Ankaralılaşmak mı dediniz?

Hem çok kolay hem de pek zordur.

Kolaylığı şuradan; kapısından içeri girdiğiniz andan itibaren yabancılamaz sizi.

Kırk yıllık hemşehri muamelesi görürsünüz.

Öyle kolay bir şey yani…

Siz itiraz etmediğiniz sürece Ankara sizi sahiplenir; bağrına basar hatta…

O KADAR DA KOLAY DEĞİLDİR ANKARALI OLMAK

Zordur aynı zaman Ankaralılaşmak.

Dışarıdan bakanın anlayacağı iş değildir; bir amaç uğruna inat etmeyi, ısrar etmeyi ve amaç gerçekleşene kadar durmaksızın didinip durmayı…

Keçi memleketidir ya Ankara, teşbihte hata olmaz; gerektiğinde keçi gibidir.

Boşuna dememiş atalarımız; “mal sahibine benzemezse haramdır”. Belki de keçiler huyunu almıştır Ankara’nın.

Bilinenin aksine konformist değil, devrimcidir Ankaralı.

Tıpkı Kuvayi Milliye’de, “Nurettin Eşfak’ın Bir Mektubu”nda dizeleştirildiği gibi:

“Mektepten istifa ettim.

Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.

Çocuklarımıza Türkçe okutmak,

öğretmek, sevdirmek onlara

dünyanın en diri, en taze dillerinden birini

kendi dillerini, güzel şey

büyük şey.

Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak

cephede

daha büyük

daha güzel.”

Atatürk Ankara köylerinde köylülerle

TAŞ ÜSTÜNE TAŞ KOYMAKTIR ANKARALI OLMAK

Anlayacağınız, “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” eyyamcılığı Ankara’nın yabancısıdır; şimdi sokaklarda rastladığınız o eyyamcılık, sonradan sızmıştır Ankara surlarından.

Damat Feritler barınamaz buralarda örneğin; o nedenledir ki bizzat Ankara’nın olanaklarıyla kurulmuş bankaların başına getirdiklerini ikna edip, buralardan kaçışın yollarını aradıkları doğrudur. Fırsatını bulduklarında merkezi taşımak istediklerini de biliriz.

Ama eğer bu ülkede “taş üstüne taş konulmuş” ise müsebbibi Ankara’dır.

Ankara’yı küçümsemek için hiçbir fırsatı kaçırmayan bazılarının Yahya Kemal’e atıfta bulunduklarını biliyoruz. Hani şu “…nesini seviyorsunuz” sorusuna Yahya Kemal’in, İstanbul’a dönüşünü…” şeklinde verdiği cevabı kastediyorum.

Peki ya şuna ne demeli?

“Ey Ankara latif belde

Kalpak başta tabanca belde”

Mevzu, madem, Yahya Kemal’den açıldı; onunla sürdürelim. 

Şu satırlar da onun:

“Ankara’nın kaza ve kader gibi iki kudretli nasibi var. Beş asır evvel Türk devleti orada kazanın yaman bir darbesiyle dağıldıydı; bu şehrin adını meş’um bir hatıra gibi anardık. Beş asır sonra yine kazanın yaman bir darbesiyle dağılan Türk devleti Ankara’da dirildi. Artık bu şehri Söğüd’ü andığımız gibi seve seve anacağız.”

“Beş asır evvel Türk devleti”nin dağılmasına Ankara’nın hiçbir dahli yoktur; esasında bir kardeş kavgasına çok da taraf değildir ama “beş asır sonra” dağılanın yerine kurulan yenisinin baş aktörüdür Ankara. 

Onu küllerinden dirilten de, tarihin, “devrimciler” adını uygun gördüğü şahsiyetlerdir.

BİR TUTAM OT İÇİN YARDAN DÜŞMEYİ GÖZE ALMAKTIR, ANKARALI OLMAK

Gerçi kişilerin şehri değildir Ankara ama kişileri sembolleştiren bir kent olduğunu kim inkar edebilir? Mustafa Kemal ve arkadaşlarının serüvenini Cumhuriyet ile taçlandırmasına ev sahipliği yapmasından da biliriz ki “ağzımın tadı kaçmasın” diyenlerle arasında fersah fersah mesafe vardır.

Durum bu iken “Devletleşmek… Evren’leşmek… Despotlaşmak… gibi sözcüklerin yanına Ankaralılaşmayı koymak, fazla Bizans işi gibi geliyor bana. 

Cemal Süreya’nın dediği gibi, Ankara’nın “üvey ana” olduğu zamanlar vardır ama o halde dahi “en iyi kalpli”dir. 

O nedenle aramıza sızanların içinde Bizansiyen anlamda “devletleşip despotlaşan”, darbecilikte “evrenleşen” olabilir ama tarihinin hiçbir sayfasında “işbirlikçi olmamıştır Ankara; “mandacı hiç değildir. 

Gelelim sadede…

Kimseyi yabancılamaz, kimseyi dışlamaz ama “dağdan gelen bağdakini kovmaya kalkışırsa”, Ankara’nın kafa tutması kaçınılmazdır.

Hep böyle kalsın isteriz; hep böyle bilinsin.

Velev ki standart sapmanın ötesinde bir sendeleme gösterir, geleneğinden saparsa bilinsin ki buralar, keçilerin diyarı”dır.

Keçiler ki, “bir tutam ot” için yardan düşmeyi, serden vazgeçmeyi göze alırlar.

Bu’dur ol hikayat…

Mongeri’nin gözünden XIX. yüzyıl Ankara’sı

Giulio Mongeri (1873-1951)

Giulio Mongeri, İstanbul, Ankara ve Bursa’da önemli yapılara imza atmış İtalyan mimar.

XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti’ne hizmet eden, erken Cumhuriyet dönemi Ankara’sına da değerli katkılarda bulunan Mongeri ilk Ankara seyahatini 1897 yılında yaptı.

Mongeri’nin Ankara’daki bazı yapıtlarından Ziraat Bankası (1926-1929) ve İş Bankası (1929) binaları

Levanten kökenli Mongeri, 1873 yılında İstanbul’da doğmuş, ilk gençlik ve eğitim yıllarını Milano’da geçirmişti. Mongeri, İtalya’da mimarlık eğitiminin ardından ise İstanbul’a dönerek İstanbul ve Ankara’da, birçoğu uygulanmış ve günümüze kalmış yapılar tasarladı. Ziraat Bankası (1926-1929), Osmanlı Bankası (1926), Tekel Başmüdürlüğü (1928), İş Bankası (1929) binaları Mongeri’nin Ankara’daki baş yapıtları arasında. Mongeri’nin Ankara Seyahati’nden izlenimleri şöyle:

Nisan 1897

Ankara’dan birkaç kilometre önce bataklıklar bitiyor ve geniş otlaklar başlıyor. Buralarda ender güzellikteki uzun, bembeyaz, dalgalı tüylü mohair keçileri özgürce yaşıyor.

Demiryolu uzun bir virajı dönüyor ve Ankara görünüyor: Kedilerin ve keçilerin kenti.

Anfitiyatro şeklinde istasyon seviyesinden yüz metre yüksekliğindeki bir tepe üzerinde. Tüm Türk taşra kentleri gibi birbiri üzerine yaslanmış tahta evler yığını. Bu dalgalı ve belirsiz çizgi arada sırada tarihi kalenin kule ve duvarlarınca kırılıyor. Her durumda da piktoresk konumu ile yolcuya çok güzel görünüyor.

Caddelerin hepsi dar ve pis, evlerin koyu renginden ötürü melankolik. Hepsi samanla çamuru karıştırıp güneşte kurutarak yapılan tuğlalarla inşa edilmiş. Pazara giden ana cadde boyunca her türlü insanla karşılaşılıyor. Bel kısımları dar cüppeleri içinde Çerkezler, tiplerinden hemen tanınan Ermeniler, Rusya’nın Asya kesiminden gelen Tatarlar; tümüyle geniş kepenekleriyle örtülü, çevrenin çoban ve çiftçileri, subaylar, askerler, her dinin din adamları, buğdayı pazara taşıyan deve dizileri, atları dörtnala ve aldırmazca geçen Arap süvarileri.

Hepsi bir fantastik renk ve tuhaf ses karmaşası; şaşkınlıkla izlenen bir gösteri gibi. Bu köylere Avrupa uygarlığı ulaşmamış ve biz Avrupalıların dilediği şekliyle gerçek Doğu mükemmel bütünlüğünde korunuyor. Bugün sefil ve fakir görünen Angora kentinin tarihte şanlı bir geçmişi vardı. Her tarafa yayılmış çok sayıdaki kalıntı bunu kanıtlıyor. 

Latinler burada 18 yıl kalarak çok sayıda kilise inşa edip kaleyi onarmışlar. Sultan Murad I 1362 yılında buraya hâkim oldu. Çubuk savaşı sonrasında kısa süreliğine Moğollara geçti ama Mohamed I geri aldı ve o zamandan beri Osmanlı İmparatorluğu’nun parçası oldu. Günümüzde nüfus karışık ve genelde iyi karakterli. Büyük kısmı Türkler, ardından Arnavutlar ve Çerkezler; birçok başka ırk da var. Bunların arasında buranın yerlileri olan antik Galatlar da hâlâ mevcut.

Türkler genelde kamu görevleri üstleniyorlar, yerliler çiftçilik, hayvancılık ve küçük yerel sanayi üretimi de yapıyorlar. İstisnasız hepsi Türkçe konuşur. Rumların büyük kısmı kendi dilini bilmez.

Gelişimin ertesi günü kent yeni rediflerin (askerlik yapmış ama savaş nedeniyle silah altına çağırılanlar) yola çıkışı nedeniyle alt üst durumdaydı.

Sabah erkenden istasyona gittim. Bir asker sırasının önlerinde basit bir bando ve yoğun bir akraba – arkadaş kalabalığıyla kentten yavaşça geldiğini gördüm. İstasyona doluyorlar ve vagonlara yerleşiyorlar. Herkes yerini aldıktan sonra imam her vagondan geçiyor ve elini öptürüyor. Saygıyla alınlarına da götürüyorlar. Sonra Doğuya dönüp tüm erkek, kadın ve çocukların avuçlarını yukarı tutarak okudukları bir dua başlıyor ve genel bir Amin’le bitiyor. Ve hızla avuçlarını yüzlerine sürüyorlar… 

Zil çalınca babalar çocuklarını kompartımanlarına aldılar, öptüler, okşadılar. Dışarıda anneler ağlıyor, kendilerini kaybediyorlardı. Yola çıkmadan hemen önce Vali bekleme salonundan çıktı. Kısa bir nota dizisi ardından Padiscia’ ciok iascia ve o binlerce ses, tek ses olarak gökyüzüne yükseldi, rütbeliler ellerini önce ağızlarına sonra alınlarına götürerek selam verdiler. Kalkış saatinde inleme ve çığlıklar sağır edici hale geldi. Tren yavaşça hareket etti ve gözden uzaklaştı. 

25 Nisan 1897 Pazar 

Mongeri sabah eşlikçisi tarafından alınır. Hükümetten bir memurun yanında olursa camilere girebileceğini öğrenince Vali’nin yaverine başvurur ve yanına bir polis müfettişi verilir.

Augustus Tapınağı yakınlarında bir Türk mezarlığına giderek, yerde çok sayıda sütuna rastlar:

“250 metre bir hat üzerinde sıralanmışlar. Bugün ayakta sadece 5 tanesi kalmış. Birçoğu Ermeni ve Türk mezar taşı olarak kullanılmış.” 

Mezarlığın Hacı Bayram Camii haziresi olduğunu söylemek mümkündür. Bu mezarlar 75 yıl kadar önce taşınmışlardır.

Mezarlığın ucundaki Roma duvar kalıntıları ve sütunlar dışında bir şey keşfedemediğini ve plan oluşturamadığını söyler. Ancak, böylesine uzun bir yapıyı, ovalık alanda bulunmasından yola çıkarak bir hipodromla bağdaştırmaya çalışır ve gerekçelendirir: 

“Augustus Tapınağı’ndaki Yunanca yazıt Ankara amfitiyatrosunda, tapınağın açılışında yapılan oyunlar, koşular ve dövüşleri sıralıyor.“

Bunların Tanrı Augustus ve Tanrıça Roma kültünün kutlanması çerçevesinde yapılan festivaller oldukları bilinmektedir. Bu festivaller ve hipodromdaki at yarışlarının Augustus Tapınağı yakınlarında bir yerde yapıldığı düşünülmektedir.

“Mezarlıktan çıkıyorum ve zafer sütununun dikili olduğu (söylendiğine göre Julianus’un) meydana yollanıyorum. Kesinlikle Bizans dönemine ait ve yazıtsız. Sütunun gövdesi üst üste halkalardan oluşmuş. Yerden yüksek geniş bir kaidenin üzerinde. Eskiden tepesinde bir heykel vardı diyorlar. Şimdi onun yerinde leylek yuvası var. 

Julianus sütunundan ayrılıyorum ve polis’in söylediği bir heykeli görmek üzere konağa gidiyorum. Gerçekten de çok güzel. Ancak çok yazık ki çoğu heykelin başı yok.”

26 Nisan 1897 Pazartesi

“Dar sokaklardan bazen mimari parçalar bularak Angora kalesine yöneliyorum. Kadınlarla karşılaştığımda dikkatle yüzlerini örtüyorlar veya duvara doğru dönüyorlar. Çocuklar bana bakıp sciapcali (şapkalı) diyorlar.”

Kaleden çok etkilenen Mongeri, devşirme malzemeye özel bir hayranlık duymaktadır. 

“Çok güzel harflerle yazılmış Yunan ve Roma yazıtlarından çok sayıda vardı.” 

 “Baruthane haline gelmiş olan kalenin en üst kısmında (Akkale) duran bir aslana hayranlıkla bakıyorum. Övgüye değer ve görkemli Yunan heykel işçiliği.”

Rehberinin dini nitelikler atfettiği taştan büyük bir küreyi (muhtemelen sokağa ismini veren Ali Taşı) mancınık mermisi olarak belirleyip yoluna devam eden Mongeri, gizli tünellerin birinden aşağıya kadar (Bentderesi) iner:

“Bugün barut tutulan yerde demirden bir kapı ile küçük bir mekâna geçiliyor oradan da 700 basamakla yamacın dibine ulaşılıyor.”

Kale’den ayrılan Mongeri Atpazarı’nı yürürken İstanbul’la kıyaslamaktadır. Ankara’nın çok zayıf kalmasına rağmen çeşitli kökenlerden insanlar ve tiftik satışından etkilenir. Yürüyüşünün sonunda ilgisini çekecek Arslanhane Camii’ne ulaşacaktır: 

“Duvar tümüyle antik anıtların parçaları ile yapılmış. Dört çok güzel Roma konsolu var ve duvarın inşasında kullanılmış iki aslan görülüyor.”

“Avluda yine duvarda çok iyi korunmuş bir Bizans antrölak buluyorum. Ancak deseni çok sıradan”…“Caminin çeşmesinden (Ahi Şerafettin türbesi) su almak için geçen yaşlı bir hanum bana bir iltifat ediyor: ‘Bu domùs yazı yazmak için bundan daha iyi bir yer bulamamış’…”

“Fotoğraflamak istediğim şeyin önüne geçen bir grup kadına makinemi yöneltiyorum: Korkmuş anneler fotoğrafın kötülük yapacağını düşünerek çocukları çağırıyorlar. 

27 Nisan 1897 Salı 

Mongeri Augustus Tapınağı’na yönelir. Bozuk yollardan geçerek tapınak ve Hacı Bayram Camii’ne ulaşır. 

“Cami kırmızı ve yeşile boyanmış tuğladan. Siyah boyalı ahşap parçaları da var. Yerler halı, duvarlar Kuran ayetleriyle süslü. Demir ızgaralı bir pencereden caminin içi görülüyor. Fildişi kalkmalı ve altın yaldızlı, arapça yazıları olan çok güzel bir kapıyı açınca mezar daha doğrusu Hacı Bayram’ın içinde yattığı sanduka görülüyor.”

Duvarlar olağanüstü bir mükemmellikle inşa edilmiş. Kenetlerle birbirine bağlı büyük mermer bloklardan oluşuyor… 

Bu Roma’ya ve Augustus’a adanmış tapınak arkeolog ve tarihçiler için zengin yazıtları açısından çok kıymetli. Galat ülkesinde kısa zamanda güzel sanatların nasıl mükemmelliğe ulaştığını kanıtlıyor… 

Ön tarafta açık bir giriş olan Pronaos var buradan bu çok güzel kapı aracılığıyla rahiplere ayrılmış olan Naos’a giriliyor… 

Bizans dönemine ait çünkü tapınak o dönemde kilise olarak kullanıldı… 

Bu tapınak Galat prenslerinin zamanında açıldı. Cephedeki payenin üzerindeki yazıtta isimleri, tapınağın kutsanması sırasında yapılan şenlikler anlatıldı…

Uzun uzun şölenler, gösteriler ve yarışlar anlatılmış, Ankara kentinin zenginliği hakkında yeterince net bir fikir veriyor…

Ancira Augusteumu’nu arkeologların gözünde önemli kılan Augustus’un vasiyetnamesinin pronaos duvarlarında yazılı kopyasıdır… 

Bu yazıt Avrupa’ya ilk kez 1554 yılında Alman büyükelçisi Busbecq  tarafından götürülmüştür. Yazıtın muhafazasını Charles Texier’ye borçluyuz: Üzerinde bulunduğu duvarın yıkılmak istendiğini duyunca Fransız hükümetini uyarmıştır. Görevlendirilen heyet kısmen saklı olan Yunanca metni de açığa çıkartmış ve Latince ve Yunanca özgün metinlerin birer kopyasını Fransa’ya götürmüştür.”

“Gerçekten Roma’dakilerden hiç aşağı kalmayan bir eser.”

28 Nisan 1897 Çarşamba 

Mongeri güne “Leblebici Camii’nde başlamaktadır. Yolda rastladığı bir Korint başlığı ölçerek Augustus Tapınağı’na uyduğunu fark ederek mutluluk duyar. Ardından yakındaki Türk okulunda olduğunu öğrendiği heykeli görmeye gider:

“Her zamanki gibi kafası yok. Üst kısmı hasarlı, sol kolu vücuduna doğru kavuşmuş, sanki peplumunun kıvrımlarını destekler gibi. İyi işlenmiş elinde bir parşömen rulosu tutuyor.

“Rehberim başka bir antika göstermek üzere beni Yeşil Ahi Cami’ne götürüyor. Bir Rum bir de Yahudi mahallesinden geçiyorum. Meydanda bir caminin karşısında mermerden bir aslan, bir Korint başlık ve yere saplı bir sütun gövdesi var.”

“Camiye yakın imamın evinin bahçesine alçak bir kapıyla giriliyor” diyerek ardından Arşitravı (Yunanca yazıtlı bir blok) görerek fotoğraflar.

Bu antik kirişin MS. 267 yılında yapılan kentin üçüncü surlarının kapısında kullanıldığı düşünülmektedir.

29 Nisan 1897 Perşembe

“Hagi atla beni almaya geliyor. Vank Manastırı’nı ziyaret edeceğiz. Angora’ya atla 45 dakika. Eşeklerle kentin pazarına gelenlerle karşılaşıyorum. Ötede bir grup çingene. Kadınlarından birisi klasik ve mükemmel tipiyle beni etkiliyor. Sürekli yolculuk ederler. Genelde kentlerin kapılarında kamp kurarlar, ufak tefek üretim ve falcılıkla geçinirler. Ardından Vank’a varıyoruz.

Kilisede bir miktar İtalyan tablosu buluyorum. Ermeni bir papaz Roma’ya giderek almış. Geçen yüzyılın sonundan kalmalar; büyük sunak yerden 1.20 m. yukarıda. Tümüyle mavi beyaz Kütahya çinisi. Duvarlar ve yer döşemesi de öyle. Bir karonun üzerinde 1174 hicri yazıyor. 1761 demek. İmal tarihi.

Kilisede gümüş kakmalı siyah ahşap şamdanlara, cama boyalı çok güzel bir Meryem Ana’ya, dallar puttolarla süslü mermer vaftiz teknesine hayran bakıyorum. Kubbenin bir tarafında fosforlu bir taş kakılmış.”

30 Nisan 1897 Cuma 

“Saat 12.00’da ata biniyorum ve istasyona doğru yola çıkıyorum. Atlıların gelişini görmek için biraz erken çıkıyorum.”

Gününü cirit oyununu izleyerek geçirmektedir. Oyunu biraz da dehşete düşmüş olarak detaylarıyla İtalyan okura aktarmaya çalışmaktadır.

1 Mayıs 1897 Cumartesi 

“Bugün bir antikacıya, alışveriş yapmaya gidiyorum. Avrupalı olduğumu görerek çok yüksek fiyatlar veriyor. Çok sayıda güzel bronz Roma nesneleri ile değerli Roma ve Ankara sikke koleksiyonu da var. Uzun pazarlıklar sonrasında antik diye satmaya çalıştığı birkaç yeni bakır tepsi almayı başarıyorum. Dükkânlara merakla bakarak geçiriyorum. Yemekten sonra yine mezarlıklarda yürüyüşe dönüp antik fragmanlar buluyorum”. 

2 Mayıs 1897 Pazar 

Zengin bir Ermeni tahıl tüccarının yolladığı atla geziyor. 

“Hagi bana surların kentin dışarıdan turunu attırıyor. Geniş bir yoldan Enghere sù’nun kenarından gidiyorum.” 

Yolculuk sırasında çifte surla kuşatılmış kentin görkemini aktaran Mongeri, o sırada iki pehlivanın güreşini, civardaki düğünü, düğün evinin kapısının hep açık olduğunu öğrenir; gözlemlediği büyük küplerde şuruplar, kuzu çevirme ve mangalda kahve için sürekli sıcak duran suyu anlatır:

“Garip yerler. Hâlâ Orta Çağı yaşıyorlar.”

3 Mayıs 1897 Pazartesi 

Mongeri tanıştığı kişilerle vedalaşmaya gitmektedir. Veda gezisi sırasında güzel halılar ve sırma işlemeli zengin kumaşlar gören gezgin, başka unsurlardan da etkilenir: 

“Zengin Rum beyin evinde bronz bir parmak buluyorum. Kolosal bir heykelin parçası. Bir de küçük güzel mermer baş. Bazıları çok değerli bir sürü de Roma parası var.”

Hep rastladığı misafirperverliği, tatlı, kahve mastika ve meze ikramını ve kapıya gelen misafirin tanrı misafiri sayılması ve gerektiği gibi ağırlamanın dini bir görev gibi yapılışını anlatır. 

4 Mayıs 1897 Salı 

“Sabah sekizde, gezdirmek için beni almaya gelen üç beyle arabaya biniyorum. Ankara’nın dışında iki saatte varılıyor. Güzel kırlar ve sadece meyve bahçeleri var. Zengin bir Rum Bey bizi evinde ağırlıyor.

Mutfak ve banyo yaşam birimlerinden uzak ve villaya bir sundurmayla bağlanmış. Bahçede izole bir evde kahve kavruluyormuş. Ötede, hanımlarıyla gelmek isteyen Türk misafirler için diğer ufak villa var. Ahır otuz ata yeter. Kümeste şaşırtıcı çeşitlilikte piliçler var. Bahçelerde serinlemek için çeşmelere yakın çardaklara rastlanıyor.” 

İkram adetlerini, yemeği, tatlı, meyve, çiçekler, Türk kahvesi, konyak ve benzeri ikramı anlatan Mongeri iki saat süren uykuya geçildiğini belirtmekte ve iki gözü farklı renkteki Ankara kedisini sahneye dâhil etmektedir.

5 Mayıs 1897 Çarşamba 

“Saat 9’da istasyondayım. Tanıştığım birçok kişiyi görüyorum. Büyük nezaketle uğurlamaya gelmişler. Çok kibar bir demiryolu müfettişi Polatlı’ya kadar benimle geliyor.”

Kaynak:

Yrd. Doç. Dr. Sedat Bornovalı Bir İtalyan Mimarın İlk Ankara Ziyareti: Giulio Mongeri – 1897, Ankara Araştırmaları Dergisi 2016 Sayı:2

Ayaş evleri ve yapım teknikleri

Geleneksel Anadolu evlerine bir örnek

Ayaş, Ankara’nın batısında, Ankara-Adapazarı yolu üzerinde, şirin ve tarihi bir ilçedir. Hititler Frigler, Galatlar, Romalılar ve Bizanslılar burada hakimiyet kurmuşlardır. Ankara’ya uzaklığı 57 km’dir.

Ayaş’ta çok sayıda kültür mirası örneği vardır. İlçede 250’ye yakın cami, çeşme, konak ve sivil mimarlık örneği bulunmaktadır. Tescilli yapıların büyük kısmı çarşı çevresinde ve kuzeydeki vadi yamaçlarında toplanmıştır.

Bölgede tescilli yapılar; Hacımemi Mahallesi, Dervişimam Mahallesi, Camiatik Mahallesi, Hacıveli Mahallesi, Ömeroğlu Mahallesi, Şeyhmuhittin Mahallesi gibi yerlerde yoğunlaşmaktadır. 

Bu mahallelerde konutlar, dar sokaklarda, neredeyse sırt sırta olacak şekilde çok sık bir doku meydana getirmektedirler. 

Geleneksel Ayaş evleri

Ayaş evleri, genellikle 2-3 katlıdır. Az sayıda da olsa bazı evlerde ara kat bulunmaktadır. Bu ara katlar zemin katla birinci kat arasında düzenlenmiştir. Buna örnek olarak: İncipınar Sokak’taki ve Fındıklı Sokak’taki 2 tescilli yapı gösterilebilir.

Ayaş’ın geleneksel mimarisinde taşıyıcı sistem kurgusu ahşap karkas olup, temel malzeme; ahşap, taş ve kerpiçtir.

Ahşap karkas olan evler geleneksel Türk evlerinin ana karakteristiklerini taşır. Sevgili hocamız Doğan Kuban, ‘Türk ve İslam sanatı üzerine denemeler’ isimli kitabında konut kültürünün gerçek temsilcilerinin “Anadolu’nun kıyıları ile orta yayla arasında bir ikinci çember gibi dolanan Sivas dolaylarından batıya ve İç Ege’den Torosların kuzey yamaçlarına kadar uzanan yer yer diğer bölgelerde ve Balkanlarda görülen hımış yapı tekniğinde, yani taşıyıcı sistemi ağaç ve kerpiç dolgulu, zemin katı genelde taş olan yapı tekniği ile inşa edilmiş konut mimarisi…” olarak açıklıyor. 

Doğan Kuban bu saptamasına örnek olarak da Kütahya, Kula, Birgi, Sivrihisar, Bolu, Safranbolu, Kastamonu, Amasya, Çankırı vb. gibi evleri gösteriyor. Bu teknikle yapılan evlerin, diğerleri gibi bölgeyle sınırlı olmadığını ayrıca bölgesel tipleri de etkilediğini söylüyor.

Ayaş evlerinin bu örneklerde belirtilen yapım tekniği ile aynı olması nedeniyle geleneksel konut mimarimizin temsilcisi olduğunu söyleyebiliriz.

Evlerin bazıları avluludur. Avlulu evlerin bazılarının girişi avludan yapılmakta, bazılarının girişi ise hem avludan hem de yoldan yapılmaktadır.

Genellikle iki, üç  katlı olan  evlerin zemin katında ahır, kiler ,tuvalet ve büyük evlerde hizmetkar odası gibi servis mekanları bulunur.

Üst katlar ise asıl yaşama alanıdır. Sofa etrafında odalar dizilmiştir ve odalar sofaya açılmaktadır. Ayaş’ta geleneksel evlerin büyük kısmı iç sofalı olarak planlanmıştır. Yemek yeme, yatma, yıkanma gibi yaşam alanları bu kattadır. 

Ancak bazı evlerde sofalar özgün halini kaybederek, değişikliğe uğramıştır. Bazı evlerde ısınma sorunuyla sofanın bir ucuna ahşap bölme duvarlar ile kapatılmış ve sofalar ikiye bölünmüştür. 

Evler sobalı olması nedeniyle kışın yakıt tüketiminin daha az olması için böyle bir çözüm bulunmuştur. Bu çözüm tescilli yapıların özgün halinin bozulmasına neden olmuştur. Ayrıca bu değişikliklerin yapıldığı evlerde oda sayısı da fazlalaşmıştır.

Özellikle avlulu ve bahçeli evlerin özgün halinde tuvaletler açık alanlara yapıldığından, zamanla tuvaletler yapının içerisinde kendine yer bulmaya başlamıştır. Bu nedenle birçok yapıya sonradan tuvalet-banyo gibi eklemeler yapıldığı görülmektedir. 

Ayaş’ta, geleneksel Türk evlerinde olduğu gibi önemli bir mekan “oda”dır. Konutların büyük çoğunluğunda en az bir odada yüklük, ocak ve gusülhaneden oluşan bir düzenleme mutlaka bulunur. Oda içerisinde dolaplar ahşaptır ve genellikle süslemelidir. 

İç sofanın her iki ucu da genellikle sokağa bakmaktadır. Bazı evlerde ise sofanın bir ucu sokağa bakarken, diğer ucu avluya bakar.

Geleneksel Türk evlerinde ana yapım malzemelerinden ahşap, yapım tekniği olarak da ahşap çatkı önemli bir unsurdur. Bu yöntem bir gelenekselliğin devamı olduğu kadar, Anadolu’nun birçok bölgesinde orman alanlarının çokluğu ve ayrıca Anadolu’nun büyük kısmının deprem bölgesi olması nedeniyle hafif malzemeler kullanılması ihtiyacı ahşap malzemenin bolca kullanılmasını gerektirmiştir. Ayrıca ahşabın, diğer yapı malzemelerine göre daha esnek ve daha kolay işlenebilir olması bu malzemenin kullanılmasının nedenlerinden biridir. 

Ayaş’ın geleneksel mimarisinde taşıyıcı sistem kurgusu vazgeçilmez öğe olan ahşap karkastır. Kat döşemeleri, döşeme kaplamaları, kapılar, pencereler, tavan kaplamaları, duvar çatkıları, çatılar, kat silmeleri ve dolaplar gibi yapının birçok öğesi ahşap malzemedir. Çevrede var olan ormanlar ve ağaçlık alanlar bu malzemenin kolayca elde edilmesini sağlamıştır. Beypazarı çevresinden getirilen Sarıçam, Güdül çevresinden getirilen Karaçam ve Ayaş civarındaki Söğüt ve Kavak ağaçları yapılarda kullanılmıştır.

Temeller genellikle taştan yapılmıştır. Taş malzeme yapıda; temellerde, bodrum kat duvarlarında ve bahçe duvarı gibi bölümlerde kullanılmıştır. Bu yapı tekniği Anadolu’dan Balkanlara kadar uzanan coğrafyada çokça kullanılmıştır. Bu tekniğe göre, ahşap çatkı arası kerpiç ile doldurulmakta, temeller ve bodrum kat çoğunlukla taştan örülmektedir. Ayaş evlerinde de bu yapım tekniği gözlenmektedir. Temel malzeme, ahşap, taş ve kerpiçtir.

Duvarlar genellikle ahşap çatkı arası dolgudur. Dolgu malzemesi ise kerpiçtir. Kerpiç dolgulu ahşap taşıyıcının iç ve dış yüzeyleri genellikle saman karışımlı çamurla veya kıtıklı harçla sıvalıdır. 

Ayaş’ta bazı evlerde ise dolgu malzemesi olarak ahşap iskeletin aralarında Ayaş’ta gelişmiş olan yerel malzeme kullanılmıştır.

Ahşap çatkı araları, çevredeki toprak işleme atölyelerinde üretilmiş, sırlı pişmiş toprak, ince (yaklaşık 3/8/25 cm boyutlarında) tuğla benzeri malzemeyle doldurulmuş ve arası toprakla sıvanmıştır.  

Geçmiş zamanlarda Ayaş çevresindeki fırınlarda hazırlanan sırlı tuğla benzeri pişmiş toprak, bazı evlerin zemin döşemelerinde de kullanılmıştır. Ahmet Şevki Karakayalı Evi sofasının bir bölümünde bu malzeme kullanılmıştır.

Dış cepheler genellikle beyaz badana olup, sarı, mavi, turuncu renklerin de kullanıldığı örnekler vardır. Evlerin çoğunluğunda sokak boyunca çıkma yapılmıştır. Pencereler giyotin pencere ve bir kısmı kafeslidir.

Çatıların nerdeyse tamamı ahşap çatı olup alaturka kiremitle kaplıdır. Bazı evlerde zaman içerisinde kiremitler bozulduğundan yenileriyle değiştirilmiştir. Çatılar da aynı şekilde aktarılmış ve yeniden yapılmıştır.

Ayrancı’nın bağ evi restorasyon bekliyor

Ankara’nın bağları eski kent hayatında çok önemli bir yer tutuyordu. Yerli, yabancı gezginlerin de seyahatnamelerine konu olan bağlar kuzeyden güneye, doğudan batıya kenti bir yeşil kuşak gibi sarmıştı bir zamanlar. Kuzeyde Etlik, Ayvalı, Keçiören, Hacıkadın, Solfasol, doğuda Karacakaya, Samanlık, Abidinpaşa, Türközü, güneyde Seyran, Esat, Çankaya, Ayrancı, Dikmen, Öveç, Keklik, batıda Balgat, Söğütözü, Pamuklar muhitleri kentin belli başlı bağlarını oluşturmaktaydı.

1800’lü yılların sonlarına doğru giderek artan bağlar ve bağ evleri olgusu 1900’lü yıllarda Ankara kültürünün vazgeçilmez öğeleri arasında yerini bulur. Müslüman, Rum, Ermeni hemen herkes ekonomik durumuna göre bir bağa ve bağ evine sahiptir o zamanlarda. Hatta ticaret için buraya gelen yabancıların ve sefaret mensuplarının bile bağ evi satın aldıkları bilinmektedir. Yazların sıcağından ve sineğinden kaçanlar, serin havası olan bağlarda çeşitli üzümler, zerdali, dut, vişne, elma, armut, ayva gibi meyve veren ağaçlar da yetiştirirmiş. Dönüş ayı olan Ekim’e kadar geçen sürede yetişen üzümden, meyvelerden yapılan pekmez, pestil, kurutulmuş meyve de kışlık yiyecek olarak tüketilirmiş.

Aşağı, Yukarı Eğlence’nin isimleri bağ evlerinden mi geliyor?

Bahçelerinde kuyusu, havuzu da olan bu güzel evlerin eğlence, sohbet alemleri de eksik olmazmış serin yaz akşamlarında. Hatta Etlik civarındaki Aşağı ve Yukarı Eğlence semtlerinin kökenlerinin Rumlara ait bağ evlerinde ud, keman ve piyano eşliğinde düzenledikleri eğlencelerden aldıkları rivayet edilir.

Ancak Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan olaylardan, işgallerden, sürgünlerden Ankara da payını alır. Pek çok aile yok olur, kaçar, sürgüne gider. Eski ihtişamını koruyamasa da bağ evlerinin pek çoğu yeni sahiplerine kavuşur. Cumhuriyet sonrası yaşanan konut kıtlığının imdadına bu evler yetişir. Bürokratların, askerlerin, memurların evleri olurlar. Ankaralıların bağlara göç kültürü 1950’li yıllara kadar gelir. Sonrasında yaşanan kültürel değişimler bu geleneği unutturur, sahipsiz kalan bağlar, hızla büyüyen kentin içinde erimeye başlar. Binalar, bahçeleri birkaç on yılda birer birer yutar.

Ayrancı’da restorasyon bekleyen Kınacızade Bağevi

Kınacızade bağ evleri

Günümüzde sayıları çok azalan bu evlerin restore edilerek ayakta kalmayı başarmış örnekleri de var. En ünlüleri Cumhurbaşkanlığı konutu ve İnönü ailesine ait köşkler. Tabii bir de Keçiören’de Koç ailesine ait olan iki konağı da unutmamak gerek, şimdilerde biri VEKAM’a ait, diğeri müze olarak hizmet veriyor.

Ayrancı semtimizde de birkaç bağ evi sessizce varlıklarını sürdürüyor. Eski Ankara müftüsü Rıfat Börekçi (Börekçizadeler) ailesinin bir ve Kınacızadelerin iki bağ evi bulunuyor. Birincisi rahmetli Mehmet Kınacı’nın olan sonradan belediyenin satın alarak aslına uygun restore ettiği ev, ikincisi ise Şakir Kınacı’nın sahibi olduğu, bir zamanlar ünlü bir restoran olarak hizmet veren bağ evi. Kuloğlu Sokak’taki Şakir Bey’e ait olan bu Kınacızade bağ evi uzun zamandır devasa bahçesinin içinde gizlenmiş bir şekilde tarihe meydan okuyor. Bir zamanlar büyük babası mebus Şakir Bey ile Mustafa Kemal’in havuz başında sohbet ettiği, Kınacı ailesinin yıllarca bağ evi olarak kullandığı bu nadide yapı, yılların yorgunluğuna rağmen inatla ayakta dursa da restorasyon ihtiyacı aciliyet taşıyor.

Bu konuda bilgi almak için başvurumuzu nezaketle kabul eden Kınacı ailesinin değerli üyesi Şakir Bey’le yaptığımız güzel sohbete götürelim sizleri:

Başkent sonrası Ankara’da ‘Eski Ankaralılar’ veya ‘Ankara eşrafı’ olgusunun biraz geri plana düşüp bürokratların öne çıktığı görülüyor. Lakin Ankara eşrafı hala sessizce kendi hayatlarını yaşıyorlar. Kınacı, Toygar, Tuzcu, Kütükçü, Börekçi, Çubukçu, Aktar, Mermerci, Urgancı, Bulgurlu, Mıhçıoğlu gibi pek çok eski Ankaralı aileler ne yapıyorlar şimdi?

En başta şunu söyleyebilirim; Ankara eşrafının yüzde 70-80’si yavaş yavaş İstanbul’a göçtü. Ticari faaliyetleri nedeniyle büyük bir pazar olan İstanbul’a taşındılar, orada hem yaşayıp hem işlerini yürütüyorlar uzun zamandır. Bizim dışımızda Aktarlar, Hanifler (ailenin bir kısmı), Börekçiler ise hala burada yaşıyorlar.

Ayrancı’da çok az sayıda eski bağ evi ayakta kalabildi. Bunlardan birisi de Kuloğlu Sokak’ta sahibi olduğunuz Kınacızade bağ evi. Biraz bilgi verebilir misiniz ev hakkında?

Bazı çevrelerde 400 yıllık Rum konağı olduğu iddia edilen Kınacızade bağ evimizin, tahminen 1890-1900 yıllarında yapıldığını söylemişti babam. Vaktiyle Rum bir ailenin olduğu tahmin edilen bu bağ evini de sonrasında bizim ailemiz almış. Bizimkiler de diğer aileler gibi bu bağ evlerini belediyeden satın almışlar.

Bağ evlerine bahar aylarında gidilir, sonbahar ortalarına kadar kalınırdı. Ekim ayı gelip de havalar serinleyince özel mangal ocaklarımızı kullanırdık hem ısınır hem de mısır kestane közlerdik, soba teşkilatı yoktu evde. Bulvardaki evimizde yaşarken her yaz bağ evine giderdik, 1974 yılında bulvardan taşınıp Çankaya’ya göçünce bağ evine gitmez olduk ama 46 doğumlu olduğuma göre tam 28 yıl, her bahar eşyamızı doldurduğumuz kamyonun üstünde akrabalarla, çocuklarıyla güle oynaya bağdaki evimize gittiğimizi hatırlıyorum. Büyükler taksi ile giderdi, çoğu ailede olduğu gibi hususi arabamız yoktu. Tam bir şenlik olurdu bizim için.

Bağ evimizin suyunu yeni bağlamıştı belediye, ben 6 yaşıma geldiğimde. Zaten sık sık su kesintisi olurdu. O zamana kadar evler kendi suyunu karşılamak için farklı yöntemler geliştirmişti. Bahçenin dik olan üst tarafında içeri doğru kazılmış mahzen gibi galeriler vardı. Sular bu galerinin içerisinden sızarak önünde birikirdi, bizler sularımızı buradan temin ederdik. Belediye suyu gelmediğinde evdeki emme basma kollu tulumba ile suyu temin ederdik. Kuyu veya sarnıç yoktu buralarda, komşu evler hep mahzen benzeri bu galerilerden sızan suyu kullanırdı. Bizim bahçede birisi kuru ikisi yaş üç galeri vardı. Bir tek komşu amcamın evinde bir kuyu olduğunu hatırlıyorum. Ben 5-6 yaşlarında iken evin aşağı yamacındaki bir mahzenin yakınında da tokaç ve kil ile çamaşır yıkanırdı. Biz çocuklar da eğlencesine çamaşırları taşır, iplere asardık. Ben 6-8 yaşlarıma geldiğimde çamaşır makinası alındı, tokaç eğlencesi sona erdi.

Bağ evlerinde her cumartesi gecesi sıra gezilir, çilingir sofrası ve mükellef bir yemeğin ardından masalar kurulur tavla ve bezik seansları başlardı. Bu da bittiğinde, gece yarısı komşu amcalar ellerinde gaz lambası ya da mumlu fenerle evlerinin yolunu tutarlardı. Elektrikli fenerler daha sonraları çıktı.

Bizim evin alt katında (Kuloğlu Sokağa bakan tarafta) at ahırı vardı. Babam at binmeye meraklıydı. Sanırım 1952 yılı gibi Muhafız Alayı’nda bir süvari subayından Anglo-Arap cins 3-4 yaşında bir kısrak aldı. Pazar sabahları çıkar, 4-5 saat toprak bağ yollarında, sanırım Yıldız, Ahlatlıbel taraflarında bazen yalnız, bazen atçı arkadaşlarıyla at binerdi. O yıllarda Ankara’nın o taraflarında asfalt yol nadirattandı. Bir gün annem de heves edip binmiş ve gözümüzün önünde çok kötü düşmüştü. O olaydan sonra benim de gözüm korktu, hevesim kırıldı.

Önde, Şakir Kınacı ve Rıfat Börekçi konağın havuzbaşında

Ayrancı bağları nasıldı o tarihlerde?

Komşularımızın evleri de vardı etrafımızda. Yukarımızda Hamamcılar, Börekçiler; sağ tarafta babamın amcasının yani Mehmet Kınacı bağ evi vardı, belediye satın alıp restore etti. Cinnah tarafında Çubukçular, aşağıda Alemdar, Toygarlar… daha aşağıda Dökmeciler’in bağ evleri bulunurdu. Alemdar ve Toygarlar ile Turgut Güdüllüoğlu ailesinin bağ evleri üzerine sonradan Rus Elçiliği yapıldı. Portakal Çiçeği Vadisi’nde de bir takım bağ evleri vardı. Zengin Ermeni ve Rum ailelerin bağ evleri genelde Ayrancı ve Çankaya taraflarında bulunurdu. ‘Ayrancı bağları’ ve ‘Çankaya bağları’ diye anılırdı buralar. Çankaya bağları denen bölgede İnönülerin, Toygarların, Bulgurluzadelerin bağ evleri vardı. Çankaya Köşkü dediğimiz yer Bulgurluzadelerin eviydi zaten.

Evlerin bahçelerinde üzüm bağları dışında çeşitli meyve ağaçları da yetişirdi. Bunlardan toplanan fazla ürünler kışlık olarak değerlendirilirdi.

Ziya Kınacı, Halim Kütükçü, Bahri Kınacı, Mümtaz Ökmen ve ortada Nebahat Kınacı

“Hatırası var, yıkamam…”

Ayrancı’da, Cinnah Caddesi’nden başlayarak 1960’lı yıllarda binalar yapılmaya başlandı. 1970’lerde eski eserleri koruma yasası çıkarılması için hazırlıklar yapılırken pek çok bağ sahipleri evlerini yıktırıp apartman yaptılar veya müteahhitle anlaştılar ne yazık ki. Ankara’nın bağları ve bağ evleri o dönemde yok edildi. Tanıdıkları babamı uyarmışlar zamanında, “Hazim Bey, devlet bu bağ evlerini çevresiyle birlikte kısıtlayacak, tasarruf hakkımız elimizden alınacak” diye. Babam da “Hatırası var; havuz başında Atatürk ile babam Şakir Kınacı kahve içmişler. Bahçedeki çam ağaçlarını kendi ellerimle diktim, büyüttüm, şimdi kendi elimle yıkamam” der. Böylece evi muhafaza ettik.

Kınacı Ailesi’nin Ulus’tan Yenişehir’e taşınma süreci nasıl gelişti?

Ailem 1940 başlarında Ankara Kalesi’ndeki evimizi terk edip bulvarda yaptığımız evimize taşınmış. Ben 1946 yılında o evde doğdum. Eski evler 4 katlı etrafı bahçe içinde olan evlerdi. Öyle kocaman değillerdi. Arif Çubukçu’nun evi vardı bizden yukarıda, Meşrutiyet sapağını geçince üçüncü apartmanın yerindeydi evi. Emin Aktar’ın evi de onun biraz üzerindeydi. Doğan Börekçi’nin gümüş eşya satan çok güzel bir dükkanı vardı eskiden bulvar üzerinde. 1965 yıllarından sonra muhit tamamen değişti, iş yerleri çoğalmaya başlayınca 1974 yılında müteahhitte verip Çankaya’ya taşındık. Şimdi Engürü Pasajı’nın olduğu bina yapıldı bizim evin yerine.

Bağevi havuzbaşında annem ve babam

Kınacızade bağ evi bir ara ünlü bir restoran olmuştu. Sonra ne oldu?

Erol bey, bizim evi kiralayıp Mangal Restoran’ı açmıştı ama bir süre sonra devredip Amerika’ya gitmek zorunda kaldı. Devrettiği garsonu da onun gibi iyi çalıştıramadığı için kayınbiraderine devrettiyse de bir yıl sonra ondan alan avukat da yine işletemedi. Sonra da boş kaldı ev 1997-98’den beri giderek harabeye dönüştü, hırsızlar malzemelerini çaldılar. Hatta bir ara izinsiz kalanların yaktığı ateş nedeniyle ev yangın tehlikesi geçirdi. Evimizi Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devretmek için pek çok kez yazıştım ama olumlu cevap alamadım. Bunun üzerine açtığım ilk dava, bakanlığın yeterli ödenekleri olmadığı gerekçesiyle reddedilmişti. Aradan geçen üç, dört yıl sonra tekrar açtığımız ikinci kamulaştırma davasını ise kazandık. Bakanlığın burayı kamulaştırarak aslına uygun bir şekilde restore etmesini bekliyoruz. Ayrancı, restore edilerek yeniden kazanılmış üçüncü bağ evine sahip olacak inşallah. 

Kent kültürünün simgeleri

Şakir Bey’in anlattıkları bizi Ankara’nın kaybolan kültürüne götürüyor… Kentin bağlarında, çayırlarında şimdilerde apartmanların yükseldiğini, betona bulanmış tepelerin çok değil iki nesil öncesine kadar doğanın bir parçası olduğunu bilmek çok düşündürücü. Kentimizi ranta teslim etmenin bedeli bu olsa gerek. Kent kültürünü gözeten, insanca yaşamın sürebileceği planlamaların yapılmaması veya tercih edilmemesi yaşadığımız kentleri hızla kültüründen koparıyor. Her şeye rağmen bize o güzel kentlerin var olduğunu hatırlatan bağ evlerinin kıymeti ise paha biçilmez. Tarihimize, kültürümüze ait bu evleri günümüze kadar yaşatan bu değerli ailelere şükranlarımızı sunuyoruz…