın, halkına daha fazla özgürlükler bahşetmekten mutlu olduğunu, şimdiki otokratik hükümet modelinin yerine yeni bir anayasanın kabul edildiğini duyurdu. Bu sözlerin ardından imamın ‘amin’ sesi duyuldu.
Birlikte girdiğimiz odada anayasa üzerine konuşurken atılan top sesleri pencereleri sallarken dışarıda ise halkın alkış ve tezahüratları yükseliyordu.
Paşa, bizi arabasıyla bırakmayı teklif etti. Eski ve garip görünen yaysız arabasıyla eve gidene kadar kemiklerim yerinden çıkacaktı. Sürücüsü dört yıldır burada yaşayan bir İrlandalıydı. Yalnızlık ve yabancılıktan dolayı morali çok bozuktu. O gün Noel olduğu için kendisine viski ikram edilince yüzü biraz güldü.
Konsolos yardımcısı evindeki Noel kutlamasına davet etti. Kestaneli hindi yapıldığını, eşinin Türk hizmetkarlara Noel pudingi yapmasını öğrettiğini ve Ankara’nın ünlülerinden bazılarını da davet ettiğini söyledi.
Stanos Kasabası (Zir/Yenikent)
‘Kentin önemli ticaret metası keçiler…’
Ermeni bir davetli, paşanın sabahleyin, kentin dirlik düzeni hakkında konuşmasının tersine şekilde kentte hüküm süren bir hırsızlık çetesinin halkı huzursuz ettiğinden ve bazı ileri gelenlerin bunlarla ilişkisinden yakındı. Bir başkası Ankara’dan dört yılda on paşanın gelip geçtiğini, bunun da otorite boşluğu yarattığını söyledi. Ayrıca kenti perişan eden 1873-74 kıtlığının etkilerinin devam ettiğini öğrendim. Vilayette 18 bin kişinin öldüğü, ardından 25 bin kişinin de dolaylı nedenlerle öldüğü söylendi. Kentin önemli ticaret metası keçiler başta olmak üzere tüm hayvanların yüzde altmışı kıtlık döneminde ölmüşler.
Ertesi gün ev sahibim Süleyman Efendi’nin kardeşi Hacı Tevfik Efendi beni görmeye geldi. Aşırı kavgacı görünen bu ilahiyatçı bey savaş çıkmasını istiyordu; ‘Rus ajanları, eyaletlerimizdeki halkları bize kışkırttılar durmadan. Bulgaristan’daki kıyımların nedeni de budur. Gazeteleriniz niçin doğranan Bulgar kadınlarıyla, çocuklarını yazıyor da Bulgarlarca katledilen Türk kadınlarını veya Hersek’te asilerin katlettiği askerleri yazmıyor?’
Bu arada Hacı Tevfik Efendi’nin beş, Süleyman Efendi’nin tek karısı olduğunu öğrendim.
Akşam başka bir eve davet edildik. Avlunun içindeki evde Türkler, Ermeniler, Rumlar, bir Bulgar, kentte doktorluk yapan İtalyan Gasparani Bey ve konsolosumuz vardı. Sedirlerle kaplı odanın ortasındaki masada Ermeni yapımı kırmızı ve beyaz şarap, rakı, mastika, konyak, likör duruyordu. Şişman ve çok esmer olan ev sahibi bir yandan bardağına içki koyarken öte yandan Gasparani’ye sindirim problemlerinden şikayet ediyordu. Doktor bana İtalyanca olarak, ‘Bu Türkleri tedavi etmek imkansız, her şeyi birbirine karıştırıyorlar, sonra da iyileşmeyi bekliyorlar’ dedi. Konukların bolca içki, sigara, nargile içmesinin ardından yemek odasına geçildi. Burada telli sazları olan üç çalgıcı çok farklı Türk ezgileri çalmaya başladı. Düzgün ölçülere sahip Avrupa müziğinin tam aksiydi ve derin bir keder vardı. Müzisyenler hızlanan ritme uygun başlarını sallıyor, konuklar da eşlik ediyordu. Ezgi birden durdu, bir müzisyen ağır ve kasvetli ağıt çalmaya başladı. Bu da uzun sürmedi, parçanın en kederli bölümünde orkestranın ani çıkışıyla parça son buldu.
Türk misafirperverliği
Konuklardan biri, ‘Türk müziği, Türk yemekleri gibidir. Bir dizi sürprizdir. Orkestra andante’den ani bir yarış temposuna geçer. Yemekler de öyle, bal kadar tatlı bir yemekten sonra gelen çok ekşi bir sos sizi şaşırtır. Bir an balık yerken, ardından muhallebi gelebilir. Derken, önümüze konan sebze bitmeden tatlı bir çorba servis edilir.’
Kalabalık hizmetkar ordusu biri bitmeden hemen başka bir yemek servisi için koşuşturuyordu. Masanın etrafına Avrupalı konuklar onuruna sandalyeler konmuştu. Parmaklarımızla yemek yiyorduk. Konsolos yardımcısı ile İtalyan doktor uzun zamandır Doğu’da yaşamalarından dolayı parmaklarını çatal, bıçak gibi ustalıkla kullanıyorlardı. Sofrada sosyal statüye önem veriliyordu. Üstte olan parmaklarını tabağa daldırmadan diğeri başlamıyordu. Yemek faslı nihayet sona erdi, meyveler, kuru üzüm ve incirler, salatalarla kremalar, tabak tabak sebzeler, koca bir kase pilav ve tatlılar, kırmızı şarap eşliğinde tüketilmişti.
Ev sahibi, ‘Allah’ım, sana çok şükür!’ diyerek ayağa kalktı, konuklar da onu izledi. Bir hizmetkar mevki sırasına göre herkesin ellerine su döktü. Bir başka odaya geçince kahve, çubuklar ve nargile servis edildi. Konsolos, konukseverlik hakkında söze girdi; ‘Bir yabancı her nereye giderse gitsin, büyük bir konukseverlikle karşılanır. Birkaç yıl önce gezgin dostum Thompson, Karadeniz’den Ankara’ya seyahati sırasında bir handa konaklamak ister ama han dolu olduğu için oda bulamaz, pelerininin üstüne avluya uzanır. O sırada oradan geçmekte olan yaşlı bir Türk ona bir yabancının dışarıda kalmasına izin verilemeyeceğini söyleyerek evine davet eder. Onu ağırlar, doyurur karşılık istemeden. Bir Türk, İngiltere’de benzer bir durumda kalsaydı, hiç tanımadıkları bir yabancıya karşı aynı şekilde davranacak kaç İngiliz çıkardı dersiniz?’
Türklerle Hristiyanlar uyum içindeydi
Ertesi sabah bazı Ermenileri evlerinde ziyaret ettim. Evleri ev sahibiminki gibi döşenmişti. Yerlerde kalın halılar, duvar dibinde sedirler, bunların önünde nargileler vardı. Duvarlar çıplak ve beyaz badanalıydı. Tablolar ve aynalar ender bulunuyordu. Giysileri de Türklere benziyordu. Kadınları örtülü ve peçeli sokağa çıkıyordu. Evlenmeden önce birbirlerini görmüyorlardı.
Türklerle Hristiyanlar uyum içindeydi. Birinin sofrasında mutlaka diğer gruptan insanlar olduğunu gördüm. Bu durumun Anadolu’nun başka yerlerinde olup olmadığını sorduğumda ise Ermeniler, aynı olmadığını, özellikle Sivas’ta Hristiyanlara kötü davranıldığını, hapishanelerin onlarla dolu olduğunu söylediler.
Oysa İzmit’te kaldığım sıra bana Ankara’da Hristiyanların çektikleri anlatılıyordu. Buna rağmen her iki dinin iyi geçindiğini gördüm Ankara’da. Söylenenleri şüpheyle karşıladım, Sivas’a bizzat gidip, kendi gözlerimle görmeye karar verdim.
Akşama doğru hizmetçim Radford topallayan atı satmamızı tavsiye ederken, Türk baytar da atın şişmiş ayağına neşter atarak iltihabı akıtıyordu. Bazı at satıcıları yanıma gelerek on iki mecidiye teklif etseler de kırk mecideye değerindeki atı satmak yerine bir gün daha kalıp iyileşmesine karar verdim. Böylece kentin en ilginç yerlerinden olan Augustus anıtını da yakından görebilecektim.
Ameliyatın ertesi akşamı atım rahat yürüyebiliyordu. Ben de sabah yola çıkma emri verdim. Bu arada paşanın konağından bir uşak bana hediye getirdi. Konağın kütüphanesinde görüp ilgilendiğim ‘Osmanlı İmparatorluğu Tarihi’ adlı on ciltlik eseri paşa bana armağan olarak yollamıştı. Yükümüz en az on kilo daha ağırlaşacağı için bu nazik teklifi üzülerek reddettim.
Türklerin konukseverlilikleri ve cömertlikleri meşhurdur. Hatta bu erdemlerini abarttıkları bile söylenebilir. Bazen beğendiğim bir atı vermeye kalkanlar, hizmetkarlarını yanıma refakatçi olması için teklif edenler oluyordu.
‘Asi Yozgat’a (Elmadağ) ulaştık’
Ev sahibim beni geçirmek için erkenden kalkmıştı. Kendisine İngiltere’ye gelirse ağırlamaktan zevk duyacağımı söyleyerek ayrıldım. Yol sert ve düzgündü bir süre. Nehir boyu gittik. Beş saat sonra nehrin karşısına geçerek bir Ermeni’ye ait çiftliğe vardık. Hindilerinden birini on kuruşa satın alarak dışarıda pişirmeye karar verdik. Yemek sonrası iki Türk hizmetçim beygirlere eşyaları yüklerken ben, Radford’la yola koyuldum.
Bir saat sonra tepeye çıkınca arkamdan gelmediklerini görüp hızlıca atımı geriye sürdüm. Nehrin kıyısında beygirlerden biri üstündeki eşyalarla beraber sırsıklam duruyor, hizmetçim Osman ise sorumlu adamı sopayla döverek cezalandırıyordu. Çantadaki fişekler, çay, şeker, kahve mahvolmuştu. Ayaklarıma kapanan adam hıçkırıklarla ağlarken, Osman sopayla dövmeye kalkıyordu tekrar. Araya girdim, eşyaları yüklemesini söyledim. Epey geç kalmıştık, gün batımından sonra Asi Yozgat’a (Elmadağ) ulaştık. Köyün toprak damlarının üstünden dikkatlice geçerek bir eve vardık. Köpeklerin havlayışları ev sahibini uyandırdı. Arkasında kalın, kahverengi kolsuz bir palto olan orta yaşlı bir Türk bana yaklaşarak kasabanın kaymakamı olduğunu ve geceyi evinde geçirmemi teklif etti. Anlaşılan Ankara’dan bir dostum ona haber vermişti geleceğimi.
Evi büyük değildi. İki oda, bir mutfak bir de kabul salonu vardı. Bu sonuncusu ise her işe hizmet ediyordu. Ev sahibinin sabah keklik ve tavşan avı teklifini fişeklerim ıslandığı için geri çevirmek zorunda kaldım. Çok yorgun olduğumu söyleyince bir şilte serildi. Odanın diğer ucuna da kaymakam için serildi. Kendisine ait dört hizmetkarı, yatması için onun elbiselerini çıkarmaya başladılar. Benim de iki hizmetkarım olduğu halde tek başıma soyunmamı garip karşıladığını söyledi. Herkes bir köşede geceyi geçirdik.
‘Yahşihan’a vardığımızda akşam olmuştu, burada yeni atlar kiralayarak yola devam ettik’
Sabah vedalaşarak yola koyulduk. Alçak bir dağ sırasını aştık, demir cevherine benzeyen kayalar etrafa saçılmış gibiydi. Çok geçmeden Kızılırmak’a ulaştık.
Nehir yüz metre genişliğinde ve yağmurlar nedeniyle derinliği iki metreden fazlaydı. Çevrede köprü yoktu. Rehberimiz atıyla kıyı boyu sekiz yüz metre giderek bir ıslık çaldı. Karşı kıyıda altı adam ortaya çıktı. Kıyıda sazların içindeki üçgen bir mavnayı çıkararak bize doğru kürek çekmeye başladılar. Kıyıya yirmi metre yaklaşınca durdular. Bataklık olan kısımlardan dört atımızla geçerek, Radford ve Osman’ın yoğun çabalarıyla mavnaya sokabildik hepsini. Huysuzlanmasınlar diye gözlerini bağladık. Karşı kıyıya bir buçuk kilometre sürüklendikten sonra çıkabildik. 200 evlik Yahşihan’a vardığımızda akşam olmuştu. Burada yeni atlar kiralayarak yola devam ettik. Beş saatlik güzel manzaralı yolculuktan sonra Maden’e vardık. Burada gümüş madenleri bulunuyor. Madenci, su bastığı için madenleri çalıştıramadıklarını, pompalarının olmadığını söyledi.
Yol Kavaklı’ya doğru bağların arasından geçiyordu. Bölgenin üzümleri çok iri. Halk mahzenlerinde asarak kış boyu koruyor. Şarap yapmıyorlar. Üzümler yeniyor veya suyu sıkılıp şeker niyetine hamurlu yiyeceklerde kullanılıyor. Şeker çok pahalı, yarım kilosu bir şilinden çok. Fakirler yanında zenginler de alamıyor. Kahvelerini şekersiz içiyorlar.
Yaşlı bir çiftçiye konuk oldum. Bana kıtlık döneminde yaşadıklarını anlattı. Kar yağışından Ankara yolu iki buçuk ay kapalı kalınca hayvanları açlıktan ölmüşler. Sultan Abdülaziz’in yolladığı yardımlar kar nedeniyle buraya ulaşamamış. Pek çok insan açlıktan ölmüş.
‘İnsansızlıktan ekilemeyen verimli topraklar’
Sabah kırk kilometre uzaktaki Sekili’ye doğru yola çıktık. Antik mermerlerden yapılmış kulübelerle karşılaştık. Damları çamurdandı. Geçmişin heybetli yapılarının günümüzde ilkel şekilde evlere dönüşmesini gördük. İnsansızlıktan ekilemeyen verimli topraklardan geçtik. Bir Kürt obasına denk geldik. Daire biçimli kara çadırlarda yaşıyorlardı. Peçesiz kadınlar bizi görmeye çıkmışlardı. Türkler bu göçebelerden vergi almaya kalktıklarında tası tarağı toplayıp dağlara göçerler. Bazı Kürt şeyhleri çok zengindir. On binlerce hayvanı olur. Ne yazık ki, eyaleti mahveden kıtlık hepsi için büyük felaketler getirmiş.
Yirmi kerpiç evli Sekili’de geceledikten sonra sabah tuzu bol bir bölgeden geçtik. Derken at üstünde başlarında ilginç, yüksek başlıklarıyla Türkmen kızları gördük. Türkmenlerin dili Türklerden biraz farklıdır. Uzun beyaz gömlekli, kırmızı pantolon üstünde gri kuşaklı erkekler, kırmızı maşlah giymiş kadın, kuyu başında beyaz entarili, kep takmış kızlar, bayırdan inen keçiler damlarda idi…
Kaynakça:
Burnaby, Frederic. 1998. Küçük Asya Seyahatnamesi. Sabah Kitapları.
Giulio Mongeri, İstanbul, Ankara ve Bursa’da önemli yapılara imza atmış İtalyan mimar.
XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti’ne hizmet eden, erken Cumhuriyet dönemi Ankara’sına da değerli katkılarda bulunan Mongeri ilk Ankara seyahatini 1897 yılında yaptı.
Mongeri’nin Ankara’daki bazı yapıtlarından Ziraat Bankası (1926-1929) ve İş Bankası (1929) binaları
Levanten kökenli Mongeri, 1873 yılında İstanbul’da doğmuş, ilk gençlik ve eğitim yıllarını Milano’da geçirmişti. Mongeri, İtalya’da mimarlık eğitiminin ardından ise İstanbul’a dönerek İstanbul ve Ankara’da, birçoğu uygulanmış ve günümüze kalmış yapılar tasarladı. Ziraat Bankası (1926-1929), Osmanlı Bankası (1926), Tekel Başmüdürlüğü (1928), İş Bankası (1929) binaları Mongeri’nin Ankara’daki baş yapıtları arasında. Mongeri’nin Ankara Seyahati’nden izlenimleri şöyle:
Nisan 1897
Ankara’dan birkaç kilometre önce bataklıklar bitiyor ve geniş otlaklar başlıyor. Buralarda ender güzellikteki uzun, bembeyaz, dalgalı tüylü mohair keçileri özgürce yaşıyor.
Demiryolu uzun bir virajı dönüyor ve Ankara görünüyor: Kedilerin ve keçilerin kenti.
Anfitiyatro şeklinde istasyon seviyesinden yüz metre yüksekliğindeki bir tepe üzerinde. Tüm Türk taşra kentleri gibi birbiri üzerine yaslanmış tahta evler yığını. Bu dalgalı ve belirsiz çizgi arada sırada tarihi kalenin kule ve duvarlarınca kırılıyor. Her durumda da piktoresk konumu ile yolcuya çok güzel görünüyor.
Caddelerin hepsi dar ve pis, evlerin koyu renginden ötürü melankolik. Hepsi samanla çamuru karıştırıp güneşte kurutarak yapılan tuğlalarla inşa edilmiş. Pazara giden ana cadde boyunca her türlü insanla karşılaşılıyor. Bel kısımları dar cüppeleri içinde Çerkezler, tiplerinden hemen tanınan Ermeniler, Rusya’nın Asya kesiminden gelen Tatarlar; tümüyle geniş kepenekleriyle örtülü, çevrenin çoban ve çiftçileri, subaylar, askerler, her dinin din adamları, buğdayı pazara taşıyan deve dizileri, atları dörtnala ve aldırmazca geçen Arap süvarileri.
Hepsi bir fantastik renk ve tuhaf ses karmaşası; şaşkınlıkla izlenen bir gösteri gibi. Bu köylere Avrupa uygarlığı ulaşmamış ve biz Avrupalıların dilediği şekliyle gerçek Doğu mükemmel bütünlüğünde korunuyor. Bugün sefil ve fakir görünen Angora kentinin tarihte şanlı bir geçmişi vardı. Her tarafa yayılmış çok sayıdaki kalıntı bunu kanıtlıyor.
Latinler burada 18 yıl kalarak çok sayıda kilise inşa edip kaleyi onarmışlar. Sultan Murad I 1362 yılında buraya hâkim oldu. Çubuk savaşı sonrasında kısa süreliğine Moğollara geçti ama Mohamed I geri aldı ve o zamandan beri Osmanlı İmparatorluğu’nun parçası oldu. Günümüzde nüfus karışık ve genelde iyi karakterli. Büyük kısmı Türkler, ardından Arnavutlar ve Çerkezler; birçok başka ırk da var. Bunların arasında buranın yerlileri olan antik Galatlar da hâlâ mevcut.
Türkler genelde kamu görevleri üstleniyorlar, yerliler çiftçilik, hayvancılık ve küçük yerel sanayi üretimi de yapıyorlar. İstisnasız hepsi Türkçe konuşur. Rumların büyük kısmı kendi dilini bilmez.
Gelişimin ertesi günü kent yeni rediflerin (askerlik yapmış ama savaş nedeniyle silah altına çağırılanlar) yola çıkışı nedeniyle alt üst durumdaydı.
Sabah erkenden istasyona gittim. Bir asker sırasının önlerinde basit bir bando ve yoğun bir akraba – arkadaş kalabalığıyla kentten yavaşça geldiğini gördüm. İstasyona doluyorlar ve vagonlara yerleşiyorlar. Herkes yerini aldıktan sonra imam her vagondan geçiyor ve elini öptürüyor. Saygıyla alınlarına da götürüyorlar. Sonra Doğuya dönüp tüm erkek, kadın ve çocukların avuçlarını yukarı tutarak okudukları bir dua başlıyor ve genel bir Amin’le bitiyor. Ve hızla avuçlarını yüzlerine sürüyorlar…
Zil çalınca babalar çocuklarını kompartımanlarına aldılar, öptüler, okşadılar. Dışarıda anneler ağlıyor, kendilerini kaybediyorlardı. Yola çıkmadan hemen önce Vali bekleme salonundan çıktı. Kısa bir nota dizisi ardından Padiscia’ ciok iascia ve o binlerce ses, tek ses olarak gökyüzüne yükseldi, rütbeliler ellerini önce ağızlarına sonra alınlarına götürerek selam verdiler. Kalkış saatinde inleme ve çığlıklar sağır edici hale geldi. Tren yavaşça hareket etti ve gözden uzaklaştı.
25 Nisan 1897 Pazar
Mongeri sabah eşlikçisi tarafından alınır. Hükümetten bir memurun yanında olursa camilere girebileceğini öğrenince Vali’nin yaverine başvurur ve yanına bir polis müfettişi verilir.
Augustus Tapınağı yakınlarında bir Türk mezarlığına giderek, yerde çok sayıda sütuna rastlar:
“250 metre bir hat üzerinde sıralanmışlar. Bugün ayakta sadece 5 tanesi kalmış. Birçoğu Ermeni ve Türk mezar taşı olarak kullanılmış.”
Mezarlığın Hacı Bayram Camii haziresi olduğunu söylemek mümkündür. Bu mezarlar 75 yıl kadar önce taşınmışlardır.
Mezarlığın ucundaki Roma duvar kalıntıları ve sütunlar dışında bir şey keşfedemediğini ve plan oluşturamadığını söyler. Ancak, böylesine uzun bir yapıyı, ovalık alanda bulunmasından yola çıkarak bir hipodromla bağdaştırmaya çalışır ve gerekçelendirir:
“Augustus Tapınağı’ndaki Yunanca yazıt Ankara amfitiyatrosunda, tapınağın açılışında yapılan oyunlar, koşular ve dövüşleri sıralıyor.“
Bunların Tanrı Augustus ve Tanrıça Roma kültünün kutlanması çerçevesinde yapılan festivaller oldukları bilinmektedir. Bu festivaller ve hipodromdaki at yarışlarının Augustus Tapınağı yakınlarında bir yerde yapıldığı düşünülmektedir.
“Mezarlıktan çıkıyorum ve zafer sütununun dikili olduğu (söylendiğine göre Julianus’un) meydana yollanıyorum. Kesinlikle Bizans dönemine ait ve yazıtsız. Sütunun gövdesi üst üste halkalardan oluşmuş. Yerden yüksek geniş bir kaidenin üzerinde. Eskiden tepesinde bir heykel vardı diyorlar. Şimdi onun yerinde leylek yuvası var.
Julianus sütunundan ayrılıyorum ve polis’in söylediği bir heykeli görmek üzere konağa gidiyorum. Gerçekten de çok güzel. Ancak çok yazık ki çoğu heykelin başı yok.”
26 Nisan 1897 Pazartesi
“Dar sokaklardan bazen mimari parçalar bularak Angora kalesine yöneliyorum. Kadınlarla karşılaştığımda dikkatle yüzlerini örtüyorlar veya duvara doğru dönüyorlar. Çocuklar bana bakıp sciapcali (şapkalı) diyorlar.”
Kaleden çok etkilenen Mongeri, devşirme malzemeye özel bir hayranlık duymaktadır.
“Çok güzel harflerle yazılmış Yunan ve Roma yazıtlarından çok sayıda vardı.”
“Baruthane haline gelmiş olan kalenin en üst kısmında (Akkale) duran bir aslana hayranlıkla bakıyorum. Övgüye değer ve görkemli Yunan heykel işçiliği.”
Rehberinin dini nitelikler atfettiği taştan büyük bir küreyi (muhtemelen sokağa ismini veren Ali Taşı) mancınık mermisi olarak belirleyip yoluna devam eden Mongeri, gizli tünellerin birinden aşağıya kadar (Bentderesi) iner:
“Bugün barut tutulan yerde demirden bir kapı ile küçük bir mekâna geçiliyor oradan da 700 basamakla yamacın dibine ulaşılıyor.”
Kale’den ayrılan Mongeri Atpazarı’nı yürürken İstanbul’la kıyaslamaktadır. Ankara’nın çok zayıf kalmasına rağmen çeşitli kökenlerden insanlar ve tiftik satışından etkilenir. Yürüyüşünün sonunda ilgisini çekecek Arslanhane Camii’ne ulaşacaktır:
“Duvar tümüyle antik anıtların parçaları ile yapılmış. Dört çok güzel Roma konsolu var ve duvarın inşasında kullanılmış iki aslan görülüyor.”
“Avluda yine duvarda çok iyi korunmuş bir Bizans antrölak buluyorum. Ancak deseni çok sıradan”…“Caminin çeşmesinden (Ahi Şerafettin türbesi) su almak için geçen yaşlı bir hanum bana bir iltifat ediyor: ‘Bu domùs yazı yazmak için bundan daha iyi bir yer bulamamış’…”
“Fotoğraflamak istediğim şeyin önüne geçen bir grup kadına makinemi yöneltiyorum: Korkmuş anneler fotoğrafın kötülük yapacağını düşünerek çocukları çağırıyorlar.
27 Nisan 1897 Salı
Mongeri Augustus Tapınağı’na yönelir. Bozuk yollardan geçerek tapınak ve Hacı Bayram Camii’ne ulaşır.
“Cami kırmızı ve yeşile boyanmış tuğladan. Siyah boyalı ahşap parçaları da var. Yerler halı, duvarlar Kuran ayetleriyle süslü. Demir ızgaralı bir pencereden caminin içi görülüyor. Fildişi kalkmalı ve altın yaldızlı, arapça yazıları olan çok güzel bir kapıyı açınca mezar daha doğrusu Hacı Bayram’ın içinde yattığı sanduka görülüyor.”
Duvarlar olağanüstü bir mükemmellikle inşa edilmiş. Kenetlerle birbirine bağlı büyük mermer bloklardan oluşuyor…
Bu Roma’ya ve Augustus’a adanmış tapınak arkeolog ve tarihçiler için zengin yazıtları açısından çok kıymetli. Galat ülkesinde kısa zamanda güzel sanatların nasıl mükemmelliğe ulaştığını kanıtlıyor…
Ön tarafta açık bir giriş olan Pronaos var buradan bu çok güzel kapı aracılığıyla rahiplere ayrılmış olan Naos’a giriliyor…
Bizans dönemine ait çünkü tapınak o dönemde kilise olarak kullanıldı…
Bu tapınak Galat prenslerinin zamanında açıldı. Cephedeki payenin üzerindeki yazıtta isimleri, tapınağın kutsanması sırasında yapılan şenlikler anlatıldı…
Uzun uzun şölenler, gösteriler ve yarışlar anlatılmış, Ankara kentinin zenginliği hakkında yeterince net bir fikir veriyor…
Ancira Augusteumu’nu arkeologların gözünde önemli kılan Augustus’un vasiyetnamesinin pronaos duvarlarında yazılı kopyasıdır…
Bu yazıt Avrupa’ya ilk kez 1554 yılında Alman büyükelçisi Busbecq tarafından götürülmüştür. Yazıtın muhafazasını Charles Texier’ye borçluyuz: Üzerinde bulunduğu duvarın yıkılmak istendiğini duyunca Fransız hükümetini uyarmıştır. Görevlendirilen heyet kısmen saklı olan Yunanca metni de açığa çıkartmış ve Latince ve Yunanca özgün metinlerin birer kopyasını Fransa’ya götürmüştür.”
“Gerçekten Roma’dakilerden hiç aşağı kalmayan bir eser.”
28 Nisan 1897 Çarşamba
Mongeri güne “Leblebici Camii’nde başlamaktadır. Yolda rastladığı bir Korint başlığı ölçerek Augustus Tapınağı’na uyduğunu fark ederek mutluluk duyar. Ardından yakındaki Türk okulunda olduğunu öğrendiği heykeli görmeye gider:
“Her zamanki gibi kafası yok. Üst kısmı hasarlı, sol kolu vücuduna doğru kavuşmuş, sanki peplumunun kıvrımlarını destekler gibi. İyi işlenmiş elinde bir parşömen rulosu tutuyor.”
“Rehberim başka bir antika göstermek üzere beni Yeşil Ahi Cami’ne götürüyor. Bir Rum bir de Yahudi mahallesinden geçiyorum. Meydanda bir caminin karşısında mermerden bir aslan, bir Korint başlık ve yere saplı bir sütun gövdesi var.”
“Camiye yakın imamın evinin bahçesine alçak bir kapıyla giriliyor” diyerek ardından Arşitravı (Yunanca yazıtlı bir blok) görerek fotoğraflar.
Bu antik kirişin MS. 267 yılında yapılan kentin üçüncü surlarının kapısında kullanıldığı düşünülmektedir.
29 Nisan 1897 Perşembe
“Hagi atla beni almaya geliyor. Vank Manastırı’nı ziyaret edeceğiz. Angora’ya atla 45 dakika. Eşeklerle kentin pazarına gelenlerle karşılaşıyorum. Ötede bir grup çingene. Kadınlarından birisi klasik ve mükemmel tipiyle beni etkiliyor. Sürekli yolculuk ederler. Genelde kentlerin kapılarında kamp kurarlar, ufak tefek üretim ve falcılıkla geçinirler. Ardından Vank’a varıyoruz.
Kilisede bir miktar İtalyan tablosu buluyorum. Ermeni bir papaz Roma’ya giderek almış. Geçen yüzyılın sonundan kalmalar; büyük sunak yerden 1.20 m. yukarıda. Tümüyle mavi beyaz Kütahya çinisi. Duvarlar ve yer döşemesi de öyle. Bir karonun üzerinde 1174 hicri yazıyor. 1761 demek. İmal tarihi.
Kilisede gümüş kakmalı siyah ahşap şamdanlara, cama boyalı çok güzel bir Meryem Ana’ya, dallar puttolarla süslü mermer vaftiz teknesine hayran bakıyorum. Kubbenin bir tarafında fosforlu bir taş kakılmış.”
30 Nisan 1897 Cuma
“Saat 12.00’da ata biniyorum ve istasyona doğru yola çıkıyorum. Atlıların gelişini görmek için biraz erken çıkıyorum.”
Gününü cirit oyununu izleyerek geçirmektedir. Oyunu biraz da dehşete düşmüş olarak detaylarıyla İtalyan okura aktarmaya çalışmaktadır.
1 Mayıs 1897 Cumartesi
“Bugün bir antikacıya, alışveriş yapmaya gidiyorum. Avrupalı olduğumu görerek çok yüksek fiyatlar veriyor. Çok sayıda güzel bronz Roma nesneleri ile değerli Roma ve Ankara sikke koleksiyonu da var. Uzun pazarlıklar sonrasında antik diye satmaya çalıştığı birkaç yeni bakır tepsi almayı başarıyorum. Dükkânlara merakla bakarak geçiriyorum. Yemekten sonra yine mezarlıklarda yürüyüşe dönüp antik fragmanlar buluyorum”.
2 Mayıs 1897 Pazar
Zengin bir Ermeni tahıl tüccarının yolladığı atla geziyor.
“Hagi bana surların kentin dışarıdan turunu attırıyor. Geniş bir yoldan Enghere sù’nun kenarından gidiyorum.”
Yolculuk sırasında çifte surla kuşatılmış kentin görkemini aktaran Mongeri, o sırada iki pehlivanın güreşini, civardaki düğünü, düğün evinin kapısının hep açık olduğunu öğrenir; gözlemlediği büyük küplerde şuruplar, kuzu çevirme ve mangalda kahve için sürekli sıcak duran suyu anlatır:
“Garip yerler. Hâlâ Orta Çağı yaşıyorlar.”
3 Mayıs 1897 Pazartesi
Mongeri tanıştığı kişilerle vedalaşmaya gitmektedir. Veda gezisi sırasında güzel halılar ve sırma işlemeli zengin kumaşlar gören gezgin, başka unsurlardan da etkilenir:
“Zengin Rum beyin evinde bronz bir parmak buluyorum. Kolosal bir heykelin parçası. Bir de küçük güzel mermer baş. Bazıları çok değerli bir sürü de Roma parası var.”
Hep rastladığı misafirperverliği, tatlı, kahve mastika ve meze ikramını ve kapıya gelen misafirin tanrı misafiri sayılması ve gerektiği gibi ağırlamanın dini bir görev gibi yapılışını anlatır.
4 Mayıs 1897 Salı
“Sabah sekizde, gezdirmek için beni almaya gelen üç beyle arabaya biniyorum. Ankara’nın dışında iki saatte varılıyor. Güzel kırlar ve sadece meyve bahçeleri var. Zengin bir Rum Bey bizi evinde ağırlıyor.
Mutfak ve banyo yaşam birimlerinden uzak ve villaya bir sundurmayla bağlanmış. Bahçede izole bir evde kahve kavruluyormuş. Ötede, hanımlarıyla gelmek isteyen Türk misafirler için diğer ufak villa var. Ahır otuz ata yeter. Kümeste şaşırtıcı çeşitlilikte piliçler var. Bahçelerde serinlemek için çeşmelere yakın çardaklara rastlanıyor.”
İkram adetlerini, yemeği, tatlı, meyve, çiçekler, Türk kahvesi, konyak ve benzeri ikramı anlatan Mongeri iki saat süren uykuya geçildiğini belirtmekte ve iki gözü farklı renkteki Ankara kedisini sahneye dâhil etmektedir.
5 Mayıs 1897 Çarşamba
“Saat 9’da istasyondayım. Tanıştığım birçok kişiyi görüyorum. Büyük nezaketle uğurlamaya gelmişler. Çok kibar bir demiryolu müfettişi Polatlı’ya kadar benimle geliyor.”
Kaynak:
Yrd. Doç. Dr. Sedat Bornovalı Bir İtalyan Mimarın İlk Ankara Ziyareti: Giulio Mongeri – 1897, Ankara Araştırmaları Dergisi 2016 Sayı:2