Çoktandır hepimiz aynı kentte yaşıyor gibiyiz malum. Şehir planları, mimari üsluplar (ki bunlara üslup denemez bile), sosyalleşme ve alışveriş mekânları, rekreasyon alanları vb. birbirinin aynı neredeyse. AVM’lere teslim olmuş bir boş zaman kültürü peydah oldu. Kentsel dönüşümün bir rant kapısı olduğu, bu kapının da partileri siyasi ikbale taşıdığı düşünülürse bu gelişmeye şaşırmamak gerek.
Kentsel dönüşüm mahalle kültürünü yutuyor
Ankara için de benzer bir durum söz konusu. Kentsel dönüşüm acımasız, estetik kaygılardan yoksun ve kâr güdüsüyle önüne çıkanı deviren bir canavar gibi. Acı olan; bu tür bir dönüşümün toplumun kayda değer bir kesimince bir tür sınıf atlama, prestijli bir yaşam alanına sahip olma gibi algılanması ve bu konuda çok hevesli olunması. Ucuz ama gösterişli malzemeden yapılmış çok katlı binalar; yeşil alanları, küçük esnafı, mahalle kültürünü yutuveriyor.
Yerleşimlere kişiliğini kazandıran, geçmişe dair hikâyeler anlatan mimari ve doğal dokunun silinmesi yahut görünmez kılınması kent kimliğinin, özgünlüklerin yitirilmesi anlamına geliyor. Ankara için bir hayal kuracak olsam, bu yerleşimden gelip geçmiş tüm medeniyetlerin bıraktıkları mirasın görünür olduğu bir kentsel doku tasavvur ederdim. Bu mirasın zaman içinde ne kadar cılızlaştığını bilmeme rağmen, aylakça yürüyüşlerimde önüme çıkan tek tük ipuçlarının tarihsel sürekliliği ve şehrin kimliğindeki yerine referansla görünür hale getirilmesi çok göz alıcı ve maalesef şimdilik epey uzak bir ihtimal değil mi?
Şehir yoktan var edilmedi
Çok isabetli “Kim var imiş biz burada yoğ iken?” sorusuna cevap mahiyetindeki bu hayali mekânsal düzen, kadim uygarlıkların şehirde bıraktıkları izleri takip ederek, başkentin hikâyesinin yıllarca bize anlatılageldiği kadar sönük olmadığını gösterebilir. Kimsenin yolunu düşürmediği fakat şehrin merkezinde yer alan Roma Hamamı, yakında basamaklarına ilişmeyi hayal ettiğimiz Roma Tiyatrosu, Hacı Bayram Camii ve Türbesi’ne omuz vermiş Augustus Tapınağı, yüzyıllar öncesinden kalan ve ince işçilikleriyle dikkat çeken camiler, türbeler, Yahudi Sinagogu‘nun hâlâ ayakta kalabildiği eski Yahudi Mahallesi, Ankara Ermeni ve Rumlarının yaşadıkları diğer mahalleler, Kale’nin bedenine yerleşmiş kitabeler, heykeller farklı inançların, uygarlıkların bir arada yaşayabildiklerini göstermesi bakımından çok değerli.
Benim kent hayalim, kentin kuş uçuşu beş dakika uzaklıktaki yerleşimlerine batı şehirlerinden daha yabancı Ankaralıların çok katmanlı kentsel dokunun izini sürebilecekleri ve şehrin “yoktan var edilmediğini” fark edebilecekleri bir çevre düzenlemesi üstüne.
Pandemi öncesinde Kıbrıs caddesi ile Yeşilyurt sokağının köşesine sessiz sedasız yerleşen Caffe Nux beş yılın sonunda Ayrancı’nın nirengi noktalarından biri oldu. Hızla yayılan üçüncü nesil kahvecilerin dışında bir duruş sergileyerek mahallenin dikkatini çekti. Herkes dükkanın önündeki bahçelerini camlarla, duvarlarla kapatmaya girişirken onlar bahçesini korudu, büyüttü, sahiplendi. Bilinen tabelalardan, birbirinin kopyası dekorasyondan uzak durdular. Burada her şey satalım istemediler, herkes buraya gelsin demediler. Mekana değer verdiler, mekanı kıymetli bulanlara hizmet ettiler.
Steampunk akımından esinlendiler, isimlerini, dekorasyonunu ve duruşunu temsil ettiler. Mahalleli onları, onlar mahalleyi çok sevdiler. Bayanlar, baylar karşınızda Serhat İman ve iş ortağı bahçedeki ağaç ile Caffe Nux…
Böyle bir girişten sonra biraz sizi tanıyabilir miyiz?
Ben aslında bankacılık yapıyordum. 27 yaşımda şube müdürü oldum. 33 yaşıma geldiğimde bu yaşama yeter dedim. Bir gün geçerken dükkanı gördüm ve o an “evet” dedim. Köşeli ve bahçeli lokasyon çok hoşuma gitti. Kahveye de ilgim vardı zaten. Ayrancı’yı da çok seviyorum. Hemen burayı kiraladım ve maceramız başladı.
Ayrancı ve kahve birleşimini nasıl sağladınız?
Kahve dünyada petrolden sonra en çok ticareti yapılan ürün. Kahveye ilgi bir furya değil, böyle büyüyerek sürüp gidecek. Kahve ayrı bir kültür, Ayrancı da bu kültüre çok uygun bir semt. Buradaki insanlar çok kaliteli. Bu nedenlerle Ayrancı çok doğru bir tercih diye düşünüyorum.
Dükkanın açılışı biraz moral bozucu bir döneme denk geldi. Biz dükkanı açtık 10 gün sonra pandemi kapanması geldi. O dönem zorlanarak geçti ama 5 yıllık maceramız genel olarak keyifli denebilir.
Müşteri profiliniz nasıl?
Müşteri profilimiz çok çeşitli, çok keyifli. Profilimiz 30-35 yaş üzeri aktif çalışanlar. Pek çok sanatçı, tiyatrocu, yazar, akademisyen var buralarda oturup müşterimiz olan. Öğrenci müşterimiz daha az.
Müşterilerimiz buraya şehrin karmaşasından uzaklaşmak için, bağımsız bir lokasyonda rahatlamaya geliyor. Çalışmaya gelen de oluyor ama müziğimiz onlar için yüksek olabiliyor.
Bizim çekici noktamız bahçemiz, içeride yerimiz çok az. Böyle bahçeleri kapatanlar oluyor, çadırla çevirenler oluyor. Biz burayı kapatmayı, bahçeyi bozmayı hiç istemedik. Müşterilerimiz de bunu talep ediyor. Tamamen bahçe üzerine kurulmuş bir yapımız var. Bahçemizdeki bu büyük ağaç benim iş ortağım diyebilirim.
Cafe Nux, steampunk akımını temsil ediyor
İsminizin anlamı nedir, neden Nux?
Ben retro’yu severim. Steampunk diye bir akım var. Steampunk akımına ithafen yapılmış Mad Max filmindeki karakterin ismi Nux. Tasarımımızda kullandığımız grafitimiz de steampunk akımından gelmiştir.
Kafenin tasarımında mimar desteği aldık ama beni müşteriler yönlendiriyor genelde. Bunun hiçbir zararını görmedim. Bahçenin düzenlenmesinde, kullanımında hep beraber akıl yürüterek yaptık. Herkesin ortak yeri gibi oldu. Müşteriyi iyi veya kötü hep dinledik, şikayetçi olduğu şeyleri değiştirdik. Sonuçta biz de atomu parçalamıyoruz, kahve yapıyoruz. Bunu da müşterimize beğendirmek durumundayız.
Menünüzde neler var?
Her gün açığız, hafta içleri sabah 10.30’da hafta sonu 11.00’de açıyoruz, 23.00’e kadar açığız.
Kahvenin yanında browni ve san sebastian kekimiz her zaman var. Bunun yanına dönüşümlü olarak hep yeni bir mamülümüz oluyor. Kahvaltı konseptimiz yok ama iki çeşit sandviçimiz var. Yazlık bir kokteyl menüsü hazırlıyoruz. Ürünlerimi olabildiğince kaliteli yapmaya çalışıyorum. Tatlılar tamamen bize özel yapılıyor.
Müşterilerimiz için ortam ve kahve vazgeçilmez
Müşterileriniz daha çok buraya ne için geliyor?
Ortam ve kahvesi için kesinlikle. Kahvelerin kesinlikle lezzetli olduğunu düşünüyorum. Blend kahve de koymuyoruz. Blend kahve bütün çeşitlerin tadını birbirine benzetiyor, aromasını yok ediyor.
Başka şubeler, başka girişimler düşünüyor musunuz?
Yurt dışında olabilir miyiz diye düşündük bir ara. Amsterdam ve İrlanda gibi düşüncelerimiz oldu, araştırıyoruz.
Ayrancı’da başka noktalarda da olabiliriz. Birkaç farklı şube olabilir fakat Ayrancı dışında başka semt düşünmüyoruz. Ayrancı dışından çok müşterimiz var bazen onların da bu tür talepleri oluyor. Zincir kahve markası olma niyetimiz yok çünkü aynı kaliteyi her noktada sağlamak mümkün olmuyor. O daha büyük başka bir organizasyon işi biz mahalleye bakıyoruz. Orada da bahçesi olan açık lokasyonlarla ilgileniyoruz. Kapalı ortam bizim konseptimiz değil.
Kahve sektörü doğru lokasyon ve sabır gerektiriyor
İnsanlar mekan sahibi olmak konusunda çok iştahlılar, kolay ikna oluyor ve kolay sonuç almak istiyorlar. Bizim sektörümüz doğru lokasyon, doğru ürün ve sabır gerektiriyor. Personelinizin uzun süreli çalışmasını bekliyorlar, aynı personelin kendisini karşılamasını istiyor. “Benim kahvem kaliteli, her yerde satarım bunu” diyen anlayışın karşılığı yok. Kolay sonuç almak isteyenlerin altı ayda bir el değiştirdiğini herkes görüyor. Yirmi günde kapanan mekanlar var.
Çalışanlar açısından bazı zorlukları oluyor, gençler sık iş değiştiriyorlar. Biz gene de çalışanlarımızı daha uzun yanımızda tutmaya çalışıyoruz. Kahve sektörünün bütünüyle ilgili umutluyum. Bu sektör büyüyerek devam edecek.
Steampunk Nedir?
Steampunk, geçmişin teknolojisini modern çağın hayal gücüyle birleştiren bir tarz olarak tanımlanabilir. Genellikle 19. yüzyıl sanayi devrimi dönemi İngiltere’sinde geçen öykülerde ve tasarımlarda kullanılan bu tarz, günümüzde birçok farklı alanda karşımıza çıkıyor.
Tarihi
Steampunk’ın kökleri, 19. yüzyılın sonlarına dayanıyor. Bu dönemde, İngiltere’de sanayi devrimi sonrası teknolojik gelişmeler hız kazanmıştı. Bu gelişmeler, özellikle gemi, tren ve makine endüstrisinde büyük bir değişim yaratmıştı.
Steampunk tarzının oluşumu ise, 1960’larda ortaya çıkan “cyberpunk” hareketiyle başladı. Cyberpunk, gelecekteki distopik bir dünyada geçen öyküler ve tasarımlarla popüler hale gelmişti. Steampunk ise, bu tarzın bir adım ötesine geçerek, tarihi ve teknolojiyi birleştirdi.
Mad Max filminin karakteri Nux
Caffe Nux
Güvenevler Mahallesi Kıbrıs Caddesi No: 74/C A.Ayrancı – Çankaya / Ankara
Eski ve zengin bir tarihe sahip olan Ankara, 1923 yılında başkent oluşunun ardından ilan edilen cumhuriyetle birlikte hızlı bir gelişim sürecine girdi. Buna bağlı olarak Ankara’nın kamusal ve devlet binalarının bir an önce planlanması ve diğer şehirlere örnek olması önemliydi. Ankara’da yapılan çoğu bina, apartman hem cumhuriyet tarihini yansıtır hem de tarihin izlerini, gelişimini taşır.
Arkitera ve sözlü tarih bilgilerini özetleyecek olursak; cumhuriyetin ilk yıllarında kent planlaması ve düzenli yapılar için yarışmalar düzenleniyordu. ‘Yenişehir’in biçimlenmesinde 1924 tarihli Lörcher Planı belirleyici rol oynadı. Yenişehir’deki su, kanalizasyon ve elektrik gibi altyapı çalışmalarına başlanması, bugün Kızılay’a biçim veren Kızılay Meydanı, Sıhhiye Meydanı, Zafer, Millet, Ulus, Lozan, Tandoğan gibi meydan ve akslar Lörcher Planı ile tasarlanmıştı. 1927 yılında yapılan yarışmayı ise Alman şehir plancısı Herman Jansen’in hazırladığı plan kazandı. Jansen’in hazırladığı “Ankara İmar Planı” 1932 yılında onaylanarak yürürlüğe girdi. Ülkede planlama pratiği içerisinde de önemli bir yere sahip olan Jansen Planı’nın, kentin dokusunu biçimlendirdiği görülür. Bu plana göre, ticari merkez Ulus’ta, yönetim merkezi Yenişehir’de olacaktır.
50’li yıllardan sonra Küçükesat, Seyranbağları, Gaziosmanpaşa, Kavaklıdere, Ayrancı gibi semtlerin gelişmesi Çankaya’yı giderek önemli bir ilçe durumuna getirdi; Kızılay, Ankara’nın merkezi haline gelirken, Tunalı Hilmi Caddesi, Ziya Gökalp Bulvarı ve GMK Bulvarı merkezi nitelikleriyle önem kazandı.
Tüm bu planlamaların yanında dönemin önemli mimarları, modern ve geleneksel mimariyi yansıtan birçok apartmana Ankara’da imza atmıştır. Ara sokaklarda gezerken, özellikle Ayrancı civarlarında, kentsel dönüşüm nedeniyle yıkılması an meselesi olan mimari açıdan değerli, farklı hikayeleri barındıran, bağımsız birçok bina görmemiz mümkün.
Gerçekten de tarihin izlerini taşıyan bu binalardan bir tanesi de Gerede Sokağında bulunan, sürekli önünden geçtiğim ve hep dikkatimi çeken Yonca Apartmanı. İlginç bir şekilde her geçişimde bu binayı sorgulardım: Nasıl bir bina, neden ön cephesinde başka bir girişi var, taş duvarı neden yapmışlar? Meğer hiçbiri tesadüf değilmiş.
Mimarıyla komşu apartman
Kütle kompozisyonu mimari detayları ile önemli bir yapı olan Yonca Apartmanı, 1965 yılında Yüksek Mühendis Mimar Orhan Turaman tarafından tasarlandı. Bodrum kat, zemin kat ve üç normal kat olmak üzere toplam beş katlı. Apartmanın iç mekânları, tıpkı dış cephesi gibi ele alınıyor; sade, kullanışlı ve tekrar eden elemanlar. Apartman sakinleri, yapının onlar için de önemli, değerli ve olduğu gibi korunması gerektiği görüşündeler. Geçen aylarda vefat eden apartmanın mimarı Orhan Turaman’la yıllarca komşu olmaları da binanın ruhunun bunca zamandır korunmasına etkisi olmuş, tıpkı evinin önündeki bahçesi gibi. Yonca Apartmanı hakkında, ‘Sivil Mimari Bellek’ başta olmak üzere, çeşitli araştırma yazıları da var. Dilerim ki bu ve buna benzer yapılar tarihten silinmez ve her önünden geçtiğimizde değerlerini görüp şu anki yapay binalarla olan farkını anlarız. Şimdi apartmanı çektiğim fotoğraflarla birlikte bir de benden dinleyin:
Bina, girişi ile hemen dikkat çekiyor. Alışılmışın dışında mimar, posta kutularını dışarıda, otoparkı ayıran taş duvar içine gömme kutular olarak tasarlamış.Bina zemin kat ve üst katlar ile olan ilişkisi. Zemin kat ön cephede devam ediyor. Ve üst katlar kolonlar ile taşıtılarak saçak görevi görüyor.Binanın zemin kat dairesinin ön cepheden ayrı bir girişi var. Mimar burayı müstakil bahçeli bir ev olarak tasarlamış. Taş oturum üzerine ahşap pergola ile aidiyeti farklı bir bakış açısı ile yansıtmış. Bina, o yıllarda sık rastladığımız kolon ile taşıtılan katın, hem otopark olarak kullanılarak yerden, bina oturumundan tasarruf edildiğini hem de kütle boşluk ilişkisini görüyoruz.Yonca Apartmanı’nın dış cepheleri son derece sade ve yalındır. Cephelere hareketlilik katan en önemli unsurlar balkonlar ve balkonların korkuluk demirleridir. Mimar, zemin kat ön cephede bu demirleri yoğun kullanmıştır. Ve binanın giriş cephesinde devam eden cam cephe; merdiven boşluğu boyunca devam ediyor ve apartmanın aydınlık kalmasını sağlıyor. İki farklı kütleden oluşan apartman birleşiminde de önemli bir rol oynuyor. İçeriden görüntü
Newman ve Kenworthy yayınlarında ulaşımının serüvenini 3 temel dönemde özetlemişlerdir: Yürüyen Kentler, Transit Kentler ve Otomobil Kentleri. Bu dönemsel ayrışmayı Türkiye’ye uyarlamak mümkündür. Sanayi Devrimi sonrasında buharlı makinelerin de yaygınlaşmasıyla Türkiye’de demiryolu ulaşımı yoğunlaşmıştır ardından Fordist Üretim Modeli’nin de katkılarıyla kentlerde otomobil önemli bir role sahip olmuştur. O günlerden bugüne kadar şüphesiz ki otomobil kullanımı ve sahipliği Türkiye özelinde ve dünya genelinde de artış göstermiştir. Öyle ki kentler baskın olan ulaşım modelinin etrafında şekillenmiştir ancak bu durum gün geçtikçe olumsuzluklarını gözler önüne sermiştir.
Ulaşım sistemleri geleceğe yaşanabilir ve sürdürülebilir şehirler inşa etmek açısından önem teşkil etmektedir. Bugün kentlerde hava kirliliği, trafik, gürültü ve trafik kazaları gibi sorunlarda ulaşım sistemleri baş aktörlerden birisidir. Bunun da en büyük sorumlusu merkezi ve yerel yönetimlerin ulaşım politikalarıdır. Otomobil odaklı kentlerimizde her trafik yoğunluğu sorununa yeni yol ağları ekleyerek çözüm bulunmaktadır fakat bu çözüm gün geçtikçe yeni sorunlar doğurmaktadır.
Otomobillerin hayatımızı kolaylaştırdığını düşünürken aslında kentlerimizdeki hareketliliği içinden çıkılmaz hale getirdiğini fark edemiyoruz. Toplumumuzda otomobil sahipliği bir statü göstergesi olarak görülüyor, bu durumda reklamların bize lanse ettiği duyguların etkisi büyük. Durum böyle olunca otomobile gereksinim duyma durumuna bakılmaksızın herkes bir otomobil sahibi olmak istiyor. Otomobil bağımlılığı ile mücadele edebilmek için öncelikle lüks tüketim toplumu düşünce yapısından kurtulmamız sonrasında yerelden merkeze doğru kentlerde otomobil kullanımı konusunda caydırıcı politikalar oluşturmak ve kentsel alanları bu politikalara uyum sağlayacak şekilde yeniden üretmek gerekiyor.
Araç sahipliğini kısıtlamak, çocukluktan itibaren bisiklet kullanımını desteklemek amacıyla eğitici kampanyalar düzenlemek uygulaması kolay ve olumlu etkisini uzun vadede görebileceğimiz çözümler olabilir.
İnsanlar çoğu zaman otomobili sırf daha konforlu olduğu için tercih ediyor bu durum da toplu taşıma araçlarıyla bir kıyas yapıldığı ve otomobilin galip geldiği anlamına geliyor. Kentlerde Toplu Taşıma Odaklı Gelişim (TOD) ilkeleri benimsenerek bu doğrultuda toplu taşıma ağları konusunda geliştirmeler yapmak, fiyat tarifelerini indirimli hale getirmek toplu ulaşımının çekiciliğini artırabilir. Toplu taşıma sistemlerini belirli bir kalite ve konfor seviyesine getirdikten sonra otomobil kullanımından caydırıcı önlemler de almak gerekir. Yönetimler öncelikle belirli cadde ve sokakları kademeli olarak araç trafiğine kapatarak bunu sağlayabilir. Böylelikle insanlar yasaklara başta tepkili yaklaşacak fakat sonrasında uyum sağlamak zorunda kalacaktır. Belirli otoyollardan geçişler için fahiş paralar kesmek de insanları alternatif ulaşım modlarına yöneltecektir.
Otomobil bağımlılığı ile mücadelede arazi kullanımı konusunda düzenlemelere gitmek uzun vadeli fakat etkili bir çözüm olabilir. Çoğu kent trafiğe doymuş durumdadır buna rağmen yönetimler yeni yol ve köprülerle hem devlet bütçesine yük yaratmakta hem de otomobil kullanımını destekleyen bir politika uygulamaktadır. Buna alternatif olarak bisiklet ulaşım ağlarına yatırımlar yapılabilir. Bu yatırım hem otoyola göre düşük maliyetlidir hem de sürdürülebilir ve yürünebilir kentler oluşturmak için büyük bir adımdır. Kentlerimiz merkezden çepere doğru genişlemektedir fakat çeperlerdeki yerleşmelerde yeterli yoğunluğa ulaşılamadığı için alt merkezler oluşamamakta ve ulaşım ağları da buraları kapsayacak şekilde geliştirilememektedir. Bu konumlarda oturan insanlar merkeze ulaşmak için otomobil kullanmayı hem konforlu hem de mantıklı bulmaktadır. Konutlar inşa edilirken düşük yoğunluklu yaşam alanları tasarlamak, kent çeperine yayılmayı dolayısıyla otomobil kullanımını da artıracaktır. Ayrıca bu durum arazi israfına da yol açmaktadır çünkü çeperlere yayılma ihtiyacı tarımsal nitelikli arazilerimizi yapılaşmaya açmamıza sebep oluyor. Bu sebeple yüksek yoğunluklu konut alanları tasarlayarak, alanda alt merkezler oluşturmak insanların kentin merkezinden uzakta olmasının eksikliğini hissettirmeyecektir ve onları otomobil sahibi olmanın zorunlu olduğu fikrinden de uzaklaştırabilir. Özetle kentte yoğunluk, yürünebilirliği artıran önemli bir faktördür.
Dünya’da otomobil kullanımını azaltan politikaları başaralı bir biçimde uygulayan birçok kent örneği vardır. Uyguladıkları benzer politikaların ötesinde her birinin ortak noktası cesur siyasi liderler ve diğer aktörlerin birlikte bu süreçte yer alarak toplumun her düzeyini kucaklamasıdır.
Otomobil esaretinden kurtarılmış kentler yaratmak mümkündür fakat bu kararlı ve sabırlı bir şekilde yol almamız gereken bir süreçtir. Süreç boyunca yönetimlerin, sivil toplum örgütlerinin ve diğer aktörlerin birlikte hareket etmesi etkin karar almayı ve uygulamayı kolaylaştıracaktır.
Ayrancı’nın sokaklarında yürürken düşünmeye üretmeye ve paylaşmaya dair mekanlar karşınıza çıkar. Sanki düşünen ve gerçekten bir şeyler üretmek isteyen insanların bir araya geldiği bir yerdir Ayrancı. Evinizden çıkıp nefes almak istediğinizde hiç düşünmediğiniz fikirlerle bile karşılaşabilirsiniz. İnsan ve çevre ilişkisinin diğer bir deyişle insanın mekanlarla var olduğu ve mekanı kendi yetkinleri ile tekrar tekrar dönüştürdüğü ve şaşırttığı mekanların içerisinde kaybolursunuz.
İşte bu yerlerden birisi de Yermekân diyebiliriz. Hacettepe Üniversitesi Heykel ve Sosyoloji Bölümü’nden mezun üç arkadaşın Ekin, Hazel ve Zeynep’in bir araya gelip ortak akıl yarattıkları ve tasarladıkları bir mekan; Hoşdere Caddesi No:6/C. Hazel, Ekin ve Zeynep kendi uzmanlık alanlarına göre bir araya gelip hem üretebilecekleri hem de ortak kelimelere sahip olan arkadaşlarla bir araya gelip bulundukları mekanı derin bir yolculuğa çıkarmak istemişler.
Akademik hayatta öğrendiklerini yaşama uyarlama ve deneyimleme
Yermekân kurucuları Hazel, Ekin ve Zeynep der ki: “Biz, yaratıcılığı ön planda tutarak ortaklaşmayı amaçladığımız, sınırları belirlenmiş bir mekânda herkes için sınırsız hareket alanı oluşturmak istiyoruz. Mekânın dönüştürülebilir, eksiltilebilir, çoğaltılabilir ve elbette paylaşılabilir olduğunu düşünmekle birlikte sanat yapmayı diğer eylemlerden ayrı bir edim olarak görmüyor, sadece yaşıyoruz.“
… Öyle bir mekan ki Yermekân, düşünüm, üretim ve paylaşım için hem fiziksel hem de zihinsel bir zemindir. Alternatiflerin çoğalabileceğine duyduğu inançla mekânı paylaşıma açar, çeşitli atölye çalışmaları yürütür, etkinlikler düzenler ve elbette birlikte yemekler yemeye, şarkılar söylemeye de açıktır.
Söyleşi – Atölye – Sergi
Hayat ışık hızı akarken hayatı kaydetmek, anı kare kare yaşayıp, kaydetmek ve bunu yaparken de etrafında seninle birlikte yaşayan bitkileri keşfetmek, onların da bu mekanda var olduğunu unutmamak… İşte bu bakış açısıyla Yermekân’ın çalışmalarına bakınca durağanlıktan çıkıp, başka bir boyutta sokak aralarında dolaşmaya başlıyorsun. Aynı zamanda, Yermekân – kimlik çalışması da aynı zamanda kendi kendine güçlenmeye başlıyor…
Ekin Kula’dan Karanlık Oda Atölyesi
Fotoğraf çekmek, onu karanlık odada basmak ve üzerine anlam yüklemek nasıl bir duygudur? Kendi emeğini hayata geçirmenin tadına varmak ve analiz etmek seni ne kadar mutlu eder? Yer ve mekanların fotoğrafın fotoğrafını çekerken gerçekten hissederek mi çekersin yoksa hiç düşünmeden mi?
Karanlık oda
Zeynep Üçöz’den Botanik Zihin Atölyesi
Botanik Zihin Atölyesinde de, saksı bitkilerinin, tropik bitkilerin, kaktüs sukulentlerin bakımları ve yaşam alanlarını gözden geçirir ve bitkilerin gözüyle bitkilere nasıl bakılacağını keşfedersiniz. Yermekân‘ın yeşil vahasında bitkilere odaklanan, botanik ve sanat ilişkisi üzerine araştırmalar yapan ve bunları yaşam alanlarımıza dâhil etmeyi amaçlayan bir atölye botanik zihin.
Hazel Kılınç’tan Zamanın Kaydı/Kaybı Atölyesi
Yürütücüsü Hazel Kılınç’ın olduğu Zamanın Kaydı/Kaybı Atölye çalışması kapsamında teknik görüntülerin üretiminden, video tarihsel sürecini nedenli sonuçlu incelerken kaydetme refleksinin de günlük hayatta bizi nasıl etkilediğini görebiliyoruz.
PİŞİRGEL; Bütün atölye çalışmaları dışında, herkesin tek bir sofrada buluşup yemek yediği özellikle kendi yaptığı yemeği getirip paylaştığı bir mekan.
AÇIK VİTRİN kapsamında da kendi ürünlerini çalışmalarını sergileyerek çalışmalar üretiliyor. Açık vitrine insanlar tasarım ürünlerini bırakıyor aslında bu şekilde de bahsedebiliriz.
İşbirlikçi Sanat Alanında hem görsel ve plastik sanatlara ev sahipliği yaparken aynı zamanda da mekan kiralama yapabilir ve kendi çalışmalarınız için de mekan yaratabilirsiniz.
Ayrancı Festivali’nin gelenekselleşmesini umut ettiğimiz katmanlarından biri de Cumhuriyet ve Kent Kültürü Konuşmaları başlığı ile sunduğumuz mahalle söyleşileri idi. Uslanmaz bir Ankara aşığı olan ve aynı zamanda Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden hocamız Funda Şenol semtimizin festivaline 26 Ekim 2023 tarihinde Cafe Creme’de “Mahalle kültürünün oluşmasında mekânların rolü” başlıklı sunumu ile katkı sağladı. Son derece keyifli geçen bu söyleşiden bazı satırbaşlarını sizlerle paylaşmak isterim.
Mahalle sadece fiziksel bir mekân değil bir hayali cemaat aslında, hayali cemaate(1) mensup olan kişilerin yaşadıkları bir birim. Ayrancı harita üzerindeki sınırlarıyla tanımlanabilecek bir lokasyon değil, başka mahallelerden, yakın mücavir alandan insanların da katkısıyla oluşan veya eski Ayrancılıların anılarıyla da berkittikleri bir kimlik olduğunu söyleyebiliriz.
Kuralları olan bir mekân: Mahalle
Mahalle, aynı ev gibi, belli sınırları ve kuralları olan, dışarıdan gelenlerin bunlara uymak zorunda olduğu ve uymazsa göze batacağı bir fiziksel mekândır. Mekân bizim tarafımızdan belirlenir ama aynı zamanda bizi belirler. Eğer Ayrancı’da yaşıyor ve buna devam etmek istiyorsak bir patern geliştirmemiz gerekir, burada yabancılanmayacak kadar buralı olmaya çalışmamız, ayrıksı durmayacak kadar Ayrancılı olmamız gerekir. Farkında olmadan da bir mekânın şeklini alırız. Kimliklendirici özelliği çok güçlüdür mekânın. Cafe Creme’de otururken sadece bir kafede oturmuyorsunuz aslında mükemmel bir kafede, aynı zamanda Ayrancım Derneğine ve festivaline ev sahipliği yapabilecek, kapısında Cumhuriyetin 100. Yılını kutlayan iki kadın muhtarın afişinin asılı olduğu, sahiplerinin aktivizm yaptığı bir kafede oturuyorsunuz. Bu etkinlik başka bir semtte başka bir mekânda yapılsaydı her şey daha farklı olurdu. Bazı mekânlar insanları çağırır bazıları ise kusar. Mekân sadece mekân değildir; kimliğe, ideolojiye ve kültüre ev sahipliği yapar. Müdavimi olduğumuz mekânlar yani saklı coğrafyalarımız bizi belirler.
Sarmalayan kucak ve ayıplayan göz: Mahalle
Ümmet sisteminde mahalle bir yönetsel düzen aslında. Gayrimüslimlerin, belli mesleklerin, etnik grupların, mezheplerin mahalleleri ayrı; homojen ve merkezden kopuk birimler bunlar. Bütün o yereli merkezden kontrol etmek zor olduğundan mahallenin muhtarı, bekçisi ve esnafı var. Mahalle söz konusu olduğunda esnaf çok önemli.
Cumhuriyetle birlikte artık mahalleyi sınıf ve kültür belirliyor. Özellikle apartmanlaşma söz konusu olduğunda mezhep ve farklı etnik kimliklerin önemi azalıyor; sınıf, belirleyici olmaya başlıyor.
Cumhuriyetin erken dönemi sona erdiğinde Ankara Yenişehir’e doğru yayılmaya başladığında karma mahallelerin söz konusu olduğunu görüyoruz.
80’lerden sonra ise merkezin kaymasıyla birlikte konutlar şehrin kenarlarına doğru ilerledi; Çayyolu, Yaşamkent, tebessüm şehri Pursaklar gibi… Birbirlerine benzeyen sosyal sınıf ve kültürdeki insanların bir arada yaşama arzusunun tezahürü olarak bu siteler karşımıza çıktı. Şehir merkezi artık transit bir mekâna, insanların çok oyalanmadan geçip gittiği bir yer ve ticari merkeze dönüşüyor. Şehrin bir kısmı; insanların aylaklık etmesini, sosyalleşmesini, rekreasyon alanlarını kullanmasını ve en önemlisi protesto gösterileri yapmasını, kamusal alanda politik duruşlarını gösterecek söz ve eylemlerde bulunmasını engelleyecek bir duruma geliyor. Konut alanlarının dışarı kaydığı günümüzde Ayrancı mahallesi bu sebeplerle özgün bir yapı olarak var.
Her ilişkide olduğu gibi iyisi de var kötüsü de: Mahalle dediğimiz şey sarmalayan kucak ve ayıplayan gözdür. Bir yandan kendinizi iyi hissedersiniz, dertlerinize çözüm bulur kendinizi ait hissedersiniz; bir yandan da nereye gittiğiniz, kiminle dolaştığınız, ne giyip ne konuştuğunuz, hangi gazeteyi taşıdığınız vesaire sebebi ile mahalle baskısı ile de karşılaşırsınız.
Tarifi zor mekân: Mahalle
Mahalle kamusal ile özel alan arasında tarifi zor bir mekân. Özel alana ait olan hiçbir pratik kamusal alanda kolaylıkla yinelenemez bunun için mücadele etmek gerekir. Mahallede devleti temsil eden çeşitli birimler var; muhtar, okul, sağlık ocağı, halk odası, kütüphane, PTT, cami gibi. Osmanlıda camiler işlevinden farklı şekilde de kullanılıyor; toplanma alanları, enformasyonun toplanıp dağıldığı, imece ve ticaretin, dayanışma faaliyetlerinin de yapıldığı bir alan. Kahvehaneler de bu amaçlarla kullanılan alanlar. Bazı mahallelerde camiler hala bu işlevi sürdürse de şu an kahvehanelerin ve camilerin yerini kafeler almış durumda.
(1) Benedict Anderson Hayali Cemaatler kitabında özetle fiziksel olarak yakınlığınız olmayan, kişisel olarak tanımadığınız ama hedeflerin, amaçların, ülkülerin, normların, değer yargılarının bizi birleştirdiği bir tür topluluktan bahsediyor. Mahalle de bu anlamda bir hayali cemaat olarak tanımlanabilir.
Yaşasağımız çevredeki sosyal yaşam kalitesi yüksek cadde ve sokakların çekiciliği kültürel, toplumsal görgü-davranış ve iletişim üstünlüğü ile biçimlenmektedir. Aşağı Ayrancı’da bu özelliklere sahip başmekânlardan biri de Güvenlik Caddesi’dir.
TBMM Ulusal Egemenlik Parkı (Meclis) koruluğu yakasından, Ayrancı kostümüne yakışan bir kravat şıklığında, Cinnah’tan Çetin Emeç Kavsağı’na ekvator çizgisi gibi uzanan Mesnevi Caddesi’nde sonlanır Güvenlik Caddesi. Yaşam coşkusu veren acemaşiran, gönül ferahlığı estiren neveser, bahar gelince neşe saçan ferahnak makamlarını harmanlayan Ayrancı’nın füsunkâr baş mekânlarından biridir.
Ayrancı ve Güvenevler Mahallesi’nin en işlek caddesi olarak, Cumhuriyet ile yaşıt sayılan, kültürel ve sosyal konumu Atatürk’ün ruhuna hep huzur gönderen konumdadır. Yaşayanların toplam enerjilerinin ve uygar iletişim alışkanlıklarının, insan ve hayvan sevgisinin ve sahiplenme, sahiplendirme ve korumaya yönelik merhametli sevgilerinin bir “semt dinamiği” oluşturduğu saptamalarının da pozitif bir mekân olan Güvenlik Caddesi için vurgulanması asla abartılı bir kayırma olamaz.
Bakanlıklar’dan Güvenlik’e yaya olarak gelirken, 1986 yılında pek çok ülkenin armağan edip diktiği ağaçların koyu gölgeler oluşturduğu Meclis Parkı’ndan esenlik ve cumhuriyet mürekkepi doldurursunuz gönlünüzün şırıngasına.
Güvenlik caddesi Havuzlu Sokağında başlar. Çevresinde Işıkyolu, kollarını iki yöne açan Ömür, Kuzgun’a uzanan Yaylagül, yine caddeden iki tarafa devrilen Ali Dede ve Yazanlar sokağı yer alır. Çıkışta sol yönde Defne, Şili Meydanı’ndan Kuzgun’da biten, 60’lı yıllarda boş arsalarında cambazların ip üstünde gösteri yaptığı eski adı Güven olan Kuveyt Caddesi ve Çiftevler Sokağı bulunur. Eski yıllarda troleybüslerin son durağı Farabi Sokağı olarak söylenir. Bir zamanlar bir derenin aktığı Kuzgun’a kavuşan Mesnevi’nin omuzdaşı Yeşilyurt ile çıkış sol kanatta biten Farabi ve Alaçam sokakları Güvenlik’in son sokaklarıdır. Bu sokakların adı genellikle güzel çağrışımlar uyandırmaktadır. Güvenlik Caddesi ile doğrudan bağlantılı olmayan ara sokaklar bu başmekânın torunları gibi hep şirin bir cıvıltıya sahiptir.
Güvenlik Caddesi, zarif ve asil, döpiyesli sanata eğilimli bir hanımefendi, profesörlük tezini hakkıyla yeni vermiş çelebi bir akademisyen olgunluğu taşımaktadır. Nefasetinden ötürü yemekleri erkenden tükenip kapatılan lokantaları, her türlü ihtiyacın giderildiği yürüme yakınlığında dükkanları, cadde üzerinde ve ara sokaklarda sıralanan düzenli kafeleri, sevimli sokak kedileri, havlaması yakışan sokak köpekleri, serçeleri, kederli öten kumruları, matrak karga ve alakargaları, kargadan büyük eğik gagalı kuzgunları, baharda semalarında ıslık çalan kırlangıçları, yaz gelince sığırcıkları ile semt akustiğinin korosunu oluştururlar.
Eski kaliteli kumaşlardan terzilere diktirdikleri eskimek bilmeyen ütülü, kravatlı takım giysileriyle, eski bir senatör ihtişamıyla fırına ya da markete alışverişe gidip dönen, bazen eşiyle el ele tutuşarak yürüyen yaş almış beyefendiler ve ölçülü şık giyimleriyle bakımlı, soylu hanımefendiler, sahil rahatlığı içinde rahat giyimli, şortlarının çok yakıştığı, bakışları insanlaşmış sevimli köpeklerini gezdiren genç kızlarımız, nezaketli gençlerimizin oluşturdukları güven, Güvenlik ile özdeş olmaktadır.
Güvenlik kaldırımlarında; sakin, telaşsız, paniksiz ama debisi kıvamlı, suyu berrak bir ırmağın süzülüşü bulunmaktadır. Kuveyt kavşağı dışında sabırsız ve hırçın araç kornalarına pek rastlanmaz. Semalarımızda geceleri umursamaz bir hoyratlıkla bağıran helikopter gürültüsü ile başka yerlerden olduğu belli araçlardan son ses gelen müzik dışında semtin genel akustiği bir viyolonsel bir keman konçertosu hazzındadır Ayrancı’nın.
Bir de çok yakışan bozacının sesi. Sabahın erken vakitlerinde simitçilerin, akşam vakitlerinde apartman önlerinde çocukların haykırışları. Akşamlara kafeler kalabalıklaşırken, kış günlerinde sokak lambaları yeni yanmışken ve Ahmet Vefik Paşa okulu paydos olunca, o pırıl pırıl öğrencilerin anne ve babalarına bıcır bıcır günün özetini anlatmaları akşama dönüşen günün neşeli bir sesli imzasıdır.
Paris, Kuzgun caddeleri, Şimşek ve Meneviş sokakları Güvenlik Caddesi’nin amca oğullarıdır. Çift yönlü trafiğe sahip Hoşdere Caddesi’nin Güvenlik ile dayanışma içinde olduğu söylenebilir. Güvenlik’in trafikte son yıllarda ondan aşağı kalır bir yönü kalmadığı da bilinmektedir. Hoşdere, Güvenlik, Atatürk’ün Cumhuriyet köşküne tırmanan Cinnah, hep birlikle Çankaya uygarlığı altında eskilerin semtürreis dedikleri cumhuriyetin baş ucu noktasıdır bu semt.
Bir Ayrancılı şöyle der Güvenlik için: “Değil tek yön, iki ucunu kapatsalar yine Güvenlik’te otururum.” Pazar günleri dükkanlar kapalı olunca Güvenlik’te bir burukluk duyulur. Kuşku ve korku duymadan bağlanma ve aidiyet duygusuyla bağdaşık, yaşam kalitesini artıran.
Dikmen Vadisi, Portakal Çiçeği, Kuğulu Park, Seğmenler, Atakule, Botanik ve irili ufaklı yer alan bütün parklar Aşağı ve Yukarı Ayrancı’da ve Güvenlik Caddesi’nde oturanların birer bahçesidir. Ülkemizin kalbi Ankara’da, her yere yakın, kültürel imaj ve uygar görüntüleriyle peyzajı ayrıcalık ve cazibe kazanan kimliğiyle, dönemsel ve geleneksel özelliklerini dernekleriyle, Ayrancım Gazetesi ile koruyup geliştiren, Çankaya’nın “bir tatlı huzur alınan” semtidir şu bizim Aşağı ile Yukarı Ayrancı.
Uzunca bir süredir yürüttüğüm doktora araştırmasında teze katılımcı olan kişilere görüşme sonunda nasıl bir çevrede yaşadıklarına ilişkin bilişsel harita çizdiriyorum. Başlangıçta kişilerin biyografilerine yönelik bazı kesitler dinlediğim için görüşme sonunda anlatılanlar ile ortaya çıkan haritanın uyumunu görmek beni heyecanlandırıyor. Bilişsel haritada görülen temel şey etrafta objektif olarak, ölçülebilir, hesaplanabilir olan şeyleri kişinin nasıl algıladığı ve objektif olanın algısal düzeyde nasıl öznel olabileceğidir. Böylece harita aracılığıyla öznel olan gözle görülebilir hale gelir. Bilişsel haritaya bakılarak bireyin akan gündelik yaşam içindeki konumları, özellikleri ve ilişkileri hakkında bilgi edinilebilir. Elbette ki bu durağan bir süreç değildir, bu gün çizdiğiniz harita bir önceki zamandan veya bir sonrakinden farklı olacaktır, bu sebeple de bilişsel harita bir sürece vurgu yapar.
Herkesin kendi bilişsel haritası
Hadi beraber bilişsel bir harita çizelim. Elinize boş bir kâğıt alın ve kendi Ayrancınızı çizin. İsterseniz haritanın köşelerine Ankara’ya ilişkin bazı temas kurduğunuz yerleri de ekleyebilirsiniz. Çizimi tamamladığınızda haritada gördükleriniz nasıl, ne şekilde, nerede yaşadığınız hakkında size, daha önce sizin de fark etmediğiniz, bilgiler verecektir. Bu harita sizi üzebilir; Ayrancı’dan hiç çıkmıyor, farklı alanlarla temas kurmuyor olduğunuzu hissettirebilir. Kendinizi bunun sebebini sorgularken bulabilirsiniz.
Bilişsel haritaları değerlendirmek
Bu haritalar farklı açılardan değerlendirilebilir. Haritadaki çizim yoğunluğuna, çizilen öğe miktarına bakılabilir. Haritanın bazı kısımları yoğunken bazı kısımları seyrek olabilir. Bunun cevabını mutlaka kendi içinizde vereceksinizdir. Çizilen öğelerdeki ayrıntı miktarı da belli fikirler verir. Bir apartmanı veya sokağı ayrıntılı şekilde çizmek ile düz hatlar şeklinde çizmek arasındaki fark orayla kurduğunuz ilişki yoğunluğu ile ilgili olabilir. Haritanızın gerçeğe ne kadar yakın olup olmadığına da bakabilirsiniz. Çizdiğiniz ev gerçekten de Ayrancı için o derece merkezde mi yer alıyor? Çizilen kafe fiziki olarak gerçekten o kadar büyük mü? Evinize o kafe gerçekten o kadar yakın mı? Gerçek harita ile bilişsel harita arasındaki farka veya hatalara bakarak nedeni hakkında düşünebilirsiniz. Yakın olarak çizdiğiniz gerçekte uzak, uzak olarak çizdiğiniz gerçekte yakın olabilir. Bunun sebebine odaklandığınızda ilgili yere giderken yolun niteliği, gösterdikleri, yol üstündeki dostlarınızı da dikkate almanızı öneririm. Haritanıza çizdiklerinizi belli açıdan sınıflandırabilirsiniz. Ne tür öğeler içeriyor? Alışveriş, boş zaman etkinlikleri, özel hayat, belli bir yaşam tarzı vb. Bilişsel haritanızı çizerken başlangıç noktasının neresi olduğu haritayı kavramak için önemlidir. Başladığınız nokta eviniz veya işyeriniz olabilir. Bu, semtle hangi nesne dolayımıyla ilişki kurduğunuzu açık edebilir. Haritanız her ne kadar mekâna yönelik algılarınıza ilişkin bilgi verse de haritada çizmediğiniz şeylerden de bilgi üretilebilir. Kimi-neyi yok sayıyor, görmezden geliyor, temas kurmuyorsunuz? Bu sorulara çizmediğiniz şeylere bakarak cevap verebilirsiniz.
Bilişsel haritayı kimin çizdiği, nasıl bir haritanın ortaya çıkacağı konusunda belirleyicidir. Çizdiğiniz haritayı okurken sahip olduğunuz özelliklerle ilişkisini de kurabilirsiniz. Siz kimsiniz, erkek, kadın, patili sever, orta yaşlı, yönetici, kapıcı, evli, eğitim durumunuz, ait olduğunuz-doğduğunuz kültürel grup, LGBTİQ+ vb. Erkek olduğunuz için kadın kuaförü çizmeyebilirsiniz, köpeğiniz olduğu için pet kuaför çizebilirsiniz. Planlama işi yaptığınız için haritanız çok ayrıntılı ve doğru olabilir. LGBTİQ bireyiyseniz güvensiz olduğunu düşündüğünüz bir yerle temas kurmayacağınız için o yer haritanızda yer almayabilir. Eğer bilişsel haritanızı karşı cinsinizle birlikte çiziyorsanız, iki farklı cinsiyetin haritada temsil ettiği fark hakkında da düşünebilirsiniz. Araç kullanma, kamusal hayata daha fazla katılma, mekânın daha çok onlar tarafından kullanılması ve inşa edilmesi, gece dışarıya çıkabilme ihtimalinin daha fazla olması vb. gerekçelerle erkekler daha fazla mekânsal birim çizebilirler. Sadece cinsiyet farkına odaklanılarak Ayrancı’nın cinsiyet rejimi hakkında bir fikir elde edilebilir. Yaşlı bir birey ile genç birey arasındaki farka odaklanmak hem jenerasyon farkına ilişkin bir şey söyler hem de yaşlıların dezavantajlı durumuna yönelik öngörü sağlar. Eğer yaşlı bir bireyin bilişsel haritası mekânsal olarak ev merkezli ve kısıtlı bir alanı kapsıyorsa yaşlılar için bu haritanın genişletilmesinin yolları aranabilir.
Herkesin Ayrancısı farklı
Kendi haritanızdan yola çıkarak nasıl bir Ayrancı’da yaşadığınızı ve herkesin Ayrancısının aslında aynı olmadığını görebilirsiniz. Doktora çalışması süresince aynı mahalleye ilişkin çok farklı kültür, cinsiyet, eğitim, gelir, iş gruplarından kişilerle görüştüm. Ev, iş, kafe arasında bir döngüyle hareket eden beyaz yakalılar, neredeyse tüm sokak ve binaları çizen ama hepsinin numaralardan ibaret olduğu kuryeler, iş ve evi arasında gidip gelenler, Ayrancı’dan neredeyse hiç çıkmayan uzaktan çalışanlar, örgütlü mücadele içinde olduğu için hemen her yer ile teması olanlar… Ayrancınızı yani bilişsel haritanızı genişletmenin ve müşterekleşmeye açmanın vakti belki de gelmiştir.
Çocukların gelişimi ve sağlığı için çocuk dostu parklar hayal değil!
Pandemi ile birlikte günlük yaşamımızı, ihtiyaçlarımızı, sokağımızı, mahallemizi, komşuluk ilişkilerimizi, muhtarımızı, sağlık ocağımızı, fırınımızı ve daha pek çok şeyi yeniden fark etmemiz, gözden geçirmemiz gerekti. Eve kapanan çocukların oyun ihtiyaçlarını da burada saymadan geçemeyiz. Her ne kadar elektronik oyunlar ve internet ile oyalanmaya çalışsak da; çocukların büyüme çağında koşma, atlama, zıplama gibi fiziksel etkinlikleri ile başka çocuklarla bir araya gelerek sosyalleşmesini bu ortamlarda karşılamak mümkün olmadı. Bütün bunlar kentlerdeki çocuk oyun alanlarını, sokağın bir oyun alanı olarak varlığını yeniden düşünmemizi gerektirdi.
2024 yerel seçimlerine doğru
Pandemi bitti, normal hayatımıza geri döndük ve birkaç ay sonra da bir yerel seçim süreci yaşayacağız. Mahallemizi, kentimizi bu çerçevede yeniden düşünerek yerel yöneticilerimizden beklentilerimizi de bu gerekçelerle belirlememiz gerekmez mi? Gerekir ama bu konuda siyasi partiler arasında farklı anlayışların olmadığını da en baştan ortaya koymak gerekir.
Kentlerdeki çocuk oyun alanlarına bakarak o kentin hangi siyasi anlayış tarafından yönetildiğini söyleyebilmek mümkün mü? Birbirlerinden farklı anlayışlara sahipler mi?
Bütün kentlerde çocuk oyun alanları aynı sistem ile kuruluyor, malzemeleri aynı firmalar üretiyor. Petrol artığı asfalt yürüyüş alanları, petrol artığı plastik kaydıraklar, salıncaklar, petrol artığı kauçuk zeminler. Şimdi sokağa çıkın, size en yakın çocuk parkına gidin ve bunların dışında gördüğünüz bir farklılık var mı lütfen bir bakın.
Bizde pek yok, ama dünyada var.
Çocukların ihtiyacını karşılayan parklar
Çocukların oyun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bilimsel çalışmalar var. Oyun alanlarının çocuklar üzerindeki etkilerini araştıran, daha iyiyi bulmaya çalışan arayışlar var. Farklı malzemelerin kullanımı için ilkeler var. Yerel yönetim çalışmalarında artık çocuğa kentte yer açmak, çocuk dostu kentler kavramları sıkça konuşuluyor. Engelli çocukların, özel eğitime ihtiyaç duyan çocukların da kullanabileceği ortamların yaratılması birer hak olarak önümüzde duruyor.
Çocuk oyun alanları, kentsel yeşil alan planlamasında önemli bir yeri olan yeşil alan planlamasının bir parçasıdır. Bu konuda yerel yönetimlere, çocuklara güvenle oynayabilecekleri iyi planlanmış park alanları oluşturmaları konusunda görevler verilmiştir. Tabii bu planlamadan ne anlamamız gerektiğini de konuşmamız gerekiyor. Bu, park alanının içine asfalt atılmasının, oyun alanlarında petrol artığından üretilmiş zemin malzemesi kullanılmasının ve aynı fabrikadan çıkmış plastik oyun malzemelerinin kullanılmasının ötesinde bir planlama anlayışını ifade etmektedir.
Okul bahçelerinin oyun alanı olarak kullanımı
Büyük kentlerde ve Ayrancı gibi kent merkezlerinde kalmış semtlerdeki okul bahçelerinin, eğitim zamanı dışında çocuk oyun alanı olarak kullanımının özendirilmesi gerekir. Bizde okullar hala eğitim-öğretim zamanı dışında kapısına kilit vurulan alanlar. Bakanlığın okullara ayırmadığı bütçeler nedeniyle okul bahçelerinin düzenlenmesi işi belediyelerin insafına bırakılmış durumdadır. Belediyelerimiz de skor yakalama çabası nedeniyle buralara yaratıcı çalışmalar yapmak yerine bahçeye asfalt döküp 2 tane basketbol potası dikerek sorunu gideriyorlar. Tatil zamanında ve hafta sonları hiçbir şekilde kullanılmayan veya otopark olarak kiraya verilen okul bahçelerini görmemizin temel nedeni işte bu.
Çocuk parkı mı, köpek parkı mı?
Son yıllarda evlerde bakılan köpek sayısında patlama yaşanıyor. Bu hayvanların ihtiyaçlarını gidermek için en çok kullanılan yerler de çocuk parkları. Bazı örneklerde bu alanlar ayrılmış olsa bile bunlar özenli kullanılmadığında sık sık şikayet konusu oluyor. Parklar bir taraftan da sokak köpeklerinin barınakları haline geliyor ve bu sorunun sadece yasal önlemlerle giderilemeyeceği de aşikar.
Parkların bitki örtüsünü zenginleştirmek
Çocuk oyun alanları aynı zamanda çocukların doğayla ilk buluştukları yerler. Ağaçları, bitkileri ilk tanıdıkları bu alanların ruhuna uygun şekilde zenginleştirilerek birer doğa okuluna dönüşmeleri gerekiyor. Çocuklar yürümeye başladığı andan itibaren ilgi alanları parklar oluyor. Hangimiz bu konuda kara kara düşünmedik ki? Koşarken nereye düşecekler diye aklımızın çıktığı ya da çimenleri koparıp ağızlarına götürürken çocuklarımızın üzerine atladığımız anları hatırlamışsınızdır. Bu anlamda parkları güvenli ve sağlıklı bir bitki örtüsüyle zenginleştirmek çocukların dünyasını da zenginleştirecektir.
Sokak oyunları parkı
Sokaklarımız oyun alanı olmaktan çoktan çıktı. Bazı sokakların trafiğe kapatılarak belli zamanlarda oyun alanına dönüşmesi denendi ama sürdürülebilir olmadılar. Bu nedenle çocukları geliştirecek ve diğer çocuklarla oynamalarını teşvik edecek sokak oyunlarının çocuk parklarının içerisine eklenmesi faydalı olacaktır. Parklar sadece kaydırak ve salıncak parkı olmaktan böylece çıkarılabilir ve çocukların tek başına değil birlikte oynamalarını özendirebilir.
Ayrancı’da sokak aralarında dolaşırken veya bir yerden bir yere giderken karşımıza butik, kendine özgü kafeler, el emeği üreten ve satan dükkânlar çıkar. Evden çıktığımızda soluklanacağımız bir kafe, bir arkadaşımıza veya kendimize alacağımız bir hediyeyi bu mekânlardan almak bizi daha çok mutlu eder. İşte o mekânlardan biri de Gerede Sokak 3 numarada yer alan Mahal Dükkân… Mahal’in sahibi sanat tarihçisi Hande Altuntaş ile Mahal’in macerasını konuştuk.
Hande Altuntaş
Sizi biraz tanıyabilir miyiz? Macera nasıl başladı?
Eskişehir’de okudum, sanat tarihçisiyim. Müzelerde ve restorasyon firmalarında çalıştım. İstanbul’da yaşıyordum ve hep bir dükkân hayalim vardı, iş aramaktansa kendi işimi yapayım istedim. Zaten bu işlerin içindeyim, öte yandan pek çok arkadaşım var bu işlerle ilgilenen güzel sanatlardan; ben de bir şeyler üretiyorum. Hepsini birleştirince güzel bir dükkân olur diye düşündüm. Evlenince Ankara’ya taşındım ve hayalim de burada gerçek oldu. 2014 Aralık’ta açıldık.
Peki, neden Mahal?
Kelime anlamı ile yer, yöre demek… Mahalde, bu topraklarda yetişen yerel üreticilerin, bu topraklardan beslenen atölyelerin, sanatçıların işleri var. Üretici ile müşteri arasında bir köprü olmak ve kolektif bir iş çıkarmaktı amacım. Ben satış konusunda ilerlerken tasarımcılarımız ise her seferinde başka başka yaratıcılıklarını keşfedip ortaya yeni şeyler koyabilecekleri bir alana kavuştular. Böylelikle neredeyse 10 sene olacak Mahal Dükkân’ın varlığı. Ankara’nın çeşitliliği en fazla tasarım dükkânı olma yolunda ilerliyoruz.
Ayrancı’da bir ara sokaktasınız. Üstelik İstanbul’dan geldiniz. Bu sakinlik sizi zorladı mı, mesela pandemi nasıl geçti?
Burayı görür görmez işte burası dedim, Mahal’in yerini çok beğenmiştim hâlâ da çok seviyorum. Aslında ben kalabalık severim. Ayrancı’ya ilk geldiğimde kahve içecek yer bile yok denecek kadar azdı. Şu an çok daha iyi. Mahallemizi seviyorum. Güvenli alanımızda, komşularımızla mutluyuz. Pandemi döneminde çok zorlandık. Satışlarımız durma noktasına geldiği için online satışa odaklandık. Özel günlerde ve yılbaşı zamanında hareketlilik yaşadık. Aslında dükkânı yönetmek maddi-manevi boyutta kolay bir şey değil.
Mahal’de yer vereceğiniz eserleri, ürünleri nasıl seçiyorsunuz?
Önce ürünleri kendi kriterlerime göre inceliyorum. Eserin hikâyesi nedir, nasıl ortaya çıkmış, hangi malzemeler kullanılmış, ne kadar sürede üretilmiş, hedef kitlesi kimler, eser veya ürün daha önce başka yerlerde sergilenmiş veya satılmış mı? Eseri veya ürünü farklı açılardan değerlendirmek lazım. Kendi estetik bakışım ön planda ama en nihayetinde burası bir dükkân ve herkesin beğenisi benimkiyle aynı olmayabilir. Bu on yıl beni bu konuda eğitti, ne satar ne satmaz’ı da düşünmeye çalışıyorum.
Herkes tasarladığı ürünü size getirebilir mi? Ünlülük şartınız var mı?
Değerli ve bilinen bir sanatçının eseri de dönemsel olarak dükkânımda yer alabiliyor veya güzel sanatlar mezunu olmayan ama sağlam eserler çıkaran yaratıcı kişilerin de eserleri, çalışmaları olabiliyor. Bu konuda özgünlüğe ve yaratıcılığa önem veriyorum. Yeni tasarımcılarla tanıştığım zaman onlar da benimle kendi çevrelerini paylaşıyor ve zamanla geniş bir sosyal ağ oluşuyor. Farklı sanatçı ve ürünlere yer vermeye çalışıyorum. Hem komşumu kösteklemeyim istiyorum hem görünürlüğü olmayan ya da az olanları görünür kılmaya çalışıyorum. Ünlü bir tasarımcının işinin Mahal’de olması tabii ki dükkânımıza değer katıyor ama böyle bir şartımız yok.
Şu an tezgahınızda çoğunlukla takı çeşitleri var. Takı ağırlıklı bir yer misiniz?
Aslında dönemsel olarak değişiyor. Bazen seramik çok yoğun oluyor, yaza doğru takılar daha çok talep görüyor. Yılbaşına doğru hediyelik eşyaya rağbet artıyor. Gönlümden geçen resim, kolaj gibi edisyonları çoğaltmak. Doğal taş, gümüş ve altın kaplama takıların yanında seramik, özel tasarım ayakkabı, kolaj ve resim gibi çeşitli ürünlerimiz var. Yakında birkaç yeni tasarımcı ile görüşmelerimiz olacak. Keyman Design ayakkabı tasarımı, Ağaç Sakal Atölyesi ahşap tablolar, Giku Polimer Takılar, Unity gümüş takılar, deprem bölgesinden gelen bir kadın arkadaşımızın ürettiği mozaik takılar ve daha fazlasını keşfetmek için Gerede Sokak 3/C ve online adresimize (shopier.com/MAHALDUKKAN) bekleriz.
Sizce sanat nedir veya ne sanattır?
Sanat nedir zor bir soru. Birçok sanat kuramı, sanat felsefesi var. Sanat tarihi okudum üzerine de güzel sanatlarda yüksek lisans yaptım. Okumak ya da okumamakla alakalı değil; alt kültür üst kültür diye de bakmamak lazım. Hiçbir eğitim almamış bir insanın bakarak gördüğü şey de sanat olabilir ve onun estetiği bizi yenebilir. Biz teorik olarak bakarız; ne malzeme kullanmış, hangi teknikle yapmış, ikonik çözümlemesi vs. Ama bunun sanat olup olmayacağına dair üstten bir bakışım yok. Teknik olarak bir sanat eseri olarak değerlendiremeyeceğimiz bir şeye tü kaka demeye karşıyım çünkü zaman geçer bir değer kazanır, çağdaş sanata dönüşür, bir anlamı olur ve her şey değişebilir. Kitsch denen bir şey var, bu bütün sanat kavramlarının dışında duran bir üslup, farklı bir bakış açısı. Popüler kültürü etkileyebilir. Bir şeyin çok popüler olması onu sanattan koparmaz. Ortada bir emek var. Sanat insanın kendi bakış açısıyla alakalıdır, birilerinin söylediği şeyler modası olan, satılan, bienalleri etkileyen, büyüten büyük kurumlar aslında, sizin yaptığınız resim değil. Bu yüzden sanatın tanımı ve değeri zamana göre, kişiye göre değişir diyebilirim.