Yaşadığım kentte kiminle, nasıl, nereye kadar ve neden eşitim?

Herkese tavsiyem, mümkün olduğu kadar çok dışarı çıkarak sosyal eşitsizlik ve çevre tahribatı ile ilgilenmeleridir, çünkü bu konular giderek daha fazla geleceği öngörmemizi sağlayacak niteliktedir. 

David Harvey (2017)

İnsanlık tarihi boyunca, belki de tüm siyasal, ideolojik, inanç temelli, toplumsal, kültürel ve iktisadi çatışma ve mücadelelerin, hak arayışlarının temelinde “eşitlik” kavramına atıfta bulunulmuştur. İnsan türünün evriminin bir yanıyla dünya yüzündeki farklı coğrafi koşullara uyum içerdiği kadar farklılaşma da içerdiği, biyolojik evrimin durduğu yerde kültürel evrimin etkisiyle farklılıklara ilişkin davranış biçimlerinin geliştiği bilinmektedir. Toplumsal alana bakıldığında, bu davranış biçimlerinin sosyal yapılara dönüştüğü ve giderek mekânsal süreçleri biçimlendiren ve mekânsal süreçler tarafından da biçimlendirilen unsurlar olarak kente damgasını vurduğu sosyal bilimler tarafından uzun bir süredir ele alınmaktadır. Sosyal bilimler alanının dışında da görünen ve görünmeyen, açık ya da zımni, gizlenen ya da bastırılan her tür eşitsizliğin aynı zamanda toplumsal hareketlerin de kaynağı olduğu bilinmektedir. Bu açıdan bakıldığında, düşünce alanında söylem haline getirilen eşitsizliklerin toplumsal alanda karşılık bulduğu kadarıyla hak arama mücadelelerine dönüştüğü, bu mücadelelerin de zamanla uluslararası ve ulusal hukuk içerisinde yerini bulduğu söylenebilir. Sonuçta kentler, tarih boyunca eşitsizliklerin oluşturduğu fay hatları boyunca sürekli olarak yıkılmış ve yeniden yapılanmıştır. Bu anlamda kentli olarak nitelenen kişinin hayatını sürdürürken dikkate aldığı en çarpıcı gerçek, kendi yaşam süreci ve gündelik yaşamı içinde, erişilebilir mesafede ve görünür şekilde eşitsizliklerin farkında olması ya da bu eşitsizliklerle karşılaşma olasılığının yüksekliğidir. 

Peki neden kentlerde yaşayan insanlar eşitsizlik konusuyla yüzleşmek durumunda kalmışlardır? Emile Durkheim’in deyimiyle kentlerde maddi ve ahlaki yoğunluk, yani nüfus yoğunluğu ve iş bölümü arttığı için kendisinden farklı olanla karşılaşmalar artacaktır. Kenti oluşturan bu iş bölümü bir yandan görünür eşitsizliklerin oluşturduğu çatışma ve çelişkileri engelleyecek kolluk, hukuk ve inanç sistemlerini örgütlerken bir yandan da kenti ahenkli bir bütün olarak bir arada tutacak üretim ve tüketim ilişkilerini denetim altında tutmaktadır. Ancak her şeye rağmen, eşitsizliklerin birikimli olması, kaynakların kıtlığı ve çoğunlukla eşitsizliklerin sadece kent içindeki bir mesele olmayıp insan-ekosistem etkileşimi ile ilgili bir boyutunun bulunması nihai olarak insan hakları mücadelelerini başlatan toplumsal olaylara yol açmıştır. Bu yanıyla eşitsizlikler özgürlük kavramıyla da yakından ilişkilidir. Tarih boyunca çeşitli düşünürler devletin düzenlemediği alanlarda bireyin istediğini yapmakta özgür olduğunu ve bunun negatif bir özgürlük alanı olarak ifade edilebileceğini söylemişlerdir. Bu anlayışa karşı olarak da pozitif özgürlük kavramı gelişmiş, devletin düzenlediği ya da düzenlemediği alanlarda insanların özgür olabilmesi için gerekli koşulları oluşturma konusunda belli müdahalelerde bulunması önemli bulunmuştur. Bir kentte insanların meydanlarda dans etme hakkı devletin düzenlemediği bir konu olabilir. Ama o kentte zaten meydan yoksa, bu özgürlüğün kullanılabilmesi için önce devletin meydanlar inşa etmesi gereklidir. 

Devletin özgürlük alanıyla ilişkili olarak eşitlik meselesindeki genel yaklaşımı peki nasıl olmalıdır? Siyaset kuramcılarının ciddi bir şekilde kafa yordukları bu konu Türkçe’de aslında yerini pek de bulamamış olan “eşitlik/adalet” ayrımına işaret etmektedir. Kentte yaşayanların tanımlanmış bir haktan yararlanabilmesi için devletin yapması gerekenlerin düzeyi ve sınırları ne olmalıdır? Hakların ilkesel olarak herkesin eşit olarak yararlanmaları gereken unsurlar olduğu demokrasilerde anayasal bir kabul olmakla birlikte, kentteki tüm yurttaşların ihtiyaçları ve talepleri arasındaki farklılıklar tek tipleştirilmiş müdahaleleri zorlaştırmaktadır. Yukarıda verdiğimiz örnekten hareket edersek, devletin kentlerde her mahalleye benzer meydanlar inşa etmesi, bu meydanların bulunacağı yerlerdeki insanların kültürel, demografik ve iktisadi ihtiyaç ve talepleriyle uyuşmayabilir. Ağırlıklı olarak yaşlı nüfusun bulunduğu bir mahallede belki de meydan tasarımında daha fazla oturma alanı ve yeşil alana yer verilmesi gerekirken, çocukların çok olduğu bir mahallede çocuk oyun alanları yapılması gerekebilir. İşte bu ayrım, kentteki hakların kullanımında eşitlik ilkesine göre mi, adalet ilkesine göre mi hareket edileceği ikilemini doğurmaktadır. Kent hakkı kavramı ele alınırken burada devlet düzenlemelerinin “eşitlikçi” olması ancak, “adil” bir yaklaşımın inşa edilebilmesi için de kentlilerin sesine kulak veren bir katılımcılık anlayışının bulunması gerekliliği görülmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da, siyasal olarak “eşitlikçi” görünen yaklaşımların pratik karşılıklar üretmede yaşadıkları zorluklar, “adalet” ilkesini savunan anlayışların da mevcut eşitsizlikleri yeniden üretmeye eğilimli olmalarıdır. 

Eşitlik ve adalet ikilemini katılımcılıkla aşmasını bekleyebileceğimiz devlet müdahalesinin başa çıkması gereken bir sorun daha bulunmaktadır. Bu sorun iktisadi olarak “etkinlik ve etkililik” ikilemi olarak adlandırılmaktadır. Etkililik, her kentlinin haklarına ve hizmetlere en az emekle ve çabayla erişimi olarak ifade edilirken, etkinlik her bir hakkın kullanım potansiyelinin yüksekliğine ve kentteki hizmetlerin sunumunda girdilerle çıktılar arasında kurulan dengeye işaret eder. Bir tarafıyla bu sorun teknik bir sorundur, çünkü hakların kullanımı için kentin mevcut yapısı, doğal kaynaklar ve kamu kaynaklarının en iyi birleşiminin kullanımı ile yakından ilişkilidir. Meydan örneğinden devam edersek, kenti yönetenler, kentin en merkezi yerine toplamda belki daha düşük bir maliyetle devasa bir meydan mı yapmalıdır yoksa, daha büyük bir maliyete katlanarak her mahalleye küçük meydanlar mı yapmalıdır? Eğer merkeze devasa bir meydan yapılırsa, kentin tüm kesimlerinin erişim maliyeti artabilir. Diğer yandan eğer, küçük meydanlar yapılırsa da erişim daha kolay olmakla birlikte, meydanların sunabilecekleri olanaklar daha sınırlı olacaktır. Kentli hakları ve kent hakkı kavramları açısından bu ikilem oldukça sorunludur ve kentteki çeşitli işlevlerin ölçekleri ile yakından ilişkilidir. Konuyla ilgili profesyonel meslek insanlarının ve ağırlıkla siyasilerin pragmatik kararları ile gerçekleşen bu tür kararların çoğu zaman yabancı bir dile benzeyen teknik taraflarını bilmeyen kentlilerin bu tartışmalara taraf olabilmeleri de çok zordur. Bu sebeple katılımcılık ilkesinin gerçekleştirilmesinde kentlilerin bu tür teknik konulara hakimiyet kazanmasını sağlayacak bir tür “kent okur yazarlığı” desteğinin sağlanması çok önemli görülmektedir. Çünkü pek çok durumda kazananı ve kaybedeni bu belirlemektedir. 

Kent hakkının ele alınmasında bu teknik zorlukların da aşılabildiği varsayıldığında, eşitlik konusunda karşımıza çıkan bir başka sorun alanı, kurumsal kültürün sınırları ve engelleri olarak ifade edilebilir. Kentlerde belli hakların kullanımı için ortaya konan hizmetler ve süreçler, onları sunan yerel yönetimlerin ve merkezi idare taşra teşkilatının hizmet sunum koşullarından etkilenirler. Burada, belirgin siyasi tercihlerden çok hâkim paradigmaların hizmet süreçleri ve bürokratik yapıya yerleşmiş alışkanlıklarından bahsetmek önemlidir. Mevcutta hizmet sunum koşulları, temelden hakların kullanımına ilişkin sorunlu bir boyut içermekteyse, bunu düzeltmeden hakların kullanımına ilişkin değerli sonuçlar elde etmek mümkün olamayabilir. Meydan örneğinde, örneğin bir yerel yönetim yıllar boyunca, vasat bir estetik ve tasarım anlayışıyla meydan benzeri kamusal alanların tasarımını düşük maliyetle taşeronlara yaptırmaktaysa, ortaya çıkan meydanın niteliği ve hakların kullanımına ne derece hitap eder düzeyde olduğu tartışmalı hale gelmektedir. Bu durumda, kent hakkı, vasatın üstünün talep edilmesini, liyakat konusunun tartışılmasını ve nihai olarak, hizmet sunum süreçlerinin analiz edilerek yenilikçi bir yaklaşımla yeniden ele alınmasını gerektirmektedir. Eşitlik tartışmasında hizmetin yeniden ele alınması açısından son dönemin bazı kavramlarının da yeniden gündeme alınması önemlidir. Bu kavramların başında “kamu yararı” gelmektedir. Kente müdahale eden kamu örgütlerinin son dönemde, kamu yararını ağırlıklı olarak kamu harcamalarını azaltacak her türlü çözüm olarak görmeleri sebebiyle hakların kullanımında da kısıtlar ortaya çıkmaktadır. Yine meydan örneğinden gidecek olursak, meydanın inşa maliyetini kamu yararına düşürmek için, meydanın çevresini özel sektör kafelerine kiralayan bir yerel yönetim, günün sonunda meydanın kentiler tarafından para ödenmeden kullanımını da engellemiş olabilir. 

Tüm bu unsurların en temel tartışma zemininin başlangıç noktamız, yani kentlilerin eşitsizliklerle yüzleşme olasılığı olduğunu unutmayalım. Bu açıdan bakarsak, günümüz kentlerinde eşitlik tartışmalarını belirleyen en önemli sorun, kentsel yarılma ve ayrışma olarak ifade edilebilir. Üst gelir gruplarının kendi güvenlikli yaşam alanlarına çekildiği, alt gelir gruplarının da mahallelerinden dışarı çıkamadığı bir kentte, karşılaşmaların azalması, kentsel kamusal alanların kullanılmaktan çok tüketilmesi, genç kuşakların gerçek olan kentsel mekânı değil teknolojiyi ve sanal mekanları bir kaçış olarak kullanması ve bunun sonucunda eşitsizliklerin bir gündem olmaktan çıkması tehdidi bulunmaktadır. Bu durumda da kentte yaşarken önyargısız öteki ve kendimize benzemeyen ile karşılaşma, etkileşme olanağı bulmak kendi başına önemli bir ihtiyaç haline gelmektedir. Özellikle pandemi ve iklim krizi kaynaklı felaketlerde, kentte yaşayanların bir dayanışma içine girebilmesi için bu başlık çok önemlidir. Meydanları sadece siyaseten bir doğru ya da herkes istediği için isteyen kentliler, hak kavramı ile ilişkilenmemiş bir talebin altında kaybolmaya mahkumdur. 

Bu koşullar altında, kent hakkı kavramının eşitlik tartışması ile ilişkisinin nasıl doğru kurulabileceğine ilişkin bir reçete ile bitirelim. Öncelikle, kentsel kamuoyunu yönlendiren tüm kurumsal yapıların ve inisiyatiflerin, kentte yaşayanlara kendine benzemeyenlerle karşılaşabileceği bir mekân olarak kent kavramını ve kent yurttaşlığını anlatmalıdır. “Farklı mahallelerin” insanlarının birbirine yabancılaşmasının eşitlik tartışmasını, nihai olarak da kent kavramını yozlaştıracağını ifade etmek önemlidir. Bu tartışmada, kamu aktörlerinin, kentlilere belli teknik müdahaleleri aktaracak bir “kent okur-yazarlığı” bilinç düzeyi oluşumunda rol alması gerekir. Bu temel altyapı bir yanıyla kentte yaşayan tüm bireylerin örgün ve yaşam boyu eğitiminin de bir parçasıdır. Buna koşut olarak, kente yapılacak müdahalelerin hangi haklarla ilişkilendirildiği yerel düzeydeki kentsel politikaların tanımlanmasında yerini bulmalıdır. Burada önemli bir samimiyet sınavı da bulunmaktadır. Bir meydan, kentteki belli gruplara gelir getirmesi için mi, kentlilerin kentsel yaşamı deneyimlemesi için mi yapılır? İkisi birden mi, hangisi daha öncelikli? Kentin hoşgörü ile bu tartışma zeminini oluşturduğu bir kentte açık veriye dayalı bir katılımcılık yaklaşımı işlerlik kazanabilir. Meydanın konumundan tasarımına, yapımından işletilmesine kadar pek çok konuda kentlilerin talep ve tercihleri uzman bilgisi ile bir araya getirilebilir ve eşitlik temelli bir yaklaşım geliştirilebilir. Tüm bu söylenenler çok zorlu gelebilir kulağa. Ancak, toplumsal dinamiklerin ne denli hızlı olduğu düşünüldüğünde aslında düşünsel derinliğin hızla kentsel eşitliğe ilişkin bir derinliğe erişebileceğini de söylemek mümkün görünmekte!