Yapay zekaya Ayrancı’yı sorduk, cevapları Ayrancım Gazetesi’nden aldı

Merak edip yapay zekaya sorduk: Yukarı Ayrancı ve Aşağı Ayrancı’nın mahalle kültürü, komşuluk ilişkileri, tarihi ve mimari dokusu, yaşayan ve yaşamış ünlüleri ile ilgili olarak bizlere neler fısıldayacaksınız?  

Tarihî gelişim ve semt yapısı

İlçede 1960’lardan önce daha çok bağ evleri ve geniş bahçeli müstakil yapılar vardı. İlk yerleşenlerin anlattığına göre 1960’larda semtin yolları çamurluyken yeni taşınan aileler arasında sıcak komşuluk ilişkileri gelişiyor, zaman zaman bağ evlerinden misafirlere ayran ikramı bile geleneğe dönüşüyordu. Bu samimi ortam, semte “Ayrancı” adının verilmesinin efsanevi kökeni olarak anlatılır. 

1966’da onaylanan imar planı ile bölge hızla kentleşti, önce Güvenlik Caddesi asfaltlandı, daha sonra ızgara planına uygun yeni sokaklar açıldı ve çok katlı apartmanlar inşa edildi.  Bugün Aşağı Ayrancı’da Atatürk Bulvarı ve Güvenlik Caddesi gibi geniş arterler semti kucaklarken, ara sokaklar genellikle ızgara desenli ve kısa mesafelidir. Yukarı Ayrancı’da Hoşdere Caddesi-Dikmen Caddesi arası daha engebeli, yokuşlu bir dokuyu korur; sakinlerinin çoğunluğu emekli veya orta-üst sınıf ailelerdir. Semtin genel mimarî dokusu 1960–70’lerden kalma dört-beş katlı betonarme apartmanlar ile yenileme binalarından oluşur. Yıllar içinde yapılan bazı kentsel dönüşüm projeleri semtin orijinal dokusunu değiştirmiştir. 

Ayrancı, komşuluk bağlarına büyük önem veren bir semttir. 

Yerel tarih anlatımları semtin ilk sakinleri arasında bağ evi komşularının birbirine karşı fedakârlık ve yardımseverlik içerdiğini vurgular: Ağustos’un sıcak günlerinde bağlardan su isteyenlere ayran ikram etmek bile gelenek hâline gelmiştir. Semtin güncel toplumsal yapısında da komşuluk hukuku temel kabul edilir. Ayrancı’da “komşuluk ve mahalle hukuku” adeta bir anayasa kıymetindedir; 2021’de kurulan Ayrancı Semt Meclisi açılışında Ali Necati Koçak, “Ayrancı Semt Meclisi, burada bulunan herkestir. Bizim için en temel anayasa komşuluk ve mahalle hukukudur.” sözleriyle bu anlayışı vurgulamıştır. Bu kültüre uygun olarak semt dayanışması canlandırılmıştır. 2019’da kurulan Ayrancım Derneği’nin amacı, “Ayrancı semtinde kent yaşamı ve kültürünü geliştirmek ve dayanışmayı sağlamak” olarak belirlenmiştir. Dernek ve semt meclisi çatısı altında mahallelinin bir araya gelmesi teşvik edilir. Örneğin Ayrancı Mahalle Bostanı gibi projeler; semte sevdalı gönüllülerin bir araya gelip betonlaşmaya karşı mücadele, yeşili çoğaltma ve dayanışma ortamı yaratma arayışının sonucudur. Ayrıca her yıl düzenlenen Ayrancı Festivali (örneğin Ekim 2023’te Cumhuriyet’in 100. yılı etkinliği kapsamında) mahallelilerin ücretsiz kültürel etkinliklerde buluştuğu bir buluşma noktasıdır. Tüm bu çabalar, semti “katılımcı, demokratik ve çağdaş komşuluk bilinciyle yaşayan” bir yerleşim haline getirmeyi hedefler. Nitekim dernek vizyonunda Ayrancı sakinlerinin “eğitim düzeyi yüksek, sorunların farkında, komşularına hoşgörülü ve saygılı bireylerden” oluştuğu belirtilir. 

Ayrancı’nın cazibe noktaları

Ayrancı’nın önemli simge ve parkları çevresiyle bağ kurar. Cemal Süreya Parkı (eski adı Ayrancı Parkı), Atatürk Bulvarı ile Dikmen Caddesi kesişimindeki 9.000 m’’lik bir parktır. 1978’de inşa edilmiş, 1991’de ünlü şair Cemal Süreya’nın adını almıştır. Parkta özgün ahşap oyun alanları, koşu parkuru, mini futbol-basketbol sahaları ve piknik alanları gibi çok sayıda sosyal donatılar bulunur. Bu park, hem mahallelinin buluşma mekânı hem de çocuk oyun alanı olarak semtin en önemli yeşil alanlarından biridir.

Aşağı Ayrancı’nın diğer kapılarından biri Şili Meydanı–Kuveyt Caddesi kesişimidir. Burası, Adile Naşit Parkı’ndan başlayarak Kuğulu Park’a uzanan güzergâh üzerindedir ve semte giriş noktasıdır. Burada Afet İnan Parkı (Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan anısına düzenlenmiş bir park) ile eski Başbakan Adnan Menderes’in Ankara Köşkü gibi tarihî yapılar bulunur. Şili Meydanı’ndan şehrin ışıkları eşliğinde Sheraton Otel görülür; Akşamları bu bölge Ankara’da ayrıcalıklı, dinlendirici manzaralar sunduğu için “Aşağı Ayrancı’nın gerilimleri söküp atan büyülü giriş kapısı” olarak betimlenmiştir. Bunun dışında semt içinde küçük çocuk parkları, camiler ve Çankaya’nın genel planlama mirası (eski Jansen planı koridorları) görülür. 

Ayrancı, “Atatürk’ün yaşadığı Çankaya’nın merkez kapısı” sayılır.

Ayrancı’nın Atatürk ile ilgili doğrudan semt anısı pek az olmakla birlikte, semtin Cumhuriyet öncesi–sonrası planlaması Atatürk vizyonunu yansıtır. Atatürk’ün evi sayılan Çankaya Köşkü’ne yakınlığı, semti onun “çağdaş cumhuriyet kapısı” olarak sembolleştirir. Gerçekten de Ayrancı’nın giriş yolları Atatürk’ün planladığı bahçe şehir düzenine paralel olarak uzanır. Ayrıca semtte Atatürk Bulvarı gibi sokak adları ve Afet İnan Parkı gibi adlandırmalar Atatürk ve Cumhuriyet anılarını yaşatır. 

Ünlü şahsiyetler

Ayrancı’nın geçmişinde ve bugününde bazı kültür insanları ile sanatçılar semtle anılır:

Ulus Baker (1949–2007): Kıbrıslı Türk sosyolog, yazar ve ODTÜ öğretim üyesiydi.

Sadi Hoşses (1916–1994): Türk sanat müziği bestecisi. 

Ziya Taşkent (1913–1999): Sanat müziği bestecisi. 

Ahmet Sezai Günışıldar (1910–1995): Uzun yıllar görev yapan Ayrancı mahallesi muhtarı.

Bu isimler, semte duyulan aidiyeti ve mahalle kültürünü yüceltir. Ayrancı’da bugün de kendini bu gelenekten sayan yazarlar, şairler ve düşünürler iklimi sürmektedir. (Örneğin, semt gazetesi Ayrancım’da yayınlanan anılar ve söyleşilerde semt kültürü hep canlı tutulmaktadır.

Ayrancı’da mahalle dayanışması güncelliğini koruyor. 

2020’lerin başında kurulan Ayrancım Derneği, semt sorunlarına kolektif çözüm aramaktadır. Örneğin Aralık 2023’te düzenlenen bir etkinlikte, emekli yargıç Bülent Seyitdanlıoğlu ve hukukçular semt sakini, rezidans tipi yapılaşmanın mahallenin dokusuna aykırı olduğu uyarısını yaptılar. Konuşmacılar, “Ayrancı’da 1930’lardan beri oluşan bir kent ruhunu büyük sermayeye teslim etmek istiyorlar” diyerek kentsel dönüşüme karşı çıkmayı önerdiler. Yurttaşlar şimdiye dek tek tek apartman yıkımlarıyla yenileme örneklerini tartışıyor, yeni projelere tepki gösteriyor; semt avukatları ve mühendisleri süreci izliyor. Bu mücadele, uygun ölçekli, çevreye duyarlı imar talebini ve semtlinin karar süreçlerine katılım hakkını gündeme getiriyor.

Diğer taraftan semt dayanışması güçlü kurumlarla da sürüyor. Çankaya Belediyesi’nin park ve altyapı yatırımları semti canlandırırken, Ayrancı sakinleri kendi örgütleri üzerinden kültür ve eğitim etkinlikleri düzenliyor. Örneğin bu dernek, belediye ve yerel meclis işbirliğiyle eşitlikçi kararlar için ağ oluşturuyor. Semtte esnaf-konut komşuluğu da işliyor; mahallede birkaç kuşaktır bakkalı, kahvecisiyle insanları tanışıklık çerçevesinde ilişkiler sürdürmektedir.

Yukarı ve Aşağı Ayrancı hem köklü komşuluk geleneğini hem de modern kent sorunlarıyla dayanışmayı bir arada taşıyan bir semttir. Mahalle kültürü “komşuluk ve mahalle hukuku” ilkeleriyle tanımlanır. Sokağına giren her insan, bir gün semt dayanışmasının bir parçası olabileceğini hisseder. Kaynaklarımız, semt sakinlerinin bu özelliğini öne çıkarır: Ayrancı, “mahalle sakinlerinin katılımcı, demokratik ve çağdaş komşuluk bilinciyle yaşadığı” bir model semt olarak tanımlanmıştır.

Çalışmanın başlıca kaynakları arasında ayrancim.org.tr, muhtar ve mahalle sakinleriyle yapılan söyleşiler, Çankaya Belediyesi’nin resmî sitesi (cankaya.bel.tr) ile bazı haber mecraları (haber.sol.org.tr) yer almaktadır.

Ayrancı’nın görsel hafızası: Cepheler, renkler, sokak estetiği

Şehir plancısı gözüyle Ayrancı sokaklarının morfolojisi 

Ayrancı’da yürümek, yalnızca bir semtten geçmek değil, adeta geçmişin bugüne nasıl sızdığını her sokakta, her pencere detayında gözlemlemenin mümkün olduğu bir zaman tünelinden geçmek gibidir. Bir şehir plancısının gözünden bakıldığında, Ayrancı’nın sokak dokusu, Ankara’nın erken Cumhuriyet döneminden bugüne kadar gelen planlı mahalle anlayışının nadir örneklerinden biridir. Bu semtin fiziksel kurgusu, simetrik yerleşimleri, yapı adalarının düzeni, geniş kaldırımları ve ön bahçeleriyle insan ölçeğinde bir hava kazandırır. Ancak bu düzen tek başına estetik yaratmaz; Ayrancı’yı asıl özel kılan, bu kurguya eşlik eden “cephe dili “dir. Bu cepheler, mahallelinin belleğini taşıyan katmanlı birer anlatı niteliğindedir. 

Ayrancı’nın görsel kimliğini oluşturan temel unsurlar:

Mimari dönem ve karakteristikleri:

1950’lerden 1980’lere uzanan yapılaşma döneminde inşa edilen apartmanlar, mahalleye kendine özgü bir sadelik ve zarafet katmıştır. Bu yapıların cepheleri genellikle pastel tonlara boyanmış, belirgin çıkmaları, mozaik yüzeyleri ve geniş balkonlarıyla dikkat çeker. Bu mimari sadelik, abartısız ama karakterli bir yaşamı simgeler. Bu apartmanlar, bir dönemin konut politikalarının, toplumsal beklentilerinin ve tasarım anlayışının izdüşümüdür. Modernist ilkelerin Ankara’ya yerleşme çabası, Ayrancı’nın sokaklarında okunur. O dönem, nüfusun artmasıyla birlikte apartmanlaşma ihtiyacı doğmuş, ancak bu yeni yapılanmalar kimliksizleştirme yerine bir estetik çizgi tutturmayı başarmıştır.

Sokaklardan bir kare: Ayrancı’nın estetik hafızası

Yer: Gülden Sokak, Ayrancı, Çankaya / Ankara Fotoğraf: Kendi arşivimden, Temmuz 2025 

Gülden Sokak’ta yer alan bu apartmanlar, 1980’ler öncesine tarihlenen sade cephe kurgularıyla gösterişten uzak cepheleriyle zamana karşı dirençli bir sadelik taşırken cephelerde keskin süslemelerden uzak, net çizgiler hâkim. Açık renk sıvalar, düz hatlı balkonlar ve ahşap detaylar ve köşe balkonlar, mimariye sıcaklık katarken dönemin kent konut tipolojisini yansıtıyor. Zemin seviyesinde yoğun bitki örtüsü ve sarmaşıklarla örtülü girişler, sokakla yapı arasında doğal bir geçiş hissi veriyor. Apartmanlar, zamansız bir uyum içinde birbirine yaslanarak hem mahremiyeti hem de kentli komşuluğunu taşıyan bir dil kuruyor.

Yer: Güvenlik Caddesi ile Cinnah Caddesi arasında, Ayrancı, Çankaya / Ankara Fotoğraf: Kendi arşivimden, Temmuz 2025 

1970’li yıllarda inşa edildiği tahmin edilen bu apartmanlar, Ayrancı’nın dar sokaklarında kendine özgü bir sessizlikle varlığını sürdürüyor. Zemin kat hizasındaki mozaik kaplamalar, yatay bantlarla vurgulanan pencere çizgileri ve sade balkon düzeni, dönemin modernleşme arzusunu mütevazı bir şekilde yansıtıyor. Ön cephelerdeki asma çiçekler, mahallelinin yaşanmışlıklarını bugüne taşıyor. Bu yapılar, Ayrancı’da mimari sürekliliğin ve gündelik yaşamın izlerini birlikte taşıyan sessiz bir tanık.

Özgün detaylar ve renk paleti: 

Birçok sokakta, hala ilk günkü gibi duran merdivenli girişler, eski tip ahşap pencere doğramaları ve sarkan saksılarla dolu balkonlar görmek mümkündür. Bu unsurlar, sadece bir mimari özellik değil; aynı zamanda mahallelinin yaşama biçiminin dışavurumudur. Ayrancı’nın sokakları, gösterişsiz ama estetik açıdan bütüncül bir anlayışı taşır. Bu sadelik, dikkatli bakıldığında oldukça güçlü bir görsel hafıza oluşturur. Bahçelievler Caddesi’ne paralel uzanan küçük sokaklarda, özgün merdivenli girişleri, demir ferforje korkulukları ve çiçeklerle bezenmiş balkonlarıyla birçok yapı hala geçmişin izlerini taşımaktadır. Bu alanlar hem mimari mirasın hem de kolektif hatıranın canlı kalabildiği nadir yerler arasındadır. 

Köşe parsellerdeki çıkmalı balkonlar, mozaik panolar ve ferforje merdiven korkulukları, birer görsel hafıza noktası gibi işlev görür ve geçmişe açılan pencereler gibidir. Bu tür detaylar, sadece nostaljik değil, aynı zamanda yerle kurulan aidiyet ilişkisinin fiziksel karşılıklarıdır.

Ayrancı’nın renk paleti de bu bütüncül estetiği tamamlar: Soluk pembe, bej, fildişi, toprak rengi ve mint yeşili gibi tonlar, mahalle kimliğinin temel taşlarıdır.

Komşuluk kültürünün fiziksel izleri

Ayrancı’nın yapı dili yalnızca görsel bir düzen sunmaz, aynı zamanda sosyal ilişkilerin de mekânsal zeminini oluşturur. Ortak bahçeler, içe dönük balkonlar ve sokakla temas hâlindeki pencereler; mahallede komşuluk ilişkilerinin nasıl kurulduğuna dair ipuçları verir. Bugünün güvenlikli siteleriyle karşılaştırıldığında, Ayrancı’nın açık ve geçirgen mekânsal kurgusu, insanı içine alan bir aidiyet duygusu yaratır. Bu da onu yalnızca bir yerleşim alanı değil, aynı zamanda yaşayan bir sosyolojik organizma hâline getirir.

Görsel bütünlüğe yönelik tehditler:

Son yıllarda yapılan cephe yenilemeleri, Ayrancı’nın bu görsel bütünlüğünü tehdit etmeye başlamıştır. Parlak renkli sıvalar, alüminyum paneller ve cepheye uyumsuz PVC doğramalar; mahalle silüetinin dengesini bozmaktadır. Bu tür müdahaleler yalnızca görüntüyü değil, Ayrancı’nın ruhunu da zedelemektedir. Malzeme ve renk seçimleri çoğu zaman ticari kaygılarla, bağlamdan kopuk biçimde uygulanmaktadır. Bu durum, sokaklar arasındaki estetik sürekliliği bozmakta ve Ayrancı’nın görsel hafızasını parçalamaktadır.

Üstelik bu tür müdahaleler, sokaklar arasında var olan estetik sürekliliği de kesintiye uğratıyor. Ayrancı gibi dokusu güçlü mahallelerde bu tür dönüşümler, kolektif hafızayı da silmeye başlıyor. Bir binanın cephesi değiştiğinde, sadece bir boya sürülmüş olmuyor; o binanın geçmişi, anlamı ve kimliği de kaybolabiliyor.

Peki çözüm ne olabilir?

Bu özgün yapısal kimliği korumak için yalnızca teknik rehberler yeterli olmayabilir. Mahalleliyle birlikte karar verilen, katılımcı planlama süreçleri gereklidir.

Ayrancı’nın görsel hafızasını korumak için bir mahalle cephe rehberi hazırlanabilir. Bu rehber, bölgede kullanılabilecek uygun malzeme ve renk paletlerini tanımlar. Örneğin açık pembe, bej, mint yeşili gibi mahalleyle özdeşleşmiş tonlar önerilebilir. Ferforje korkuluklar, mozaik panolar ve çıkmalı balkonlar gibi unsurlar korunarak ya da yeniden tasarlanarak uygulanabilir. Bu, mahalledeki yeni müdahalelerin de geçmişle uyumlu olmasını sağlar.

Buradaki görsel miras, koruma bilinciyle yaşatılırsa hem bugünün hem de geleceğin Ayrancısı daha yaşanabilir ve anlamlı olacaktır. Mekân, aidiyetin oluşmasında bir araç değil, doğrudan bir aktördür. İşte bu nedenle, bugünkü kentsel dönüşüm tehditleri karşısında Ayrancı’nın sessiz zarafetini korumak, yalnızca geçmişe değil geleceğe de bir sorumluluktur. Böylece Ayrancı, geçmişin gölgesinde değil; onun ışığında yeniden şekillenebilir.

Kimliği meçhul, eseri meşhur!


Ünlü sokak sanatçısı Ememem Çankaya sokaklarından geçti. Gözler kimliğini gizli tutan diğer sokak sanatçılarına çevrildi.

Kafayı şehrin çatlaklarına takmış bir sanatçı: Ememem

Fransız Kültür Merkezi’nin daveti ve Çankaya Belediyesi işbirliği ile Ankara’ya gelen ünlü sokak sanatçısı Ememem, 23-30 Haziran 2025 tarihleri arasında Çankaya sokaklarını enstalasyon çalışmalarıyla renklendirdi. 

Flacking Art yani “çatlakları iyileştirme sanatı” adını verdiği mozaik yerleştirmeleri için ilk çalışmasını Paris Caddesi ile Yazanlar Sokağı kesişiminde gerçekleştiren sanatçıya Çankaya Belediye Başkanı Hüseyin Can Güner ve Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Isabelle Dumont eşlik etti.

Çankaya’da çatlaklar neredeydi?

Çankaya’daki ilk “flack” Paris Caddesi ile Yazanlar Sokak köşesinde, Fransa Büyükelçiliği’nin hemen yanında yapıldı. Sanatçı ayrıca Kuğulu Park çevresinde, Tunalı Hilmi Caddesi’nde ve Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi önünde toplam beş mozaik enstalasyonu gerçekleştirdi.

Nasıl yapıldı?

Keşif turu: Önce çatlaklı kaldırım taşlarını bulup haritalandı, ölçümleri alındı.

Atölye zamanı: Doğan Taşdelen Sanat Merkezi’nde vatandaşların izleyebileceği şekilde tasarım atölyesi düzenlendi.

Mozaik montajı: Hazırlanan seramik paneller özel olarak çatlaklara yerleştirildi, böylece çatlaklar hem onarıldı hem sanatla buluştu. Geri dönüşümlü parçalar, renkli cam kırıkları ve seramik mozaiklerden oluşan malzemeler ise hem estetik hem çevreci bir dokunuşu yansıtmakta.

Ememem kimdir?

2016 yılından beri bozuk kaldırımları yenileyen anonim sokak sanatçısı Ememem, asfaltın çocuğu olarak da adlandırılıyor. Kendisini “bozuk bir kaldırımda doğdum” şeklinde tanıtan sanatçı, eserlerini ya gece karanlığında ya da bir sanat etkinliği sırasında bir anda üretiyor.

Ememem, sanatçının gerçek adı değil mahlas olarak kullanıyor. Sanatçının basit ancak etkili malzeme kullanımı, dünyanın farklı bölgelerindeki birçok sanatçı tarafından benimsenmiş; böylece ‘flacking‘ terimi, kaldırım ve kent yüzeylerindeki çatlakları onaran bu özgün sokak sanatı pratiğini tanımlamak üzere yaygınlık kazanmıştır.

Ememem, eserlerini Fransızca flaque (pansuman) kelimesinden türettiği ‘flacks’ (kaldırım pansumanı) olarak adlandırmaktadır. Bu eserler, kamusal alanlarda bulunan çukur ve çatlaklara özel olarak yerleştirilen seramik karolar ve mozaiklerden oluşmaktadır. 2016’dan bu yana 400 çalışmadan oluşan bir koleksiyona imza atan Ememem uluslararası basında düzenli olarak yer bulmaktadır.

Sanatçının çalışmaları ağırlıklı olarak doğup büyüdüğü Lyon kentinde konumlanmakla birlikte; pek çok Avrupa şehrinde ve Chicago ve New York gibi ABD şehirlerinin sokaklarında da görülebilmektedir.

İlk çalışması nasıl ortaya çıktı?

Çatlağa baktım, o da bana baktı… Ve bir şey oldu.”

Ememem bir röportajda ilk çalışmasının ilhamını şöyle anlatıyor: “Bir yaz günü, Lyon’da bir sokakta bir çatlak görmüştüm, biraz boş ve hayalperest bir anımdı. Ve işte o anda bir yara gibi görünen bu çatlağı bir mozaikle iyileştirme fikri aklıma geldi. Hemen ertesi gün yerel basın bunu haber yaptı ve flacking doğdu. Flacking’i ben bulmadım, o beni buldu.

Ememem, sokak sanatçılarının “eserini bırakır, izini bırakmaz” kuralına uygun olarak ilk çalışmasını bitirdikten sonra oradan uzaklaştığını anlatıyor. Ertesi sabah, çalışma yoldan geçenlerin ilgisini çekmiş. Çevre esnafı o minik mozaik yamanın çevresine çiçek koymuşlar. Kimi çocuklar üstünde zıplamış.

İlk flack’ten sonra işler hızla gelişir. Ememem, her gece çantasına birkaç mozaik alıp dışarı çıkmaya başlar. Her bir flack, yeni bir şehir hikâyesi olur. Bugün hâlâ Lyon’daki o ilk flack’in yeri tam olarak bilinmiyor. Çünkü Ememem eserlerini imzalamıyor, işaretlemiyor, harita bile yapmıyor. Ona göre önemli olan nerede olduğu değil, ne hissettirdiği. Mozaiklere ve el işçiliğine olan hâkimiyeti nedeniyle Ememem’in 2016 öncesinde seramik ya da dekorasyon ustası olduğu düşünülüyor. 

Çatlaklardan ilhamla sanat yapmak kulağa absürt gelebilir ama Ememem diyor ki: “Çukur beni seçti!” Bir nevi kaldırımın romantizmi. Gece gizlice işi tamamlamayı seviyor: “Biz izin almıyoruz, çünkü sokaklar hepimize ait” diyor. Tıpkı graffiti gibi ama zarif mozaiklerle çalışıyor. Ankara’yı yeniden renklendirirken “Ankara gri bir şehir değil, içindeki geleneksel motiflerle ve ışıkla dolu bir şehir” diye esprili bir yorum yapıyor.

Ememem’in çalışmalarından örnekler

1. Lyon (Fransa) – Flack’in doğduğu yer

Ememem’in hikâyesi Lyon’un kaldırımlarında başladı. İlk eserlerini kendi yaşadığı sokaklardaki çatlaklarda yaptı. Renkli geometrik mozaikler, bazen retro karo desenleriyle, bazen çağdaş dokularla sokakları renklendirdi.

Lyon (Fransa)

2. Paris (Fransa) – Sanat galerisi gibi kaldırımlar

2019’da Paris sokaklarında ortaya çıkan ‘flack’ler daha soyut ve kimi zaman optik illüzyon içeren desenlerden oluşuyordu. Kimi çalışmaları Louis Vuitton Vakfı gibi sanatı destekleyen kurumların ilgisini çekti.

Paris (Fransa)

3. Barselona (İspanya) – Gaudí’ye selam çakıldı

2021 yılında Barcelona’da yaptığı çalışmalar, Gaudí’nin mozaik estetiğine göndermeler içeriyordu. Flack’lerin bazıları dalgalı formlar ve canlı Akdeniz renkleriyle dikkat çekti. Ememem’in ifadesiyle: “Sanki çatlağın altından Akdeniz çıkacak gibi.”

Barselona (İspanya)

4. Torino ve Milano (İtalya) – Estetik onarım

Kuzey İtalya’da, özellikle Torino’da eski kaldırımlarda geometrik desenli “onarım sanatı” dikkat çekti. İtalyan karo desenlerinden ilhamla, klasik ile modern harmanlanan çalışmalar ortaya çıktı.

Torino ve Milano (İtalya)

Anonimlik sokak sanatında neden yaygın?

Sokak sanatı, doğası gereği kamusal alanla iç içe ve genellikle “izinsiz” yapılıyor. Bu durum anonimliği sadece estetik değil, işlevsel bir tercih haline getiriyor.

Yasal riskler

Duvara mozaik yapıştırmak bile teknik olarak “müdahale” sayılıyor ve yasak.

Banksy örneğinde olduğu gibi politik mesajlar nedeniyle ceza alma riski yüksek. Bu nedenle Anonimlik = Koruma kalkanı denebilir.

Sanattan çok mesaj öne çıksın

Ememem, Banksy gibi sanatçılar kimliklerini geri plana atıyor çünkü: “Ben değil, yaptığım iş konuşulsun” istiyorlar.

Gizem etkisi

İnsanlar gizemli olanı daha çok merak ediyor. “Acaba kim bu?” sorusu, sanatı viral hale getiriyor.

Kolektif alan, kolektif sanat

Sokak sanatı bazen “ben yaptım” değil, “biz hissettik” demek ister. O nedenle anonimlik, egonun önüne geçer.

Sürpriz unsuru

Anonimlik sayesinde her yeni iş bir “sürpriz” olur. Bugün bir çatlak mozaik, yarın bir kanal üstünde dev bir optik yanılsama ile karşılaşabilirsiniz

Sokak sanatı neden gizliliği tercih ediyor?

Ememem gibi kimliğini gizli tutan pek çok ünlü sokak sanatçısı var. Anonimlik, özellikle sokak sanatı gibi “kamusal alana müdahale” içeren disiplinlerde hem bir güvenlik önlemi hem de bir estetik tercih olabiliyor. İşte bu gizemli sanatçılardan bazıları:

1. Banksy  (İngiltere) – Anonimliğin İkonu

2000’lerden beri medyanın kim olduğunu bulma çabaları sürüyor ama hâlâ kesin bir bilgi yok. Sanatı genellikle izinsiz yapıyor. Politik mesajları nedeniyle kimliğini saklıyor. Stili, şablon (stencil) grafiti, politik eleştiri.

Banksy  (İngiltere)

2. Invader (Fransa) – Piksel Sokak Savaşçısı

Kimliği bilinmiyor. 100’den fazla şehirde “işgal” yaparak iz bıraktı. Stili 8-bit tarzı mozaikler; genellikle retro video oyun karakterleri.

Invader (Fransa)

3. JR (Fransa) – Siyah-Beyaz Portrelerin Ustası

Louvre’nun cam piramidini dev bir optik illüzyona çevirdi. Kimliği kısmen biliniyor ama yüzünü göstermiyor, hep şapka ve güneş gözlüğüyle.

Stili, sosyal projelerle entegre dev siyah-beyaz portreler.

JR (Fransa)

4. Blek le Rat (Fransa) – Stencil Sanatının Dedesi

Banksy için “Ben olmasaydım, Banksy olmazdı” demiştir. İlk yıllarda anonimken daha sonra kimliğini açıkladı, ama hâlâ yer yer gizli çalışıyor. Stili, şablon grafiti, özellikle sıçan temaları.

Blek le Rat (Fransa)

5. 1010 (Almanya) – Optik İllüzyonlar

Dijital sanatı fiziksel yüzeylere taşıyor. Hâlâ kim olduğu bilinmiyor. Stili, duvarda sanki içine düşeceğin bir delik varmış gibi görünen 3D efektli soyut çalışmaları.

1010 (Almanya)

Komşuluk kadar sıcak, ahşap kadar sağlam Tahtadan Tükkan

Ayrancı’nın Kırkpınar Sokağı’nda, dışarıdan bakıldığında sade görünen ama içine adım attığınız anda sizi zamanın gerisine taşıyan bir marangoz atölyesi var: “Tahtadan Tükkan”. Bu küçük ama derin hikâyeli dükkânın ustası Serkan Bey, ahşapla kurduğu ilişkiyi yalnızca bir meslek üzerinden değil, yaşamın bir parçası olarak tanımlıyor. Ahşap yolculuğu, 2012 yılında bir hobi olarak başlamış ama zamanla tutkuya dönüşmüş. Ankara Kalesi’nde küçük bir atölyede, birkaç el aletiyle oyma işleri yaparak başlayan bu serüven, zamanla profesyonelleşmiş. Öncesinde bir şirketin yöneticiliğini yapan Serkan Usta, masa başı işini bırakıp tamamen ahşaba yönelmiş.

İlk yıllarda Ankara Kalesi’nde küçük bir atölyede başlayan bu hikâye, zamanla Seyranbağları’na, ardından Birlik Mahallesi’ne taşınmış. Son iki yıldır ise dükkan, Ayrancı’da mahalleye kök salmış durumda. Ayrancının mahalle kültürünü hâlâ yaşatan semtlerden biri olması, burada yaşayan insanların mobilyaya olan ilgisi ve özellikle eski eşyalarla vedalaşmak istememeleri, bu tercihi değerli kılıyor. Burada yaşayan eski diplomatlar, bürokratlar ve kuşaklardır aynı eşyalarla yaşayan mahalle sakinleri sayesinde, tamir ve restorasyon işleri değer kazanıyor.

Tahtadan Tükkan’da yapılan işler modern marangozhanelerden oldukça farklı. Serkan usta, suntadan ya da MDF’den yapılmış işlerle ilgilenmiyor. Onun asıl meselesi, masif ahşap. Doğal haliyle, boyasız, kimyasalsız ahşapla çalışmayı tercih ediyor. Yüz yıllık tekniklerle, kök boya ve gomalak cila gibi geleneksel yöntemlerle, eski ustaların izinden gidiyor. Bu sayede hem malzeme hem işçilik doğal kalıyor, ahşabın kendi karakteri bozulmadan yaşatılıyor. Zira usta için ahşap, hâlâ yaşayan bir varlık. Mevsime göre çalışan, nem tutan, esneyen bu malzeme, doğayla bağını koparmamış bir ustalık alanı sunuyor.

2018’den beri ağırlıklı olarak antika mobilya restorasyonuna yönelen atölyede, mobilyalar sadece onarılmıyor; geçmişleriyle birlikte korunuyor. Bir gardırop düşünün: 1950’lerden kalma, sahibinin memuriyeti boyunca 40’a yakın yer değiştirmiş ama hâlâ sapasağlam ayakta. Böyle bir eşyayı dönüştürmek, yalnızca marangozluk değil, tarih bilinci de gerektiriyor. Serkan usta, bu tür işlerde orijinal yapıya mümkün olduğunca sadık kalmaya dikkat ediyor. Restorasyon sırasında eski ustanın tekniğine saygı gösteriliyor, bu da işin hem maddi hem manevi değerini artırıyor.

Salgınla birlikte insanların el emeğine olan ilgisi de artmış, eve kapanılan dönemde, birçok kişi kendi elleriyle bir şeyler üretmenin kıymetini fark etmiş durumda. Usta, atölyesinde çeşitli müdavimleri ağırlıyor. ODTÜ’de mimarlık okuyan bir öğrenci gelip çalışmak istiyor, bir dövme sanatçısı oyma işlerine merak salıyor, emekli bir hanımefendi tamirat deniyor. Kimi sadece zımpara yapıyor, kimi kafasını dağıtıyor. Bu atölye, ustanın deyimiyle zamanla bir terapi mekânına dönüşüyor. İçeri giren herkesin bir şekilde kendinden bir şey bulduğu, sabrı, emeği, üretmenin dinginliğini deneyimlediği bir alan oluyor.

Mahalleliyle kurulan ilişki ise işin belki de en güzel yanı. Usta, Emek Mahallesi’nde büyümüş biri olarak komşuluk kültürüne yabancı değil. Sandalyenin kırık bacağı, çıkmış gardırop kapağı gibi basit işleri çoğu zaman ücret almadan yapıyor. Çünkü bu onun için meslekten öte bir şey. Bir mahalleli, bir komşu olarak işini yapıyor. Böylece Ayrancı’da hem işini hem yerini bulan bir marangoz olarak, mahalleyle arasında sıcak bir bağ kuruyor.

Gençlere bu mesleği önerip önermediği sorulduğunda ise yanıtı net: “Türkiye’de ekonomik anlamda çok verimli olmasa da Avrupa’da el işçiliği çok kıymetli. Ama işin manevi yönü bambaşka. Sabır, emek, dikkat ve özveri isteyen marangozluk, hem bedeni hem zihni terbiye eden bir uğraş.” Usta, eski ahilik geleneğinden örnek veriyor: “Bir çocuğun marangoz olup olamayacağını anlamak için eline zımpara verirlermiş. Sekiz saat aynı yüzeyi zımparalayabilecek kadar sabırlıysa, devam ettirilirmiş.” Marangozluk böyle bir sabır ve sebat işi. Elinizin değdiği şey size ait oluyor. Usta, başladığı günden bu yana kimseye hediye almadığını, hep kendi elleriyle bir şeyler yapıp verdiğini söylüyor. Bu da bu işin getirdiği başka bir tatmin.

Ahşapla en çok bağ kurduğu malzeme ise ceviz. Ceviz, deseninin güzelliği, sağlamlığı ve çalışma keyfi açısından ustanın favorisi. “Delikanlı ağaç” diyor kendi ustası zamanında, çünkü ne kadar oyarsan o kadar karşılık veriyor. Gürgen de benzer nitelikte ve daha ekonomik. Her iki ağaç da uzun ömürlü ve sağlam malzeme olarak öne çıkıyor.

Mobilya üretiminde ahşabın doğru kullanımı da önemli. Yaş ağaçla yapılan işler kısa sürede çatlıyor, bozuluyor. Bu nedenle kesilen ağacın en az iki yıl uygun koşullarda kurutulması gerekiyor. Türkiye’de bu süreçler çoğunlukla Orman Genel Müdürlüğü denetiminde yürütülüyor. Bazı ağaç türleri endüstriyel olarak yetiştiriliyor, özellikle kavak gibi hızlı büyüyen türler inşaatlık ve mobilyalık olarak düzenli kesiliyor ve yeniden dikiliyor. Ekolojik denge de bu şekilde korunmaya çalışılıyor.

Kırkpınar Sokak’taki Tahtadan Tükkan, sadece marangozluk hizmeti sunan bir yer değil. Aynı zamanda hafızayla, emekle, sabırla ve mahalleyle kurulan derin bir ilişkinin mekânı. Bu atölye, her şeyin hızla tüketildiği bir zamanda, durmanın, üretmenin ve yaşatmanın değerini hatırlatıyor. Ahşabın yaşadığını ve yaşattığını görebileceğiniz nadir yerlerden biri. Ve iyi ki mahallemizde.


Serkan ÜNAL
Tahtadan Tükkan
Kırkpınar Sokak No: 5/A
(0532) 540 30 41
https://www.instagram.com/tahtadantukkan

Bir bardak çayın mahalleyi birleştirdiği yerdi Dem Kafe

Bir mahalle düşünün bir kafenin etrafında kaynaşmış, bir kafe düşünün bir mahalleyi sarmalamış…

Sosyal medya hesabının başlığında “Dem küçük bir mahalle kafesi, 7 yıldır değişmeyen kalitesiyle sunduğu kahvaltısını mutlaka denemelisiniz” yazıyordu. Pandemiden beş ay önce kapanmış olmasına karşın, sıcacık hatıralarıyla hafızalarda yer etmiş bir mekân olan Dem Kafe nasıl açıldı, nasıl yaşadı, nasıl değişti, nasıl dönüştürdü? Tüm bu soruları bilmeyenlere “bak böyle bir yer vardı” demek için, bilenlere de tekrar anımsatmak istedik.

Murat Özdağ

Bu çerçevede Dem Kafe’nin sahibi, emektarı Murat Özdağ ile telefonda görüşüyoruz. Kendisi ile Ayrancım Gazetesi için Dem Kafe üzerine konuşmak istediğimi belirtiyorum ve büyük bir nezaketle kabul ediyor bu isteğimi. Ardından hemen bir program yapıyor, birkaç gün sonra da Emek Kafe’de bir araya geliyoruz. 

DTCF (Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi) İtalyan Dili mezunu olan Murat Bey sohbetimiz sırasında kendini yirmi beş senedir Ayrancı’da oturan bir Ankaralı olarak tanımlıyor. İş hayatında bağımsız olma, sadece kendine hesap verme isteğinden dolayı bir kurumda çalışmaktansa uzun yıllar ticaretle uğraşmış olduğunu ve son deneyiminin tatsız sonuçlanmasının ardından bir süre geriye çekildiğini ve ne yapabileceğini, ne yapmak istediğini düşündüğünü anlatıyor. 

Bu süre zarfında oturduğu Gerede Sokak’ta, evinin karşısındaki binanın alt katında yer alan dükkânın sürekli el değiştirdiğini, kim gelirse gelsin bir türlü düzen kuramadığını ve sonunda dükkânı kapattığını gözlemliyor. 

Hatta yıllar sonra bir komşusunun şöyle söylediğini anımsıyor gülerek: “Biz iddiaya girmiştik senin için. Biri üç ay sonra, bir diğeri beş ay sonra kapatır dedi. En uzun süre veren bendim ve sekiz ay sonra kapatır demiştim ama bak sen hepimizi yanılttın ve sekiz yıldır bu kafeyi işletiyorsun”.

Karşı dükkânın tekrar boş kalması üzerine “ben neden burada bir şey yapmayayım” diyor ve burayı yemek yapmayı da sohbeti de sevdiği için bir kafeye dönüştürmek istiyor. Ancak gel gör ki bir engelle karşılaşıyor: baca olmadığı için burada yemek yapamayacağını anlıyor. Ancak vazgeçmek olmaz, yemek pişirilmeyebilir ama şahane kahvaltılar hazırlanabilir. Sonrası badana, boya, tezgâh ve bilumum hazırlık aşaması. 

Aslında yapmak istediği, hayata geçirmek istediği bir kafeden çok bir mahalle kültürünün yaratılmasına vesile olmak. Mahalleye ilk geldiğinde, sokakta ya da apartmanda karşılaşan insanların birbirini tanımadığı için “günaydın” demekten imtina etmesini, göz teması dahi kurmaktan sakınmasını yadırgıyor. Ve zamanla nasıl bir değişim yaşandığını Dem Kafe üzerinden anlatmaya devam ediyor Murat Bey.

Dem Kafe’yi açtığımda ilk ziyaretçilerimiz tüm ailesiyle birlikte üst kat komşum kalp cerrahı Prof. Dr. İrfan Taşoğlu olmuştu” diyor. Sonraki yıllarda ilk ziyaretçi olmanın dışında Murat Bey’i kafede çalışırken geçirdiği kalp krizi sonrası hayata döndüren kişi de sevgi ve saygıyla andığı bu komşu oluyor. 

Henüz mahalleden kimse gelmeye başlamamışken ilk müşteriler dışarıdan gelen insanlar, hatta oğlu Can’ın kreşten arkadaşlarının aileleri oluyor. Hazırlanan kahvaltılar “sıradan” olmasına karşın özenle seçilmiş malzemelerden oluşuyor. Reçeller evde Murat Bey tarafından hazırlanıyor, domateslerin kabukları soyuluyor, zeytinler, peynirler en iyilerden, zeytinyağları en kaliteli olanlardan alınıyor. Öyle ki bu kahvaltıların lezzeti Ankara sınırlarını aşıyor ve merak eden insanlar buraya uğrayıp kahvaltısını yapmadan gitmiyor. Bu konuda ekşi sözlükte yer alan bir yazı dâhi var: “…kahvaltıda sigara böreği, sosis, salam, patates kızartması gibi kalp damar tıkanıklığı veya kansere sebebiyet veren şeyler yok… sağlıklı, taze, ev yapımı ürünler yemek isteyen gitsin. Klasik kahvaltı ürünleri dışında zeytin yağı var, zahter var, bal var, kaymak var, ev yapımı reçel var. Yumurtayı o an haşlıyorlar; o yüzden içi yeşermiş yumurta gelmiyor. Kayısı kıvamında yumurta haşlayan tek yer olabilir. Çay termosla. Fiyatı kişi başı 25 lira”… Tabii bu rakamlar şu an bize hiçbir şey anlatmıyor olabilir ancak aradan geçen az bir zamanda alım gücü anlamında ne kadar geriye düştüğümüzün de bilgisini taşıyor. 

Oluşan güven duygusu insanların çocuklarını Murat Bey’e emanet etmesine kadar varıyor. Okuldan gelen çocuğunu servisten alması ve Dem’de karnını doyurmasını rica edenlerin sayısı artıyor. Yavaş yavaş mahallelinin de uğrak yeri olmaya başlayan Dem Kafe’den kahvaltı dışında öğle yemekleri de hazırlaması isteniyor, hatta bu konuda yoğun bir talep oluşuyor. Ancak mutfakta bir baca olmadığı için yemek pişirmenin olanaksızlığı Murat Bey’in kararlılığı karşısında yeni bir çözümü de beraberinde getiriyor. Böylece karşı apartmanda yer alan evinin mutfağında yemek pişirmeye başlıyor. Yemekler evde pişiriliyor ve tencereler ile dükkâna taşınarak, benmari usulü sıcak kalması sağlanıyor. Üç kap yemek 15 liraya satılmaya başlanıyor. Amaç sadece para kazanmak değil elbette; bir mahalle kültürü yaratıp bu küçücük sokakta hoş sohbet eşliğinde hep birlikte yemeklerin yenmesi ve tanışıklıkların artması. 

Sayısız doğum günleri ve kutlamalara ev sahipliği yapan mekânda bir süre sonra Dem Kafe dostları ve Murat Bey yeni bir uygulama başlatıyorlar: Komşuda Pişer Bize de Düşer! Her hafta Cuma günü, isteyen bir komşu oluşturduğu menü kapsamında o günün yemeğini pişiriyor. Malzemelerini Murat Bey alıyor ve yemeği yapacak olan komşuya teslim ediyor, yemekler hazır olunca da kafeye getiriliyor. Önceden rezervasyonunu yaptırmış olan komşularla birlikte yemekler yeniyor. Hem karınlar doyuyor, hem sosyalleşiliyor hem de bir dayanışma ruhu ortaya çıkıyor… Daha ne olsun!

Dem Kafede “Komşuda Pişer” akşamı

O günlerde bir komşunun “Bir kısım acemi aşçı” imzasıyla kaleme aldığı bir yazı da bize çok şey anlatıyor: “Uyan, çocuğu uyandır, kahvaltı hazırla, kreşe uğra, işe git, çalış, işten çık, alışveriş yap, çocuğunu al, eve gel, yemek yap, yemek ye, televizyon izle, arabacılık/evcilik oyna, dişlerini fırçala, yat… 

Taşınacaktım… Ev arıyordum… İşime yakın olsun, merkezi olsun, çarşı pazarı olsun, yeşili bol olsun istiyordum. Bu kriterlerde bir ev bulup taşındım. Artık yukarıdaki rutini bu evde yaşamaya devam ediyordum. Sonra bir gün sokakta bir hareketlilik oldu. Sokağımıza bir cafe açılacakmış. Tabelalar, masalar, sandalyeler derken sonunda hakikaten açıldı. Sabah kalkıp kreşe ve işe giderken yanından geçtiğim, boş dükkânın önündeki çiçeklerle güne başlıyordum artık. Akşam dönerken de o boş dükkân çay kahve içen bir şeyler atıştırıp sohbet eden insanlarla dolu oluyordu.

Kafelerin insana huzur veren bir yanı vardır. Lokanta gibi değildir kafeler. Karnını değil de ruhunu doyurmaya gidersin. Bir çay, bir kahve ama daha mühimi biraz yavaşlamak, iki çift laf etmek, günlük koşturmacanın üzerinde yarattığı toksik etkiden biraz olsun arınmak için… kâh yalnızlığının tadını çıkarmak için, kâh iki dost kelamı duymak için…

Dem cafe sokağımıza geldiğinden beri, sokağımızın çehresi değişti. Yıllardır aynı sokakta, aynı mahallede oturduğumuz ama hiç karşılaşmadığımız, tanışmadığımız komşularımızla biz yan yana geldik, aynı masada buluştuk, dost olduk, arkadaş olduk… Çocuklarımız bilgisayar, televizyon karşısından kalkıp sokakta oynamayı keşfetti. Dostları, arkadaşları oldu… Dem cafe olmasaydı bu sokak yine yeşil bir sokak olmaya devam edecekti… Şimdi Dem cafe var ve bu sokak rengarenk… Demli bir çayla, güzel bir kahvaltıyla ağız tadıyla yenen bir tostla, öğlen sakin sakin yenilen yemekle, dost sesleriyle, çocuk kahkahalarıyla boyanıyor sokağımız her gün onun sayesinde.

Hayatı paylaştığımız bu yerde biz bir kısım acemi aşçı olarak yemeklerimizi de paylaşmak için bir adım atmak istedik ve “Komşu da Pişer Bize de Düşer” ismiyle bir Cuma akşamı geleneği başlatmak üzere harekete geçtik. Cuma akşamları tüm dostlar akşam yemeğinde buluşuyoruz. Her hafta gönüllü bir komşumuzun hazırlayıp pişirdiği menüyü tadacağız. Elimizin hamuruyla aşçılığa soyunacak, ortaya çıkardığımız lezzetleri keyifli sohbetlerimize katık edip yiyeceğiz.

Hepinizi yemek yapmaya ve yemek yemeye ama en çok da hayatı paylaşmaya davet ediyoruz”. 

Yıllarca devam eden, bir vakitler aynı sokağın sakinleri olmalarına karşın selam vermeden geçen insanları aynı sofrada buluşturan, yepyeni dostlukların yeşermesine zemin hazırlayan Dem Kafe bir süre sonra ekonomik zorlukların kapıyı çalmasıyla sona eriyor ve unutulmaz bir mahalle hatırası olarak o günleri deneyimleyen insanların hafızasında yaşamaya devam ediyor…


Hande İnal Altuntaş

“Komşuluk için sıcak bir yuva oldu”

Hande İnal Altuntaş

İstanbuldan Ankaraya taşındığımda Gerede sokak ahalisine karıştığım zamanlarda Dem cafe ile tanıştım. Hemen yanında dükkanımı açtığım ilk günden Dem cafenin kapandığı güne kadar komşuluk, mahalle kültürünü yaşatması ve birleştiriciliği ile her zaman bana sıcak bir yuva olmuştur.Çoğu dostluğumuzu çay ve kahve eşlikçiliğinde bu kafede kurduk. Murat’ın ve Dem cafenin hiikayesi hiç bir zaman bitmeyecek.

Levent Aygün

“Arkasında bıraktığı dostluk ve samimiyet devam ediyor”

Levent Aygün

2013 senesinde Ayrancı’ya taşındım ve Dem Cafe ile tanıştım. Daha önce hiçbir yerde görmediğim bir misafirperverlikle karşılaştım. İşletmecisi ve sahibi Murat ile kısa zamanda arkadaş olduk.

Kafe gün içinde herkesin uğrak yeriydi ve akşam iş dönüşleri kafede mutlaka mola verilir, eve gitmeden önce çay içilir ve komşularla sohbet edilirdi. Murat’ın ayda bir düzenlediği komşu yemeği, sinema akşamları ve pazar sabahı kahvaltıları bize mahalleli olmamızı hatırlattı.

Şimdi Dem Cafe yok ama arkasında bıraktığı dostluk ve samimiyet hala devam ediyor. Teşekkür ediyorum. Özlüyorum…

Ayrancı’nın pedal sesleri

Ankara’nın kalbinde yer alan Ayrancı, bisiklet tutkunlarının buluşma noktası olmaya devam ediyor. Özellikle performans odaklı sürüşleriyle bilinen Ankara’nın en eski ve köklü gruplarından olan Intergalactic Riders Cycling Collective (IGR.CC) üyeleriyle bir araya geldik. Mahallemizden çıkan bu tutkulu bisiklet grubunun hikâyesini, antrenmanlarını, Ankara trafiğindeki deneyimlerini ve 2025 Başkent Granfondo yarışının mahallemize etkilerini konuştuk. Keyifli sohbetimizde bisiklet sporunun, sadece bir ulaşım aracı olmaktan öte, bir yaşam felsefesi olduğunu bir kez daha anladık.

IGR.CC: Takım değil, performans ve tutku kolektifi

IGR.CC’nin kuruluş hikâyesi nedir, sizi bir araya getiren neydi diye sorduğumuzda verdikleri yanıt; Ankara’daki diğer bisiklet gruplarının aksine, “mahalle veya şahıs” odaklı olmayan, herkese açık bir topluluk kurma fikriyle bir araya geldikleri oluyor. İsimlerinin “Intergalactic Riders Cycling Collective” (Galaksiler Arası Bisikletçiler Topluluğu) olmasının ise tamamen o anki esprili bir fikirden çıktığını ve “Cycling Collective” ifadesinin, bir kulüp yerine aynı ilgi alanına sahip insanların bir araya geldiği bir “kolektif” yapıyı ifade ettiğini ekliyorlar.

Bu grubun temel hedeflerinin ve misyonunu merak ediyoruz; temel hedeflerinin sportif performans olduğunu dile getiren grup üyeleri, özellikle “Granfondo” gibi amatörlere yönelik uluslararası bisiklet yarışlarının kendilerini sınama ve gösterme platformu sunduğunu vurguluyorlar ve bu tür yarışların Türkiye’de yaygınlaşmasının, performans odaklı bisikletçiler için önemli bir motivasyon kaynağı olduğunu ekliyorlar. Ayrıca, bir araya gelmelerinde aidiyet duygusu ve benzer gruplarla rekabet edebilme arzusu gibi faktörlerin de etkili olduğunu ifade ediyorlar. 

İş hayatları nedeniyle hafta sonları grupça, hafta içi ise bireysel antrenman yaptıklarını ifade ediyorlar. Sabah erken saatlerde başladıkları antrenmanların genellikle Gölbaşı ve İncek taraflarındaki sakin mahallelerde gerçekleştiğini, Konya, Haymana ve Eskişehir yolları arasındaki bölgeleri tercih ettiklerini belirtiyorlar. Antrenmanlar ortalama 80-100 km’lik parkurda ve 4-5 saat civarında tamamlanıyor ve bu sürelere kahve molalarını da dâhil ediyorlar. 

Bisiklet tutkusu ve Ankara yolları

Öner Savucu; bisiklet sporuna başlarken, önce dağ bisikletine, oradan da yol bisikletine geçtiğini belirtiyor. Motosiklet deneyiminin ardından bisikletin kendisini hem mental hem de fiziksel olarak dengeye getirdiğini ve kendini iyi hissettiğini ifade ediyor. Çağrı Karaman; 2013 yılında ODTÜ içinde ulaşım amaçlı bisiklete başladığını aktarıyor. Ankara’da bisiklet camiasının o zamanlar çok küçük olduğunu ve çeşitli gruplarla deneyim kazandığını ekliyor. Mert Bezgin; 2011 yılında oğlunun doğumu öncesinde işe gidip gelmek için bisiklet aldığını, daha sonra bir yol bisikleti alarak bisiklet tutkusunu pekiştirdiğini belirtiyor. Bisiklete başlamasının hayatında yaptığı en güzel işlerden biri olduğunu ifade ediyor. Orkun Ekinci; çocukluğundan beri sportif faaliyetlerin içinde olduğunu, motosiklet deneyiminin ardından 2013 gibi dağ bisikletine başladığını ve 2014’te İstanbul’a taşındığında yol bisikletine geçtiğini anlatıyor. Onur Arısoy; 7 yaşında bisikletle tanıştığını, daha sonra ara verdiğini ve 20 sene sonra tekrar bir arkadaşının teşvikiyle bisiklet toplamaya başladığını dile getiriyor. Engin Sarı; çocukluğundan beri sporla uğraştığını, lisanslı futbolculuktan sonra 2011 yılında Ankara’nın dışına taşındığında bisiklet aldığını belirtiyor. 2012’de performansının iyi olduğunu fark edince bisiklet sporuna yöneldiğini ve 2013 yılında master kategoride yarışmaya başladığını ekliyor. 

Bisiklet sürerken yaşadıkları en unutulmaz anlarına ise verdikleri yanıtlar şunlar oluyor: Engin Sarı; bisiklet sporunun Türkiye’de tehlikeli olduğunu ve iki büyük kaza geçirdiğini, köprücük kemiklerini kırdığını belirtiyor. Unutamadığı diğer anının ise Slovenya ve Rodos’taki başarılı yarışları ve ulusal yarışlardaki kürsülerinin kendisi için çok sevindirici olduğunu ifade ediyor. Mert Bezgin; Elmadağ’a ilk çıktığında orayı “fethedilecek bir kale gibi” gördüğünü ve çok sevindiğini söylüyor. Onur Arısoy; Zoncolan’a bisiklet ile tırmanışını unutamadığını ifade ediyor. Yokuşlarda yaşadığı “yeter dur, gitme” diyen zihinsel savaşı ve direnci kırma hissini unutamadığını dile getiriyor. 

Bisiklet sporuna gönül vermiş grup üyeleri için bisiklet benzer şeyleri ifade ediyor; “Özgürlük, dostluk, disiplin, çile, hayat, eğlence.”

Ayrancı’nın yokuşları ve merkezi konumu

Ayrancı ve bisiklet hakkındaki düşüncelerini merak ediyoruz. Murat Öztürk; Ayrancı’nın çok yokuşlu olmasının bir dezavantaj gibi görünse de, bunun tam anlamıyla iyi bir antrenman olanağı sağladığını ifade ediyor. Engin Sarı; Ayrancı’nın merkezi konumu sayesinde antrenman rotalarına kolayca ulaşabildiklerini, 10 km içinde bisiklet rotalarına erişebildiklerini ve trafiksiz bölgelerde antrenman yapabildiklerini ekliyor. Orkun Ekinci; Ayrancı ve çevresindeki mahallelerin, bisikleti arabaya yüklemeden doğrudan evden binerek antrenmana başlama imkânı sunması açısından çok ideal olduğunu belirtiyor. Engin Sarı; Ayrancı’nın Portakal Çiçeği Vadisi, Kuğulu Park, Botanik Parkı, Seğmenler Parkı ve Cemal Süreya Parkı gibi yakın parklara sahip olmasının, bisikletle kolayca ulaşıp vakit geçirme imkânı sunması açısından bir avantaj olduğunu ifade ediyor.

Bisiklet dostu bir şehir için beklentiler

Bisiklet Park Yerleri: Binalara ve parklara mutlaka bisiklet park yerleri yapılması.

Çocuklar İçin Güvenli Alanlar: Çocuklara güvenli bisiklet sürme alanları yaratılması.

Şarj ve Tamir İstasyonları: Elektrikli bisikletlerin yaygınlaşmasıyla birlikte kamusal alanlara şarj istasyonları ve küçük tamiratların yapılabileceği ekipmanların (pompa vb.) konulması.

Bisiklet Dağıtımı ve Teşvik Programları.

Belediye Bisiklet Takımları ve Yarış Organizasyonları: Çankaya Belediyesi ve diğer belediyelerin bisiklet takımları kurarak ve çeşitli yarışlar düzenleyerek bisiklet sporuna olan ilgiyi artırması ve yerel yetenekleri desteklemesi.

2025 Ankara Granfondo’nun Ayrancı Mahallesi Rotası

2025 Başkent Granfondo ve Ayrancı’nın Rolü

2025 Başkent Granfondo yarışının bir ayağının Ayrancı’dan geçecek olması semt olarak bizi de heyecanlandırıyor. Murat Öztürk; Yarışın Dikmen Vadisi’nden Hoşdere Caddesi’ne çıkıp Atakule’ye kadar devam etmesinin, mahalle sakinleri tarafından olumlu karşılandığını belirtiyor. Geçen yılki yarışta mahalle sakinlerinin katılımının çok hoş görüntüler oluşturduğunu ve Ayrancı’da yarışın sahiplenildiğini ifade ediyor. Yarış günü bazı yolların kapalı olacağı bilgisinin paylaşılmasının mağduriyetleri engellemesi açısından önemli olduğunu belirterek yarış günü mahalleden destek beklediklerini dile getiriyor.

Ankara’nın kadrajı, belleği ve neşesi Alper Fidaner sonsuzluğa uğurlandı

Fotoğrafçı, gazeteci, DJ, arşivci ve koleksiyoner kimlikleriyle tanınan Alper Fidaner, uzun süredir mücadele ettiği akciğer kanseri nedeniyle 1966’dan beri yaşadığı Ayrancı’da yaşamını yitirdi. Arkadaşları ve sevenleri tarafından Ankara’da son yolculuğuna uğurlandı.

Alper Fidaner, fotoğraf kareleri, eski plakları, sokak hikâyeleri ve radyo sesleriyle Ankara’nın hafızasına yer eden huysuz ama neşeli bir karakterdi.Kuğulupark direnişinin simgelerindendi. 

Alper Fidaner, son yıllarını akciğer kanseriyle mücadele ederek geçirdi. Ancak üretmeyi bırakmadı. 2023-2025 arasında dostları Ankara’da onun için dayanışma geceleri düzenledi, yönetmenliğini Ahmet Sabuncu’nun üstlendiği Fidaner’i anlatan belgesel gösterimleri yaptı. Bu etkinlikler bir tedavi kampanyasından öte, Ankara’nın Alper Fidaner’e vefasıydı.

Yakın dostu Metin Solmaz‘ın onun için yazdığı şu satırlarla uğurluyoruz.

Alper o kadar yavaş yaşadı ki onun her bir yılı, iki sayılır. En az yüz yirmi yaşında öldü yani.

Titiz bir fotoğrafçı ve Dünyanın en komik huysuzuydu.

Mahalleden tanıdık yüzler “Ayrancı’da Bir Apartman”

Adı Ayrancı olan bir kitapla karşıladınız bizi. Kitap nasıl oluştu, neden Ayrancı? 

Ben küçük bir kasabada büyüdüm, Sivas’ın Kangal ilçesi. İlçenin Kangal Gündem isimli bir yerel gazetesi var, ben de üniversite yıllarında o gazeteye çocuklukta oynadığımız oyunları, çocukluk anılarımı köşe yazısı olarak yazıyordum, kasabanın terzisiyle, fotoğrafçısıyla röportajlar yapıp yayınlıyordum. İlk kitabım “Kurusırt’ın Ardı” o yazılardan oluştu. 

Liseyi yatılı okudum Sivas’ta. Ulusal gazete ve dergilerde yazmaya başlayınca da bu yılların anılarını köşe yazısı olarak yazmaya başladım. Sivas’taki mahallemizin çay ocağı, orada vakit geçirdiğimiz mekânları, mahallenin delilerini, lisedeki hocalarımızı yazdım. İkinci kitabım “Evden Uzakta” da böyle oluştu. Ben aslında her an mekânları ve insanları gözlemliyorum; mekânlar ve insanlar üzerine yazmayı seviyorum.

Ankara’ya da 2001 yılında üniversite için geldim. İlk geldiğimde Batıkent’te oturdum. Orası biraz daha site formunda tabii; sonrasında Bahçelievler’de, Esat’ta, Cebeci’de, Emek’te oturdum, bu semtlerde çeşitli vesilelerle vakit geçirdim. Yine hem mekân hem insan gözlemleri yapıyordum ama aktif olarak yazdığım bir dönem değildi. Sonra 2015 gibi Ayrancı’da oturmaya başladım, Tomurcuk Sokağı’nda. Ayrancı’nın çok orijinal bir mahalle havası ve mahalle durumu var, korunmuş bir şey. Mesela esnafla mahallelinin ilişkisi, yani kasabın herkesi tanıması, bir şey istediğiniz zaman onu ayarlayıp geldiği zaman size haber vermesi, taksi duraklarının sizin rutinlerinizi bilip ona göre taksi ayarlaması. Bu tip mahalleliyle mahallenin kendi dinamikleri Ayrancı’da hâlâ devam ediyordu. Bunu çok fazla yerde görmedim ben. Ankara’nın diğer semtlerinde oturduğumda da görmedim.

Bu gözlemler beni yeniden yazmaya itti. Fakat bu defa diğer kitaplarımdaki deneme üslubundan çıkıp, yarı kurgu hikayeler şeklinde oldu. 

Ayrancı’nın beni yeniden yazmaya çağıran ruhu, kendimi rahat hissetmemi sağlayan atmosferi nedeniyle bu kitap bir Ayrancı kitabı oldu. 

Kitapta sekiz mahalle var anlattığınız, niye Ayrancı’yı diğerlerinden öne çıkardınız? 

Ankara’nın bence özü korunmuş birkaç semtinden bir tanesi hâlâ Ayrancı. Mahalle yaşantısı anlamında korunmuş bir durumu var, benim vakit geçirdiğim mekânlara çok yakın, Tunalı’ya, kitapçılara, yürüme mesafesinde. O yüzden Ankara deyince aklıma artık bir anlamda Ayrancı geliyor. Kendimi Ayrancı’da iyi hissediyorum.

Bu kitap, her ne kadar diğer semtlerdeki hikayeleri anlatsam da benim için Ayrancı ile özdeşleşti. Kitabın içindeki hikayelerin hepsi farklı semtlerde geçse de aslında hepsinde biraz Ayrancı var. Mahalle ruhunu koruyan, kendine özgü bir döngüsü olan her semti Ayrancı’ya benzetiyorum. Kitapta anlatılan Emek de Bahçelievler de aslında bu anlamda biraz Ayrancı sayılır.

Aşağı yukarı bütün hikayelerde komşuluk ettiğim insanları anlatıyorum. Bu anlattığım hikayelerin hepsinin hem kurgu hem gerçek tarafları var ve hepsinin dokunulabilir olduğu bir yer Ayrancı. O yüzden kitabın omurgasını da Ayrancı oluşturdu. Okuyanın da anlatılan hikayelerde alacağı hisleri bulabileceği tek yer bence Ayrancı. Bir de tabii “Ayrancı’da Bir Apartman” hikayesinin özel bir yeri de var benim için, o hikâye Semizotu’nun hikayesi…

Harun Kaban ve Semizotu

Bu kitap aslında bir Semizotu kitabı anladığım kadarıyla. 

Evet. Yani Semizotu’nun kitapta etkisi çok fazla. Semizotu hayatıma girdiğinden beri bütün hayatım değişti. Semizotu’yla birlikte Ayrancı’da gezerken bir yandan da gözlem yapıyoruz. Tomurcuk Sokak’tan buraya gelirken yol üzerinde bir mahalleyi gözlemleyebiliyorsunuz. Birebir tanışıklığınız olmasa da tanıdık simalarla selamlaşıyorsunuz, Semizotu bayağı popüler burada. Ayrancı hayvansever bir mahalle aynı zamanda. Yani hayvanların rahatlıkla sosyalleşebileceği o anlamda komşuluk ilişkilerine çok alan açan bir yer.

O anlamda benim edebiyata bakışımı da etkiledi, hayata bakışımı da değiştirdi. Semizotu ve Ayrancı zaten ayrılmaz bir ikili artık.


“Yazılarımın birçoğunu yürürken yazarım. İlk anda garip gelebilir ama Ayrancı yürünebilir bir yer. Yanında bir köpekle yürümek için Ayrancı buna da zemin sağlayan bir yer. O nedenle yürüme mesafesi insanın yaşadığı yerle, hayatla ilişkisini çok belirleyen bir durum diye düşünüyorum.”

Bütün bunları anlatırken yürüme mesafesini vurguluyorsunuz. Yürümekle ilgili olan kısmını biraz açacak olursak, yürümeyle, o semtle, o mahalleyle kurduğunuz ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz? 

Yazılarımın birçoğunu yürürken yazarım. Aslında birçok yazarın ortak tecrübesi bu. Yürürken bir yandan cümleler, yazının üslubu, omurgası şekillenir, hikayeler yavaş yavaş oluşur.

Semtin de buna izin veriyor olması çok önemli. Yani hem araç trafiği hem sokakların ve kaldırımların buna uygun olması, yerleşimin buna uygun olması çok önemli. Bu her yerde mümkün olan bir şey değil. Birincisi, yani bu kulağa belki ilk anda garip gelebilir ama Ayrancı yürünebilir bir yer. Ankara’nın birçok yerinde yürümek mümkün değil. İkincisi ben Ayrancıda yürürken genellikle Semizotu ile yürüyorum. Yanında bir köpekle yürümek için yine mekânın buna izin vermesi lazım. Ayrancı buna da zemin sağlayan bir yer. Ankara’nın birçok yerinde bu da mümkün değil.

Yürümek ve yazmak birbirini besleyen paralel süreçler. Ayrancı buna çok zemin sağlayan bir yer. Yürürken mevsimlerin dönüşünü görmek, yaprakların sararması, kar yağması, dalların yeşillenmesi, yürüme yolu üzerinde bunlara şahit olmak bence bir şehirde yaşamanın en güzel tarafları.

Bunların tamamen kaybolduğu yerler var artık. Bazı siteler tamamen yapay, farklılaşmış ve kendi çevresinden kopmuş yerler. Yürüyüş parkurları var ama burada yürümek de anlamsız geliyor. Yürümek için hayatın içinde olmak gerekir. Ayrancı yürümek için bu anlamda çok keyifli bir şey. 

Böyle bakınca, yürüme mesafesi durumu da benim için çok önemli. Ben toplu taşımayı kullanıyorum ama sevmiyorum. Çok uzak bir mesafe değilse yürümeyi tercih ediyorum. Ayrancı’dan Tunalı’ya inip orada yürümek ya da Kızılay’a yürüyüp kitapçıları gezip tekrar buraya yürümek mesela. Benim için çok keyifli bir yolculuk. Favori sokaklarım var; Güvenlik’ten aşağı inerken Meclis’in yanından Kızılay’a doğru indiğim sokak mesela. Estetik olarak da güzel bir yer. Şehrin bütün hengamesi ve gürültüsünün bir noktada kesilip birden sessiz ve sakin bir alana geçtiğiniz yerler var. O nedenle sorunuzun cevabı, yürüme mesafesi insanın yaşadığı yerle, hayatla ilişkisini çok belirleyen bir durum diye düşünüyorum.

Yürümek sizin komşuluk ilişkilerinizi geliştiriyor anladığım kadarıyla.

Ben küçük bir kasabada büyüdüm, herkesin birbirini tanıdığı bir yerdi aslında. Sonra Sivas’ta yaşadım ama Sivas da nispeten herkesin birbirini tanıdığı bir yerdir. Ankara’ya geldiğimde hiç kimseyi tanımadığım bir yere düşmüş oldum. Yani benim aslında yetişkinlik sürecine geldiğim esnada önemli bir tecrübem birden sıfırlandı; kimsenin kimseyi tanımadığı bir yerdeyim artık. 

Bunun şöyle pratik sorunları oluyor. Ben Sivas’ta veya Kangal’da öğrenciyken cebimde para olmadığında herhangi bir şey için endişelenmeme gerek olmazdı. Arkadaşımın evi o civardadır girer karnımı doyururum ya da başıma bir şey geldiyse yardım istemek için hemen ulaşabileceğim birileri vardır.

Ankara’ya geldiğimde bunlardan tamamen sıyrılmış bir yere düştüm. Yani hiç kimseyi tanımıyorum ve bir de sosyal birisi değilim yardım istemekte zorlanırım. Bir yandan da böyle tedirgin edici bir noktaya evrildim. 

Ayrancı’ya gelince yeniden güven hissini aldım. Yani herhangi bir şeye ihtiyacınız olduğunda etrafta birileri vardır. Hiçbir şey olmasa taksi durağındaki arkadaşlardan ya da esnaftan bir şeyler talep edebilirsiniz. Bu benim için büyük bir aşamaydı. Komşuluğu yeniden keşfettim bir anlamda. Yetişkinlik hayatıma denk gelen kaybettiğim bir şeyi yeniden bulduğum bir alandı. Mahallede Semizotu ile gezerken benim tanımadığım insanlar Semizotu’nu tanıyor. Öyle olunca selamlaşacağımız bir mesele de oluyor. Bu da aslında çok önceden var olan ama kaybettiğimiz bir şey. Yani sokakta sürekli tanımadığınız insanlardan tedirgin olmakla tanımasanız bile selamlaşabileceğiniz bir durumun olması çok farklı. Hayatı çok zenginleştiren bir şey.

Kitabın arka kapağında da, tanıtım yazısında da var bu yenilik kavramı. Yeni şehir, yeni mahalle, her şeyin yenisine olan ilgi. Biraz oradan Ayrancı’ya bakabilir miyiz? 

1950’lerin Ankara’sı ile 2000’lerin Ankara’sı tabii ki aynı değil. 

Gölbaşı’nda yaşıyorsanız Gölbaşı’nın Sakarya’nın bir mahallesinden çok bir farkı yok. Yani Gölbaşı’nı oradan alıp Sakarya’ya koysanız aşağı yukarı aynı yer. Fakat Ayrancı, Ankara’dan alıp başka bir yere koyabileceğiniz bir yer değil. Dolayısıyla Ankara’nın sosyal yaşantısı Ayrancı’da bütünüyle var. Bu 1940’lardan 50’lerden beri aslında gelişen bir şey.

Sözlü tarih çalışmalarından çok yararlandım bu kitap için. Ankara üzerine yazılmış kitapları, makaleleri karıştırdım. 

Okuduğum sözlü tarih çalışmalarında burada yaşayan insanların hatıralarına baktığımda bazı noktalar çok özenle korunmuş ve bazı noktalar da zamana yenilmiş. Yani yeni yapılan mimar apartmanları yok artık, müteahhitlerin 3-5 ayda birbirinin kopyası olarak diktiği apartmanlar var. Ama hâlâ bazı sokaklarda 1950’lerde, 60’larda yapılmış ve mimarını bildiğiniz apartmanlar var. Yapıldığından beri aynı apartmanın ayrı dairesinde oturan insanlar var. İkinci kuşak, üçüncü kuşak dönmüş. Belki o insanların çocukları oturuyor, torunları oturuyor ama sahiplik aynı kalmış. El değiştirmemiş ama eskimiş değil. Çünkü hâlâ hayatın içinde ve içinde hayat devam ediyor. Bunlar mesela şehir hafızası için çok önemli. Bunun da korunduğu yerlerden birisi Ayrancı.

Trafiksiz sokaklar mümkün mü?

Kent yaşamı, her geçen gün biraz daha yoğunlaşıyor. Bir yanda araç trafiğinin hızla arttığı caddeler, diğer yanda kendine yer açmaya çalışan yayalar. Bu sıkışıklık sadece fiziksel değil; sosyal hayatımızı, çevreyi ve sağlığımızı da etkileyen bir mesele. Oysa kent dediğimiz yer, yalnızca bir ulaşım ağı değil, insanların karşılaştığı, çocukların oynadığı, komşuların sohbet ettiği canlı bir organizmadır. Şüphesiz bu organizmayı yaşatan en önemli aktörlerden biri de yayalardır. İşte tam da bu nedenle yürünebilirlik, kentlerin yalnızca ulaşım açısından değil, sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan da yaşanabilir olmasını sağlayan temel bir ilkedir. Yürünebilir alanlar, kentli yaşamını destekleyen karşılaşmaları mümkün kılar; kamusal mekânı canlandırır, aidiyet duygusunu pekiştirir ve kentte olma hâlini anlamlı kılar. Ancak bugünlerde artan nüfus ve plansız büyümenin gölgesinde, kentlerimizde sokaklar giderek yayalardan alınarak araçlara teslim ediliyor.

Jane Jacobs’a göre ‘Şehir demek seçeneklerin çoğalması demektir. Öte yandan etrafta rahatça dolaşamazsak seçenek çokluğundan faydalanmamız mümkün değildir.’ Burada trafiksiz sokakları düşlerken erişilebilirlik konusunu da gözden geçirmemiz gerektiğini unutmamak gerekiyor. Bir kentin sokaklarını araç trafiğine kapatmayı konuşmak, sadece bir ulaşım meselesi değil; yaşadığımız yeri birlikte yeniden tasarlamanın, mahalleye sahip çıkmanın bir yoludur.

Birçok kentte, özellikle Avrupa’da, şehir merkezlerinin büyük bölümleri sadece yayalara ayrılmış durumda. Bu uygulamalar sayesinde o bölgelerde hava kirliliği azalıyor, sokaklar sessizleşiyor, insanlar daha çok dışarı çıkıyor. Üstelik yalnızca çevre değil, esnaf da kazanıyor. Trafiğe kapatılan sokaklardaki dükkanlar, artan yaya trafiğinden olumlu etkileniyor. Türkiye’de de bazı örnekler var. İstiklal Caddesi, Sakarya Caddesi gibi alanlar uzun süredir araçsız. Buralarda yürümek, oturmak, alışveriş yapmak daha keyifli. Ama her mahallenin yapısı farklı; o yüzden çözümün de yere özgü olması gerekiyor.

Trafiksiz alanlar ne sağlar?

Yayalaştırma uygulamalarının getirdiği başlıca faydaların başında araçların yarattığı hava kirliliği ve gürültünün azalması yer alır. Sokaklarda yayalar için daha özgür ve güvenli ortam yaratılacağı için alan yürünebilirlik bakımından daha çekici bir hale gelir. Yürünebilirlik, kamusal mekânı renkli, canlı ve dinamik hale getirir; yürünebilir mekânlar, toplumsal etkileşime aracılık ederek, toplumsal yaşamı güçlendirirler; toplumsal uyumun ve yaşanabilir toplulukların gelişmesine katkıda bulunurlar. Canlı ve dinamik kamusal mekânlar, sosyal yaşamı harekete geçirerek hem ticari canlılığı artırır hem de alanın kendiliğinden değer kazanmasına zemin hazırlar; böylece kullanıcı sayısı artar, ekonomik ve sosyal etkileşim birbirini besler.

Ayrancı için neler mümkün?

Ayrancı, canlı bir mahalle. Yürüyerek birçok yere ulaşılabiliyor. Ancak bazı sokaklarda araç yoğunluğu, yayaların hareketini zorlaştırıyor. Peki nerelerde bir değişim mümkün olabilir? Küçük işletmelerin bulunduğu ve ticaretin yoğun olduğu sokaklar, araçlardan arındırıldığında sadece alışveriş için değil, sosyalleşmek için de tercih edilen yerlere dönüşebilir. Okul çevreleri gibi çocukların güvenliğini önceleyen, okul giriş-çıkış saatlerinde araçlardan arındırılmış bölgeler hem aileleri rahatlatır hem de çocukların bağımsız hareketini destekler. Ayrıca haftanın belli günlerinde kurulan pazarların olduğu sokaklarda geçici yayalaştırmalar uygulanabilir. Bu sayede alışveriş yapanlar rahat eder, ortam daha düzenli olur.

Görsel çalışma: Sercan Sevgili

Her yer kapatılsın mı? Esnek modeller gündemde?

Trafiğe kapalı alanlar oluşturmak, mutlaka sürekli ve tamamen bir kapatmayı gerektirmiyor; farklı alternatifler de mümkün. 

Tam yayalaştırma: Özellikle sosyal yaşamın yoğun olduğu bazı sokaklar kalıcı olarak trafiğe kapatılabilir.

Saatlik/günlük düzenlemeler: Hafta içi belli saatlerde ya da hafta sonları uygulanan kısıtlamalar hem denge sağlar hem de kullanıcı tepkilerini ölçme fırsatı sunar. Ayrıca bu konuda işletmelerin en büyük endişelerinden biri olan lojistik süreçlerini yönetebilmeleri için de fırsatlar yaratabilir

Etkinlik bazlı kapatma: Mahalle etkinlikleri, açık hava sinemaları, çocuk şenlikleri gibi durumlar için sokaklar dönemsel olarak trafiğe kapatılabilir.

Bu uygulamalar, mahallede yaşayanların günlük yaşamını zora sokmadan, süreci deneyimleyerek planlamaya imkân sağlar ve hem ihtiyaçlara hem de beklentilere uygun bir yol haritası çizilebilir. Elbette bu değişikliklerin herkes açısından farklı etkileri olabilir. Araç sahiplerinin alternatif güzergâh arayışı, esnafın müşteri kaybı endişesi veya otopark ihtiyacı gibi konular dikkate alınmalı. Ancak bu kaygılar, iyi planlanmış bir sürecin önünde engel değildir. Uygulamaya geçmeden önce, küçük çaplı pilot uygulamalar yapılabilir, düzenli olarak mahalleliyle anketler ve toplantılar organize edilebilir. Tam da bu yüzden katılımcı bir süreç hayati önem taşır. Mahallede yaşayanlar, esnaf, çocuklu aileler, dezavantajlı gruplar… Herkesin sesi duyulmalı. Pilot uygulamalarla işe başlamak, eksikleri görmek ve ortak bir çözümde buluşmak en sağlıklı yöntem olabilir.

Birlikte karar verelim

Trafiksiz sokaklar, sadece bir ulaşım politikası değil; yaşanabilir, sağlıklı, dayanışma dolu bir mahalle için güçlü bir adım. Bu konuda önemli olan, her kesimin ihtiyaçlarını ve beklentilerini duyabileceğimiz katılımcı bir süreç inşa etmektir. Ayrancı’nın sokakları yalnızca geçilen değil, birlikte yaşanılan alanlar olsun istiyorsak, bu dönüşümü birlikte tartışmalı, birlikte karar vermeliyiz.

Sonuç ve yol haritası

Trafiksiz sokaklar, geleceğin şehirciliğinde bir lüks değil, bir ihtiyaç. Ayrancı gibi insan ölçeğinde, yaya dostu bir mahallede bu adımları atmak hem mümkün hem de hakkımız. Bu hakkı hayata geçirmek için hep birlikte harekete geçmeliyiz. Önce küçük adımlar atacağız. Birkaç pilot sokakla başlayacak bu yolculuk, zamanla tüm mahalleye yayılacak. Esnafla, komşularla, çocuklarla, yaşlılarla birlikte düşüneceğiz. Herkesin yaşamına dokunan bir kararda, hiç kimse dışarıda kalmayacak. Bu dönüşümün gücü, ortak akıldan doğacak. Yerel yönetimlerle diyalog kuracağız. Teknik düzenlemeleri, idari adımları birlikte planlayacağız. Çünkü bu sadece bir trafik düzenlemesi değil, başka bir mahalle yaşamına açılan kapıdır. Bu adımları birlikte atarsak, sokaklarımızı sadece geçilen değil, yaşanılan yerler haline getirebiliriz.

Gece olunca Ayrancı: Uydudan semtimize bakış

Gündüz vakti Ayrancı’nın cıvıltılı sokaklarını, parklarında oynayan çocukları, kaldırım kahvelerinde çay içen komşuları iyi biliyoruz. Peki ya gece olunca bu tanıdık semt nasıl bir hal alıyor? Pencerelerden süzülen ışıkların haritası bize ne anlatıyor? Bu sorulardan yola çıkarak bu sayıda Ayrancı’ya bir de yukarıdan, uydudan bakmak istedim.

Analizimin temelinde uydu görüntüleri var; ancak doğrudan tüm semti değil, ışık yoğunluğu açısından bize anlamlı veriler sunabilecek alanları mercek altına aldım. Özellikle kentsel yapıların yoğun olduğu yerler analizde yer aldı. Parklar ve yeşil alanlar, gece fazla ışık yaymadıkları için bu çalışmanın dışında bırakıldı. Zaten onlar geceleri karanlıkta kendi dinginliğine çekiliyor, belki de şehrin gerçek uykusunu onlar uyuyor.

Uydudan baktığımızda, Ayrancı’nın gece manzarası aslında bir nevi yaşamın gece ritmini yansıtıyor. Işıkların yoğun olduğu noktalar, geç saatlere kadar açık kalan marketlerin, evlerinde hâlâ ışık yanan komşuların, ya da gece geç saatlerde eve dönenlerin izi gibi. Bu da bize Ayrancı’nın geceleri nasıl bir dokuya büründüğünü gösteriyor.

Bu çalışma hem kent gözlemine dair yeni bir bakış sunuyor hem de yaşadığımız semti başka bir açıdan tanımamıza olanak sağlıyor. Belki de bu veriler, gelecekte aydınlatma politikaları, kamusal alan kullanımı ya da gece güvenliği üzerine düşünenler için de bir kaynak olabilir.

Gece ışığında Ayrancı’yı okumak, semtin gece hikâyelerini duyumsamak gibiydi. Bir gün hep birlikte, bu haritayla elimize feneri alıp sokak sokak gece yürüyüşü yapar mıyız, ne dersiniz?

Ayrancı’nın komşu ışıkları: Gece Ankara’ya kısa bir bakış

Uydudan baktığımızda sadece Ayrancı değil, etrafındaki mahalleler ve Ankara’nın gece parlayan damarları da dikkat çekiyor. Özellikle Ankara’nın eski kent merkezi olan Ulus ve Kızılay, şehrin en aydınlık bölgeleri olarak öne çıkıyor. Gece boyunca süren hareketlilik, yoğun trafik ve ticari canlılık bu ışık haritasına birebir yansıyor.

Bu merkezleri takiben Eskişehir Yolu ve Konya Yolu, kentin doğu-batı ve kuzey-güney akslarında ışığın peşinden uzanıyor. Bu yollar, hem eski kent merkezine bağlanıyor hem de Ankara’nın çeperlerine doğru uzanırken ışıklı birer hat gibi göze çarpıyor. Uydudan bakıldığında adeta şehrin gece damarları gibi, Ayrancı’nın çevresinde nasıl bir ışık çemberi olduğunu da gözler önüne seriyor.

Ayrancı ise bu parlaklığa yakın ama bir o kadar da kendi halinde. Ne fazla parlıyor ne de karanlığa gömülüyor. Sanki gecenin içinde kendi ritmiyle yaşayan bir semt gibi…

Ayrancı’nın ışık haritası: En parlak noktadan en sessiz tepeye

Gece uydudan baktığımızda Ayrancı’nın kalp atışı gibi atan bir noktası hemen göze çarpıyor: Atatürk Bulvarı ile Kennedy Caddesi’nin kesişimi, yani Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi civarı. Bu bölge, Tunalı’ya olan yakınlığı ve kültürel-sosyal hareketliliğiyle zaten gündüzleri olduğu kadar geceleri de yaşayan bir yer. Hal böyle olunca, uydudan en parlak çıkan yerin tam da burası olması hiç şaşırtıcı değil. Kafelerden çıkan son müşterilerin gölgeleri, geç vakitlerde düzenlenen sergiler ve dolup taşan kaldırımlar bu ışıltının gerçek yüzü aslında.

Ama her ışığın bir gölgesi olur. Ayrancı’nın en karanlık noktası ise, daha önce “Hoşdere Hayali” başlıklı yazımda da yer verdiğim bölgeye denk geliyor: Kuzgun Sokak ile Portakal Çiçeği Caddesi’nin kesişimindeki yüksek tepe üzerindeki otopark alanı. Gündüzleri bile sadece araba sesini içeren, sessiz bu tepe, gece olduğunda şehrin geri kalanından neredeyse kopmuş gibi duruyor. Belki karanlık oluşu, belki de zamanında ona eşlik eden Ankara’nın kayıp derelerinden biri olan Hoşdere’nin asfalt altında uykuda olmasıdır.

Ayrıca, semt içindeki mahalleleri ışık yoğunluğuna göre sıraladığımızda, Remzi Oğuz Arık başı çekiyor. Onu sırasıyla Güvenevler, Aziziye, Güzeltepe ve Ayrancı Mahalleleri takip ediyor. Her biri farklı gece halleriyle, kendi temposunu ve ışık ritmini taşıyor. Remzi Oğuz Arık kentin en önemli yaşayan damarına yakınlığı dolayısıyla ışıl ışıl parlarken, Ayrancı Mahallesi de belki sessiz sakin komşularımızın dinginliğini yansıtıyor.

İçinde bulunduğumda her seferinde bana birçok deneyim sunan bu semt, uzaydan bakınca da her defasında bambaşka bir hikâye anlatıyor. Bu ışık haritası bize sadece bir uydu fotoğrafı değil, Ayrancı’nın gece kimliğini veriyor. Nerelerde hayat sürüyor, nerelerde uykular erken başlıyor ya da nereler hâlâ hayal kuruyor… Kim bilir, belki bu karanlık noktalar gelecekte semtin yeni hikâyelerine ev sahipliği yapar. Her seferinde istediğimiz hayallerden biri olan semtin eski dostları kayıp dereleri bir gün uykusundan uyanır. Ve belki de başka aydınlıklar çıkarır karşımıza…