ABD’nin eski büyükelçiliği ne olacak?

“Semtin dokusunu bozar”

Dilek Metin Sert (49)

Sanat Tarihçi/Kültür Sanat Direktörü

Semtin dokusunu bozar diye düşünüyorum. Trafik artık genel bir sorun Ankara’da. Toplu taşıma konusu ne yazık ki oturtulamadı, bundan sonra da düzeleceği konusunda soru işaretlerim var. Dolayısıyla orada bir otel, hastane vb. yapılması elbette olumsuz anlamda çok etkileyecektir mahalleyi.

“Herşey oldu bittiye getiriliyor, Ayrancı için kaygı verici bir durum”

Hüseyin Kalkan (33)

Esnaf

Ayrancı’nın bilinirliği açısından bir katkı sağlayacağını düşünmüyorum. Zaten Ayrancı, Ankara’nın en önemli yerlerinden birisi. Kendine has bir oturumu, kendine has bir toplumu var. O yüzden bilinirlik açısından Ayrancı’ya bir katkı sağlamaz. 

Altyapı sorununa gelince, altyapısının kaldırmayacağı çok aşikar. Bir anda Ayrancı’ya hiç ait olmayan bir hareketliliğin mahallemizin altyapısınca sorunsuz kabul edilmesi çok olası değil. Bir sürü yeni problemle uğraşmak zorunda kalacağız.

Trafik zaten Ayrancı için –ara sokaklar dahil olmak üzere– çok büyük bir problem. Ana caddelerde zaten yoğun bir trafik var. Ulaşım altyapısı anlamında çok büyük yeni problemler getirir.

Bunun öncelikle iyice bir hesaplanıp ondan sonra projelendirilmesi gerekirdi. Ama maalesef ülkede her şeyde olduğu gibi bu konuda da bir plansızlık var. Her şey oldu bittiye getiriliyor.

Böyle önemli bir arazinin satışının bile çok sonradan ortaya çıkması, bir şeylerin el altından yapıldığını gösteriyor. Ayrancı için kaygı verici tabii ki. Rant uğruna bütün yeşil alanlar talan ediliyor. Biz isteriz ki orada sosyal bir ortamın sağlanabileceği, insanların vakit geçirebileceği bir kültür merkezi, bir konser alanı gibi şeyler yapılsın.  Ama tabii ki yine halka bir şey sormuyorlar.

“Ayrancı’ya yeni sorunlar ekleyeceği kesin”

Tülay Kılıç (51)

Ayrancı’nın zaten birçok sorunu var, bunlara yenileri eklenir. Trafik iyice kitlenir, otobüs gelecek, taksi gelecek diye günümüz beklemekle geçer.

Birincisi trafik sorunu, ikincisi o büyüklükteki bir yerin gürültüsü açısından olumsuz bir etkisi olacağı kesin. Ayrancı bir emekli semti. Buranın düzenini bozacak.

Yani buraya çok hitap etmez öyle bir şey bence. Buradaki insanlar yolda zor yürüyoruz. Yollar dar, kaldırımlar dar. Güven hastanesi bile burada otopark sorununu artırdı. Bu büyüklükteki bir yer Ayrancı’yı kilitler.

“Kesinlikle çok katlı kullanıma açılmamalı”

Can Çokçalışkan (51)

Veteriner hekim

Olumsuz etkiler, bu alanın kamuya ait bir park, yeşil alan olması gerekirdi. Ancak bir kişiye satıldığı ortaya çıktı. Kesinlikle çok katlı otel, konut ya da hastane olmaması gerekir. Bulunduğu yerin halka açık, ağaçları ve yeşil alanı korunmuş, düşük katlı restoran, kafe vb. olarak kullanılmasını isteriz.

“Arsa sahibinin sözünü tutmasını beklerim”

Çiğdem Tiftikçi (44)

Fizik Öğretmeni

Bu arazi Atatürk Bulvarı ile Ayrancı sınırında bir doğal bariyer görevi görüyor, alçak katlı yapılar doğal habitata müsade ediyor ve içinde, berisinde, gerisinde onlarca kuş türünün yaşamasına imkan sağlıyor. Sadece güven hastanesinin bile trafiğe, park yerine nasıl bir yük oluşturduğunu bizzat tecrübe ettik. Arazi sahibinin “Ayrancı’nın dokusuna zarar vermeyecek bir yapı üretme” sözünü tutmasını isterim. Az katlı konutlar ve bol yeşillik benim hayalim..

“Trafiği ve ulaşımı felç eder”

Ceren S. (23)

Mühendis

Otel gereksiz, hastane olursa zaten yoğun olan trafiği ve ulaşımı daha da felç eder. Zaten yakında Bayındır ve Güven Hastaneleri var.

ABD’nin eski büyükelçiliği ne olacak?


Elçilik taşındı, Ayrancı girişindeki binası satıldı

Ankara’nın Ayrancı semtinde uzun yıllar boyunca hizmet veren ve kent hafızasında büyük bir yeri bulunan ABD Büyükelçiliği binası, satışa çıkarıldı ve yeni sahiplerine kavuştu. 

Büyükelçilik binası hem mimarisi hem de Ankara’nın kent belleğinde diplomatik tarihinde oynadığı rol nedeniyle büyük bir sembolik öneme sahipti. 1950’li yıllardan itibaren nice diplomatik görüşmelere, uluslararası etkinliklere ve çeşitli kültürel faaliyetlere ev sahipliği yapan yapı, birçok Ayrancı sakini için de semtin önemli bir simgesi haline gelmişti. ABD yönetimi, 2013 yılında Ankara’nın Kavaklıdere semtindeki büyükelçilik binasına düzenlenen intihar saldırısının ardından, elçilik yerleşkesinin daha güvenli bir bölgeye taşınması için arazi talebinde bulunmuştu. Ayrıca ABD’nin Ankara Büyükelçiliği Konsolosluk İşlerinden Sorumlu Elçi Müsteşar Başkonsolos Jayne Howell açıklamasında eski binada vize ve konsolosluk işlemleri için yeterli bekleme alanı olmadığını belirtmiş ve yerleşecekleri yeni binanın, başvuru sahiplerine daha iyi hizmet sunmak ve bekleme sürelerini azaltmak için tasarlandığını söylemişti ardından elçilik binasının Çukurambar’a taşınmasıyla birlikte eski binaya ne olacağı merak konusu olmuştu.

20 Mayıs 1955 tarihli Ecnebi Devletlere Ankara’da Sefarethane ve Konsoloshane İnşa Etmek Üzere Meccanen Arsa Tahsisi Hakkında Kanun

Nasıl başladı, nasıl bitti? 

1919-1927 yılları arasında görev yapan Amerika Birleşik Devletleri’nin temsilcisi Amiral Bristol Ankara’ya geldiğinde, henüz elçiliklerin kiralanmadığı zamanlarda istasyondaki bir vagonda kalıyordu. O dönemler Ankara’da konut ve otel sıkıntısı bulunmasından dolayı Bristol’ın kaldığı vagon ABD’nin büyükelçilik yapısı olur. 12 Ekim 1927 tarihinde Gazi Mustafa Kemal’e itimatnamesini teslim eden Joseph C. Grew göreve yeni başladığında Ankara İstasyonuna çekilmiş olan vagonu elçilik bürosu olarak kullanmaktaydı.

Ankara’daki ilk Amerikan Sefareti olarak kullanılan tren vagonu (Hayat Dergisi) Koray Özalp ve Tolga Aydoğan, Ankara’daki Diplomatik Misyonlar 1920-1970 (Ankara: Galata Yayıncılık, 2022),

1920’lerden itibaren Ankara’nın başkent ilan edilmesiyle birlikte yabancı devletlere diplomatik temsilciliklerini inşa edebilmeleri için çeşitli imkanlar verilmiş, ancak bu süreci resmî bir çerçeveye oturtan düzenleme 20 Mayıs 1955 tarihli Ecnebi Devletlere Ankara’da Sefarethane ve Konsoloshane İnşa Etmek Üzere Meccanen Arsa Tahsisi Hakkında Kanun olmuştur.(1) Sonraki dönemlerde ABD Büyükelçiliği Ankara’da üç ayrı bina kullanır. Bunlardan ikisi Mimar Kemalettin ile Mimar Vedat Tek Bey’in yaptığı günümüzde İstiklal Caddesi üzerinde bulunan ve şimdi ise Radisson Blu Otel ve Merkez Bankası’nın bulunduğu alanda inşa edilen on bir evden oluşan Evkaf Evleridir.

Koray Özalp ve Tolga Aydoğan, Ankara’daki Diplomatik Misyonlar 1920-1970 (Ankara: Galata Yayıncılık, 2022)

Elçilik binası burada 1924-1936 yıllarında hizmet verir. Öte yandan ABD Temsilciliğinin eş zamanlı kullandığı diğer binası ise Cebeci’de yer alır.(2) O yıllarda Gürcistan, Afganistan, Azerbaycan ve SSCB’nin de ortak kullandığı ABD Musiki Muallim Mektebi’nin yakınında iki katlı bir binada işlevine devam eder ve 1939 yılında Ankara Kavaklıdere’de iki katlı bir binaya taşınır.(3) Ancak, artan diplomatik ihtiyaçlar ve güvenlik gereksinimlerine ek olarak daha büyük ve modern bir yerleşkeye duyulan ihtiyaç sonucunda, Abidin Mortafoğlu ve Eggers-Higgins tarafından tasarlanan yeni büyükelçilik binasının yapımına 1948 yılında başlanır.(4)

ABD Evkaf Evleri’ndeki binasını boşaltarak Şubat 1939’da Kavaklıdere’deki iki katlı binaya taşı-nır. (Koray Özalp Arşivi)

Haymil Construction şirketi tarafından inşa edilen bu yeni bina, 1957 yılında tamamlanır ve ABD Büyükelçiliği Kavaklıdere’deki bu yerleşkeye taşınarak faaliyetlerine burada devam eder. 2010’lu yıllara geldiğimizde ABD Dışişleri Bakanlığı’nın dünya genelindeki diplomatik misyonlarının güvenliğini artırmak amacıyla uyguladığı çeşitli programlar kapsamında birçok elçilik binasını yenileme veya taşıma kararı almasıyla birlikte Ankara’daki Ayrancı binasının da yeni yer arama süreci başlamış oldu. 

Eski binanın, terör saldırılarına karşı yeterli fiziksel korumaya (patlamaya dayanıklı camlar, yüksek çevre duvarları) sahip olmaması ve özellikle 2013’teki Ankara saldırıları (ABD Büyükelçiliği yakınında patlama) sonrası endişeler arttı. Ayrıca eski binanın, artan personel kapasitesi ve teknolojik altyapı eksiklikleri nedeniyle de yeteriz hale geldiği belirtildi. Bu doğrultuda, elçilik için daha güvenli ve modern bir yerleşke inşa edilmesine karar verildi. 2017 yılında resmi olarak yeni binanın inşaatına başlandı. Ennead Architects tarafından tasarlanan bina, ABD hükümetinin küresel elçilik projeleri çerçevesinde modern, güvenli ve sürdürülebilir bir yapı olarak inşa edildi. Proje, yenilenebilir enerji kullanımı ve çevreci tasarım anlayışıyla öne çıkarken, güvenlik standartları ve teknolojik altyapısıyla da dikkat çekti. Ayrıca o dönem Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi’nde, ABD’li Müslüman siyasetçi ve insan hakları savunucusu Malcolm X’in adının, Ankara Çukurambar’da inşa edilen yeni ABD Büyükelçiliği’nin bulunduğu 1478. Cadde’ye verilmesine karar verildi.() Büyükelçilik, 2022 yılı sonunda tamamlanan yeni binasına taşınma sürecine başladı. 2023 yılı itibarıyla Ankara’daki tüm büyükelçilik operasyonları resmi olarak Çukurambar’daki yeni yerleşkeye taşınmasıyla birlikte Kavaklıdere’deki tarihi bina boşaltıldı.

2023 yılında taşındığı Çukurambar’daki ABD Büyükelçiliği yerleşkesi

ABD Büyükelçiliği’nin Çukurambar’a taşınması yalnızca bina değişikliği olarak değerlendirilmemesi gereken, mekânın yeniden örgütlendiği ve diplomatik alanların yeniden şekillendiği bir dönüşüm sürecidir. Kavaklıdere’de uzun yıllar boyunca diplomatik merkezlerden biri olan eski büyükelçilik binasının boşaltılması, bölgenin kentsel işlevlerinde dönüşüm ihtimalini gündeme getirdi. Yeni elçilik binasının yer aldığı Çukurambar ise, artan güvenlik önlemleri, yoğunlaşan diplomatik hareketlilik ve bölgedeki trafik düzenlemelerinin etkisiyle farklı bir boyut kazandı. Geniş arazi kullanımı ve güvenlik protokolleri nedeniyle, yeni büyükelçilik çevresindeki kamusal alanlar ve erişim olanakları kısmen değişirken, bölgenin diplomatik kimliği güçlendi. 

Satış detayları ve yeni planlar

ABD Büyükelçiliği’nin Ayrancı’daki eski binası, yapılan ihale sonucunda Aşhan Şirketler Grubu’na satıldı. Satış bedeli açıklanmasa da binanın ve arazisinin yüksek değeri göz önüne alındığında, önemli bir anlaşma gerçekleştirildiği tahmin ediliyor. Aşhan Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Şemsetdin Hancı, Patronlar Dünyası Platformu’na yaptığı açıklamada, satışla ilgili detaylara değinerek şu ifadeleri kullandı: “Ciddi bir rakama mal oldu, ancak gizlilik sözleşmemiz nedeniyle bu konuda bilgi paylaşamıyorum.” Ayrıca bina ve arazi kullanımı için henüz bir proje oluşturmadıklarını belirterek “Oradaki kent dinamikleriyle de istişare ederek bir adım atacağız. Ankara’ya yakışır bir proje yapma niyetimiz var. Ankara’nın çok özel bir noktası orası, 100 yılda bir düşer böyle bir yer. Ama kupon arazi olduğu için herhangi bir proje oluşturmadan aldık” diye konuştu.

Aşhan Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Şemsetdin Hancı

Uzmanlar, binanın gelecekte bir kültür merkezi, müze ya da özel bir işletme olarak değerlendirilmesinin mümkün olduğunu ifade ediyor. Semt sakinleri ise bölgenin dokusunu bozacak projelerden kaçınılması gerektiğini vurgularken Ayrancı semtinde yaşayan birçok kişi, binanın kamusal bir işlevle halkın kullanımına sunulmasını talep ediyor.

Semt sakinlerinin görüşleri

Semt sakinleri, eski büyükelçilik binasının geleceği konusunda endişeli ve sürecin Ayrancı’nın dokusuna zarar vermeden ilerlemesini istiyor. Binanın bulunduğu alanın Atatürk Bulvarı ile Ayrancı sınırında doğal bir bariyer görevi gördüğünü belirten mahalle sakinleri, yoğun yapılaşmanın doğal habitatı tehdit edebileceğini dile getiriyor.

Özellikle alana yapılacak olan çok katlı otel, konut veya hastane gibi projelerin semtin trafiğini artıracağını, park yeri sıkıntısını derinleştireceğini ve bölgenin dokusunu bozacağını düşünenler çoğunlukta. Mahalle sakinleri, bu alanın kamusal bir işlevle halka açık kalmasını, ağaçların ve mevcut yeşil alanın korunmasını talep ediyor. Düşük katlı yapılar, yeşil alanlar, kültürel ve sosyal faaliyetlere imkan sağlayacak kullanım talepleri öne çıkıyor. Trafik ve toplu taşıma sorunlarının mevcut haliyle bile ciddi bir yük oluşturduğunu vurgulayan semt sakinleri, yapılacak projelerin bu sorunları daha da büyütmemesi gerektiğini düşünüyor.

Kent hafızası 

Kent hafızası, kentin geçmişten bugüne taşıdığı fiziksel, sosyal ve kültürel izleri taşır. Tıpkı insanların hafızasında sakladığı anılar gibi, kentler de sokakları, binaları, anıtları, gelenekleri ve yaşanmışlıklarıyla bir “hafıza” oluşturur. Bu hafıza, kentin kimliğini şekillendirir ve miras olarak geleceğe aktarılarak o kenti zenginleştirir. 

Kent hafızası, bir şehrin ruhudur. Bu ruhu korumak, yalnızca binaları değil, insanların onlarla kurduğu duygusal bağlarını da yaşatmak demektir. Ayrancı’daki eski elçilik binası, kent hafızasının somut örneği olmakla birlikte yalnızca bir taş yığını değil, Cumhuriyet’in diplomasi tarihini ve kent kimliğini yansıtan belgedir.

Ne yapılabilir?

Binayı yıkmak veya salt ticari amaçla kullanmak yerine, kültürel mirası koruyan ve kamusal fayda sağlayan projelerle canlandırmak mümkün. Binanın bir bölümü, hızla değişen kent dokusunda sosyal ve siyasi açıdan geçmişin izlerini korumak amacıyla kent arşivine dönüştürülebilir ya da Ankara’nın kültürel diplomasi potansiyelini geliştirmek amacıyla kullanılabilir. Ayrıca binanın mimari dokusu, sanatsal üretim için ilham verici bir ortam sunarak hem işlevine katkı sağlayabilir.

Ayrancı’daki eski büyükelçilik binasının dönüşümünde kullanımlar çeşitlendirilebilir ancak temel ilke, tarihi dokuyu koruyarak kamu yararını üstün tutan ve kent hafızasını zenginleştiren bir yaklaşım benimsemek olmalıdır. Bu yapı, ne salt bir müze ne de yalnızca ticari bir mekân değil; Ankara’nın geçmişiyle geleceği arasında köprü kuran, toplumsal katılımı teşvik eden ve sürdürülebilirliği önceleyen çok işlevli bir kamusal alan olarak tasarlanmalıdır. Restorasyonda mimari kimlik korunurken, kültürel etkinliklerden sosyal girişimlere kadar projelerle hem semt sakinlerine hem de kente bütüncül bir değer katılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, tarihi yapılar ancak “yaşayan” mekânlara dönüştüklerinde anlam kazanır. 

Dönüşüm sürecinde, katılımcı bir yaklaşım benimsenmeli, binanın nasıl kullanılacağı konusunda gerekirse yeni sahipleri ile işbirliği yapılarak sivil toplum örgütleri, meslek odaları, akademisyenler ve diğer ilgili paydaşlar, karar alma mekanizmalarına öncülük ederek sürecin şeffaf, demokratik ve kolektif bir şekilde ilerlemesine katkıda bulunmalıdır. Ancak bu şekilde, yapı sadece fiziksel olarak değil, toplumsal bellekte de yaşayan bir mekâna dönüşebilir.

Dipnotlar

[1] Türkiye Cumhuriyeti Kanunları. (1955, 27 Mayıs). Ecnebi Devletlere Ankara’da Sefarethane ve Konsoloshane İnşa Etmek Üzere Meccanen Arsa Tahsisi Hakkında Kanun (Kanun No: 6593). Resmî Gazete (Sayı: 9013). Erişim adresi: https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc037/kanuntbmmc037/kanuntbmmc03706593.pdf

[2] M. Nazmi Özalp, Bir Başkent’in Anatomisi 1950’lerde Ankara, haz. Haluk İmga (Ankara: İdeal Kent Yayınları, 2016), 239, akt. Koray Özalp & Tolga Aydoğan, Ankara’daki Diplomatik Misyonlar 1920-1970 (Ankara: Galata Yayıncılık, 2022), 42.

[3] Özalp, K., & Aydoğan, T. (2022). Ankara’daki Diplomatik Misyonlar 1920-1970. Galatya Yayınları.

[4] Ankara Büyükşehir Belediyesi. (2007). Cumhuriyet ve Başkent Ankara. Ankara: Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayınları.

[5] Ankara Büyükşehir Belediyesi. (2025, Şubat 26). Büyükşehir Belediye Meclisi. Ankara Büyükşehir Belediyesi Resmi Web Sitesi. https://www.ankara.bel.tr/haberler/buyuksehir-belediye-meclisi-11733

Bir Hoşdere hayali

II. yüzyılın ortalarında yaşamış olan Lidyalı seyyah Pausanias, Galatlar’ın Anadolu’ya yerleşmeleri hakkında bilgi verirken Ankara’dan da söz eder. “Ankyra” kentini Gordios’un oğlu Midas’ın kurduğunu ve Frigler’in bir kenti olduğunu anlatır. Yunanca ve Latince gemi çapası demek olan kentin ismi için açıklama yapma gereğini duyan Pausanias, Midas’ın bulduğu gemi çapasının, kendi dönemine kadar Jüpiter Tapınağı’nda saklandığını söyleyerek kentin isminin hikâyesini aktarır. Çapa, II. yüzyıldan itibaren sikkelerin üzerine de işlenmektedir. Gene Pausanias, adı geçen metinde, Midas kaynağı adı ile bilinen ve üzerine öyküler yazılan su kaynağının Ankyra kentinde olduğunu bildirir ve “İşte Galatlar bu Ankyra kentini aldılar” der.  Tarih boyunca akarsuları ile anılan Ankara, 200’den fazla akarsuyun bulunduğu bir çanak yerleşimidir. Bir Ankaralı olarak belki de kentte en çok aradığım şey masmavi bir su kaynağıdır. Zamanında burası için ne güzel şeyler tartışılmış aslında. Jansen döneminde, bu kadar zengin bir akarsu sistemine sahip olan bu kentte, gondol ve sandal üzerine kurulu bir ulaşım sisteminin bile tartışıldığı söyleniyor. Son zamanlarda artık kaybolmuş bu dereler için iki farklı görüşün öne çıkıyor. Bir kesim bu derelerin ıslah edilmesini ve artık hak ettikleri yeryüzünde özgür olarak akması gerektiğini savunuyor. Diğer bir kesim ise derelerin kapatılmadan önce yaşanan sel ve taşkın olaylarının tekrardan yaşanabileceğini düşünüyor. Ben, derelerin özgürce akması gerektiğini savunan taraftayım. Peki, neden bu görüşteyim? Eğer dereler tekrar yüzeye çıkarılsaydı, bizi nasıl bir gelecek beklerdi?

Güney Kore’nin başkenti Seul’de, Cheonggyecheon Deresi Restorasyonundan sonraki durumu

Doğa nehrin kıyısında başlar, kent ise onunla yaşar

İlk kentlerin su kenarında kurulmaya başlandığı düşünülürse, bu doğal eğilimden neden vazgeçtiğimizi sorgulamak gerekiyor. Üstelik bu sadece bize özgü bir durum da değil; dünya genelinde pek çok yer, tıpkı bizim gibi, su kenarındaki yaşam refleksinden uzaklaşmış durumda. Ama şimdilerde bizlere birer birer geri dönüşün ne kadar mükemmel olabileceğini gösteriyorlar. Bizler nedense görmek istemiyoruz. Mesela Güney Kore’nin başkenti Seul’de, dünyanın en etkileyici kentsel dönüşüm projelerinden biri olan Cheonggyecheon Deresi Restorasyonu, bu anlayışın öne çıkan bir örneği. 1940’larda betonla kaplanarak otoyola dönüştürülen bu dere, kenti ikiye bölmekle kalmamış, aynı zamanda güvensiz alanların oluşmasına da neden olmuştu. Ancak 2005’te başlayan restorasyon çalışmalarıyla birlikte 5.9 kilometrelik büyük üst geçit kaldırıldı, beton bloklar yerine yeşil alanlar tasarlandı ve temiz suyun yer aldığı bir yaşam koridoru oluşturuldu. Görselde gördüğünüz yer eskiden 3 katlı bir otoyoldu. Bu örneği gördükten sonra Ankara için neden olmasın sorusu aklımı ne zamandır kurcalıyordu. Bu yüzden geçenlerde Hoşdere için Kuzgun Caddesi’ne bir görselleştirme yapmak istedim.

Kuzgun Caddesi’nin şu andaki durumu

Hoşdere’nin tekrar açılması durumunda Kuzgun Caddesi hayalimiz

Denizsiz kente biraz da olsa mavilik katabilseydik ne olurdu?

Hoşdere’nin geçtiği caddelerden biri olan Kuzgun Caddesi’nin en kuzeyinde yer alan bir noktadan alınan bir görüntü üzerinden kendime ‘buraya biraz mavilik katabilsek ne olurdu?’ diye sordum. Bu mavilik aslında 1950’lerde başlayan süreçte biz kentlilerin elinden alınan bizim doğal hakkımızdı; arabaların değil. Bu yüzden ilk iş olarak görüntüden arabaları kaldırdım. Daha sonrası özgürlüğü elinden alınıp zamanında kanalizasyon inşa edilmek yerine, kanalizasyona dönüşen Hoşdere’yi olması gereken konuma yerleştirdim. Özgürlüğüne kavuşan Hoşdere etrafına biraz yeşilliği de beraberinde getirdi. Öncesinde bahsettiğim Güney Kore örneğinde de olduğu gibi pek çok canlı eski evlerine dönmüş ve kent içinde bir ekosistemi kendileri oluşturmuştu. Hoşdere aynı etkiyi yaratamasa bile yıllar süren tutsaklığından sonra biraz yardımı hak ediyor bence. Daha sonra maviliğe hasret kalmış Ankaralılar için bir araç yolunun yerine Hoşdere’nin koyu ahşap çitlerinin yanında bir yaya yolu belirseydi ne olurdu? diye düşündüm ve bir çizim daha ekledim. Bu görüntünün biraz mimariyi de en azından dış cepheleri etkileyeceğini varsayarak, sokaktaki binaların dış cepheleri üzerinden bir değişiklik yaptım. Görüntüye olabildiğince ağaç ve sonunda hakkını almış Ankaralıları da yerleştirdim. 

Elbette bundan çok daha iyisinin yapılabileceğini düşünüyorum. Bu sadece benim hayalimin gerçeğe dönüşmesi durumunda nasıl bir görüntüyle karşılaşacağımıza dair ipucu sadece. Bu benim için nehirlerin taşkınlara sebebiyet vereceğini düşünen tarafa yani karşıt görüşte duranlara cevabımdır. Aksine, geçirimli yüzeylerin artmasının taşkın ve sel riskini azaltacağını düşünüyorum. Derelerin kayıp olmasının nedeninin taşkın ve sel riskini engellemek olduğunu düşünenlere yağmurlu bir günde metroya binmelerini tavsiye ederim. 

Son sözlerimi benimle aynı fikirde olanları hayalime ortak olmaya davet ederek bitirmek isterim. Ya Kavaklıdere, Hoşdere, Bentderesi, Hatip Çayı, İncesu ve diğerleri özgürlüklerine kavuşsaydı? O zaman bizi nasıl bir Ankara bizleri bekliyor olurdu, hayal edebiliyor musunuz?

Her budama kötü sonla bitmiyor

Ankara genellinde özellikle ana cadde ve bulvarlar üzerindeki ağaçların budaması gerçekleştiriliyor. Ayrancı caddelerinde de gerçekleşen ağaç budamaları Ankara Büyükşehir Belediyesi ekipleri tarafından yapıldı. Mahalleliden derin budamalar yapıldığı gerekçesiyle bazı eleştiriler de alan ekipler, geçmiş yıllarda özellikle Kuğulu parkta gerçekleşen derin budamalar sonucunda kuruyan ağaçları hatırlatıyorlar. Budamalar sonunda elde edilen kütük ve dallar ise belediye atölye ve fabrikalarında dönüştürülüyor.

Saatte 2 ton pelet üretiliyor

Kahramankazan’da bulunan Ova Fidanlığına üretim için bir tesis kuran Ankara Büyükşehir Belediyesi iştiraklerinden BelPlas AŞ, Başkent genelinde budanmış veya devrilmiş ağaçların parçalarını ve odun artıklarını topluyor. Tesise getirilen ağaç parçaları ve odunlar öğütülerek, toz talaş hâline getiriliyor ve kurutulmaya başlanıyor. Kurutulan talaşlar daha sonra sıkıştırılarak pelet hâline getiriliyor.

Ankara Büyükşehir Belediyesi, BelPlas AŞ, Kahramankazan Ova Fidanlığı

1500 metrekare kapalı alana kurulan tesiste, saatte 2 ton pelet üretilirken kereste özelliği taşımayan 10 bin tondan fazla atık odunun dönüştürüldüğü belirtiliyor.

Sosyal destek alan ailelere ve muhtarlıklara dağıtılıyor

Pelet; çevreci olmasının yanı sıra yanma süresi ve sağladığı enerji bakımından aynı miktarda ağaç odununa göre daha verimli olmasıyla öne çıkıyor.

Ankara Büyükşehir Belediyesi ürettikleri peleti, sosyal destek alan vatandaşlara ve muhtarlıklara yakacak olarak dağıtılıyor.

Bank, kuş yuvası, kulübe yapılıyor

Budama sonunda elde edilen iri kütükler ise Ankara Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma ve Kontrol Daire Başkanlığı’nın Söğütözü’ndeki atölyelerinde işlenerek belediyenin parklarında kullanılmak üzere bank, kulübe, kuş yuvası üretiliyor.

Belgrad’da toplu taşıma ücretsiz oldu!

Sırbistan’ın başkenti Belgrad, Avrupa’da büyük şehirler arasında toplu taşımayı ücretsiz hale getiren nadir kentlerden biri oldu. 1 Ocak 2025 itibarıyla yürürlüğe giren uygulama, şehir içi ulaşımın tamamen ücretsiz olmasını sağladı.

Belgrad Belediye Başkanı Aleksandar Sapic, yeni uygulamanın kent sakinlerine büyük bir ekonomik rahatlama sağlayacağını belirtti. Ücretsiz toplu taşıma sisteminin finansmanı için belediye bütçesinden yıllık yaklaşık 250 milyon euro ayrıldı. 

Belgrad Belediye Başkanı Aleksandar Sapic

Daha verimli bir ulaşım sistemi

Belediye yönetimi, ücretsiz toplu taşımanın yanı sıra ulaşım sisteminde de bazı yapısal değişikliklere gitti. Daha önce belirli saatlerde hareket eden otobüsler artık dinamik bir sisteme göre çalışacak. Yolcu yoğunluğuna göre seferlerin sıklığı değiştirilecek ve duraklar arasındaki verimsiz boş seyahatlerin önüne geçilecek. Uygulamanın yalnızca ekonomik bir destek sunmakla kalmayıp çevresel ve sosyal etkilerinin de önemli olması bekleniyor. Ücretsiz toplu taşıma sayesinde özel araç kullanımının azalması, trafik sıkışıklığının hafiflemesi ve hava kirliliğinin düşmesi hedefleniyor.

Araç filosunda büyük yenilenme

Belediye Başkanı Sapic, toplu taşıma sistemini modernize etmek için önemli yatırımlar yapacaklarını da duyurdu. 2025 yılı sonuna kadar 2 yaşından büyük tüm otobüslerin yenileneceğini, 2027 yılına kadar ise troleybüs ve tramvay filosunun tamamen değiştirilerek daha çevreci ve konforlu araçlarla hizmet verileceğini açıkladı.

Şehir sakinleri, ücretsiz toplu taşıma uygulamasını büyük bir memnuniyetle karşıladı. Özellikle öğrenciler, emekliler ve düşük gelirli gruplar için bu sistemin büyük bir kolaylık sağlayacağı belirtiliyor. Uzmanlar, uzun vadede sistemin finansal sürdürülebilirliğinin dikkatle yönetilmesi gerektiğini vurgularken, Belgrad’ın bu adımı diğer şehirler için de ilham verici bir model olabilir.

Belgrad, İstanbul ve Ankara’dan farklı mı?

Belgrad, nüfus olarak Ankara’dan küçük, ama daha kompakt ve yoğun bir şehir. Metro henüz olmadığından İstanbul ve Ankara kadar gelişmiş bir raylı sistem altyapısına sahip değil. Yine de toplu taşımada tramvay ve troleybüs gibi farklı sistemler kullanılıyor ve ücretsiz ulaşım ile toplu taşımayı teşvik ediyor.

Ücretsiz ulaşımın ötesinde: Ankara için dersler

Belgrad’da atılan bu adım, Ankara gibi büyük şehirler için de ilham verici olabilir. Toplu taşımanın ücretsiz hale getirilmesi, trafik yoğunluğunu azaltmanın yanı sıra özel araç kullanımını düşürerek çevre kirliliğini önleyebilir. Ancak yalnızca maliyetin kaldırılması yeterli değil; ulaşımın konforlu ve güvenilir hale getirilmesi de büyük önem taşıyor. Daha sık ve düzenli seferler, yenilenmiş araçlar ve yolcuların ihtiyaçlarına uygun hizmetler sunulmadıkça, toplu taşıma tercih edilen bir ulaşım yöntemi haline gelmeyebilir. Dolayısıyla, ulaşımı ücretsiz hale getirmek kadar, hizmet kalitesini artırmak da belediyeler için öncelikli hedeflerden biri olmalıdır.

Ayrancı’da yaşamanın ve yaşlanmanın keyfekeder hüzünleri

Yazanlar Sokağı’nda Sadi Hoşses

1980 yılıydı. Aşağı Ayrancı’daki Yazanlar Sokağı’nda yaşayan besteci Sadi Hoşses, Ankara Arı Sineması’nda jübilesini yapmaya hazırlanıyordu. Ardından İzmir’e taşınacaktı. O yıl, Olgunlar Sokağı’nda bir haber ajansında 19 yaşında acemi bir muhabir olarak çalışıyorduk. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askerlerin sabrını ve hasretini anlatan “Sabret Gönül”, “Bu Hasret Biter” adlı eserlerin bestecisi Sadi Hoşses ile bir röportaj yapmamız istenmişti.

Sadi Hoşses’in aynı mahallede TSM çalışmaları yapan dershanesi yerine, iki arkadaş Kızılay Güvenpark’tan eski marka taksi dolmuşlara binerek, evinde ziyaret etme acemiliğinde bulunmuş, Sadi Hoşses’in kapısını randevusuz çalmıştık. Kapıyı açtığında üzerinde eşofman türü bir giysi vardı. Amacımızı öğrendiğinde “buyrun çocuklar sizi salona alalım” kibarlığıyla izin istedi sonra kravatlı takım elbise giyinmiş haliyle salona girdi. Eski Ankara beyefendisinin bu davranışıyla büyük bir sanatçıdan büyük bir nezaket dersi almıştık.

Şadi Hoşses, 1982 yılında Ayrancı Yazanlar Sokağı’ndan ayrılarak İzmir’e yerleşti ve 1994’te vefat edene kadar orada yaşadı. 1988’de, Avni Anıl’ın Sadi Hoşses ile ilgili hazırladığı TRT programında, eşi Ayrancı’daki dostlarını çok özlediğini dile getirmişti.

Şu sıkıntılı günlerde dilimize Hoşses’in “Gülmedi şu bahtım gülmedi gitti” şarkısı denk düşse bile, şimdi oradan geçerken, Yazanlar Sokağı’ndaki o evden bir zamanlar terennüm edilen “Yıldızlı semalarda haşmet ne güzel şey” şarkısı gelir aklımıza ve ağlamaklı olur insan şu Ayrancı’da.

Sadi Hoşses ve Ziya Taşkent

Mesnevi Sokağı’nda Ziya Taşkent ıslığı

1999 Marmara Depremi’nde eşi, kızı ve iki torunuyla birlikte aramızdan ayrılan besteci Ziya Taşkent, 1980’lerde Mesnevi Sokağı’nda yaşardı. Akşama doğru, Karyağdı Sokağı kavşağındaki marketten alışveriş yapar, tanıdıklarıyla şakalaşırdı. Bazen dilinde pelesenk olmuş bir şarkıyı mırıldanır, bazen de bestelemeyi düşündüğü yeni bir eseri ıslıkla çalarak evine dönerdi. Şimdi oralardan geçsem Taşkent’in bestesi “Gücüme gidiyor böyle yaşamak” şarkısı düşer gönlümüze. 

Gazete sayfalarını paylaşarak okurlardı

Yeşilyurt kavşağından Kuzgun’a tırmanırken üçüncü apartmanın yüksek giriş katında oturan bir çift idiler. Sabahın erken vakitlerinde gözlüklü, takım elbiseli yaşlı beyefendi, Yeşilyurt’un köşesindeki fırından sıcak ekmek ve gazetesini alırdı. Eşi onu hep yoldan görünen giriş kapılarında karşılar, elindeki poşetleri alırdı. Ve o yaşlı beyefendi de yaşlı eşinin sırtını okşar, teşekkür ederdi. Kuzgun Caddesi’ne bakan pencerenin önünde gazete sayfalarını paylaşarak kalın çerçeveli okuma gözlükleriyle okurlardı. Perdeleri hep açık olurdu. Cam göbeği rengindeki eski Volkswagen arabaları apartmanın önünde hep park halinde durur, ara sıra yakın yerlere gezintiye çıkarlardı. Onlar gençlikteki aşkın, yaşlılıkta büyük bir sevgiye dönüştüğü en güzel örneklerdendi.

Bir gün apartmanın önünde bir kalabalık toplanmıştı. “Beyefendi kalp krizi geçirdi” dediler. Evlatları annelerini alıp götürdüler, kaplumbağa arabayı da bir daha gören olmadı. Şimdi oradan eve dönerken o pencereye bakarım hep, zihnmde onlar hâlâ orada gazete okumaktadırlar. 

Her gün traşını olur, kuşları yemlerdi

Kuzgun Sokağı’nda Mesnevi’ye yakın apartmanın yola bakan girişin üstündeki dairelerinde oturan evlatları olmayan yaşlı ve mutlu başka bir çift hatırlarım. Yaşlı adam her gün sinekkaydı tıraşını olur, artan ekmekleri ufalayıp yakındaki boş arsaya konan kuşlara götürür, sürü güvercinlerin arasında tebessümle gelene geçene selam verirdi. Hanımefendi ondan daha önce vefat edince, her gün tıraş olan tebessümlü beyefendinin önce sakalları uzadı. Hayata küstü. Gelene geçene selam veremez bezginliğe düştü. 

Bazen Hüseyin Onat Sokağı’ndaki Bahar Evi’nde tavla oynarken görüldüğünde yaşam ile yeniden barıştığı duygusu uyandırırdı fakat giderek içine kapandı. Münzevi görüntüsüyle ona sarhoş diyenler de oldu. Birkaç gün ortalıklarda görünmeyince onu evinin yatak odasında bir daha uyanmayacak halde buldular. Şimdi o eski binaları yıkılan boş arsaya ne zaman güvercinler sürü halinde toplansa her gün sinekkaydı tıraş olmuş yaşlı adamı ararlar ve gelmeyince de uçar gider kuşlar, insana bir hüzün çöker. 

Hoşdere’ye tırmanan merdivenler

O merdivenlerden her sabah birimiz çıkarken, birimiz inerdi. Artık sık sık rastlaşınca Ayrancı halkı birbirlerine selam vermeye başlarlardı. O yıllarda 20’li yaşlardaydık. Esmer, saçları uzun, müşfik yüzlü genç hanım gülümseyerek selam vermeden geçmezdi. İnsan sevgisinin erdemiyle mahalle kültürünün asaletini oluştururdu. 

Şimdi ömür saatimiz yarım yüzyılı on dört geçiyor.  Ahmet Haşim’in “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinden güneş rengi bir yığın yaprak / Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak” diye başlayan Merdiven şiirindeki gibi, Yeşilyurt’tan Hoşdere’ye çıkan merdivenleriyle birlikte gelip geçmekte olan yaşamı sorguluyorlar.

Uzun saçlı, esmer müşfik yüzlü genç kadın ve o adam, geçen her yılın yüze yapıştırdığı çizgiden imzalarla şimdi aynı merdivenlerden çıkıp inerken “Yıllar ne çabuk geçti o günler arasından” adlı hicaz şarkıyı duyar gibi birbirlerine bakıyorlar.

Sonra yaşadığı zamanda şairlerin sultanı olarak bilinen Şair Bakî’nin; “Avezeyi bu aleme Davut gibi sal / Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” mısraları Aşağı ve Yukarı Ayrancı’nın her köşesinde sağlıklı ve mutlu ömürler için yaşanılan anın tüm olumsuzluklarını unutturmaya başlar.

Hoşdere’nin antika durağı: Tukan Antik

Ben Ziya Erel, aslında Bahçelievler çocuğuyum. Hikayemi dinledikten sonra beni de hemşehriniz sayacağınızdan hiç şüphem yok. 

Cumhuriyete bağlı saygın bir öğretmen çocuğu olarak büyürken atlara oldukça düşkündüm. Bu ilgimi fark eden babam beni Atlı Spor Kulübüne yazdırmıştı. Atlar ile köklü bağlar kurduğum bu dönemde annem de resme ilgimi fark etti. Ben de resimlerimde sadece at teması işledim, çocukluğumdan bu yana sadece at resmi yaptım. 1973 yılında İtalya’da düzenlenen ve jüri üyeleri arasında heykeltıraş Henry Moore’un da bulunduğu çocuk resimleri yarışmasında ve 1976 yılında SSCB’de düzenlenen bir başka uluslararası çocuk resimleri yarışmasında ödül kazandım.

Ziya Erel ve Ayşe Müge Erel

Resimlerimi yağlı boyadan, akrilik ve suluboyaya, pastelden füzene uzanan geniş bir teknik yelpazede ürettim. Resimlerim yurt içi ve dışındaki koleksiyonlarda yer alıyor. 

Dünyada en çok resmi yapılan hayvanın at olması sizce tesadüf olabilir mi? Elbette değil. Neden mi at resimleri yapıyorum? Söyleyeyim; ben kendi adıma insanlığın atlara olan vefa borcunu ödüyorum. 

Mimar Sinan Tatbiki Güzel Sanatlar Fakültesinden mezun olduktan sonra, yolum sevgili eşim Ayşe Müge ile kesişti. Ayşe Müge’m benim gibi sonradan değil doğuştan Ayrancılı. Aslen Çanakkale’li olan anneannesi o zamanlar Atatürk Bulvarı’nda otururmuş. Rahmetli dayısı Mustafa Sırrı Çakmak Harita mühendisi ve subay, yani askeri mühendis. Ordudan ayrılıp ticarete atılıyor, daha sonra Meneviş sokak 24 numarada, hani bir zamanlar Mazhar Alanson’un o zamanki eşi ve kızıyla yaşadığı, Sezen Aksu’ların filan gelip gittiği o meşhur apartmanı yapınca kayınvalidem ve kayınpederim de o binaya taşınıyorlar, biz de kısa bir Ankara turundan sonra o apartmanda oturuyoruz. Ayşe Müge orada doğuyor ve Gazi Üniversitesi Resim Bölümünü bitiriyor. O sırada uğuruna inandığı Tukan kuşu resimleri yapmaya başlıyor. Tukan kuşu ile ilgili sergiler düzenlemek için ablasının yanına Amerika’ya gitti. Tamı tamına iki buçuk sene birbirimizi görmeden, sadece mektuplaştık. Postaların gitmesinin günlerce sürdüğü zamanlardı, Amerika ile telefonla konuşmak bir servetti. Bu arada kader ağlarını ördü, Ayşe Müge Türkiye’ye döndü ve evlendik. Sonra ben TRT haber merkezinde çalışmaya başladım ve oradan emekli oldum. 

Tukan Antik

Biz eşimle birlikte antika sevdalısıyız aslında önceleri eşim ilgiliydi, emekli olduktan sonra ben de onun yanına gide gele ben ondan daha sevdalı oldum. Yazlık evimizin olduğu Urla’da bir dükkan bulduk. Tam hayallerimizdeki gibiydi. Telefonla görüşmeler yaptık. Urla’da bir yer kiralayıp antika dükkanı açmaya karar verip yola çıktık. Urla’ya vardığımızda mal sahibi dükkanı başkasına kiraya verdiğini söyledi. Önce başımızdan aşağı kaynar sular döküldü, sonra konuşunca, belki de bunun bizim için en iyisi olduğuna karar verip o olayı unuttuk. Tesadüfen  Hoşdere  caddesi üzerindeki dükkanı görünce burayı kiraladık ve Ayşe Müge’nin uğurlu olduğuna inandığı Tukan kuşunun adını dükkanımıza verdik. Antikaları hem sevenleriyle buluşturmak, hem de onlar içinde yaşamak hoşumuza gidiyor. 

Her ayın ilk pazar günü yapılan Ayrancı Antika Pazarında, ayrıca bazen Çayyolu Antika Pazarı’nda da stand açıyoruz. Ürünlerimiz çeşitli kaynaklardan geliyor. Boşaltılan evlerden, esnaf arkadaşlardan, internette online müzayedelerden. Ürünlerimizin hepsi antika değil. Retro dönem ürünleri, bir dönem moda olup insanlara geçmişi hatırlatan ürünler de satıyoruz. Ürünlerimiz koleksiyon meraklılarının sevebileceği arabalar, porselen ürünler, cam eşyalar, Avrupa’dan gelen değişik objeler. 

Ayşe Müge’nin babası vefat edince Oran’dan Ayrancı’ya geri geldik. Meneviş Sokak’taki evimizin bodrum katında Ayşe Müge’nin resim atölyesi var fakat kayınvalidem yaşlı ve onunla ilgilendiği için kurs vermiyoruz. Sadece kendi sanat üretimimiz için atölyeyi tutuyoruz. Bir ara KOSGEB‘le bir proje yürütecektik proje kabul de oldu fakat yeterli zamanı ayıramayacağımızı düşünerek vazgeçtik.

TUKAN ANTİK
Hoşdere Caddesi No:57/E A.Ayrancı – Ankara
Tel: 0535 449 00 75
Instagram: @tukanantik.seramik

Ankara’nın Ayrancısı

Vizontele’de geçen şu repliği bilmeyeniniz yoktur:

“Ankara’yı diyorum; avucumun içi gibi bilirim.
Yukarı Ayrancı’dan mısınız?”

“Hayır.”

“Aşağı Ayrancı?”

Ankara denince akla gelen semtlerin başında gelir Ayrancı.

Ne zaman bir kentle, bir semtle yahut bir mahalle ile müsemma birini görsem, aklıma, Edip Cansever’in, “İnsan yaşadığı yere benzer” dizesi gelir.

Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde geçer şu dizeler:

İnsan yaşadığı yere benzer

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer

Suyunda yüzen balığa

Toprağını iten çiçeğe

Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine…

Şiir uzun; yeri geldikçe hatırlar, hatırlatırım ama iki dizesini daha aktarmak isterim.

Evlerine, sokaklarına, köşe başlarına

Öylesine benzer ki…

Dernekleri de var, gazeteleri de…

Ankara bu dizelere uyar. Ne düşündüğümü yazmıştım daha önce:

Bu şehir için ciltler dolusu yazmak mümkün ama özetle benim için Ankara, “hep uçuk, her zaman masum ve daima gözü kara”dır.

Benim nazarımda, Ankaralılar, gerçekçi olup, imkânsızı isteyecek kadar uçuk, herkesi dost ve kardeş görecek ve herkese kucak açacak kadar masum ve isteseler ekmeğini verir ama ekmeğine haksız ve hukuksuz göz koyana karşı tarihin gördüğü en gözü kara insanlardır.

Evleri, sokakları, köşe başları da öyle.

Tıpkı Ayrancı gibi…

Ayrancılıların bir dernekleri var, bir de gazeteleri.

Ayrancım Derneği, kentin ayrılmaz bir parçası olarak uzun süredir kent kültürünün güçlenip gelişmesi için çaba harcıyor. O çabanın önemli simgelerinden ve ara sıra da olsa yazmış olmaktan keyif aldığım Ayrancım Gazetesi‘ni de çıkartıyor.

Yeri geldikçe yazarım, “sevmek tanımak, tanımak ise emek ister.

Ayrancım Derneği de, tek tek kişilerin emeğini bir çatı altında toplayıp, Ankara’nın bütün diğer semtlerine örnek olabilecek işler yapıyor.

Ayrancı’da Zaman, Mekan, İnsan

O işlerden birisi, gazete yazılarından derlenmiş “Ayrancı’da Zaman, Mekan, İnsan” başlıklı bir kitabı hepimize kazandırmak oldu. Böylece Ayrancı semti kültürel miras ve sözlü tarihini geleceğe aktarıyor.

Ali Necati Koçak’ın derlediği kitabın önsözünü, Dr. Mehmet Sarıoğlu yazmış; şu satırlar oradan:

Kent; her şeyden önce bir mekandır, coğrafi alandır fakat bundan çok ötede bir şeydir ve üzerinde yaşayanların etkileşimini araştırmadan anlaşılabilecek bir olgu değildir.

Araştıran, hatırlatan, tarihe not bırakan Ayrancım Derneğinin ilk kitabındaki yazıların tümü, Ayrancı’nın bir fotoğrafını veriyor. Umarım ve dilerim Ayrancı’nın bütünlüklü bir fotoğrafı için bu kitaplara devam edilir.

Ayrancı’da Zaman, Mekan, İnsan-1,
Ayrancım Derneği Kültür Yayınları
Kent Kültürü Dizisi 
304 sayfa.
Derleyen: Ali Necati Koçak

Can Öktemer: Ama ben Ankara’yı hep sevdim

Can Öktemer ile Ankara’nın gizli başrolde olduğu ilk romanı “Hayat, Evren ve Sezen Hakkında” üzerine Ayrancım Gazetesi için söyleştik. Sadece ilk romanı ile değil iflah olmaz bir Ankaralı olarak bugüne dek yazdıkları, yaptıkları, yürüyüş rotaları, kente dair yazıları, flanörlüğü ile Ayrancı’ya, Ankara’ya ve hayata edebiyatın izleğinden bakan Can Öktemer ile Cemal Süreya Parkı’nda bir araya geldik. Yürüyerek kamusal alanlara, açık havaya, gökyüzüne, toprağa, mahallemize karışarak yaptığımız bu söyleşiyle gazete okurlarımız için kent ve edebiyatın penceresini araladık.  

“Ama ben Ankara’yı hep sevdim.” Kitabınızda geçen bu cümle ile başlayalım ve soralım. Ankara sizin eviniz mi yuvanız mı? Neden?

Evim diyebilirim. Sembolik olarak en rahat ettiğin, dönmek istediğin bir anakara gibi düşünürsek evi, ne zaman bir yere gitsem dönmek istediğim için rahat ettiğim bir yer olarak Ankara’ya evim diyebilirim.

Fotoğraf: Büşra Bozdemir

Ankara’nın çimentosunda rutinler var

“Şehrin çimentosuna karıştım” diyorsunuz. Bu kentte, özelinde Çankaya, detayında Ayrancı’da hayata ve evrene nasıl karıştınız? Ne var Ankara’nın harcında? 

Kitaptaki bu söz, karakterlerden Pena Yavuz’un mağlubiyet hissiyle de söylediği sözdü. “Benden bir şey olmayacak, ben yenildim zamana sen git” diyerek Cem Taner’e tavsiyede bulunuyordu. Hayat, Evren ve Ayrancı diye bağlarsak; savaşlar, pandemi ve türlü siyasi, ekonomik krizlerin ortasında dünya ahvalinin küçük bir semtten nasıl göründüğünün, karakterler üzerindeki etkisinin hikayesiyle yola çıkmıştım. Kitabın ismini de Douglas Adams’a selam göndererek, saçmalıklar ve anlamsızlıklar üzerinde inşa olan modern hayatın gündelik hayatımıza yansımalarıyla dalga geçmek için seçmiştim. 

Ankara’nın çimentosunda ne var? Alışkanlıklar ve rutinler var. Bunlar büyük kentlerde zor bulunan özellikler. Keşmekeştir aslında metropoller ve insanlar birbirinden uzaktır ama Ankara, yarı metropol yarı taşra gibi davrandığı için harcında karşılaşmalar, alışkanlıklar, hayatı küçültmek, mahallede gibi davranmak var. Eşinizle dostunuzla tesadüfen plansız programsız karşılaşma ihtimali sunan bir kent. İstanbul’da bunu yapabilmek zor. Herkes herkesle bir yerden tanışık gibi olunca da insan ilişkilerindeki bağlar sağlam olabiliyor. Harcı sağlam. 

Ankara’nın hangi mahallelerinde, apartmanlarında yaşadınız? Çocuklukta, gençlikte, yetişkinlikte Ankara’ya dair kolektif hafızanızdaki anı paylaşır mısınız?

Biz hep Emek ve Bahçeli’de yaşadık; açıkçası çok enteresan bir hatıram yok apartmanlarla ilgili ama hep mahalle ortamı vardı. Mahallenin sözlük tanımıyla uyumlu insanların birbirini tanıdığı birbirinden kopuk olmayan bir bağ vardı. Sanırım hâlâ da öyle. 

Sizin romanı yazmaya başlamanız; bir vedanın hatırasını görünür kılmak için burnunuzun ucundakini görmeye başladığınız, “hikayenin çok yakında” olduğuna inandığınız an mı başladı?

İkisinin tam ortası sanırım. Yüksek desibelli bir duygu durumunun yansıması da olabilir. Esasen bu hikâyenin ham kısmını Lavarla’da yazmışım. 10 yıl kadar olmuş. Hakan Kaynar Hoca bana yürümeyi sevdiğim, sosyal medyada da paylaştığımdan hareketle bunları yazmalısın demişti. Cebeci’den Kızılay’a kadar yürürken ne gördüysem bir denemeci gibi yazıyordum. Yazdıklarım birikmeye başladı. Hikaye yazabilir miyim diye düşündüm, biraz kişisellikler de vardı; yarı gerçek yarı kurgu diyebileceğim, oyun da yaptığım şekilde yazmaya başladım. Bunun aslında alt türü varmış; autofiction deniyor. Biyografi gibi değil işin içerisinde kurgunun da otobiyografik ögelerin de olduğu, ikisinin muğlaklaştığı bir şekilde düşünülebilir. Zaten romanda da biraz öyle ne zaman Leonard Cohen geliyor ne zaman işte siz gerçekten yürüyorsunuz ya da kim o sözü söylüyor. O söz Can’ın sesi mi yoksa müzisyenin dinletisindeki etki mi bazen muğlaklaşıyor. Hoşuma giden bir şey oldu. Cem Taner ben miyim değil miyim, insanların bunu sormasını istedim. Kafa karışıklığı yaratmak da bir oyuna dahil olsun diye düşündüm.

Fotoğraf: Büşra Bozdemir

Bavulunda sıklıkla sıkıntı taşıyan biriyim

Ortaçgil şarkısındaki gibi “Bir Eylül Akşamı” başlayan roman yazarlığınızda “İnsanların yanında evimi, evimde insanları özlüyorum” diyorsunuz. “Bavulunda sıkıntı taşıyan adam” olarak mı yazdınız bu romanı? 

Bavulunda sıklıkla sıkıntı taşıyan biri sayılabilirim. Ankara’dan ara ara sıkılıyorum herkes gibi. Özellikle pandemi döneminde eve kapandığımız zaman özellikle artık yaşanmaz hale geldi. Ankara vaatkarlığını yitirmişti. Arada sırada bir şehri aniden nedensizce terk edip geri gelmek gerekiyor bence; nefes almak için. 

Bir de neredeyse gün be gün artan 15 yıllık siyasi baskının da bir yabancılaştırma etkisi var hiç şüphesiz. Tansiyonu yüksek siyasi atmosfer, derinleşen ekonomik kriz, kamusal alandaki ifade özgürlüğün daraldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu vaziyet insanları mekânla, yaşadığı yerle yabancılaştırdı. Herkes bir elinde bavul diğerinde pasaport önünde atlas gidilecek yer arıyor. İşin ironisi gitmek istediğimiz yerlerdeki insanlar da kendilerine başka yerler arıyor. Mevcut müesses nizam koltuklarımızın altına çivi koydu. Şu an evimiz neresi bilmiyoruz. Ankara özelinde konuşacak olursak, etrafımdaki birçok kişi taşındı, yurt dışına gitti, veda etti.  

Belirli yaş bariyerini aştığınızda hayatınızda yapabileceğiniz ani dönüşler, alacağınız virajlar zorlaşıyor. Böyle durumlarda bir karar vermek gerekiyor galiba. Ankara’da yaşamaya tamam demek de bunlardan biri. Tüm lanet durumlara, sinir bozucu olaylara rağmen, eşin, dostun, alışkanlıkların hatırına şerefli mağlubiyeti kabul ederek devam etmek de bir tercih. Romanda tüm bu yaşadıklarımızı, yabancılaşmaları roman içine katmaya çalıştım; kaybolma anını ruhsal olarak iyisiyle kötüsüyle bu yaşadığım yeri kabul edip devam etmeye karar bir kahramanın portresi bir anlamda.  Karakterin tercihi mağlubiyet midir kazanmak mıdır bilemem tabii ama hayatla bir yerde sulh içinde olmak lazım çünkü her şeye rağmen “gelecek uzun sürer” 

Yabancılaşmayı bir yana bırakarak “Anıların boşluğundan faydalanıp şimdiki zaman işgali” olarak tanımladığınız boş zaman var. Siz boş zaman yaratabildiğinizde, kendinize döndüğünüzde mi yazdınız? Yazı serüveninize hangi mekânlar tanık oldu?

Daha çok evde yazıyorum. Özellikle gece yarısından sonra hayatın yavaşladığı anlarda. Eskiden dışarıda yazamazdım dikkatim kolay dağılırdı ama son zamanlarda kafelerde de yazmayı öğrendim. Öyle bir rutinde de ilham verici şeyler olabiliyor. 

Romanınız “Yerdeki kelimelere basmamaya dikkat ederek” “kendi zaman dilimine bıraktığınız kalabalıklar” arasında “düşünerek yürürken” mi? Yoksa edebi anlatılar için söylenegeldiği üzere, bir şehre bir “adam” gelince ya da bir “kadın” evden çıkınca mı başladı?

Her gün yazan birisi değilim. Çok düşünüyorum, uzun uzun yürüyorum yazmaya başlamadan önce, sonra eve gelip kapanıp topladıklarımı yazmaya başlıyorum. Kelimelerin asfalta düşmesi hikayesi Cebeci’deydi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin önden gidip biraz sağa döndüğünüz zaman bir taraf askeri taraf bir taraf hastane bir tarafta öğrenciler aynı yerde ve zamanda. Dolayısıyla o kadar kozmopolit insanlar o sırada oradan öyle telaşla gidiyorlar ki hepsi ayrı ayrı konuşuyor, söylüyor. Bağıra çağırıp konuşuyorlar işte askerler, öğrenciler, insanlar. İnanılmaz kelime baloncukları oluşuyor. 

“Hayat, Evren ve Sezen hakkında” kitabınızın ana karakteri Ankara mı yoksa herkesin Sezen Aksu zannettiği Sezen mi?

İkisi birden diyebilirim. Açıkçası Ankara biraz daha gizli başrol, Sezen de hikayenin ana dönüştürücüsü. James Joyce’un Dublin’i çok sevdiği için sürgündeyken yazdığı Ulysess’ten ilham aldım. Hakikaten Dublin’e aşkla yazılan bir romanda tüm sandalyeleri, kokuları, yemekleriyle capcanlı bir kent var, hayat var. Mesela romandaki “dandirik” bir limon kolonyacısı şimdilerde Dublin’de turistik seyahatlerin uğrak mekânı olmuş durumda. Romanımda, Sezen dönüştürücü karakter olarak ise kitabın ikinci bölümünde sahnede. En nihayetinde “Bir şehri sevmek aşka sebep aramaksa” Sezen de Cem Taner için bu sözü gerçek kılıyor.  

Roman iki bölümden oluşuyor ve ikinci bölümde sahneye tüm ışığıyla Sezen giriyor. Bir şehir, “aşk”la mı anlam kazanıyor? Kentin sokakları, merdivenleri, köşeleri, meydanları, parkları ve kuğuları aşkla mı direniyor tükeniş ve yok oluşa? 

Yüzde yüz ben de böyle düşünürüm. Bence, yolu tek başına yürümekle birisiyle yürümek arasında fark var. O yüzden kitap iki bölümden oluşuyor. Birlikte yürümek de yaşama meydan okumak da iki kişiyle mümkün olabiliyor. İnsanı hayatın içinde hissettirecek anlar, durumlar vardır. Birine aşık olmak da böyle bir şey. Hayattayım, yaşıyorum hissi verdirebilir hakiki bir aşk hali. Sokakların, mekânların, kaldırım taşların anlam kazanabilmesi bazen birine ihtiyaç duyabilirsiniz. İçinden çıkmak istemeyeceğiniz bir karenin içinden dünyaya bakmak; bu da bir şey çoğu zaman da çok şey demek. 

“Yaşam bizim için dibi görülmeyen bir deniz.” Peki ya aşk, dalgalarla boğuşarak çıkılan bir kıyı diyebilir miyiz? Bu kitabın adı ve parçası olarak evrenin dehlizlerinde kaybolmamak için rotayı nereye çevirmeliyiz?

Diyebiliriz. Karakterler de böyle bir ailevi mücadeleden çıkıp bir de hayat şartlarıyla mücadele edip kendine düzen kurmaya çalışıyorlar. Ne kadar kurduklarını bilmiyoruz ama o mücadele gemiyi karaya çıkartmak için önemli bir güç noktası olabilir. Hayatın belirli zorlukları var. Yönümüzü bulmak, rotayı hesaplamak sandığımızdan zorlu olabiliyor. Bu yüzden bir şekilde devam edebilmemiz önemli, çünkü sadece yola çıkabilecek cesarete sahip olanların hikâyesi olur. 

Yol hikayesi gibi ama uzak mesafe değil

Denizi olmayan bir kentte rota nasıl mümkün ise… Belki şehre “deniz” gelir diyerek bağlayalım mı?

Bir arkadaşım demişti kitabım için bir yol hikayesi gibi ama uzak mesafe değil. “Kahramanın Sonsuz Yolcuğu” kitabı yazıyla hemhal olan herkese önerilir. Campbell’in kitabında biliyorsunuz küçük bir yerde yaşayan maceraya atılma konusunda gönülsüz bir kahraman vardır; bilge birisi gelir ve onu bir maceraya davet eder, küçük hayatlardan büyük maceralara atılırlar ve sonunda olgunlaşıp başka forma dönüşürler. Benim karakterim de işte küçük bir yerden başlayıp olağanüstü büyük hayatlar yaşamasa bile dönüşüm yaşayarak bir olgunluk seviyesine geliyor. İşte biraz o Sezen’in varlığıyla olabilecek bir durum, sembolik bir rota arayacaksak? Sezen ile beraber, en azından sisleri kaldıracak bir hat ve rota olabilir diye düşünüyorum.

Plakçı Kamil’den Pena Yavuz’a, Ankara İletişim İguana’sından Kıtır’a, Cebeci’den Meneviş Sokak’a, Tunalı Hilmi’den Kuğulu Park’a, insanlar kadar mekânların da özgünlüğüyle yaşatıldığı bir Ankara anlatısı diyebilir miyiz?

Evet bu roman bir Ankara anlatısıdır. Karnaval gibi ortam yaratayım, endemik, az bulunan tipleri ortaya çıkarayım istedim. Örneğin takıntılı plakçı karakter, Pena Yavuz, arada anlatıya girip çıkan Leonard Cohen gibi az bulunan tipler bu yönüyle endemiktir. Ankara gibi kasvetli, gri gibi görünen, memur kenti olmasıyla dalga geçilen bir yerde böyle insanların da olduğunu göstermek istedim. Güzel manzara aldatıcıdır önemli olan o manzarada kimlerin olduğudur bence. 

Pena Yavuz gibi karakterler kolay kolay her yerde karşınıza çıkacak insanlar değil. Yaptıkları işlere ve rutinlere takıntılık seviyesinde bağlılar ve bundan asla sıkılmıyorlar, her gün aynı hayatı yaşıyorlar bu bana çok ilginç geliyor. 

Ankara’da kalanlar, sevdiği için kalıyor

Müdavimlik kültürünün adresi midir Ankara?

Alışkanlıklara çok bağlı Ankara’daki insanlar. Özellikle böyle küçük mahallelerde, Ayrancı gibi bir yerdeyseniz aynı çeperde, güneşin etrafında döngü gibi aslında bir yılı tamamlıyor insanlar. Aidiyet hissetmenin enerjisi elbette var. Burada kalan sevdiği için kalıyor aslında; Ankara bir tercih meselesi. Bence diğer şehirlerle burayı ayıran nokta tam da bu. Mesela İstanbul’a maddi imkanlar için gidenler, İzmir’e ben denizi özlüyorum dayanamıyorum diye gidenler oluyor. Buradan gidenler oluyor ama burada iyisiyle kötüsüyle nefret ettiğin şeylere rağmen inatla sevdiğin için kalıyorsun. 

Renklerin en grisine hapsedilen Ankara’da yaşamak yerine “Gözün belleğini şaşırtmak için” gitmek mi gerekir bazen? Aynı evde, mahallede, semtte on yıllarca yaşamak klişe midir? Yoksa bulunduğumuz işte bu çemberde üçgende yaşadığımız yerde gözün belleğini şaşırtmak için yıllarca yaşadığımız yerde de arada uzaklaşıp geri dönerek bu şaşırtmayı kendimiz için yapabilir miyiz?

Yapmak lazım, arada gitmek lazım. Kenti özlemek güzel. Kitapta atıfta bulunduğum “Gözün Belleği”ni ben Kant’tan almıştım. Kant, yaşadığı yerden hiç çıkmayan biri. Her gün aynı rotada yürüyüp, çalışmalarına odaklanıyor. Sanırım bir defa rutini bozuluyor onda da Jean – Jaques Rousseau’nun kitabını almak için. Hep aynı döngü içinde yaşıyor belki ama felsefe tarihinin en çığır açıcı eserlerinden birini de yazıyor. Mekânsal ferahlama ve gitme biraz tercih meselesi. Bana kalırsa arada çıkıp denize kıyısına inmek lazım. İmkanım olsa şimdi mesela deniz kıyısında olurdum, sonra tekrar yazın Ankara’ya gelirdim. 

“İnsan bazen bir şehri aniden terk etmek isteyebilir.” Aniden terk etme isteğini ne zaman uyandırır Ankara? O isteğe rağmen dönüp geleceğimize dair duyduğumuz güvenin adresi bir yuva mıdır yoksa?

Kentin rutinlerinin, tekrarlarının vaatkarlığını yitirdiği anlarda terk etme isteği gelebilir. En azından benim için öyle. Şehri terk etmeyle, gitme isteğiyle ilgili kitaptaki bir bölüm vardı; barın içindeki bir yazıhane bölümü… Yaşanmış bir olaydan ilham alarak yazmıştım o bölümü. Halen de gitmekten çok hoşlandığım bir barın içinde bir zamanlar otobüs yazıhanesi vardı. Barda oturup bir şeyler içiyorsunuz, arada insanlar geliyor ve ve asla bara oturmak gibi bir dertleri yok, bir yere gitmek için, barın içine içeri girip Afyon’a, Kayseri’ye bilet alıp tekrar dışarı çıkıyor. Bilet almak gidebilmek için barın içine girmek zorundasın. Metaforik olarak gitme isteğiyle ilintili… O an sıkılma hasıl olduysa arkada yazıhane var yazıhanede bilet kesiliyor, hafif çakırkeyif olununca gözümü açtım Bozburun’dayım denilebilir mi düşündüm. 

“Neden eve dönmekten ibarettir hayat?” diye bir sorgulama vardı kitapta. Bu bağlamda eve dönüş ve gidişle, yollarla mı ilgili yeni çalışmanız?

Eve dönmekle ilgili çok düşünüyorum. Ben çok az hareket eden birisiyim ama arkadaşlarım başka ülkeye gitmek durumunda kaldılar, deneyimleri sürekli yer değiştirme, sürekli ev değiştirme, sürekli bir yerden bir yere gitme. Onlarla konuştuğu zaman da evi arıyorlar. Belki de aradığımız bizim evimiz, coğrafi bir yer değil belki; topografyayı aşan bir şeyi arıyoruz aslında, böyle bir koltuk belki rahat bir koltuk “oh, dünya varmış” diyebileceğim. Dışarıda zaten çok rahatsız edici olabiliyor hayat. Burada da kafanın üstünden helikopterler geçiyor çok gürültülü bir yer Evin bir sığınak olduğunu bilmek ama hayatın sokakta aktığını hissederek yaşamak gerekiyor bence. 

Yeni yerler kadar yeni türlere de açık mısınız yoksa yeni tür de roman mı olacak? 

Eve dönmek kavramıyla ilgili bir de müzik hikayesi kafamda ama galiba evle ilgili olan ağır basacak. Bizim ailemizin bir bölümü yörük, git gel fazla olmuş. Köklerimiz öyle. Hani tarihin ilk romanı burada yazılmış ki o da eve dönmek ile ilgili: Odysseia. Bu toprakların kadim meselesi demek ki eve dönmek. 

“Bazı şeyleri kabullenmekten” söz ettiğiniz romanda “gökyüzünü ileri itmenin zamanı” derken “göğe bakma durağındaki” biz semt sakinleri için neyi öneriyorsunuz?

Gökyüzünü itmekle kastettiğim, hayatın riskleri karşısında ipleri kendi elinize alarak mümkün olabilir. İlerleyebilmeniz için ancak sıkıntı halinde şikayet ederek, düşe kalka, yaraları saklamadan, büyüyerek, olgunlaşarak,  hayatın kontrolünü ele alıp devam etmek. Hayattayım, yoluma devam ediyorum demek gerek. Çünkü bir adım diğerine geldiğinde yeni bir ihtimal çıkabilir. 

Ankara’da kabullenmesi en zor olan uğurlamaktır

Ankara’da kabullenmesi en zor olan nedir? Kitapta da izi sürüldüğü üzere gitmek mi, kalmak mı, uğurlamak mı?

Ben uğurlamak derim. Ankara zaten hepimiz gibi tarihi de kaderi de böyle. Kalmak isteyen hakikaten kalıyor ama burası öğrencisinin çalışanlarının dışarıdan geldiği, bir süre sonra döndüğü, bu çerçevede uğurlayan da bir yerdir. Hep de uğurlarız biz. Ama kalan da sonuna kadar kalır. 

Son olarak “Yeni yerler keşfetmek için “bırakmak ve ayrılmak mı? Ayrancımızın “mutlu sakinleri olarak kalalım mı? Ayrancı’ya akın olmasın, bu haliyle kalsın diye mi çalışalım?

Bence böyle kalınsın. Hatta herkes gelmesin diye evler eski ısınma problem var, apartmanlar asansörsüz, binalar eski filan denebilir. Semt havası Ayrancı’da hala bozulmadı, evler güzel, yaşanabilir yer. Hep cazip Ayrancı, merkezi bir yerde… O yüzden insanlar kendisine karşı boş değiller. 

O zaman herkes olduğu yerde mutlu olmayı denesin diyelim ve soralım: Sizin Ayrancı’ya dair anınız var mı? 

Paris Caddesi’ne Yazanlar Sokak’a yakın zamanda kaybettiğim halama özellikle bayramlarda sıklıkla gelirdik. Evleri Fransız Sefareti’nin karşısındaydı. O sokak ne zaman gelse farklı ve değişik gelirdi. Şehrin keşfedilmeyi bekleyen koca bir tarihi var. Sonradan yıllar sonra öğrendim ki, halamın evinin tam paralelinde Mülkiyeli şair Ergin Günçe oturmuş. Şair Cemal Süreya’ların, Turgut Uyar’ların, Enis Batur’ların geldiği bir binaymış. Ayrancı’da böyle bir hafıza mekânı olması kıymetli…  

Ankaramızda gerçek hayatımızda çok bürokratik olan dairelerle, kurumlarla idari yapılanmalarla rutinin içindeyiz. Kitabınızda gerçek hayatta karşılaşmadığımız çok farklı isimleri olan departmanlar kurmuşsunuz: Pişmanlık Departmanı, Kolektif Hafıza Birimi… Son olarak böylesi birimlerin olduğu bir mahalle, semt, kent yaşamı hayal etmek mümkün mü diye sormak istiyorum.

Gelecek henüz yaşanmadı. İhtimaller açık. Şu anda gelecek negatif görünse de hayatın diyalektiği var. Her şey her zaman böyle gitmeyebilir dünyada. Umarım biz görürüz. 

Ayrancı, Ankara ve hayat hakkında… Spolier vermeden romandan alıntılarla izini sürdüğümüz bu özel söyleşi için çok teşekkürler. 

Beni davet ettiğiniz için ben teşekkür ederim.

Taksi duraklarının işgaline son verilmeli

Ben Cengiz Köse, makine mühendisi ve akademisyenim. Ayrancı mahallesinde oturan bir semt sakini olarak Ayrancıyla ilgili problemi anlatmak ihtiyacı duydum. 

Yıllardır Hoşdere’de bulunan Ayrancı taksi durağının kendisinin prefabrik bir binası ve yeterli araç park yerleri olmasına rağmen hemen durağın arkasında bulunan, Ayrancı Muhtarlığı ile arasındaki Çankaya Belediyesi’ne ait alana Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından yeniden inşaat başlatıldı. Buraya Ayrancı taksi durağını genişleterek betonarme bir bina yapılacağını öğrendim.

Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin taşeronu tarafından aceleyle zemin betonları ve kolonları dökülmeye başlandı. Belediye çevreye verdiğimiz rahatsızlık dolayısıyla diyerek bir bilgi tabelası astı. 

Çankaya Belediyesi’ne ait bir yerin, bedeli Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından üstlenilerek ticari bir hizmet için kullanılmasını doğru bulmuyorum. Belediye bütçesinin halk ve toplum yararına kullanılması gerekirken ihtiyaç olmadığı halde taksi durağına tahsis edilmesini düşündürücü buluyorum. Taksi ticari bir işletmedir ve kamu hizmeti değildir.

Bu konuda Ayrancı mahallesi muhtarına, Çankaya Belediyesi’ne ve Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne dilekçe verdim. Buranın taksi durağına tahsisinin durdurularak, inşaatın sonlandırılmasını istedim. Bu konuda da bir vatandaş olarak gerekli yasal müracaatları yaptım. Taksi durağı inşaatından vazgeçilmesini, bu konuda tarafıma ve Ayrancı sakinlerine yazılı olarak gerekçelerini içeren bir bilgi verilmesini talep ediyorum.