Orman yangınları ve Ankara’nın akciğeri Eymir üzerine, İsmail Koçak: O ağaçları biz diktik

Ben 27 Mayıs 1961’de ODTÜ’ye girdim. Askerden yeni gelmiştim işe girdiğimde. 60 kişi başladık işe. Daha önce başlayanlarla birlikte 150-160 kişi olmuştuk. İlk başladığımda arazinin etrafına tel çekiliyordu, ben de tel çekme işinde çalışıyordum. Sonbahardı Kasım ayıydı Zahit Muhtaroğlu bu 60 kişinin arasından dört kişi seçti. Yanımda Çorumlu Akveren köyünden İsmail, Veletköylü Bektaş ve Satılmış vardı. İsmail’le ben, Bektaş’la da Satılmış ayrılmıştı iki ekip tel yapıyorduk.

Ben işe girerken yanımda nüfus cüzdanım olmadığından ehliyetimi vermiştim. İşe girişimi ehliyetle yaptıkları için Zahit Muhtaroğlu benim adımı işaretlemiş, “şoför olarak alıcam” demiş. Çalışanlar arasında pek şoför yoktu. Ağaç dikip, tel çekerken yevmiyem 10 liraydı, şoförlüğe geçince 20 lira olmuştu.

Arazinin etrafı tellendikten sonra ilk ağaçlandırma işleri şimdi yol yapacağız diye ağaçları söktükleri yerde başlamıştı, Eymir‘de devam etti. O ağaçları ellerimle diktim. Bozkırın içindeki ODTÜ ilk oradan doğmaya başladı. Şimdi de aynı yerden bitirmeye çalışıyorlar.

ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş ağaç şenliğinde

İlk ağaç bayramı Aralık ayının başında yapıldı. A1 kapısının arkasına 3 sıra çam dikildi, o kadar çam varmış ellerinde. Yolun alt tarafına Şap Enstitüsü ile A1 kapısı arasına da (yol için sökülen yer) yapraklı ağaçlar ve küçük çamlar dikildi. Ağaç dikmede hocalar, öğrenciler herkes vardı. Ağaçları dikenler adlarını kağıtlara yazıp ağacın dalına asıyorlardı. Büyük bir coşku vardı.

Buraya dikilen fideleri Eymir gölünden getirdik, çamlarsa Eskişehir ve İstanbul’dan geldi. Ağaçları getiren şoför Ahmet Saraç, “İstanbul’dan Çobançeşmesi’nden getiriyoruz” derdi.

O zaman elimizde 2 tane traktör vardı. Beni ilk ona verdiler; tarla sürdük, çukur açtık. Yazın tankerle su taşıdık ağaçlar için. İki tankerimiz vardı bir 3, biri 5 tonluktu. Yurtların altında şimdiki çarşının olduğu yere yukarıdan gelen suyun önüne bent çekip kapattılar. Motor kurmuşlardı, oradan tankerlere su doldurup taşıyorduk. Bütün o ağaçlar, o fidanları taşıma suyla suladık. Kurumasınlar diye gözümüz gibi bakıyorduk. Sonbaharda 2 traktör daha aldılar, dört traktörümüz oldu.

Prof. Dr. Alaaddin Egemen

Benim ehliyetim var diye Ağaçlandırma Müdürü Alaattin Egemen’in şoförü oldum. Orman Mühendisiydi kendisi herkes ona “Ağaç Doktoru” diyordu. Rektör Kemal Kurdaş kendisini çok severdi.

Kemal Kurdaş’ı da herkes çok severdi. ODTÜ’de çok büyük emeği vardır. Kemal Kurdaş, her sene ağaç dikme bayramı yapardı. Ağaç dikmeye Cumhurbaşkanı’ndan  Genelkurmay Başkanı’na, bakanlara kadar herkesi getirirdi. Bir ay önceden davetiye gönderirdi onlara.

61 seçimlerinden sonra Kemal Kurdaş Maliye Bakanlığı’ndan ayrılıp ODTÜ’nün rektörü olmuştu. Göreve başlar başlamaz ağaç dikmeye de başlamıştı.

Bazı geceler fırtına çıkar, sabaha kadar yağmur yağardı. Kemal Kurdaş o gecelerde kendisi de uyumaz, bizi de uyutmazdı. Aklı ağaçlarda kalırdı. Kaç gece evinden alıp Eymir’e götürmüşümdür. Kendisinin bir volkswagen arabası vardı. Hem kendi arabasının hem de makam arabasının arkasında çizmeleri vardı. Çizmeleri giydiği gibi araziye dalar, dalları kırılmış ağaçları sever, okşardı. “Bana bir ağaç kurudu demeyin oğlunun kolu koptu deyin” derdi.

O sevgiyle dikilen ağaçlardan şimdi intikam alıyorlar. O ağaçlarda emeği olmayanlar şimdi onları yoketmek için sıraya girdiler, elleri kırılsın hepsinin.

Ağaçları dikenlerin arasında Denizlerin olduğunu söylüyorlar. Gördün mü onları?

Deniz Gezmiş İstanbul Üniversitesi’nde okuyordu o zamanlar. Ama ODTÜ’ye geldiği, kaldığı da oluyordu. Yemekhanede yemeğini yerdi. Kızılay’a iner gezerlerdi. Bir gün Kızılay’da gezerken vatandaşın biri koşup polise ihbar etmiş. Polis bunu azarlamış, “ben görmüyor muyum, işine bak sen” demiş.

Dört Amerikan askeri kaçırıldıktan sonra dolaşamaz oldular. Emek mahallesindeki 4. Caddenin Beşevler tarafındaki başına yakın İş Bankası soygununu yaptıktan sonra aranmaya başladılar. Soygundan sonra A1 kapısını jandarma tutmuş, onlarda A2 kapısından girmişler. Fizik Mühendisliğinin önündeki meydana arabayı bırakmışlar. Orada Samsunlu kel bir bekçi vardı. Onları görmüş. Arayıp ihbar etmiş. ODTÜ kapısında jandarma yabancıları sokmuyordu.

Jandarma onları yakalamak için yurtları bastı. ODTÜ’de saklanamayınca yurttan ayrılıp yolun altındaki tünele girmişler. Tünelden Maden mühendisliğinin önünden çıkıp Eymir’e gitmişlerdi.

Eymir’in içinde Çobançeşme diye bir bölge vardır. Tam orada bir barakamız vardı. Orayı geçince karşısına sağ tarafta tepeye bir çukur kazmışlar, oraya saklanıyorlarmış. Geceleri aşağıya inip Çobançeşmesi’ndeki barakada kaldıkları da oluyormuş.

Bir gün bekçi aramış, barakanın kapısı tam kapanmıyormuş, soğuk giriyormuş. Tamir olsun diye usta istemişlerdi. Ben bir marangozu alıp gece oraya götürdüm. İçeride şöminede ateşi çatmışlar, üzerine de çayı koymuşlar, çay içiyorlardı. Birarada ilk orda gördüm işte. Birkaç saat kalıp kapıyı tamir ettik. Birer çayda bize verdiler. Sonra bir daha da görmedim.


İSMAİL KOÇAK:  Çorum’un Eskiyapar köyünde 1938 yılında bir köy çocuğu olarak doğdu. Askerden sonra Ankara’ya gelerek ODTÜ’nün ağaçlandırma işinde çalıştı. Kemal Kurdaş‘ın ve Erdal İnönü‘nün şoförlüğünü yaptı. İşçi maaşı ile gecekonduda yaşadı, 3 çocuk büyüttü. Onlar da ODTÜ’de okusunlar istedi ama dileği torunlarına kaldı. Bozkıra dikip büyüttüğü ağaçların kesildiğini köyünde duyup, koşup geldi. “O ağaçları kesenlerin elleri kırılsın” dedi. Her fırsatta ağaç dikmeye devam etti. 2017’de Ankara’da vefat etti.

Mahalleden tanıdık yüzler “Ayrancı’da Bir Apartman”

Adı Ayrancı olan bir kitapla karşıladınız bizi. Kitap nasıl oluştu, neden Ayrancı? 

Ben küçük bir kasabada büyüdüm, Sivas’ın Kangal ilçesi. İlçenin Kangal Gündem isimli bir yerel gazetesi var, ben de üniversite yıllarında o gazeteye çocuklukta oynadığımız oyunları, çocukluk anılarımı köşe yazısı olarak yazıyordum, kasabanın terzisiyle, fotoğrafçısıyla röportajlar yapıp yayınlıyordum. İlk kitabım “Kurusırt’ın Ardı” o yazılardan oluştu. 

Liseyi yatılı okudum Sivas’ta. Ulusal gazete ve dergilerde yazmaya başlayınca da bu yılların anılarını köşe yazısı olarak yazmaya başladım. Sivas’taki mahallemizin çay ocağı, orada vakit geçirdiğimiz mekânları, mahallenin delilerini, lisedeki hocalarımızı yazdım. İkinci kitabım “Evden Uzakta” da böyle oluştu. Ben aslında her an mekânları ve insanları gözlemliyorum; mekânlar ve insanlar üzerine yazmayı seviyorum.

Ankara’ya da 2001 yılında üniversite için geldim. İlk geldiğimde Batıkent’te oturdum. Orası biraz daha site formunda tabii; sonrasında Bahçelievler’de, Esat’ta, Cebeci’de, Emek’te oturdum, bu semtlerde çeşitli vesilelerle vakit geçirdim. Yine hem mekân hem insan gözlemleri yapıyordum ama aktif olarak yazdığım bir dönem değildi. Sonra 2015 gibi Ayrancı’da oturmaya başladım, Tomurcuk Sokağı’nda. Ayrancı’nın çok orijinal bir mahalle havası ve mahalle durumu var, korunmuş bir şey. Mesela esnafla mahallelinin ilişkisi, yani kasabın herkesi tanıması, bir şey istediğiniz zaman onu ayarlayıp geldiği zaman size haber vermesi, taksi duraklarının sizin rutinlerinizi bilip ona göre taksi ayarlaması. Bu tip mahalleliyle mahallenin kendi dinamikleri Ayrancı’da hâlâ devam ediyordu. Bunu çok fazla yerde görmedim ben. Ankara’nın diğer semtlerinde oturduğumda da görmedim.

Bu gözlemler beni yeniden yazmaya itti. Fakat bu defa diğer kitaplarımdaki deneme üslubundan çıkıp, yarı kurgu hikayeler şeklinde oldu. 

Ayrancı’nın beni yeniden yazmaya çağıran ruhu, kendimi rahat hissetmemi sağlayan atmosferi nedeniyle bu kitap bir Ayrancı kitabı oldu. 

Kitapta sekiz mahalle var anlattığınız, niye Ayrancı’yı diğerlerinden öne çıkardınız? 

Ankara’nın bence özü korunmuş birkaç semtinden bir tanesi hâlâ Ayrancı. Mahalle yaşantısı anlamında korunmuş bir durumu var, benim vakit geçirdiğim mekânlara çok yakın, Tunalı’ya, kitapçılara, yürüme mesafesinde. O yüzden Ankara deyince aklıma artık bir anlamda Ayrancı geliyor. Kendimi Ayrancı’da iyi hissediyorum.

Bu kitap, her ne kadar diğer semtlerdeki hikayeleri anlatsam da benim için Ayrancı ile özdeşleşti. Kitabın içindeki hikayelerin hepsi farklı semtlerde geçse de aslında hepsinde biraz Ayrancı var. Mahalle ruhunu koruyan, kendine özgü bir döngüsü olan her semti Ayrancı’ya benzetiyorum. Kitapta anlatılan Emek de Bahçelievler de aslında bu anlamda biraz Ayrancı sayılır.

Aşağı yukarı bütün hikayelerde komşuluk ettiğim insanları anlatıyorum. Bu anlattığım hikayelerin hepsinin hem kurgu hem gerçek tarafları var ve hepsinin dokunulabilir olduğu bir yer Ayrancı. O yüzden kitabın omurgasını da Ayrancı oluşturdu. Okuyanın da anlatılan hikayelerde alacağı hisleri bulabileceği tek yer bence Ayrancı. Bir de tabii “Ayrancı’da Bir Apartman” hikayesinin özel bir yeri de var benim için, o hikâye Semizotu’nun hikayesi…

Harun Kaban ve Semizotu

Bu kitap aslında bir Semizotu kitabı anladığım kadarıyla. 

Evet. Yani Semizotu’nun kitapta etkisi çok fazla. Semizotu hayatıma girdiğinden beri bütün hayatım değişti. Semizotu’yla birlikte Ayrancı’da gezerken bir yandan da gözlem yapıyoruz. Tomurcuk Sokak’tan buraya gelirken yol üzerinde bir mahalleyi gözlemleyebiliyorsunuz. Birebir tanışıklığınız olmasa da tanıdık simalarla selamlaşıyorsunuz, Semizotu bayağı popüler burada. Ayrancı hayvansever bir mahalle aynı zamanda. Yani hayvanların rahatlıkla sosyalleşebileceği o anlamda komşuluk ilişkilerine çok alan açan bir yer.

O anlamda benim edebiyata bakışımı da etkiledi, hayata bakışımı da değiştirdi. Semizotu ve Ayrancı zaten ayrılmaz bir ikili artık.


“Yazılarımın birçoğunu yürürken yazarım. İlk anda garip gelebilir ama Ayrancı yürünebilir bir yer. Yanında bir köpekle yürümek için Ayrancı buna da zemin sağlayan bir yer. O nedenle yürüme mesafesi insanın yaşadığı yerle, hayatla ilişkisini çok belirleyen bir durum diye düşünüyorum.”

Bütün bunları anlatırken yürüme mesafesini vurguluyorsunuz. Yürümekle ilgili olan kısmını biraz açacak olursak, yürümeyle, o semtle, o mahalleyle kurduğunuz ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz? 

Yazılarımın birçoğunu yürürken yazarım. Aslında birçok yazarın ortak tecrübesi bu. Yürürken bir yandan cümleler, yazının üslubu, omurgası şekillenir, hikayeler yavaş yavaş oluşur.

Semtin de buna izin veriyor olması çok önemli. Yani hem araç trafiği hem sokakların ve kaldırımların buna uygun olması, yerleşimin buna uygun olması çok önemli. Bu her yerde mümkün olan bir şey değil. Birincisi, yani bu kulağa belki ilk anda garip gelebilir ama Ayrancı yürünebilir bir yer. Ankara’nın birçok yerinde yürümek mümkün değil. İkincisi ben Ayrancıda yürürken genellikle Semizotu ile yürüyorum. Yanında bir köpekle yürümek için yine mekânın buna izin vermesi lazım. Ayrancı buna da zemin sağlayan bir yer. Ankara’nın birçok yerinde bu da mümkün değil.

Yürümek ve yazmak birbirini besleyen paralel süreçler. Ayrancı buna çok zemin sağlayan bir yer. Yürürken mevsimlerin dönüşünü görmek, yaprakların sararması, kar yağması, dalların yeşillenmesi, yürüme yolu üzerinde bunlara şahit olmak bence bir şehirde yaşamanın en güzel tarafları.

Bunların tamamen kaybolduğu yerler var artık. Bazı siteler tamamen yapay, farklılaşmış ve kendi çevresinden kopmuş yerler. Yürüyüş parkurları var ama burada yürümek de anlamsız geliyor. Yürümek için hayatın içinde olmak gerekir. Ayrancı yürümek için bu anlamda çok keyifli bir şey. 

Böyle bakınca, yürüme mesafesi durumu da benim için çok önemli. Ben toplu taşımayı kullanıyorum ama sevmiyorum. Çok uzak bir mesafe değilse yürümeyi tercih ediyorum. Ayrancı’dan Tunalı’ya inip orada yürümek ya da Kızılay’a yürüyüp kitapçıları gezip tekrar buraya yürümek mesela. Benim için çok keyifli bir yolculuk. Favori sokaklarım var; Güvenlik’ten aşağı inerken Meclis’in yanından Kızılay’a doğru indiğim sokak mesela. Estetik olarak da güzel bir yer. Şehrin bütün hengamesi ve gürültüsünün bir noktada kesilip birden sessiz ve sakin bir alana geçtiğiniz yerler var. O nedenle sorunuzun cevabı, yürüme mesafesi insanın yaşadığı yerle, hayatla ilişkisini çok belirleyen bir durum diye düşünüyorum.

Yürümek sizin komşuluk ilişkilerinizi geliştiriyor anladığım kadarıyla.

Ben küçük bir kasabada büyüdüm, herkesin birbirini tanıdığı bir yerdi aslında. Sonra Sivas’ta yaşadım ama Sivas da nispeten herkesin birbirini tanıdığı bir yerdir. Ankara’ya geldiğimde hiç kimseyi tanımadığım bir yere düşmüş oldum. Yani benim aslında yetişkinlik sürecine geldiğim esnada önemli bir tecrübem birden sıfırlandı; kimsenin kimseyi tanımadığı bir yerdeyim artık. 

Bunun şöyle pratik sorunları oluyor. Ben Sivas’ta veya Kangal’da öğrenciyken cebimde para olmadığında herhangi bir şey için endişelenmeme gerek olmazdı. Arkadaşımın evi o civardadır girer karnımı doyururum ya da başıma bir şey geldiyse yardım istemek için hemen ulaşabileceğim birileri vardır.

Ankara’ya geldiğimde bunlardan tamamen sıyrılmış bir yere düştüm. Yani hiç kimseyi tanımıyorum ve bir de sosyal birisi değilim yardım istemekte zorlanırım. Bir yandan da böyle tedirgin edici bir noktaya evrildim. 

Ayrancı’ya gelince yeniden güven hissini aldım. Yani herhangi bir şeye ihtiyacınız olduğunda etrafta birileri vardır. Hiçbir şey olmasa taksi durağındaki arkadaşlardan ya da esnaftan bir şeyler talep edebilirsiniz. Bu benim için büyük bir aşamaydı. Komşuluğu yeniden keşfettim bir anlamda. Yetişkinlik hayatıma denk gelen kaybettiğim bir şeyi yeniden bulduğum bir alandı. Mahallede Semizotu ile gezerken benim tanımadığım insanlar Semizotu’nu tanıyor. Öyle olunca selamlaşacağımız bir mesele de oluyor. Bu da aslında çok önceden var olan ama kaybettiğimiz bir şey. Yani sokakta sürekli tanımadığınız insanlardan tedirgin olmakla tanımasanız bile selamlaşabileceğiniz bir durumun olması çok farklı. Hayatı çok zenginleştiren bir şey.

Kitabın arka kapağında da, tanıtım yazısında da var bu yenilik kavramı. Yeni şehir, yeni mahalle, her şeyin yenisine olan ilgi. Biraz oradan Ayrancı’ya bakabilir miyiz? 

1950’lerin Ankara’sı ile 2000’lerin Ankara’sı tabii ki aynı değil. 

Gölbaşı’nda yaşıyorsanız Gölbaşı’nın Sakarya’nın bir mahallesinden çok bir farkı yok. Yani Gölbaşı’nı oradan alıp Sakarya’ya koysanız aşağı yukarı aynı yer. Fakat Ayrancı, Ankara’dan alıp başka bir yere koyabileceğiniz bir yer değil. Dolayısıyla Ankara’nın sosyal yaşantısı Ayrancı’da bütünüyle var. Bu 1940’lardan 50’lerden beri aslında gelişen bir şey.

Sözlü tarih çalışmalarından çok yararlandım bu kitap için. Ankara üzerine yazılmış kitapları, makaleleri karıştırdım. 

Okuduğum sözlü tarih çalışmalarında burada yaşayan insanların hatıralarına baktığımda bazı noktalar çok özenle korunmuş ve bazı noktalar da zamana yenilmiş. Yani yeni yapılan mimar apartmanları yok artık, müteahhitlerin 3-5 ayda birbirinin kopyası olarak diktiği apartmanlar var. Ama hâlâ bazı sokaklarda 1950’lerde, 60’larda yapılmış ve mimarını bildiğiniz apartmanlar var. Yapıldığından beri aynı apartmanın ayrı dairesinde oturan insanlar var. İkinci kuşak, üçüncü kuşak dönmüş. Belki o insanların çocukları oturuyor, torunları oturuyor ama sahiplik aynı kalmış. El değiştirmemiş ama eskimiş değil. Çünkü hâlâ hayatın içinde ve içinde hayat devam ediyor. Bunlar mesela şehir hafızası için çok önemli. Bunun da korunduğu yerlerden birisi Ayrancı.

Eski şehrin merkezinden, yeni şehrin aktarma noktasına: Ulus

Son zamanlarda Kızılay’ı bir yerden başka yere gitmek dışında ne zaman kullandınız? Ben pek sık uğramadım. Ama yakında aynı kaderi paylaşacağını düşündüğüm Ulus’a sık giderim hâlâ. Her ne kadar şimdilerde eski cazibesini yitirmiş ve yoğun yapılaşmalarla kimliğinden uzaklaşmış olsa da Ulus, Ankara’nın kalbiydi. Ulus Meydanı’nda gezmek, bana her zaman kentin içinde kendince saklı barındırdığı alanlarla her zaman Ankara’yı hissettirir. Zevkler ve renkler gibidir mekânlar da, buranın benim için ayrı bir yeri her zaman vardı. Aslında eskiden herkes için vardı aynı Kızılay gibi. Bana yer yer distopik gelen kendince saklı yerleri olan bu mekân, ne zaman herkes için yeri olan bir mekândan sadece kentsel ulaşımın aktarma noktası haline geldi? Bir fikir çerçevesinde oluşturulan bu mekâna n’oldu? İşte bu; Ulus’un düşüş hikâyesi, elimden geldiğince sizlere aktarayım.

Ulus ne anlam ifade etmeli?

Ulus mekândan ziyade bir fikirdir aslında. İstanbul’un hegemonyasından çıkışın arzulanan çağdaş ulusun mekânıydı burası. Ulus, Ankara’nın başkent olmasıyla birlikte şekillenen bir mekândı. Erken Cumhuriyet döneminde, Ulus, yeni ulus-devletin modernleşme hamlelerinin merkezinde yer alıyordu. Planlı bir gelişim sürecinin parçası olarak tasarlanan bu bölge, Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş şehircilik anlayışının en önemli örneklerinden biriydi. Atatürk’ün devrimlerinin ve sekülerleşme çabalarının mekânsal karşılığını bulduğu Ulus Meydanı ve çevresindeki yapılar, Türkiye’nin modern yüzünü temsil ediyordu. Peki, böyle anlamlı bir mekâna ne oldu?

Düşüşün başlangıcı

1980’lerden itibaren benimsenen neoliberal politikalar ve uluslararası sermaye gruplarının artan etkinliği, Türk müteahhitlik sektörünü güçlendirmiş ve büyük ölçekli inşaat projelerine öncülük etmiştir. Bu dönemde kentlerdeki konut sorunları, trafik yoğunluğu ve çevre sorunları gibi zorluklar artarken, Türkiye, kentsel dönüşüm politikalarını hayata geçirerek bu sorunları çözme çabasına girişti.

Kentleşme sürecinde dikkat çeken bir nokta, kentin saçaklanarak büyümesidir. Büyükşehirlerdeki genişleme ve gelişme eğilimi, kent merkezlerinde konumlanmış olan gecekondu alanlarının da değerlenme potansiyelini artırmıştır. Kent saçaklandıkça, merkezi iş alanlarına yakın bölgelerde yer alan gecekondu alanları, yatırımcıların ve gayrimenkul geliştiricilerin ilgisini çekmiş, bu da bu bölgelerin değer kazanmasına yol açmıştır. Ülkenin genel ekonomik durumu, büyük ölçekli inşaat projelerine olan talebi artırmış ve bu da kentleşme süreçlerini hızlandırmıştır. 

Çılgın projelerle yaratılmaya çalışılan bir distopya

Bugün Ulus, ne geçmişin kültürel ve sosyal yaşamını barındırıyor ne de bir merkez olma özelliğini sürdürebiliyor. Zamanla iş merkezleri başka bölgelere kayarken, Ulus giderek boşaldı ve eski görkeminden uzaklaştı. Son yıllarda yapılan kentsel dönüşüm projeleri de bu süreci hızlandırdı. Ulus’un sokaklarında gezen biri, artık sadece tarihi bir alanda değil, aynı zamanda mekânsal bir yok oluşun ortasında bulunuyor. İşte bana distopik gelen noktası Ulus’un tam da burası. 1986 yıkında Raci Bademli çevresinde atılan olumlu adımlar yani mekânı kurtaracak bu çaba ne yazık ki sonuçsuz kalmıştır.

Daha sonrasında atılan adımlar bilimsel korumadan uzak, şekilci uygulamalardı. 2005 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile alınan Ulus için “Yenileme Alanı” tanımı işleri daha da kötüye götürmüştür. 2018 yılında Ulus’ta trafiğin yer altına alınması projesi ise bu tarihi merkezin çılgın projelere maruz kalmasının başlangıcı olmuştur. Sözde, meydanın yayalaştırılmasının sağlanacağı öngörülse de kent ölçeğinde araç trafiğinin teşvik edildiği bu proje, yayalaştırma konusunda kente bir fayda sağlamayacaktır. İller Bankası ve Gençlik Parkı önünden trafiğin alta alınarak bir meydan oluşturma yaklaşımının Ulus’un var olan değerlerini yerle bir eden, özellikli yapılarını yıkan bir yıkım ve yok etme anlayışı Ulus’un karakterini değiştirmek üzerine kurgulanmıştır. Bu proje tarihi yapıları ve özellikle Roma Hamamı kalıntılarını olumsuz etkileyecek. Üst ölçekli planlarda ve Ulaşım Ana Planı’nda yer almayan bu yol proje, kentin en değerli alanlarını bir köprülü kavşağa dönüştürecekti, az kalsın. Eski tarihi eserlerden yeni-tarihi eserler üretilen Hamamönü ve Hacıbayram restorasyonu ise bu çöküşü perçinlemiştir.

Benim için farklı bir anlamı olan Ulus’un kaybı, sadece mekânsal bir kayıp değil, aynı zamanda bir kimlik kaybıdır. Bir zamanlar Cumhuriyet’in simgesi olan bu bölge; plansızlık, yanlış politikalar ve rant odaklı projelerle Ankara’nın hafızasından silinmeye devam ediyor. Sadece ulaşım sürecinde bir aktarma noktasına dönüşen bu alanın kaderini Kızılay da uzun bir süredir paylaşıyor. Bu süreçte Ulus’un tarihi ve kültürel dokusunun bozulması, sadece fiziksel bir yok oluş değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel bir kayıp anlamına geliyor. 

Mekânlar, sadece beton yapılar değildir; onlar bir ulusun hafızasını, kimliğini ve ruhunu barındırır. Özellikle ülkenin kuruluşunu simgeleyen Ulus gibi bir yer. Ankara’nın başkent oluşunun simgesi olan Ulus, bu önemli misyonunu korumaya devam etmelidir.

Çankaya Sineması, Ayrancı’nın en unutulmaz mekanı 

İnsanlar ve kentler birbirlerini hatırlar, birbirlerinin kimliklerinin oluşmasına etkide bulunurlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkmayı hatta onları geçmeyi hedeflediği ülkenin başkentidir, Ankara. Sanatın bu kadar ticarileşmediği dönemlerde Türkiye’de sanatın da başkentiydi, Ankara. Benim gençlik yıllarım, sinemalar açısından günümüzden çok farklıydı.

Korkarım yakın bir gelecekte AVM’ler dışında çok az sinema ayakta kalmayı başaracak. Evet, bu alışveriş merkezlerindeki sinemaların bir kısmı gerçekten çok yeni teknoloji ile donanmış, ses ve görüntü kalitesi iyi olan salonlar. Bu alışveriş merkezlerinde film izlemek ayrı bir keyif olabiliyor zaman zaman. Ama maalesef eski sinemaların kokusu ve dokusu bulunmuyor. Eskiden biz de sinemaya giderken evden tamamen bu amaçla çıkardık. Hangi filme gideceğimizi önceden belirlemiş ve günlerce belki haftalarca bunun hayalini kurmuş olurduk, Sinema sadece eğlence aracı değil bir kutsal bir ritüeldi bizim kuşak için.

Gençlik ve olgunluk yıllarım Ankara’da geçti. 70’li, 80’li yıllarda en önemli sosyalleşme aracı büyük ve özenle inşa edilmiş ihtişamlı salonlarda sinema seyretmekti. Amacım nostalji yapmak ya da geçmiş yıllara bir güzelleme değil. Bizden bir üst kuşağın döpiyes ve takım elbise giyerek tiyatroya gittikleri gibi, benim gençlik yıllarımın en önemli sosyal faaliyeti olan sinemalara giderken yaşadığımız bizim kuşağın heyecanını aktarmak.

Günler öncesinden gazetelerdeki ilanlara bakarak, hangi filme gideceğimizi belirler, arkadaşlarla durumu tartışarak bir karar verir, biletlerin bulunmama ya da iyi yerlerden olma ihtimali için birini erkenden sinemaya gönderirdik. Sinemanın önünde buluşma saatimizi belirler, gişedeki takım elbiseli yaşlı amcaya bakarak kapıdaki yelekli ve papyonlu biletçiye tüm biletler uzatılır ve kişi sayımız söylerdik. Numaraların tek mi, çift mi oluşuna göre sinemanın fuayesinde konum alır, saatine daha çok varsa bir sigara yakar, teşrifatçıya doğru yönlenilirken bahşişi hazırlardık. Koltuklara yerleşirken etraftakilere bakar, tanıdıklar görülürse onlar selam verir, ilk gong çalıp, kadife perde ağır ağır açılırken kendimize bir çeki düzen verir, film izleme moduna geçerdik.

1967 yılında Elazığlı müteahhit Mehmet ve Refik Erdoğan kardeşler tarafından Ankara Paris Caddesi, Şili Meydanı’nda açılan Çankaya Sineması 1987 yılına kadar Ankaralılara hizmet vermişti. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün katıldığı açılış ile hayata başlayan Çankaya Sineması 850 kişilik koltuk kapasitesi ile dönemin en gözde mekânlarından birisi olmuştu. 

Çankaya Sineması’nın içi başka bir hayal dünyası. Görkemli avizesi ve ferah yan balkonlarıyla Ayrancı’nın sinemasıydı, Çankaya. Kocaman bir salonu vardı ya da bana öyle gelirdi. Balkonu yoktu ama her iki yanından basamağa benzer balkon gibi iki bölüm yükselirdi. Çankaya Sineması gong ile açılır, ilk gongun ardından üzerinde Ziraat Bankası yazan kalın, ağır, kadife perdeleri yavaş yavaş açılırdı. Ankara’nın birçok sinemasında olduğu gibi, Çankaya Sineması’nda cumartesi sabahları Ziraat Bankası Çocuk Filmleri oynardı. Her cumartesi günü sinemanın önünde anne ve babalarıyla bir sürü çocuk.

O yıllarda, Atatürk Bulvarı’ndan Cinnah’a doğru çıkarken meydanın oradaki boş arsada, hep Çankaya Sineması’nın vizyondaki filmleri tahta panolara asılmış halde olurdu. Önünden her geçişimde mutlaka afişlerine bakıp hayal kurardım. 70’li yıllarda en güzel Türk filmleri; Türkan Şoray’ın “Buğulu Gözler”i, tüm Yumurcak filmleri ve Kartal Tibetli Tarkan filmleri. Yanılmıyorsam ‘84 yılıydı. O zamanların gözde aktristi Brooke Shields’in, Ankara’da ilk kez gösterilecek olan “Sahara” filmi için Çankaya Sineması’na gitmiştik. Erkenden sinemaya gelmemize rağmen bırakın o seansı, o günü, üç gün sonrasının bile biletlerinin bittiğini öğrenince hayretler içinde kalmıştık. Ama Spilberg’in Üçüncü Türden Yakınlaşmalar, Sam Peckinpah’in Şeref Madalyası filmini Çankaya Sineması’nda izlemiştim. O yılların gençliğini hayli etkileyen Grease filmi de Çankaya sinemasındaydı.

Yine 80’li yıllarda Hüsnü Kuruntu oyununa bilet almıştım. Gazanfer Özcan’ı ilk kez sahnede izleyişim. Ahmet Gülhan, Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın kurduğu tiyatro topluluğu olan Devekuşu Kabare, Kent Oyuncuları, Haldun Dormen bu sahnede oyunlarını seyirciyle buluşturdular. 80 darbesinin karanlık dönemlerinde hayranı olduğum Timur Selçuk Çankaya Sineması’nda verdiği konseri izlemiştim. Öyle yaşayan bir salon daha görmedim. İnsan seli Şili Meydanı’na taşmıştı. Karantinalı Despina, İspanyol Meyhanesi, Beyaz Güvercin, Ekonomi Tıkırında. Gidemediğim ve gazetelerden takip ettiğim Barış Manço konserini de hatırlıyorum.

Bazı mekânlar bulundukları yerle özdeştirler. Çankaya Sineması’nı da Ayrancı’dan, Paris Caddesi, Şili Meydanından, hele hele Kilim Pastanesinden ayıramaz, koparamazsınız. Çankaya Sineması ve Kilim Pastanesi yapışık iki kardeş gibiydiler. En lezzetli sunumu kazandibiydi, bana sorarsanız bozası da çok nefisti.

Güven Turan’ın ilk romanı Dalyan, bir pastanede başlar. Aslında romanda bir şehir adı filan anılmaz. Romanın başlangıcı; “… her zaman geldiği, her şeyini çok iyi bildiği bu pastane, kokularıyla, ışıklarıyla, kişileriyle, daha önceki günlerin bir benzerini yaşıyor.” Roman kahramanı tek başına oturmuş, pastanede kitap okuyor. Sonra birdenbire hareketlenecek ortalık “Sinemadan çıkanlar dolduruyor pastaneyi.” Hangi sinema bu, hangi pastane?

Çankaya Sineması ve Kilim Pastanesi, adeta onun bir parçasıydı. Sinemaya gitmek için buluşanlar, filmin başlamasını bekleyenler, sinemadan çıkanlar, daha çok gençlerin toplandığı bir yerdi Kilim. Güven Turan’dan birkaç cümle daha; “Sinemadan çıkanlar dolduruyor pastaneyi. Müzik dolabı birbiri ardından gümbürdetiyor, müzik dolabı en yeni parçaları çalıyor. Hemen herkes çok genç, uzun saçlı kızlar, oğlanlar blue-jeanler, koyun postu kaftan benzeri uzun mantoları, paltolarıyla, bağıra çağıra konuşuyor, müzik dolabının çevresinde toplanıyorlar.

Evet, jukebox vardı bir köşede. Sinemayla bağlantılı ikinci kapının yanında dururdu, Kilim Pastanesi’nde. Yirmi beş kuruş atılır, kutunun önündeki butonlara basılır, plağın A ya da B yüzündeki parça seçilir, biraz da oradakilere hava olsun diye bak, ben neleri dinliyorum, edalarıyla pastanedeki masanıza dönülürdü. 

Çankaya Sineması; 1986 yılının son aylarına kadar açık kalmış önemli sinemalardan biriydi. Sahipleri de bir süre sonra perdeyi indirdiler. Televizyon ve video kaset çağı başlamış, bağımsız sinema salonları çağı sona ermişti. Belki, o olay da tuzu biberi olmuş bir süre sonra da Kilim Pastanesi de kapanmıştı. Bir dönem Airport Disko olan sinema binası, en son Çakıl Gazinosu olarak kullanıldı. Kısaca; sinema önce diskotek, sonra gazino;, pastane de meyhane oldu. Çağa ayak uydurmak bu olsa gerek.

Yapının özüne dönerek, tekrar sanatsal faaliyetlerde kullanılması için yapılan girişimler sonucunda, 2019 yılının son çeyreğinden itibaren Çankaya Sahne adını alarak başta tiyatro olmak üzere çeşitli kültür sanat etkinlikleriyle Ankaralıların hizmetine tekrar girdi. Yeni haliyle sahneyi ilk gördüğümde, yakın bir dönemde inşa edilmiş olmasına rağmen, bulunduğu yerin nostaljik yapısına oldukça uygun olarak düzenlendiğini gözlemledim. Şimdi güzel bir tiyatroya dönüşmüş sinema, umarım uzun yıllar da öyle kalır.

İnsanlar ve kentler birbirlerini hatırlar, birbirlerinin kimliklerinin oluşmasına etkide bulunurlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkmayı hatta onları geçmeyi hedeflediği ülkenin başkentidir, Ankara. Sanatın bu kadar ticarileşmediği dönemlerde Türkiye’de sanatın da başkentiydi, Ankara. Benim gençlik yıllarım, sinemalar açısından günümüzden çok farklıydı. Çünkü sinema salonları kaliteli değildi. O yıllarda en büyük amaç sinemaya gidip filmi izleyebilmekti. Şimdiki gibi AVM’lerde yemek arası sinema anlayışı yoktu. 

Korkarım yakın bir gelecekte AVM’ler dışında çok az sinema ayakta kalmayı başaracak. Evet, bu alışveriş merkezlerindeki sinemaların bir kısmı gerçekten çok yeni teknoloji ile donanmış, ses ve görüntü kalitesi iyi olan salonlar. Bu alışveriş merkezlerinde film izlemek ayrı bir keyif olabiliyor zaman zaman. Ama maalesef eski sinemaların kokusu ve dokusu bulunmuyor. Eskiden biz de sinemaya giderken evden tamamen bu amaçla çıkardık. Hangi filme gideceğimizi önceden belirlemiş ve günlerce belki haftalarca bunun hayalini kurmuş olurduk, Sinema sadece eğlence aracı değil bir kutsal bir ritüeldi bizim kuşak için.

Benim gençliğimin sinemaları çocuklarımın AVM sinemaları ile rekabet edemeyerek yenik düştü. Benim çocuklarımın sineması olmadı, onların AVM’leri vardı. Oysa benim gençliğimin sinemaları; Ankara’nın ünlü AVM’lerinde, tuvaletlerde ihtiyaç giderirken göz hizanıza ekran koyarak salonlarında oynayan filmlerin fragmanını gösteren modern sinemalara karşı hâlâ direniyorlar. Başkentte bir zamanlar kapılarında bilet kuyruklarının olduğu, yerlerin fenerle gösterildiği, arada filmin kopması, bazı sahnelerin alkışlanması gibi ilginçliklerin yaşandığı, çalınan “gong” sesinden sonra, gazozlar, kuruyemişler eşliğinde filmlerin izlendiği tarihi sinemalar artık gerçekten “tarih” oldu.

Oysa ne kadar keyifli sinemaydı.

Ayrancı’nın sineması; Çankaya. 

Özledim, çok özledim…

KAYNAKLAR

BOZYİĞİT Ali Esat, “Eski Ankara Sinemaları”, Kebikeç, Sayı; 9, 1999

ESEN Selim, https://www.gercekedebiyat.com/yazi/ankara-nin-anilarda-kalan-3-sinemasi-10218.html – google_vignette

KAYA ÇAYIR Çiğdem, “Zamana Yenik Düşen Ankara Sinemaları IV: Müstakil ve Sinemalı Apartmanlar Dönemi”, Lavarla, 2021.

yavuziscen.blogspot.com

Bir Ankara hayali: Şehrin eski yüzüne bakmak

Çoktandır hepimiz aynı kentte yaşıyor gibiyiz malum. Şehir planları, mimari üsluplar (ki bunlara üslup denemez bile), sosyalleşme ve alışveriş mekânları, rekreasyon alanları vb. birbirinin aynı neredeyse. AVM’lere teslim olmuş bir boş zaman kültürü peydah oldu. Kentsel dönüşümün bir rant kapısı olduğu, bu kapının da partileri siyasi ikbale taşıdığı düşünülürse bu gelişmeye şaşırmamak gerek.

Kentsel dönüşüm mahalle kültürünü yutuyor

Ankara için de benzer bir durum söz konusu. Kentsel dönüşüm acımasız, estetik kaygılardan yoksun ve kâr güdüsüyle önüne çıkanı deviren bir canavar gibi. Acı olan; bu tür bir dönüşümün toplumun kayda değer bir kesimince bir tür sınıf atlama, prestijli bir yaşam alanına sahip olma gibi algılanması ve bu konuda çok hevesli olunması. Ucuz ama gösterişli malzemeden yapılmış çok katlı binalar; yeşil alanları, küçük esnafı, mahalle kültürünü yutuveriyor.

Yerleşimlere kişiliğini kazandıran, geçmişe dair hikâyeler anlatan mimari ve doğal dokunun silinmesi yahut görünmez kılınması kent kimliğinin, özgünlüklerin yitirilmesi anlamına geliyor. Ankara için bir hayal kuracak olsam, bu yerleşimden gelip geçmiş tüm medeniyetlerin bıraktıkları mirasın görünür olduğu bir kentsel doku tasavvur ederdim. Bu mirasın zaman içinde ne kadar cılızlaştığını bilmeme rağmen, aylakça yürüyüşlerimde önüme çıkan tek tük ipuçlarının tarihsel sürekliliği ve şehrin kimliğindeki yerine referansla görünür hale getirilmesi çok göz alıcı ve maalesef şimdilik epey uzak bir ihtimal değil mi?

Ankara Yahudi Mahallesi

Şehir yoktan var edilmedi

Çok isabetli “Kim var imiş biz burada yoğ iken?” sorusuna cevap mahiyetindeki bu hayali mekânsal düzen, kadim uygarlıkların şehirde bıraktıkları izleri takip ederek, başkentin hikâyesinin yıllarca bize anlatılageldiği kadar sönük olmadığını gösterebilir. Kimsenin yolunu düşürmediği fakat şehrin merkezinde yer alan Roma Hamamı, yakında basamaklarına ilişmeyi hayal ettiğimiz Roma Tiyatrosu, Hacı Bayram Camii ve Türbesi’ne omuz vermiş Augustus Tapınağı, yüzyıllar öncesinden kalan ve ince işçilikleriyle dikkat çeken camiler, türbeler, Yahudi Sinagogu‘nun hâlâ ayakta kalabildiği eski Yahudi Mahallesi, Ankara Ermeni ve Rumlarının yaşadıkları diğer mahalleler, Kale’nin bedenine yerleşmiş kitabeler, heykeller farklı inançların, uygarlıkların bir arada yaşayabildiklerini göstermesi bakımından çok değerli. 

Benim kent hayalim, kentin kuş uçuşu beş dakika uzaklıktaki yerleşimlerine batı şehirlerinden daha yabancı Ankaralıların çok katmanlı kentsel dokunun izini sürebilecekleri ve şehrin “yoktan var edilmediğini” fark edebilecekleri bir çevre düzenlemesi üstüne. 

Ankara’nın fotoğraflı hafızası: Dericizade Faruk Küçük

Sahip olduğumuz kentin mekânlarını, kent belleğini, kültürünü ve tarihini geçmişten geleceğe aktarmak için ne tür çalışmalar yapıyoruz? Sahip olduğumuz bir mesleği devam ettirmek ve asırdan asıra sürdürmek için sahip çıkıyor muyuz?

Bu ayki röportajımızı bir Ankara sevdalısı olan Faruk Küçük’e ayırdık.

Dericizade’nin onursal başkanı Faruk Küçük babadan oğula geçen dericilik mesleğini uzun yıllar yaparken Ankara sevdasıyla Ankara’ya ait fotoğraflar, gazeteler ve kitaplar biriktirmeye başlamış. Yaşadığı kente kendi tarzı ve bakış açısıyla sahip çıkmayı kendisine hedef belirlemiş. Ankara’nın en büyük çatı kuruluşlarından Başkent Ankara Meclisi’nin üstün hizmet başarı ödülünü almaya hak kazanmış ve Ankara’nın Başkent oluşunun Cumhuriyetin 100. yılı etkinliği kapsamında Türk Tarih Kurumu Konferans Salonu’nda, Dericizade Faruk Küçük koleksiyonunu yapılan bir törenle Türk Tarih Kurumuna devretmiştir.

Dericizade Faruk Küçük

Dericizade’de işçi, usta, yönetim kurulu başkanı ve değerli koleksiyon ustası olarak hikayenizi bize anlatır mısınız? Mesleğe nasıl başladınız?

Derici bir babanın derici en büyük oğluyum. 1947 Haymana Yeniköy doğumluyum. Bizimki bir Türkmen köyü, Oyacı’ya, Dereköy’e yakın. Asrın Kürk Deri firmasının kurucusuyum. Bizim aile üç kuşaktır dericilikte uğraşmaktadır. 1960’lı yıllardan beri deri ve kürk işleme, imalat ve satıcılıkla uğraş verdik. Babamın zamanında dericiliği Haymana’da yapıyorduk. Dört kardeş bir de babam. Haymana bize dar gelince 1960’da Atpazarı’na geldik. Ankara’da ticaretin merkezi bizim zamanımızda Atpazarı, Samanpazarı, Çıkrıkçılar yokuşu ve Ulus civarıydı. 

İlk deri atölyelerini nerede açtınız?

Bizim zamanımızda Polonya’dan ustalar gelmiş sığır derisi işliyorlardı. Ankara’da da kuzu, koyun, keçi derisi işliyordum, aksesuar ve namazlık yaptırıyordum. Kürkçü ve dericilere satıyordum. 

İlk tabakhanemizi İskitler’de sonra Siteler’de açtık. İskitler ufak geliyordu. Sitelerde, Samsun yoluna cepheli Demirhendek caddesindeki caminin yanında büyük, modern bir fabrika vardı. Devrediyorlardı, oraya taşındık, 100 kişi filan çalışanımız vardı. Belediye çok yüksek tutarda arıtma bedelleri talep edince yürütemedik orayı, Uşak’a gittik.

Uşak, merkezi geldi bize. Antalya, İzmir, İstanbul’un ortası. İki tane Türkiye’nin en modern deri fabrikasını açtık. Birisinde kütiçi tüylü, dışı derili– işleniyor. Birinde zikkumaş gibi deri– işleniyor. İki fabrika 1997’ye kadar aile şirketi olarak gitti. 1997’de sonra ayrıldık. Asrın Kürk Deri’nin kurucusu bendim, iki kardeşim onu alıp orada kaldı. Biz de Dericizade diye devam ettik. 

Babamın çevresi çok genişti, işimizi genişlettik. Babam derdi ki: “Sözünü gününde yerine getireceksin ve işini iyi yapacaksın

O dönemde deri satış işleri kışın rağbet görse de yazın çok düşüyordu. Bu nedenle, turizm işine girdik ve Alanya’da ilk otelimizi açtı

Kızılay maceranız nasıl başladı? 

Büyükçarşı 1976’ya kadar sinemaydı. Sonra kapandı ve çarşı haline getirilip küçük dükkanlara bölündü. Büyükçarşı’nın sahipleri Kazım Rüştü Güven ve Hamdi Başaran kardeşlerdi. Hamdi Başaran, gaz şirketi HABAŞ’ı kurmuştu. Kazım Rüştü Güven’in de İskitler’de buzhanesi varmış. Sudan buz üretiyor, buz satıyormuş. Vehbi Koç, “size gıpta ediyorum, biriniz havadan biriniz sudan para kazanıyor” diyordu onlara.

1977’de hasbelkader Büyükçarşı’da birisi dükkan satıyor diye duyduk. 225 bin lira hava parası vererek oradan 30 metrekare küçük bir dükkana taşındık. Sandalyeleri özel yaptırdık, 2 sandalye sığacak yere 3 kişi otursun diye sandalyeleri böldürüp 3 sandalye koydurduk. O kadar küçük, dar. Her yere dolaplar yaptık, küçük masa yaptırdık yer kaplamasın diye.

İskitler’de tabakhanemizde işliyoruz deriyi. Fevzi Çakmak Sokak’ta atölyemiz var, orada da dikiyoruz. Büyükçarşı’da satıyoruz. 

Deri işleri, kürk işleri sesli, gürültülü işler. Onun için her yeri tutamıyoruz. Ancak bodrum katında olacak. Bodrum katı da havasız oluyor, işe giren birkaç ay kalıyor ayrılıyor. Sonunda Fevzi Çakmak’taki bodrum katından ayrılıp Ihlamur Sokağı’nın başına geldik. Orası da bir paşanındı, 2. katta büyük bir yer tuttuk. Dükkanın geleni gideni arttı, müşteriyi oraya çektik. 

Kızılay’da sosyal hayat nasıldı bu yıllarda, Ankara’nın gözde mekanları nerelerdi?

Kızılay civarında bizim gidip geldiğimiz yerler de vardı. Ökkeş Ağa’nın Yeri vardı; Menekşe Sokağın başında, Onur Çarşısı’nın karşısında pizza restoranıydı. Onur Çarşısı’nın öbür tarafında Demirtepe’de Diyarbakırlıların lokantası vardı. 

Şimdiki GMK bulvarıyla Fevzi Çakmak Sokak köşesinde İş Bankası’nın vakıf yeri var, orada da Çarkoğlu Lokantası vardı. Orası meşhurdu, rezervasyonla gidilirdi. Elgün Sokakta bizim dükkanın altında Hopalı meşhur Papila ailesinin Liman Lokantası vardı. Hasan Papila başındaydı, ilk defa canlı alabalığı onlar yaptılar. Ihlamur Sokakta da Zafer İşkembecisi vardı.

Piknik tabii meşhurdu, herkes oraya gidemezdi. Memurların, üst kademe bürokratların gittiği yerdi. Piknik’in yanında bir de Bekir’in Yeri vardı. Garsonlar papyonlu giyinecek, her gün tıraşlı olacak, yüzleri hep gülecek. Bu Bekir o zaman Elgün Sokakta otururdu. Büyük Çarşı’nın 1. katında bir yer vardı Hamsiköy, 1970’lerin başlarında mini etekli kız garsonlar koymuşlar oraya, herkesin çok ilgisini çekmişti. 

Cevat Restoran vardı, Kantin Cevat dedikleri. Sahibi İbrahim Bizden, Ayrancı’da Turizm bloklarında otururdu. O Ankara’nın 3-5 tane restoranından birisiydi. Onların yerleri önce Soysal Çarşı’nın oradaydı. Ondan sonra Gima’nın yanına geçiyor, oradan da Yüksel Caddesi’nin başına. Boşnak, üç kardeşlerdi bunlar 1900’lerin başında gelmişler. Yabancı dil de biliyorlar, o nedenle burada elçilikten kim gelirse onlarla konuşup, ilişki kurabiliyorlar. Be nedenle elçiliktekiler genelde onlardan alışveriş ediyorlar. 

Ankara’nın meşhur Merkez Lokantası vardı. Atatürk kurmuştu çiftlikte. Kapanmaması lazımdı. Orası Ankara’nın bir değeriydi, ne anılar, ne fotoğraflar var orada. Şimdi kebapçı oldu, üzülüyoruz öyle şeylere. Hatta Gazi İstasyonu’nu da bunlar satın almışlar.

Burayla ilgili bir anım var. Bir arkadaşım aradı beni bir gün İzmir’den. Gürcistan’dan sanatçı bir arkadaşı varmış. Şarap meraklısı. Ankara’ya gelecekmiş. İyi şarap nerede var, bir öğren, onu oraya götürelim dedi. 

Ben de araştırdım, Merkez Lokantası’na götüreceksin dediler. Atatürk Orman Çiftliği “Boğa Kanı” diye bir şarap veriyormuş oraya 200-300 şişe. Hepsini onlar alıyormuş. Özel misafirlere veriyormuş.

Bunlar geldiler. İzmir’den Mehmet Emin Yılmaz, bir de o Gürcistandan gelen Ramas, bir de ben üçümüz gittik. Eskiden Ankara’nın ünlü yuva kavunu vardı. Mehmet Emin Yılmaz’ın babası yuva kavununu at arabasıyla getirip Merkez lokantasına veriyormuş. Babasının bir gözü de kör olduğu için Kör Mehmet derlermiş. Emin kendini Kör Mehmet’in oğluyum diye tanıttı. Onlar da tanıdılar, sohbet koyulaştı. Boğa Kanı şarabı söyledik. Getirdiler boğa kanı şarabı. Benim tabii şarap kültürüm yok. Şarabı koydular, bardağı şöyle bir çalkaladı Ramas. Biz tabii dikkatle bakıyoruz. “Haraşo” dedi, Rusça da “iyi” demekmiş. Mimiklerinden de belli oluyordu, çok hoşuna gitti Atatürk Orman Çiftliği’nin o şarabı. 

Marmara Oteli’nin olduğu yerde Atatürk’ün Marmara Köşkü vardı. Yabancılar gelince Ankara’da yemek yiyecek yer de pek yok. Türkiye böyle geri kalmış demesinler diye gelen turistleri oraya götürüyorlar. Turistlerde orada yiyip içiyor Ankara’da böyle yüzlerce lokanta var zannediyor.

Ihlamur Sokaktaki AST’ın yeri de sizin miydi?

Oranın sahibi bir büyükelçiymiş. Kültüre, sanata çok düşkünlerdi. Orayı idare etti öyle. AST’ın başında Rutkay Aziz vardı. Kızı Doğa, bizim çocuklarla arkadaştı, birlikte büyüdüler. Bizim dükkana da sık geliyordu.  Oranın sahipleri bir ara sıkışmışlar, Rutkay Aziz’e demişler ki; biz burayı size satalım. Rutkay Aziz bizim şu an paramız yok demiş. O arada kardeşim, ben alayım, siz paranızı bana verirsiniz size devrederim demiş. Ama parayı bir türlü toplayıp, alamadılar. Kardeşim Ankara Sanat Tiyatrosu‘nun yerini satın almış oldu. Onun yanında da dükkanımız var. 

Oranın komple yıkılıp otel yapılma projesi vardı. Çankaya Belediye Başkanı da, Ankara Büyükşehir Belediyesi de Ankara Sanat Tiyatrosu yaşasın diye burayı satın almak istediler. Fakat diğer daireler için birşey demeyince öylece kaldı. Şimdi depo olarak kullanılıyor ama otel yapılacak.

Koleksiyonerlik nasıl başladı?

1997’den sonra 2000’li yılların başında kardeşlerim ile işlerimizi ayırdık. Ben İzmir caddesindeki işyerimde bir yandan dericilik işlerime devam ederken bir yandan da Ankara‘ya hizmet için koleksiyonerlik çalışmalarıma devam ettim. Ahilik geleneğinden gelen dericiliğin son temsilcilerinden bir ben kaldım. Ankara‘ya vermiş olduğum bu hizmetler karşılığında birçok kurum ve kuruluştan ödüller aldım. Tarihi Ankara fotoğrafları, Ankara kitap, dergi ve gazeteleri ve Ankara’ya dair belgeler koleksiyonuna sahip oldum. Bence, iş insanları, servetleriyle kazandıkları şehre, bölgeye, ülkeye yatırım yapmalıdır. Bu yatırımın ekonomik olması kadar kültürel olması da önemlidir. Koleksiyonumla kendi adıma bu konuda bir adım attığımı düşünüyorum. Elimdeki fotoğrafları da kendime saklamıyorum, onları insanlarla paylaşmak beni mutlu ediyor. Bugüne kadar 100’den fazla sergi açtım.

Sahip olduğum koleksiyonun maddi değerini söyleyebiliyorum ama manevi değerini söyleyemem. Bu parayla ölçülmez.

Koleksiyonda neler vardı?

12 bin 500 fotoğraf, 2 bin 500 kitap dergi ve gazeten oluşan koleksiyon Türk Tarih Kurumu’na bağışladım.

Genellikle Ankara ile ilgili kim eski fotoğraf bulursa, bana ulaşır. Sahaflarda ve ilgili yerlerde Dericizade poşetim olur. 10 günde veya 20 günde bir sahafları ve ilgili mekanları gezerim ve çay kahve sohbetlerine katılırım. Ziyaret ettiğim yerlerdeki arkadaşlardan topladıkları fotoğrafları satın alırım. Tasnif ederim. Fotoğraf alıp satanlar da beni bulur. Ankara albümü de gelir. Özellikle müzayedelere de katılırım.

Hemşerimiz ünlü gazeteci Selahattin Duman bizim koleksiyondan da faydalanarak “Kasabadan Başkente, Başkentten Metropole Ankara” adlı altı bölümlük bir belgesel yaptı.

Ayrancı’ya nasıl geldiniz?

Haymana’dan Ankara’ya ilk geldiğimizde Saimekadın’da oturduk. Çocuklarımız olunca, bize dediler ki; burada çocuk yetiştirilmez, Çankaya’ya gidin, Çankaya’da elektrik, su kesilmez. Biz de Çankaya’da ev araştırmaya başladık. 

Ayrancı’da siyasetçiler, sanatçılar, tiyatrocu, ses sanatçıları yaşardı. Yetmişli yılların başında, Cinnah caddesinde Mavi Apartmana yakın kürkçü bir arkadaşım vardı, onunla ilk defa Meneviş sokağın Güvenlik caddesiyle kesiştiği köşede “Çankaya Aile Bahçesi”ne geldik. Gözleme ve çay içilen bir yerdi. Sahibi Taylan Bey’di, ismini hiç unutmam. 1975’de Yaylagül sokağında Derya Apartmanı’nda oturduk. Hüseyin Onat sokağında Çağdaş Market’in olduğu yer eskiden pazardı, onun tam karşısındaki apartmanda oturduk sonra. Yakınımızda Necdet Calp otururdu. Sonra Portakal Çiçeği Sokak’taki evi satın aldık ve burada kaldık. 

Ayrancı’dan hatırladığınız kimler var?

Aşağıdaki Necmettin Erbakan oturuyordu. Bu Nimet ekmeğin karşısında. Ondan sonra Lütfü Doğan, Diyanet İşleri Başkanı orada oturuyordu. Şair Nedim Sokakta Balıkçı Ayabakanlar oturuyordu. Ondan sonra şarkıcı Süreyya Davulcuoğlu, sonra Tamer Karadağlı aynı sokakta oturuyordu. Ankara’nın en iyi aileleri buradalar. Mesela Börekçiler, Ayrancılar, Yağcılar, Mıhçılar… Kazım Mıhçıoğlu mesela çok önemli biridir. Şimdiki Dafne’nin yerini bağışlamıştı.

Buranın kıymetini herkes bilmiyor. Çok iyi bir mahalle. Burada çok sanatçı, tiyatrocu yetişmiş. Şarkıcılar yetişmiş. Eskiden yaşayanların çocukları Çayyolu, Ümitköy tarafına taşındı. Şimdi çoğunlukla emekli bir kesim kaldı. Eşim Ayşen Küçük, Sincan’ın yerlisidir, oranın iyi bir ailesi olan Koç’lardandı. Eşim çok seviyor burayı, “ille de mahallem, ille de Ankara” der eşim, ne satarız ne başka yerde yaşarız. Başka semtlerde evimiz var ama kendimizi ait bulduğumuz yer Ayrancı.

Soldan sağa Ali Necati Koçak, Hande Yeşilbaş, Dericizade Faruk Küçük, Seval Nuray Başgül.

Ankara’nın Milka’sı

1992 yılının kış aylarında, Ankara sokaklarında “Bulvar Palas Ankaralı kalmalı, Bulvar Palas’ı istiyoruz; Palas yıkılmamalı” sloganları duyulurken TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Ankaralı çevreci gençlerle bir arada eylemlere başlamış, Anakent Belediyesi Gençlik Konseyi’nin sokak gösterileri ile başlayan bu süreç, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin Kültür Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Büro Müdürlüğü’ne 23 Aralık 1992’de verdiği koruma kararı istemli bir dilekçeyle de resmi nitelik kazanmıştı.

Dilekçede, sahipleri tarafından yıkım kararı alınan 1952 yılından günümüze kalan Bulvar Palas’la birlikte Milka Pastanesi’nin Ankara ve Türkiye mimarisi için önemi anlatılıyordu:

“Bulvar Palas, 2. ulusal mimari döneminin örneklerinden birisi olup art arda yaylar çizen balkonları ile Vakıf Apartmanı’na gönderme yapan yapı, çevresindeki binalardan farklıdır. Ankara’nın toplumsal yaşamında önemli bir yeri olan Bulvar Palas, kentsel mekânda insanların belleğinde yer almış bir imgeye sahiptir. Bununla birlikte 1929’lardan günümüze kalan Milka Pastanesi, I. İnönü Meydanı’ndan Kavaklıdere’ye kadar uzanan kamu yapılarının arasında bölgenin bahçeli evler olduğu yıllardan kalmış üç örneğinden birisidir. Ayrıca, 1930’ların modernist dönemine ait kendi türünde tek örnektir.”

Bu başvurusuna bir yanıt alamayan TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Koruma Kurulu’na 2 ay sonra yeniden başvurarak, durumun özellikle de Bulvar Palas ve Milka Pastanesi açısından aciliyetini belirtmişti. Bu istem üzerine, çıkan koruma kararı, henüz tebliğ edilemeden ne yazık ki Milka Pastanesi yıkılmıştı.

1929’dan 1993’e

Bakanlıklar ile Kavaklıdere arasında, Atatürk Bulvarı No:67’de, TBMM’nin neredeyse tam karşısında, sefarethanelerin yakınındaki bir konumda, büyükçe bir bahçe içerisinde konumlanan bu iki katlı, farklı geometrik formların bir arada kullanıldığı, özellikle de silindirik kütlesi, bol pencereleri ve teraslarıyla dikkat çeken betonarme karkas Ankara Villası, TMMOB Mimarlar Odası’nın dilekçesinde de belirttiği gibi 1929’larda inşa edilmişti. Tam da bu noktada villanın kimin için ve kim tarafından tasarlandığı konusu ise bir muamma. 1955’ten sonra uzun yıllar boş kalan ve zaman içerisinde harap olan Milka Villası, Büyük Ankara Oteli tarafından uzun yıllar boyunca satın alınmak istenmiş, ancak villayı 1966 yılında Ankara’nın ünlü eğlence mekanlarından Klüp 47’nin sahibi Yunus Reyhan ve ünlü Hülya Pastanesi’nin işletmecisi amca oğlu İbrahim Reyhan satın alabilmişlerdi. Harap haldeki villayı satın alan ortaklar, binada yapmak istedikleri onarım ve revizyonlar için istedikleri ruhsatın gecikmesi yüzünden uzun süre beklemek zorunda kalmışlar, ruhsatı aldıktan sonra da kapsamlı bir onarım yapmış ve 1972 yılında pastane ve kokteyl salonu olarak hizmete açmışlardı.

1972 yılında pastane ve kokteyl salonu olarak hizmete açılan Milka.

Çocukluk ve gençlik dönemlerini Ankara’da geçiren, 1969 yılında ODTÜ İşletme Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, babası Ahmet Gültan ve babasının kuzeni Haydar Ertan’ın 1954 yılında açmış olduğu Bulvar Palas Oteli’nde 1993 yılı sonuna kadar çalışan Hasan Gültan’a Kültür Bakanlığı’nda çalışan bir arkadaşından bir telefon gelmiş ve telefondaki kişi ona bir evraktan bahsetmişti. Evrakta “Bulvar Palas ve Milka Restaurant’ın bulunduğu binanın anıt eser olup olmadığının kendilerine bildirilmesi” gerektiği yazılıydı. Milka Restaurant’ın sahibi İbrahim Bey, bu durumdan dolayı üzüntü duymuş, personelin parasını verip içindeki eşyaları satarak restoranı kapatmıştı. Bir gece bir yıkım ekibi gelmiş ve Milka Restaurant’ı yerle bir etmişti.

1993 yılında yıkılan Milka Restaurant’ın arsasına daha sonraki yıllarda bugün TV8 Ankara Merkez Binası olarak hizmet veren, çirkin bulduğum ve Ankara’ya yakışmadığını düşündüğüm bir iş hanı, villanın arkasındaki uzun bahçe parseline de Dünya Göz Hastanesi inşa edilmişti.

1993 yılında yıkılan Milka Restaurant’ın arsasına yapılan iş hanı.

‘Ankara’da bugün ayakta kalmış o devrin tek villası…’

1950-1990 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli kademelerde görev almış Büyükelçi Mehmet Yalçın Kurtbay, henüz yıkılarak Ankara’nın kent belleğinden silinmeden önce (yazının sonundaki telefon numarasından yola çıkarak yazının 1988 yılından öncesine ait olduğunu söyleyebilirim) Güneş Gazetesi’nin Pazar eklerinde kaleme aldığı ‘Yemek-İçki’ başlıklı köşe yazılarından birinde Milka’yı şöyle anlatmıştı:

“Ankara’yı tanıyanlar bilirler Milka bir lokanta için ‘mutena’ bir yerdedir. Bakanlıklar’da Atatürk Bulvarı üzerindedir. Büyük Ankara Oteli’nin yanı başında, yabancı diplomatik misyonlarla bankaların birçoğunun ortasındadır. TBMM’nin adeta karşısındadır; yakınında bir sürü büyük iş merkezi ve şirket bulunmaktadır. Buna şanslı bir konum da diyebiliriz. Bu yüzdendir ki müşterilerinin çoğunluğunu iş adamları ile yabancılar oluşturmaktadır. Bunların önceliği bu gün de sürmektedir. Ancak bana kalırsa, Milka’nın çarpıcı özelliği ‘mekânı’dır, içinde bulunduğu binadır. Bu 1930’lu yılların bir villasıdır. Sanırım Ankara’da bugün ayakta kalmış o devrin tek villasıdır. O zamanların tanımıyla ‘kübik’ iki katlı, beton bir villa değişik formları, bol pencere ve teraslarıyla ‘hasretimizi’ depreştiren, o devri yaşamamış olanların da mimari özellikleriyle ilgilerini çeken bir bina; Kızılay’dan Çankaya yönüne giderken herkesin hemen gözüne çarpan ufacık bir yapı. Bütün bu güzel özelliklerin, hiç olmazsa başlangıç yıllarında Milka’cıları epeyce üzüp uğraştırdığı da bir gerçek. Belediye uzun yıllar gerekli müsaadeyi vermedi, plan değişikliğini ‘Demokles’in Kılıcı’gibi başlarında tuttu. Büyük Ankara Oteli de uzun yıllar binayı almaktan vazgeçmedi. Milka’cılar sonunda güçlükleri yenmeyi başardılar. Bu hem Ankara’ya bir lokanta hem de devrinin özelliklerini taşıyan hiç olmazsa bir örneğin hayatta kalmasını sağladı.

1929 yılında yapılmış olan bu binayı, amca çocukları Yunus ve İbrahim Reyhan, 1966 yılında satın almışlar. Bina 1972 yılında pastane ve kokteyl salonu olarak kullanılmaya başlanmış, 1982’de de Lokanta haline getirilmiş. Yunus Reyhan’ın bu gün yoklar arasına karışmış Klüp 47, İbrahim’in de ünlü Hülya Pastanesi deneyimleri vardır arkalarında. O tecrübedir ki, bu lokantanın 10 yıldır aynı düzeyde sürmesine yardımcı olmaktadır. Milka’nın baş aşçısı Osman Güney’dir.

Milka’nın klasik bir lokanta olduğunu söylemeliyim. Yemek listesi de bunu aksettirmektedir. Size sunulanlar Türk ve yabancı mutfakların varlıkları herkesçe bilinen ürünlerdir. Bunlar size çok geniş bir seçenek vermekte ve hepsi itina ile hazırlanmaktadır şüphesiz.

Değişik yemekten hoşlananlara, yaratıcılığı sevenlere, düş kırıklığına uğramamaları için ‘Fırında Sütlaç’ tavsiye ederim; piliç, lokantanın özelliği olan taş fırında patates, mantar, soğan ve domatesle pişirilmektedir. Önereceğim tatlı ‘Parfe Triano’dur. Ancak, bunu seçenlere güzel parfenin tadını, yanında verilen çikolata sosuyla bozmamalarını tavsiye ederim. ‘Peynir-Mantar sufle’ biraz kalınca olmakla beraber antre olarak seçilebilir. Milka’nın spesiyaliteleri de var. Bunların başında ‘Milka Sürpriz’ geliyor; sürprizliğine helal getirmeden ipucu vereyim: Doldurulmuş ve gratine edilmiş dana etidir bu. Lezzetli ve değişik bir yemek. Bu defa tatmadığım, ancak bildiğim klasik ‘Kağıtta Levrek’ aynı güzelliğini koruyormuş. Milka’da antre, et veya tavuk ile tatlıdan oluşan bir yemeği 30-40.000 TL. arasında yiyebilirsiniz.

Ankara’nın güzel yaz gecelerinden birinde arka bahçede yemek yeme zevkini, fırsat düştüğünde tatmanızı dilerim. Milka Restaurant, Atatürk Bulvarı, 185–Ankara Telefon: 115 66 77 – 125 40 48.”

Zeki Müren’li yıllar

O yıllarda, havaların güzel, günlerin uzun olduğu mevsimlerde, çalıştığım Kuğulu Park’ın köşesindeki Cenap And Evi’nin hemen yanı başında ona oldukça benzeyen sarı renkli iki katlı villadan mesai saatleri bitiminde bir arkadaşımla birlikte hemen hemen her Ankaralının yaptığı gibi aheste bir şekilde sohbet ede ede Kızılay’a kadar yürürdük. Bu piyasa saatlerinin bazısı Milka’da verilen bir aperatif arasıyla kesilir, sonra yürüyüşe tekrar devam edilirdi. Arkadaşım müdavimlikten tanınırdı, garsonlar ve şefler arasında, ben de bu tanışıklığın keyfini sürerdim. Genellikle üst kat balkonunu tercih eder, hem hava alır hem de gelen geçeni izlerdik. Şef garson, bir süre sonra müptelası olduğumuz bir kokteyl ile tanıştırmıştı bizi, sonraki zamanlarda tek tercihimiz o olmuştu; tekila bardaklarının kenarının tuzlanması gibi kenarları çekilmiş kahve ile kaplanmış viski bardağında, yanında kavrulmuş badem ile birlikte sunduğu bu serinleten mis gibi kahve kokulu kokteyle Beyaz Rus (White Russian) adını vermişti. 4 cl Moka Kahve Likörü, 2 cl Votka, 3 cl soğuk sütü shakerda hazırlayıp, buz parçacıklarıyla birlikte servis ederdi. Bazı günler balkonun komşu olduğu yuvarlak salonun açık pencerelerinden neşeli konuşmalar ve kahkaha sesleri gelirdi, bilirdik ki “Sanat Güneşi” yine burada.

Ankara’da sahne aldığı zamanlarda mutlaka Milka’ya uğrardı Zeki Müren.

Ankara’da sahne aldığı zamanlarda, beraberinde kucağında iki köpekçiği ile dolaşan Erkan Özerman ile birlikte mutlaka Milka’ya uğrardı Zeki Müren. Hep de ikinci kattaki yuvarlak salonu tercih eder, hoş sohbeti ile dostlarını kırar geçirir, etraftaki masalarla şakalaşır, bir yandan da pilli cep radyosunu açarak kendi reklam saatlerini izlerdi. Onun olduğu günlerde yuvarlak salon ona ayrılmış gibiydi zira o varken pek kimse oraya oturmaya cesaret edemezdi. Kazara genç bir çift kuytu diye o salonda oturmayı düşünse ve tercih etse, bir süre sonra havada uçuşan esprilerden kızın yüzü kızarır, erkek de eğer biraz da yakışıklı ise, Zeki Müren ve dostlarının şakacıktan da olsa çapkın bakışlarından ve muzip sataşmalarından bîzâr olur, ter içinde kalırdı.

Bauhaus’un kübik mimari anlayışına uygun tasarlanan Milka Villası.

Milka Villası, Bauhaus’un kübik mimari anlayışına uygun biçimde tasarlanmıştı

1928-29 ve 1929-30 tarihlerinde Hacettepe’den, Çankaya istikametine doğru, hemen hemen aynı noktadan çekilmiş iki fotoğrafta henüz Milka’nın inşa edilmemiş olduğu, öte yandan 1939 yılına ait hava fotoğraflarında da Milka’nın inşa edilmiş olduğu görülebilmekte. Bu da bize en azından villanın 1930-39 tarih aralığında inşa edildiği bilgisini vermektedir ki bu da yazının başında Mimarlar Odası’nın yapmış olduğu açıklamadaki 1929 tarihinin doğru olmadığını göstermektedir.

Milka Villası, Bauhaus’un kübik mimari anlayışına uygun biçimde, düz çatılı olarak, birbirine dik olarak yerleştirilmiş biri üç katlı dikey, diğeri iki katlı yatay iki dikdörtgen prizmanın birleşim noktalarında iki katlı silindirik üçüncü bir kütlenin eklenmesiyle oluşmuştur. İki katlı dairesel kütlenin etrafı geniş olmayan bir balkon ile çevriliydi. Yapının girişi, silindirik kütle ile 2 katlı yatay kütlenin birleştiği köşede yer almaktaydı. Milka Villası’nın bu kübik, yalın formunun dışında sadece kapı numarası tabelası ile bahçe ve garaj girişinin ferforje kapılarının formu bile Bauhaus anlayışına uygun tasarlandığının açık göstergeleridir.

Kaynak: https://lcivelekoglu.blogspot.com/2019/12/isvicrenin-milkasn-cok-iyi-bilirsiniz.html

Erzurumlu Nafiz Bey Apartmanı

Birçok filmde görmüşümdür. New York, Inter Continental Oteli iki ana caddenin birleştiği noktada giriş kapısı olan, elit bir tabakanın kullandığı anlaşılan bir otel. Otelin ilginç tarafı iki cadde kesişmek için birbirlerine yaklaştıkça otel de daralır ve birleştikleri noktada otelin sadece giriş kapısı vardır. New York’un en ilgi çekici mekânlarından biri olarak birçok Amerikan filminde seyretmişimdir.

İşte Continental Oteli’nin benzeri Ankara’da bulunmakta, üstelik de başkentin kaloriferli ve asansörlü ilk modern apartmanı olarak. Ankara’yı gezmeye çıktığım zamanlar; bazen Anafartalar Caddesi’nden, Konya Sokak ve Işıklar Caddesi, bazen de Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni geçtikten sonra Alataş Sokak üzerinden görünür Erzurumlu Nafiz Bey Apartmanı. Tıpkı New York Continental Oteli’nin daralarak bir noktada birleştiği gibi Işıklar Caddesi ile Alataş Sokağın kesiştiği yerde tüm ihtişamı ile bir asırdır durmakta; Nafiz Bey Apartmanı.

 1922 yılında inşa edilen binanın mimarı Arif Hikmet Koyunoğlu. Arif Hikmet Bey Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’da başta Etnografya Müzesi ve Türk Ocağı Binası Erzurumlu Nafiz Bey Apartmanı, Ankara’nın tarihi dokusuna katkı sağlayan önemli yapılarından biridir. Tarihi bina, Cumhuriyet’in erken dönemlerinde yapılmış neredeyse ilk sivil mimarlık örneklerinden birisi. Alt katı ticaret, üst katları konut olarak tasarlanmış, 200 metrekarelik köşe bir parselde mimari estetik açısından, ritm, yatay düşey ilişkisi ile birlikte nasıl bir güzellik katılacağının da yaşayan, canlı bir örneği.

Bu özellikleri ile birlikte Ankara Ulus’ta bir apartman; büyük şehrin hayhuyu içerisinde artık köhneleşmiş bir semt haline gelen, Kale’nin eteklerinde ticarethanelerin karmaşası arasında kalmış Nafiz Bey Apartmanı. Şehrin bu keşmekeşinde Ankara’da dolaşırken, vatandaşın birine sorsanız kimsenin size yardımcı olup göstereceğini zannetmiyorum. Şimdilerde yüzyıllık anıları, misafir ettikleri, biriktirdikleri ve hatıraları ile mazinin külleri arasında kaybolmuş bir halden bakar size Nafiz Bey Apartmanı.

Ankara’nın güzel ve özgün bir mimariye sahip ender binalarındandır. Uzun süre metruk halde kaldı ve Ulus’ta yeterince değer görmeyen böyle birkaç binanın daha olduğunu hatırlıyorum. Ben mimar değilim ama estetik hele hele mimari estetik benim için yaşam içerisinde elzem olan bir şey ve Ankara bu konuda çok yoksun. Dolayısıyla şehirde gördüğüm güzel mimariye sahip tarihi binaların kaderine terk edilmiş olması birçok kez İ.Melih’in kulaklarını çınlatmama neden oluyor.

Apartmanın köhneleşmiş kapısında da Erzurumlu Nafiz Bey apartmanı 1922 yazılı. Erzurumludur Nafiz Bey, ticaret erbabıdır. İstanbul’da ticaret yaparken edindiği yabancı tanıdıklar İstiklal harbi için malzeme temininde yardımcı da olmuştur. Nafiz Bey Milli Mücadele döneminde bütün mal varlığını satarak Ankara’ya taşınmıştır. Kurtuluş mücadelesinin ardından Ankara’da müteahhitlik yaparak birçok yapı inşa etmiştir. Bu binalardan biri olan Nafiz Bey apartmanı o unutulmuş yerinde bu güzel hatıranın ihtişamlı ama sessiz bir abidesi olarak durmaktadır.

Ben, Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” isimli romanını okurken Erzurumlu Nafiz Bey ismine rastlamıştım. İstiklâl Savaşında ordumuza dört uçak alıp, iki uçak parası ödeyen bu “Dadaş” bana hep milli mücadelemizin isimsiz kahramanlarından birisi olarak görünmüştür.

Peki kim bu Nafiz Kotan? Erzurumlu Nafiz Bey, 1877 yılında Erzurum’da doğan Nafiz Bey, 12 yaşında babası Hacı Ahmet Efendi’yi kaybetmiş. 1913’te ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşmiş, İstanbul ve Ankara’da tüccarlık, müteahhitlik yapmış. Milli Mücadele döneminde Atatürk’ün en büyük destekçilerinden olmuş. İtalya’dan uçak alıp getirtmiş bu uçakları orduya hibe etmiş, İstanbul’dan Anadolu’ya yapılan sevkiyatlarda etkin rol oynamış ve tüm mal varlığını satarak Atatürk istediği zaman kullanabilsin diye bankaya yatırmış. İttihatçı olduğu söylenen Nafiz Bey, bu sıkıntılı günlerde İnebolu’dan Ankara’ya silah ve malzeme taşıyarak büyük bir vatanseverlik örneği göstermiştir. Apartmana ismini veren kişi, Erzurumlu Nafiz Bey böyle biri.

2019 yılında, Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı olarak çalışan “Ankara’nın Tarihini ve Kültürünü Araştırma Komisyonu” (ATAK) tarafından bir rapor hazırlandı ve bu metinde söz konusu binanın tarihinin araştırılarak Ankara’ya yeniden kazandırılması istendi. Yılın son meclis oturumunda tüm parti gruplarının oy birliğiyle kabul edilen rapor, basına binanın restore edilip kent müzesine dönüştürüleceği şeklinde yansıdı.

2020 yılının sonlarına doğru Ankara’nın sivil mimarlık tarihi ve kent belleğiyle ilgili çalışmalar yapan bir grup sanatçı tarafından bir takvim hazırlandı. Her ay için Ankara’nın tarihinde kendine yer etmiş bir apartman seçilirken, Erzurumlu Nafiz Bey Apartmanı da bu çalışmada kendine yer buldu.

Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin, Ulus’ta 1922 yılında inşa edilen tarihi Erzurumlu Nafiz Bey Apartmanı’nı ‘Kent Müzesi’ne dönüştüreceğine yönelik sosyal medyada çok sayıda paylaşım yapıldı. Ankara’nın ilk asansörlü ve kaloriferli apartmanı olma özelliğine sahip yapıya ilişkin Ankara Büyükşehir Belediyesi kararı ile Erzurumlu Nafiz Bey Apartmanı’nın şehir müzesi yapılmasına oy birliğiyle karar verildi.

Erzurumlu Nafiz Bey Apartmanı’nın tarihi önemi, sadece Ankara için değil, Türkiye’nin geneli için de büyük bir değer taşımaktadır. Bu nedenle, yapıyı koruma altına almak ve gelecek nesillere aktarmak için gerekli adımların atılması gerekmektedir. Tarihi dokunun korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması, kültürümüzün ve kimliğimizin korunması açısından son derece önemlidir.

Modern kentlerde yıkımlara rağmen eski kentin tarihsel özellikleri ve ruhu, eski mahallelerde yeni yapıların arasında kalmış eski yapılar ile hâlâ hissedilmekte. Fakat, günümüzde kentlerde eskinin kullanımının devamı yerine yık ve yap yöntemi izlenmekte ve tarihi kentlerimiz yok olmaktadır. Ankara’nın tarihi kent merkezinde yık ve yap yönteminin sonuçları İller Bankası Binası, 19 Mayıs Stadyumu, Maltepe Havagazı Fabrikası, Su Süzgeçi, Kumrular İkamet Sitesi, Etibank Binası ve daha niceleri artık yoklar.

Erzurumlu Nafiz Bey Apartmanı, Ankara’nın tarihi dokusuna katkı sağlayan önemli yapılarından biridir. Eski kenti ve gündelik hayatını hayal etmek, var olan yapılar ve izlerle daha kolaydır. Çünkü bu kalıntılar ve izler bize geçmişin gündelik hayatının bilgilerini sunmakta. Günümüzde bir Cumhuriyet başkenti sıfatıyla geçmişini ve geleceğini yan yana sürdürmeye çalışan Ankara’nın tarihi kent merkezinde yer alan, 1920’ler gibi önemli bir kırılma dönemine ait olan bir binadır, Nafiz Bey Apartmanı.

Ayrancı’da varolan Kınacızade konağı restorasyona hazır

Yüzyıllarca pek çok medeniyetin önemli bir kenti olan Ankara, köklü geçmişi olduğu kadar köklü ailelere de sahip oldu. Son iki yüzyıl özellikle tiftik üretimi üzerinde dünyada bir numara olan kent, artan sof ticaretiyle de gelişti, zenginleşti. İhtişamlı konaklar, resmi binalar, camiler, kiliseler, okullar yapıldı. Sokaklar canlandı, güzelleşti. Demiryolunun gelmesiyle birlikte pek çok yabancı tüccarı da bünyesine çeken kentte hatırı sayılır aileler oluştu.

Fakat bu canlılık 1. Dünya Savaşını takip eden yıllarda yerini huzursuzluğa ve ayrışmalara bırakmaya başladığında, kent geri dönüşü olmayan acılar, sürgünler, ölümlerden yakasını kurtaramayacaktı uzun süre. Ve bir yangın o ihtişamı unutturmak istercesine günlerce yaktı, kavurdu sokakları. Eşsiz bir tarih küllerin içinde savrulup gitti. Yüzyılların içinden süzülüp gelen Ankara’nın renkleri artık kül grisine dönmeye mahkum bırakılmıştı.

1997’den beri boş kalan ve giderek harabeye dönüşen bağevi bir ara izinsiz kalanların yaktığı ateş nedeniyle yangın tehlikesi geçirdi.

1923 Ankarası

Falih Rıfkı Atay, kitaplarında Ankara’dan şöyle bahseder “1923’te Ankara’ya geldiğimiz vakit, bağ evleri müstesna, Hıristiyan mahallesinden eser yoktu. Ermeniler ve Rumlarla beraber hayat ve ‘umran’ denecek ne varsa hepsi sökülüp gitmişti. Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaçsız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından geçerek tozuması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık. Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara kadar iptidai olduğunu sanmıyorum.” (Çankaya, 1961)

Ankara uzun savaşlar ve sürgün süreçleriyle pek çok ailesini kaybeder. Aydınyan, Kasapyan, Zakaryan, Torbacıyan, Acemyan, Saulyan, Miskçiyan, Mehteryan, Fesliyan, Şişmanoğlu, Küpeloğlu, Epeoğlu, Altıntopoğlu, Kocamanis, Haralambos, Karasulis aileleri yoktur artık. Zanaatkarların, tüccarların, doktor, eczacı, avukat, mühendis, öğretmen gibi tahsilli insanların azaldığı yokluk ve sefalet yıllarında çok zorluk çeker kent halkı.

Tüm bu acılara rağmen hayatta kalanlar, kısa sürede kentin tekrar canlanması için yepyeni bir umutla kalktılar ayağa, elbirliğiyle bir başkent yaratmaya koyuldular.

Cumhuriyet’in doğduğu Ankara, Ankaralıların umutlarıyla adım adım ilerledi. İstanbul’dan Bursa’ya, İzmir’den Trabzon’a kadar dört bir yandan insanların akın ettiği başkent caddeleri, hızla yükselen devlet binaları, palaslar, lokantalar, parklarla donanmaya başlandı. Issız geceler yerini renkli, hareketli bir gece yaşamına bıraktı.

Bu inanılmaz değişimlerde Ankaralı eşrafın emekleri  çabaları önemli rol oynadı. İngiliz, Fransız askerlerinin postallarından kurtarılan sokaklar yeni bir hedefle inşa edilmeye başlandı. Bozkırın talihsiz kasabası haline gelen Ankara, bu ailelerin güçlü azimleriyle canlanmaya başladı yeniden.

Pek çoğu mazbut, gözlerden uzak yaşamı benimsedikleri için çoğumuzun duymadığı, bilmediği ailelerdir onlar. Ankara’nın sayılı ailelerinden olan Koç, Börekçi, Kınacı, Çubukçu, Kütükçü, Toygar, Aktar, Bulgurlu, Tuzcu, Alemdar, Sobacı, Mermerci, Urgancı, Müderris, Nakkaş, Hanif, Helvacıoğlu, Mıhçıoğlu ve Muslupaşa aileleri cumhuriyet Ankara’sını yükseltenlerin ilk akla gelenlerinden.

Yangınla zarar gören bağevi Kültür Bakanlığına devredildi

Daha önce 13. sayımızda Ayrancının bağ evi restorasyon bekliyor() başlığı ile yayınladığımız ve bağ evinin sahibi Şakir Kınacı ile röportaj yaptığımızı hatırlayan okurlarımız olacaktır. O günden bu güne geldiğimiz  süreçte Tarihi bağ evinin Kültür ve Turizm Bakanlığına devir işlemleri tamamlanmış tüm yasal süreç sona ermiştir. 

Kültür Bakanlığı söz konusu alanda kamulaştırma yapmıştır. Kamulaştırma gerekçesi sit alanı ilan edilen alanın restorasyonunu yaparak korumaktır. Bakanlık kamulaştırdığı için parseller otomatikman Milli  Emlak’ın bünyesine geçmiştir. 

Kamulaştırma sonrasında 4, 5, 13, 14 parseller tevhid edilerek birleştirilmiş ve tek tapuya dönüştürülmüştür. Kamulaştırma gerekçesi nedeniyle buranın başkasına satışı mümkün değildir.  Yani burayı korumak ve restorasyonunu yapmak durumunda…

Fakat restorasyonu yaparken aynı Mehmet Kınacı Bağevi ve piramitte olduğu gibi başka bir amaçla kullanılmasına tahsis edilebilir. Örneğin restorasyonu yaptırmak karşılığında buranın özel bir firmaya kiralanması, restoran işletmesi veya yapıya zarar vermeyecek başka bir işlevle kiralanması mümkün olabiliyor. 

Özetle; bağ evi restore edilerek kullanıma açılacak, yıkılması ve yerine yeni bina dikilmesi mümkün değil. Parseller birleştiği için, bir parsel üzerindeki konağı  koruyup diğer taraftan diğer parsel üzerine yeni bina inşa edilmesi de mümkün değil.

Ayrancım Derneği olarak beklentimiz Kültür Bakanlığının bu restorasyonu ivedilikle gündeme alarak Ayrancımıza yakışan bir proje ile halkımızla  buluşturması ve bu güzel bağ evini bizlere kazandırmasıdır.

Kınacızadeler kimdir?

Damat Ferit hükümeti tehcir soruşturmaları nedeniyle Ankaranın ileri gelen ailelerinden birçok genci tutuklayarak İngiliz Divanı Harbi’nde yargılamak üzere İstanbul’a göndermişti. Bunların içinde Kınacızade Şakir, Aktarzade Salih, Bulgurluzade Mehmet, Hacı Bayram şeyhi Şemsettin, Hanifzade Mehmet de vardı. Bu tutuklamalar üzerine şehirde bir çok gösteriler yapılmış, sorumlu olan Muhittin Paşa’yı kaçırmışlardı. Müftü Rıfat Börekçi ve ekibi, hükümetin atadığı yeni vali Ziya Paşa’yı kente sokmayıp, Yahya Galip’i Vali, Ali Kütükçü’yü ise Belediye Reisliğine seçmişlerdi. Gizlice Mustafa Kemal’le iletişime geçilerek Temsili Heyetiye Ankara’ya davet edilmişti.

Mustafa Kemal Ankara’da milli mücadeleye başladığında bu inisiyatifi hiç unutmadı.

Mustafa Kemal Ankara’ya gelmeden önce Namazgah’ta yapılan mitingde,

Kurulan milli bir alayda gönüllü er olmaya talip olmalarında,

Mustafa Kemal’e yardım için 46500 lira toplanmasında

Müdafaa-i Hukuk yöneticileri olarak çalışmalarında,

Kızıl yokuşta Mustafa Kemal’i ilk karşılamada,

1932’de Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişinin 13. Yılı kutlamalarında,

1922’de Mustafa Kemal’e hemşerilik verilmesinde

İş bankasının kurulmasında

Ticaret Odası Başkanlığında,

Ankara Milletvekilleri arasında
ve bir çok olayda Şakir Kınacı ve ailesini görüyoruz. (Röportaj yaptığımız Şakir Kınacının dedesi)

Resmi belgelere dayandıramadığımız fakat Kınacı ailesi büyüklerinin nesilden nesile aktardığı sözlü bilgilerle kısaca anlatmaya çalışacağım.

Aslında daha önce röportaj yaptığımız Şakir Kınacı’nın babası Hazim Kınacı’nın yaşamı boyunca tuttuğu notlar ve evraklar varmış fakat hepsi şu anda kayıp.

Büyük büyük dede Şakir Ağa’nın oğlu Mustafa Ağa’nın oğlu Hacı Kerim Efendinin Dodurgalı Kamile hanım ile evliliğinden 5 çocukları olur. Refika, Sıdıka, Şakir, Mehmet ve Sare.

Hacı Kerim Efendi dedelerinden kalan kına ithalatı, sof ihracatı (tiftikten dokunan bir çeşit kumaş) ve manifatura ticareti yaparmış.
1912 yılında Hacı Kerim Efendi ve eşi vefat eder.
En büyük kızları Refika, Abdullah Raci Bademli ile evlenir. Diğer kız Sıdıka, Mustafa Kazım Çubukçu ile evlenir. Osman, Halime, Zehra, Arif ve Hatice isimli çocukları olur. 

Oğulları Şakir Kınacı 1897 yılında Kütükçülerden Fatma ile evlenir ve Mustafa, Ziya, Hazim, Bahri, Nadiye ve Nebahat adında altı çocukları olur. (Hazim Bey Şakir Kınacı’nın babası)

Atatürk’ün kahve içtiği süs havuzunda halası Nebahat Taşkın babası Hazım Kınacının tüfeği ile.

Hazim Kınacı 1944 yılında Ankara Kız Lisesi ve Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi mezunu Cebeci Ortaokulunda Fransızca öğretmenliği yapan Sıdıka Hanım ile evlenir. Bu evlilikten 1946 yılında bu sohbeti gerçekleştirdiğimiz Şakir Kınacı ve şu an İzmir’de yaşayan kızları Nevin Eritenel dünyaya gelir. Hazim Kınacı Cumhuriyetin ilanından sonra fotoğraf makineleri ile çok ilgilenir. Anneannesinden kalan sırma işli kadife bindallıyı satması için kendisine veren annesi sayesinde körüklü bir fotoğraf makinası satın alır ve çektiği fotoğrafları evde kendisi banyo edermiş. Hazim Kınacı 1991 yılında vefat etmiştir. 

Kınacıların bağında Hazim Kınacı’nın çektiği bir fotoğraf; en sağdaki Şakir Kınacı,. önde sağdan üçüncü Mustafa.

1927 yılında Şakir Kınacı’nın kızı Nadiye ile evlenecek olan Arif Çubukçu uzun yıllar Ankara milletvekilliği yapmış maalesef 1953 yılında genç yaşta kalp yetmezliğinden vefat etmiştir.

Kınacızade Şakir Bey (1875-1940), TBMM I.,II.,III.,IV.,V.ve VI. Dönem Ankara milletvekili olarak görev yapmıştır. Rüştiye mezunudur. Tüccarlık, Ankara Ticaret Odası Kurucu Başkanlığı, Türkiye İş Bankası kuruculuğu ve yönetim kurulu üyeliği yapmıştır.

Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler kitabında (sayfa445) Kınacızade Şakir Bey ile ilgili şu satırlara yer vermiştir.

‘Çaldağı’nın Yunan kuvvetlerinin eline geçmesi: 

…durumun tehlikeli olmadığını Hüsrev Bey de anlayacaktı, milletvekilleri de. Ama çok telaşlanan milletvekillerinden biri korkuyla “Yani?” diye sordu. Hüsrev Bey’in iyi bildiği kurallara göre savaş yitirilmişti. Raporun devamını okumadan, bu gereği yumuşatarak açıkladı:

“Kanaatimce savaşın birinci kısmını kaybetmiş bulunuyoruz.”

Bu açıklama komisyon odasını dolduran milletvekillerinin büyük bölümünü. .çıldırttı:

“Ne diyorsun sen?”

“Kayıp mı ettik?”

“Kaybettik ne demek?”

“Bir dağ kaybetmekle savaş kaybedilir mi?”

“Zafere imanı olan biri böyle konuşmaz!”

“Zafere inanmayana aramızda yer yok!”

Zaferden başka hiçbir sonuca razı olmayan milletvekilleri zavallı Hüsrev Bey’in yakasına yapıştılar, tartaklamaya, itip kakmaya başladılar. Ortalık karıştı. Ankara Milletvekili Şakir Kınacı, “Sakarya’da tutunamazsak Kızılırmak’ta dövüşürüz, olmazsa Yeşilırmak’ta, o da olmazsa Fırat’ta” diye bağırıyordu.

Rapor masanın üzerinde kalmıştı. Rapora göz atan Bolu Milletvekili Dr. Fuat Umay bir iskemlenin üzerine çıktı:

“Beyler durun! Yenilgi menilgi yok! Raporun devamını okuyorum.”

Okudu.

Ortalık bu kez de sevinçten karıştı.

ÇALDAĞI bunalımını atlatan Türk ordusu rahatlamıştı. Birlikler bugünkü durgunluktan yararlanarak eksiklerini bütünlemeye baktılar. Temizlik yaptılar. Yeni gelen askerler yoğun eğitime alındı. Bazı askerlerin giysileri parça parça olmuştu. Bunlara çamaşır ve .üniformaya benzeyen bir şeyler dağıtıldı. Çaldağı’ndaki düşmanın görüş ve ateşine açık mevziler berkitildi ve korunma hendekleri hazırlandı.

Soldan sağa; Seval Nuray Başgül, Aykut Alyanak, Ali İhsan Başgül, Şehnaz Kınacı ve Şakir Kınacı

Ankara Postası – Kasım-Aralık 1933

Yıl:1 Sayı:3

İmar

Kaçak Evler Yıktırılacak

Ankara’nın Cebeci, İsmetpaşa, Atıfbey mahallelerinde kaçak olarak, arsasının kime ait olduğunu tetkik etmeden, kanunun emrettiği inşaat ruhsatiyesini almadan ev yapanlar çok müşkül bir vaziyet ile karşılaşmaktadırlar…

Şimdiki halde imar kanununun tatbikine geçilmiş ve kaçak evlerin yıktırılmasına başlanmıştır. Bunun neticesi olarak bilhassa isimleri sayılan mahallelerde yüzlerce ev, dükkân, mağaza ve saire yıktırılacaktır. Kaçak inşaatın şimdiki imar plânına göre tadili mümkün ise tadilât yaptırılacaktır.

İnşaat ruhsatiyesi alınmadan yapılan evler arasında imar plânına göre yapılanlardan tapulu evlere tesadüf edilirse, bu ev kanunun şartlarına göre tadil edilecek yalnız inşaat ruhsatiyesinin 4 misli para cezası alınacaktır.

Belediye ruhsatsız yapılan evleri yıktırmağa karar vermekle beraber kış mevsiminde bir çok kimselerin sokak ortasında kalmaması için de tedbir alacaktır. (Akşam, 24 Teşrinisani 1933)

Kültür-Sanat

Sinemalarımız

Ankara’da iki sinema vardır. Daha fazlasına ne imkan ne de lüzum olsa gerektir. Vaziyet, fiilen olmasa dahi (istiyen başka sinema açabilir) bilkuvve [fiilen] bir monopol vaziyettir. Gerek fiatlar, gerek istirahat esbabı, gerek ise filimlerin kalitesi bakımından, yani sinemaların idaresi, Ankara halkını her üç noktadan da, dilerse memnun, dilerse bizar [rahatsız] edebilir. İşin kontroü, tamamen idarenin güzel niyetine havale edilmiştir. Meğer ki, Ankara’nın tek gazetesi Hakimiyeti Milliye, arada sırada, Ankara halkı namına tenkidi yapmakta tereddüt etmesin.

Filimlerin kalitesinden memnun olabiliriz. Fiatlar, malûm olduğu üzere, İstanbul fiatlarından yüksektir. İstirahat esbabı meselesine gelince, Yeni Sinema pekâlâ fakat Kulüp Sineması hazinin de ötesinde bir haldedir. Bir zamanlar, bu son salonda, halka elli yahut altmış kuruşa öyle zehirli bir hava teneffüs ettirilmekte idi ki, baş ağrısı, daha filmin ortalarına doğru başlıyor ve saatlerce devam ediyordu. Hakimiyet, bu hususta nazarı dikkati celbetti ve neticeyi alabildi. Fakat bu sefer, halk salonunun sandalyelerinin pisliğinden ve kokusundan bahsetmek sırası gelmişti. Elli yahut altmış kuruş, şu sıralarda, dünyanın zengin memleketlerinde bile iki saatlik bir seyir için çok paradır. Fakat insanı, bu para ile Kulüp Sineması’nda öyle bir sandalyenin üzerine oturtuyorlar ki, aynı sandalyeyi ‘bitpazarı’ idaresi dahi mezada kabul edemez. Muşambası parçalanmış, otları dışarı bırtlamış, yayları insanın etine doğru tecavüz halinde bir sandalye için kira alınmaz, olsa olsa ceza verilir.

Yerlerle tavanın halinden hiç bahsetmiyelim. Fakat her kapı açılışta içeriye dolan keskin idrar kokusu, insana sigaranın içilmesini meneden sıhhi endişenin tesadüfen acaba ne taraflarda kaldığını hatırlatıyor. Seyircinin sigara içmesi yasak da, mal sahiplerinin seyirciye idrar koklatmaları neden yasak olmuyor?

Dediğimiz gibi iki sinema var. Ve bunlar pek güzel bir para kazanmaktadırlar. İstediğimiz halk hükûmetinin merkezi Ankara’da halktan olan seyircilere insan muamelesi yapılmasıdır. (Hakimiyeti Milliye, 10 İkinci Teşrin 1933)

Sosyal Hayat

Ankara Palas’ta Toplantı Akşamları

Kış mevsimine girme zamanı olan bugünlerde Ankara’nın hayatına bir güzel değişiklik verebilmek için güzide kalabalığı en çok  içinde toplıyan Ankara Palas, bazı yenilikler düşünmüş ve tatbik etmiştir. Bu cümleden olarak bir çok garp şehirlerinde kendisine şöhret yapmış bir orkestrayı angaje etmiştir. Bu vesile ile büyük şehirlerin en güzel eğlence mahallerinden olan kafekonsere kavuşmak suretiyle son eksiklerinden birini de tamamlamış bulunmaktadır. 

Ankara Palas’ta her Salı akşamı hususî ve müsait tarifeli, ahenkli ve eğlenceli akşamlar da tertip olunmuştur. 

(Hakimiyeti Milliye, 20 İkinci Teşrin 1933)

Ankara’da Şarapçılık Gün Geçtikçe Mühim Bir Sanat Haline Giriyor

…Asrî şaraphaneler Ankara’nın en büyük hususiyetlerinden biridir. Ankara’da rakı, çilingir sofrası ve sair rakı içme teferrüatı gittikçe mevkiini kaybediyor. Bunun yerine Ankara şarabı hâkim oluyor. Ankara şaraphanelerinden en meşhuru ‘Orman Çiftliği Şaraphanesi’dir. Buranın şarapları çiftlikte yapılan yüzde yüz üzümden mamul enfes bir şey…

Orta kazançlı esnaf dükkânını kapattıktan sonra, memur daireden çıktıktan sonra şöyle bir  şaraphaneye uğruyor, şık tezgâhın önünde, şık ve uzun bar iskemlelerinin üzerinde 10 kuruşa hem de çiftlikte yapılan bir sürü meze ile Ankara şarabını yuvarlıyor.
(Hikmet Feridun [Es]: Akşam, 14 Teşrinisani 1933)

Ulaştırma

Ankara’da Tramvay Yokluğunu Hissettirmeyen Nakil Vasıtası: “Kaptı Kaçtı”

Son zamanlarda Ankara’da otobüsler, bilhassa “kaptı kaçtı” denilen otobüs yavruları pek çoğalmıştır. Ankara bu kaptı kaçtıların her dakika vızır vızır işlediği kalabalık bir arı kovanına benzer. Ankara’da tramvay yokluğu hiç hissedilmez. Çünkü istediğiniz dakikada otobüsünüz hazırdır. Cebeci mi gideceksiniz? Âla… Yenişehire mi? Mükemmel… İstasyona mı? Çok iyi. Saman pazarına mı? Şu taraftaki otobüsler… Ankara’da hemen her iki, üç dakikada bir, her semt için otobüs, kaptı kaçtı hazırdır…

Bu kaptı kaçtıların bir pratik tarafı var. Birkaç arkadaş kaptı kaçtıları pazarlıkla veya saat hesabına tutuyorlar, istedikleri yere gidiyorlar… Şimdi Ankara’da otobüs ve kaptı kaçtılar tramvay yokluğunu hissettirmiyorlar. (Hikmet Feridun [Es]; Akşam, 18 Teşrinisani 193)

*Kasım ayı, 10 Ocak 1945 tarih ve 4696 sayılı kanundan önce  Teşrin-i sâni, İkinci Teşrin, Son Teşrin olarak adlandırılmaktadır.

Kutlama

Ankara Gazi Gününü Kutladı

Gazi Hazretlerinin Sivas’tan Ankara’ya geldikleri günün yıldönümü olduğundan şehir baştan başa bayraklarla süslenmiş ve gece tenvir edilmiştir [ışıklandırılmıştır].

Halkevinin tertip ettiği müsamerede şair Behçet Kemal [Çağlar] Bey, “14 Yıl ve Ondan Sonraki Her Gün” şiirini okumuş, Halkevleri reisi Necip Ali [Küçüka], Ankara Halkevi reisi Nafi Atuf [Kansu], muallim Enver Behnan [Şapolyo] Beyler birer nutuk irat ederek bu gelişin Ankara için olduğu kadar bütün millet ve memleket ve bütün tarih için olan büyük neticelerini saymışlar ve bu büyük günü kutlulamışlardır.

Nutuklardan sonra Vazife piyesi temsil edilmiş, seymenler millî oyunları oynamışlardır. Halkevi tamamen dolmuş, evin dışında şiir, nutuklar ve temsil hoparlörlerle dinletilmiştir. (Vakit, 28 Aralık 1933)

Belediye Faaliyetleri

Ankara Belediyesi

Ankara dahilinde işliyen otomobil, kamyon, otobüs şoförleri ile istasyon hamallarının bir biçimde elbise giymeleri kararlaştırılmıştır. Şoförlerin elbiseleri ile hamalların giyecekleri elbiselerin şekilleri tesbit olunmuştur. Gerek şoförler, gerekse istasyon hamalları kânunuevvel [Aralık] ayı ortalarına kadar yeknesak [tek tip] elbise giymeğe mecbur tutulmuşlardır. Giymiyenler icrayı sanattan menedilecektir.

Belediyenin stadyom sahasında bir tanzifat [temizlik işleri] hanı vardır. Pek iptidaî bir tarzda ve ihtiyaca gayri kâfi [yetersiz] bulunan bu han yıkılacaktır. Yeni han mezbahanın yanında yapılacak ve asrî [çağdaş] bir tarzda olacaktır. İçinde araba imalâthanesi, otomobil tamirhanesi, fennî ahırlar, arpa, saman, kepek depoları, amele koğuşları ve yemekhane bulunacaktır.

Temizlik işleri müdürlüğü için de bu binadan bir yer tefrik olunacaktır [ayrılacaktır]. Süpürge amelesi asrî bir fabrika amelesi gibi muntazam kovuşlarda yatacaklar ve yemeklerini de gene muntazam bir halde yemekhanede yiyeceklerdir.

Ankara belediyesi dilencilerle pek esaslı bir surette mücadeleye başlamıştır. Bu mücadele neticesi olarak azamî on beş gün sonra ortada dilenci kalmıyacaktır. Belediye dilencileri bir araya toplamak için bir ‘dilenci evi’ açmıştır.

Belediye ceza işleri ile meşgul olmak üzere adliye vekâletince müstakil bir hâkimlik ihdas edilmiştir. Belediyenin ceza işleri bu hâkimlik tarafından tedvir olunacaktır.

Belediye dispanseri fıkara halkın bakımına bir ana şefkatile devam etmektedir. Teşrinievvel [Ekim] ayı içinde dispanserde 237 hasta bakılmış ve tedavi edilmiştir. 963 kişiye de çiçek aşısı tatbik olunmuştur. 

Bazı fırınların hamur ekmek çıkardıkları, bazı su satanların da Ankara suyunu Taşdelen şişelerine doldurarak Taşdelen suyu diye  sattıkları görülmüş ve bu gibi hilebazlar belediyece sıkı bir kontrol altında bulundurulmağa başlanmıştır.
(Akşam, 9 Aralık 1933)

Kültür-Sanat

“Türkiye’nin Kalbi Ankara”

Cumhuriyet Bayramında Ankara’da Maarif Vekâleti hesabına bir film çeviren Sovyet film müessesesi müdürü M. Yutkeviç şu açıklamayı yapmıştır:

“-Cumhuriyet Bayramında Ankara’daki tezahüratı filme aldık. Bir de 1.500 metrelik ‘Türkiye’nin Kalbi Ankara’ mevzulu bir film çevirdik, Bu filmin mevzuu şudur:

Yaşlı bir ihtiyar Cumhuriyet Bayramı münasebetile Ankara’ya geliyor ve genç bir izci kızla tanışıyor. Bu genç münevver Türk kızı ihtiyar köylüye rehberlik ederek Ankara’nın her tarafını, muazzam binaları ve mektepleri gösteriyor.

Filim sesli ve müziklidir. Riyaseticumhur orkestrası şefi Zeki [Üngör] Bey ve Ankara Musiki Muallim Mektebi hocaları filmin musiki kısmı için çalışmışlardır. Filimde resmi geçit, Gazi ve İsmet Paşa hazretlerinin nutukları da vardır. Bu filmi Maarif Vekâleti yaptırmıştır. Filim Şubat ayı içinde Türkiye’de gösterilebilecektir”.
(Cumhuriyet, 11 Aralık 1933)

Sosyal Hayat

Ankara’nın ‘Tabarin’ Barına Dair…

Tabarin bara beş altı basamak merdivenle iniliyor. … Bu basamakları inip paltonuzu vestiyere verdikten sonra eğer buranın acemisi iseniz bir an irkilir, daha çiviye yeni asılan paltonuzla şapkanızı alıp gerisin geriye çıkmak istersiniz. Çünkü kapnın üzerinde ‘davetiyesiz girilmez’ levhası asılıdır. Bu levhanın üzerinizdeki tesirini anlıyan vestiyer çırağı hemen yanınıza sokulur:

– Size göre değil efendim, der, bazıları pek sarhoş, pek kıyafetsiz ve boyunbağsız geliyorlar da onları içeriye sokmamak için bu levhayı astık.

Bu kapıyı da geçtikten sonra bardasınız. Müşterilerin görünürleri dört köşe oturmuşlardır; ortada kalan dört köşe yerde de dansedilir.

Göze görünmiyen müşteriler locadadırlar. Onların bir müddet sonra sesini, kahkahasını, kısık bir sesle şarkı söylediğini, yahut da:

– Mehmet, Nahide hanım meyve istiyor!

– Nüzhet hanımın locasına bir şişe şampanya daha!

Yollu seslendigini duyarsınız.

Bu kendileri görünmeyip sesleri gelenler Tabarin barın bahtiyar müşterileridir. Onlar cazda fokstrot, tango, rumba, blak botom, vals başlayınca hemen yanlarındaki hanımı -eğer şampanya yahut şarap şişesi bitip hanım savuşmamışsa- dansa kaldırabilirler. Oyun da bilmeseler, sarhoşlukla yalpa da vursalar, hanımların rengârenk iskarpinlerine de bassalar şişe bitinceye kadar hoş görülürler. …

Buranın hanımları -kendi rivayetlerine göre- Ankara’da ilham perisi vazifesini de görürler. Meselâ biri çantasında genç şair … bey tarafından kendisi için yazılmış altı, yedi şiir bulunduğunu söyler. Birisi yanağındaki çukur için muharrir … beyin sekiz yüz sayfalık roman yazacağını anlatır.

İşte bizim Ankara’nın Tabarin barı budur. … Arada bir yolunuz düşerse girer burada bir iki saat vakit geçirir, sonra gider yatarsınız. Dört tarafı kafesi andıran bu eğlenti yerinde gece kuşları daha iki buçuğa, polisin tayin ettiği bu kapanma saatine kadar orada eğlenecekler, yahut eğlendik sanacaklardır.
(Toplu İğne [Mehmet Nurettin Artam]; Vakit, 3 Aralık 1933)


*Aralık ayı, 10 Ocak 1945 tarih ve 4696 sayılı kanundan önce  Kânunuevvel , Birinci Kânun, İlk Kânun olarak adlandırılmaktadır.