Başak Alpan: Gençlerbirliği taraftarı olmak benim seçilmiş kimliğim
1920’li yıllardan beri Ankara’nın önemli bir kamusal alanı olan Cebeci İnönü Stadyumu’nun yıkımının başlaması kentin gündemi haline geldi. TMMOB’un açtığı davalar neticesinde yürütmeyi durdurma kararı verilen Stadyumun, Cumhuriyet’in ilk yıllardan beri kent belleğindeki yeri çok ayrı. Bir nevi mesire alanı da olan bu tarihi mekan üzerinden Gençlerbirliği, kadın ve spor ilişkisi, futbol ve siyaset ile ilgili sevgili hocamız Başak Alpan ile Meclis Park’ında buluşup sohbet ettik. Keyifli sohbet için kendisine çok teşekkür ederiz.
Bir Ankara takımı olan Gençlerbirliği’nin sıkı taraftarısınız. Takım ile yollarınız nasıl kesişti ve ilişkiniz nasıl devam ediyor?
Oldum olası futbolu çok severdim. Ancak Gençlerbirliği tribününe gelişim futbol antropolojisi projesi ile başladı. Bir Ankara takımının maçlarına gidip gözlem yapmamız gerekiyordu. Benim de çoğu arkadaşım Gençlerbirliği tribünündeydi. Türkiye’ye yeni dönmüştüm. Maçlara gidip not alıyordum. Önce not alarak başladım ama daha sonra yerli antropolojide olduğu gibi gözlem yaptıkça o şeyin parçası haline geldim. Ben de biraz yerli oldum yani. Sonra proje bitti ama benim Gençlerbirliği tribünüyle ilişkim bitmedi. Gençlerbirliği taraftarı olmak benim seçilmiş kimliğim.
Pandemi sebebiyle uzun zaman maçlar olmadı. Ancak bu sezon aşı yaptırmış olanlar maça alınabilecek diye biliyorum. Benim içinde bulunduğum grup Alkaralar. Alkaralarla maç haricinde de buluşuyoruz. Maç izliyoruz bazen muhabbet ediyoruz. Arada bir kulübe gidiyoruz. Hatta yönetim değişmeden önce bazı taraftar gruplarının da görüşünü alarak Murat Cavcav’a ziyarete gittik. Stadyuma gidemesek de tribün devam ediyor.
Ben Alkaralar taraftar grubunun kuruluşunda yokum sonradan katıldım. Alkaralar geniş bir grup. Her taraftar grubunun kendi gündemi var. Mesela Karakızıl’ın belli bir gündemi var, Cephe’nin de öyle. Ama Alkaralar taraftarı geniş bir yelpazeden. Ben tam maçlara gitmeye başladım, Passolig meselesi başladı. Karakızıl’ın da önemli bir gündemi Passolig karşıtlığıydı. Dolayısıyla da staddan çekildiler. Alkaralar da Passolig’i bir süre boykot ettiler ama sonradan mücadeleye stadda devam etmeye karar verdiler.
1990’larda kasıtlı olarak Ahmet Çiğdem, Tanıl Bora, Necmi Erdoğan gibi hocalarımız ilmek ilmek örerek Alkaralar Tribünü’nü oluşturmuşlar. Gençlerbirliği kulübünün kurulma amacına ve ruhuna uygun şekilde eğitimli, münevver futbolcu ve taraftarların yarattığı bir tribün. O dönem, önceleri lümpen değerlendirilebilecek alanların aslında hayatın ta kendisi olduğu fikri benimseniyor. Böylece anlaşılıp araştırılıyor. Daha çok insan özellikle kadın ve çocuklar maça gitmeye başlıyor. Passolig olmadığı için de genişleme görece kolay oluyor. Pikniğe gider gibi maça gidilebiliyor, herhangi bir taahhüt gerekmiyordu.
Bir kontrol mekanizması olarak kullanılan Passolig hakkında ne düşünüyorsunuz? Passolig futbola erişimi kısıtladı mı?
Tanıl Hocayla Passolig üzerine yaptığımız bir çalışmada etkilerini üç temelde inceledik. İlki soylulaştırma. Yani bir hafta sonu aktivitesi olarak Netflix dizisi izler gibi maça gitme, Instagram’dan paylaşma gibi soylu ve sadece doğru tür hedef kitleye yönelik yapılan oyun, aktivite. Diğeri metalaştırma. Futbolun artık tüketimin çok önemli bir parçası haline gelmesi. En sonda ise çocuklaştırma. Yani kendi hayatının sorumluluğunu alamayacakmışçasına seyircilere, şuraya oturacaksın, şunu yapacaksın şeklinde kafa yormaya gerek olmadan hareket ettiriyor olması. Her ne kadar sporda şiddete karşı olsak da bunun kontrolü için Passolig çok doğru bir uygulama değil. Gerçi görünürdeki sebep güvenlik olsa da 1980’lerden sonra Thatcher’ın işçi sınıfını göz önünden çekmeye çalışması asıl sebep. Hillsborough Faciası’ndan sonra numaralı koltuk meselesi gündem oluyor. Özellikle tribünlerin apolitikleşmesi için yapılan bir çalışma. Futbolu siyasetten uzaklaştırmak da siyasi bir faaliyet. Futbol siyaset ilişkisi futbolun çıkışından beri var. Hem liderlerin kendi etki alanlarını artırması için hem de insanların deşarj olması için çok etkili bir spor.
Bir de ceza mekanizması olarak kadın ve çocukların seyircisiz oynanan maçlara gitmesi var. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fenerbahçe ve Manisaspor maçı ile başlayan bu süreç takımın ceza alması ve ceza olarak sadece kadın ve çocukların maça alınması “alın size kadınlar ve çocuklar” şekline dönüştü. Bu dışarıdan bakınca aslında iyi bir şey gibi duruyor. Futbol kadınların daha az zarar görecekleri, daha az tacize uğrayacakları ve çocuklarının elinden tutup maça götürebilecekleri bir aktiviteye dönüşüyor. Ancak daha geniş bir bakış açısıyla bakınca futbolun iyice mutenalaşması olarak değerlendirilebilir. O dönem futbolcular bile “eskiden buralar kömür kokardı, şimdi parfüm kokuyor. Çok güzel bir maçtı kadınlarla olmak çok güzel” gibi açıklamalarda bulundular. Yani birlikte getirdiği kavramlar kötü. Kadınlar çiçektir söyleminin başka bir versiyonu aslında. Bu bizim karşı çıktığımız izolasyon meselesinin bir türü. Pozitif ayrımcılık her zaman kötü olmayabilir ama mücadelenin hala devam ettiği bu gibi konularda çok da hoş olmayabiliyor.
Kadın ve spor ilişkisi sizce nasıl ifade edilebilir?
Öncelikle yekpare bir kadın profilinden bahsedebilir miyiz emin değilim. Ben bütün kadınlar adına konuşamam. Günde 16 saat çalışan bir kadın için spor hayati değildir ama bir feminist için bu patriyarka ile mücadelenin bir parçasıdır. Kadın spor ilişkisi kadın hayat ilişkisinden çok farklı değil. Kadın taraftar ve sporcu olarak değerlendirilebilir. Her iki rolde de kadın için çok zor. Eğer devlet politikaları ile desteklenmiyorsa çok daha zor. Hem biyolojik süreçlerin toplumda karşılık buluşu var hem de maddi anlamda engeller var. Bunlar sporcu kadınlar için söylenebilecekler. Taraftar içinse kolaylaştırıcı faktörler yoksa ayrı bir zorluk mevcut. Bir dönem Özgür Lig vardı ancak kapsamı çok dardı. Gezi protestoları zamanı da böyle öneriler oldu. Özellikle küfür meselesi üzerinden çok tartışmalar yapıldı. Bu deneyimleri küçümsemeden daha kitlesel bir çalışma gerekli. Son dönemde kadın voleybol milli takımının başarısı ortada. Özellikle kaptan Eda Erdem Dündar’ın verdiği demeç “Biz hayatımızda en iyi yaptığımız işi bulduk ve voleybol oynuyoruz. Yaşamak için voleybol oynamaya ihtiyacımız var. Neler başarmak istediğimizi biz biliyoruz. Arkamızda bizi destekleyenler var. Olimpiyattayız ve Çin gibi bir takımı yenerek turnuvaya başlıyoruz. Ancak salondan çıkınca galibiyeti unutup, İtalya’ya odaklanacağız.” son zamanlarda yapılmış en etkileyici konuşmalardan biriydi. Bir işi sevmenin ne kadar önemli olduğunu anlattı. Spor böyle bir şey aslında ama çok fazla endüstriyelleşince sporcunun derdi bu olmuyor artık. Birkaç kelimeyi döndürerek anlatacağını anlatıyor. Spor toplumsallıktan uzaklaşıyor.