Kamusal alanı yeniden tasarlamak

Biz Saraçoğlu’nu tartışırken, New York’un kullanılmayan demiryolu hattı, kente nasıl kazandırıldı

Ankara’nın gündemi bir süredir Saraçoğlu mahallesi. Aslında konu yeni değil 1994 yılından bu yana süren bir mücadele hikayesi var. O günden bu yana şehrin merkezinde işlevini yitirmiş bir kamusal alanın yeniden şehrin ortak kullanımına nasıl kazandırılacağını tartışıyoruz.

Bu konuda Eskişehir, İzmir gibi şehirlerimizde çok iyi örnekler var aslında. Fakat burada ABD’den iyi bir örnekten bahsetmek istiyorum: New York’ta kapatılmış demiryolu hattının yeni bir işlevle şehre yeniden nasıl kazandırıldığından

New York’un ticaret, kültür ve finans merkezi olan Manhattan’ın merkezinden geçen ve 1800’lerin ortasından itibaren işletilen demiryolu, yük trenleri ile Manhattan’a yiyecek sağlıyordu. Ancak bir süre sonra artan nüfus nedeniyle trenler yayalar için tehlike oluşturmaya başladı. Yılda 500’den fazla insan trenler tarafından ezilerek ölüyordu. Öyle ki, şehrin meşhur 10. caddesi bu nedenle “ölüm bulvarı” adını aldı. 

1800’lerde Manhattan’a yiyecek sağlayan yük trenleri bir süre sonra yayalar için tehlike oluşturmaya başlıyor. Yılda 500’den fazla insan trenler tarafından ezilerek öldüğü için meşhur 10. caddeye “ölüm bulvarı” adı takılıyor. 1920’lerde yayaları korumak için atlı adamlar kiralanıyor. 1924’e gelindiğinde demiryolu yerden 10 metre kadar yükseltilmiş, bazı binaların içinden geçen bir hattan ilerliyor.

1920’lere gelindiğinde artan ölümlere çare bulmak ve yayaları korumak için demiryolu şirketi, atlı adamlar çalıştırmaya başladı. 1924’de cadde seviyesindeki rayların kaldırılmasına karar verildi. Yollarla demiryolunun kesişmesini ortadan kaldırmak için yükseltilmiş bir demiryolu hattı oluşturulmaya başlandı. Artık demiryolu yerden 10 metre kadar yükselmiş bir hattan ilerliyordu. 1941’deki son tren yolculuğuna kadar bu hat kullanıldı. 

Karayolu taşımacılığındaki artış nedeniyle tren kullanımı azaldı. Artık kamyonlar her yere girebiliyordu. High Line‘ın şehrin finans merkezine yakın bölümü 60’larda yıkıldı. Tüm raylı trafik ise 1983’te tamamen durduruldu. Bundan kısa süre sonra artık kullanılmayan yapının tamamen yıkılması için çağrılar yapılmaya başladı. Bu yıllarda High Line‘ı başka amaçlar için kullanma fikrinin ilk kökleri atılmaya başladı, bunun için bir vakıf kuruldu. Aynı yıl Kongre, eski demiryolu hatlarını rekreasyon alanlarına dönüştürmek için karmaşık arazi hakları sorunlarını aşmaya izin veren yasayı kabul etti. Fakat bu gelişmeler tren yolunun yıkımını engellemiyordu, 1991’de, yapının beş bloğu ve bir depo apartmana dönüştürülmek üzere yıkıldı. 

1999 yılında Belediye Başkanı Giuliani, görevdeki son işlerinden biri olan yıkım emrini imzaladı. Ancak geçen zaman içerisinde yapı yabani bitkiler tarafından gizlice ele geçirilmişti. Bu manzaranın güzelliği High Line’ın korunması ve kamusal alan olarak yeniden kullanılmasını savunmak için kar amacı gütmeyen bir koruma kuruluşu olan High Line’ın Dostları’nın kurulmasına esin kaynağı oldu. 2003 yılı High Line’ın geleceği hakkında bir “fikir yarışmasına” ev sahipliği yaptı. Parkın nasıl kullanılabileceği konusunda 36’dan fazla ülkeden 720 fikir yarıştı.

2004 – 2006 arasında zamanın Belediye Başkanı Bloomberg ve Belediye Meclisinin güçlü desteğiyle, özel bir imar planı kabul edildi. Bu High Line’ın halka açık bir park olarak kullanılmasının da önünü açtı.

Demiryolunun mülkiyetini elinde bulunduran CSX Taşımacılık 2004 yılında demiryolunun mülkiyetini New York Şehri’ne bağışladı. Nisan 2006’da ilk temel atıldı. 2009’da High Line’ın ilk bölümü, 2012 – 2014 arasında 2. Bölümü, 2014 yılında da 3. bölümü açıldı. 

Aslında New York şehir merkezi parklarla doludur, şehrin beş ilçesinde 1600’den fazla park bulunmaktadır. Bunlara eklenen High Line şu anda 500’den fazla bitki ve ağaç türünün bulunduğu, tek, kesintisiz, 2,5 km uzunluğunda bir yeşil yoldur. Proje, New York Şehri Parklar ve Rekreasyon Departmanı ile High Line Dostları tarafından ortaklaşa sürdürülmekte, işletilmekte ve programlanmaktadır. High Line, kamusal alan ve bahçelerin tepesinde, herkese açık, çeşitli kamu programları, topluluk ve gençlerin katılımıyla birinci sınıf sanat eserleri ve performanslara ev sahipliği yapıyor. Kusursuz kır çiçekleri, manzara ve açık hava sanat sergilerine sahip olduğu için yeşil oyun alanı her yaştan insanın zevk alabileceği bir alan. Parkın neresinde olursanız olun şehrin manzarası nefes kesicidir.

High Line’ın hikayesi şehirlerin kullanılmayan endüstriyel bölgelerini dinamik kamusal alanlara dönüştürmek için küresel bir ilham kaynağı halini aldı.

Şimdi benzer bir proje ile Londra’da da “Londra’nın High Line“ı inşa edilecek.

Gecekondudan kültür köyüne: Gamsheon

Kentsel dönüşümün, kent yoksullarının ve gecekonduların gündeminde insanların yaşadıkları yerlerden edildikleri günler yaşıyoruz. Bu sadece ülkemizde böyle değil gelişmekte olan pek çok yerde benzer şeyler görebiliriz. Aykırı bazı örnekler bize başka çözümlerinde olabileceğini gösteriyor. Bunlardan birisi Güney Kore’nin Busan şehrindeki Gamcheon köyü.

Güney Kore’nin Busan şehrindeki Gamcheon köyü

Kökenleri

Gamcheon, Kore Savaşı (1950-53) sırasında mültecilerin ülkenin ikinci büyük şehri Busan’a akın etmesiyle oluşan bir gecekondu kasabasıydı. Kore’nin çalkantılı savaş tarihinin izlerini bugün bile taşıyan köyde evlerin çoğu 30 m2’den küçük, dışarıda inşa edilen umumi tuvaletleri paylaşan haldeydi. Şehir planlaması, kanalizasyon sistemi ve yeterli su temini imkanları olmadığından, bölge sakinleri bugün bile kasabanın çevresinde görülebilen kamu kuyularına bağımlıdır.

1980’lerde 30.000’e kadar ulaşan nüfusun çevredeki daha gelişmiş köylere taşındığından azalmaya başlamış ve 2010 yılında 8.000’e kadar düşmüş. Genç kuşakların köyü terk etmesi ve köye taşınan sakinlerin sayısının azalmasıyla yaşlı nüfusun oranı %26’ya kadar yükselmiş. Boş evler sahipsiz kalmış ve bölge yavaş yavaş gettoya dönüşmeye başlamış. Sonuç olarak, bölgedeki nüfus giderek sosyal açıdan savunmasız, yoksul ve dışlanmış sınıflardan oluşmuştur. Köy sakinleri barınma, gelir, eğitim, güvenlik ve yaşam koşullarını bakımında Busan’daki 205 köy arasında en geri ikinci köy olmuş. 

2009 yılında köyü yeniden canlandırmak ve yaşam koşullarını iyileştirmek amacıyla köyün sakinleri ve sanatçılar BM’nin Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nden ilham alarak Busan şehriyle ortaklaşa bir proje geliştirdiler. Gamcheon Kültür Köyü Projesi adı verilen proje ile köyü varolan hali ile korumak, sürdürülebilir bir şehir yaratmak ve yaşayanlar için bir topluluk oluşturmak amaçlandı. Bu çerçevede, sağlıklı yaşam ortamı, sürdürülebilir tüketim ve üretim, insana yakışır işler ve ekonomik kalkınma ile  kaliteli eğitim gibi alt hedefler belirlendi. 

Neler yapıldı

Köyde yaşayanların ilk başta projeye kayıtsız kalmaları ya da şüphe duymaları doğaldı çünkü geçimlerini sürdürmek için harcayacak paraları yoktu. Bu nedenle başlangıç olarak, temel altyapı hizmetlerini iyileştirmek amacıyla çevresel iyileştirme politikaları yürütüldü; kamuya ait foseptik tankların kurulumu, kanalizasyon ve eski istinat duvarlarının iyileştirilmesi ve sokakların bakımı öncelendi. Halka açık bir hamam ve köy yönetim ofisi inşa edildi. Gamcheon, köy çevre düzenleme yarışması gibi çeşitli kültürel etkinliklere ev sahipliği yaparak kendisini bir turizm destinasyonuna dönüştürdü. Sokak festivali ve sergilerin yanı sıra enstalasyon sanatı, hediyelik eşya dükkanları ile yeni işler yaratıldı. Kafeler, restoranlar, interaktif aktiviteler, tur programları ve tur rehberliği hizmeti, sürdürülebilir tüketim ve üretim yoluyla yerel ekonominin yeniden canlanmasına yol açtı. 

Topluluk faaliyetlerini artırmak için bir köy okulu, kentsel dönüşüm akademisi ve kültürel programlar geliştirildi. Bölge sakinlerinin gönüllü katılımı ve yeteneklerinin artmasına yol açan eğitimler geliştirildi. Katılım başlı başına eğiticiydi fakat köy aynı zamanda bir öğrenme ortamı olarak da hizmet ediyordu. 

Projenin başarısı yönetim sistemine bağlı

Bu projenin başarısına yol açan şey köy sakinlerini, sanatçıları ve şehir yönetimini bir araya getiren yönetim sisteminde yatmaktadır. Yukarıdan aşağıya kurulan kamu uygulamalarının aksine köy topluluğu, Gamcheon Kültür Köyü’nde yaşayan ve proje tekliflerini yapıp yürüten 120 köy sakininden oluşmuş. 

Gamcheon Kültür Köyü Projesi’ne liderlik etmek için idari işlerden sorumlu 17 kişiden oluşan yaratıcı bir şehir ekibi kurulmuş. Yaklaşık 40 yerel sanatçı, etkinlik planlayıcısı ve akademisyen uzmanlıklarıyla katkıda bulunarak projeye destek vermişler. 

Yaşam koşulları iyileştikçe ve yeni işler yaratıldıkça bu durumdan en çok bölge sakinleri yararlanmış. Köyde düzenlenen kültür ve sanat projeleriyle yaklaşık 20 yerli sanatçı sanatsal çalışmalarına destek sağlamışlar. 

Proje sadece Gamcheon için değil, aynı zamanda Busan, Güney Kore hükümeti ve diğer kamu kurumları için de örnek bir kentsel dönüşüm modeli oluşturarak bölgesel büyümeye ivme kazandırmış. Her yıl 2 milyondan fazla ziyaretçi çeken turistik bir cazibe merkezi olan Gamcheon Kültür Köyü, turizm endüstrisini de etkilemiş. 

Projenin ilk başladığı 2009 yılından 2017 yılına kadar projeye toplam 9.400.000 ABD Doları yani yıllık ortalama 975.000 ABD Doları bütçe aktarılmış. Bütçeler, merkezi hükümetin desteği, yerel yönetim ve topluluk fonu yoluyla sağlanmış. Dört ünlü mimar ve on yedi yerel sanatçı, köyün sanatsal manzarasını bir sonraki seviyeye taşımak için becerileriyle katkıda bulunmuşlar. 

Sonuçlar ve etkiler

Proje, çürüyen köyü kaliteli yaşam koşullarına sahip canlı bir topluluğa dönüştürdü. Proje aracılığıyla elde edilen sonuçlar, yalnızca ülkenin turizm endüstrisini güçlendirmekle kalmadı, aynı zamanda Busan ve çevresinde dengeli bir bölgesel büyüme girişimini de teşvik etti. 

UNESCO başta olmak üzere pek çok kurumdan ödül alan ve dünyanın belli başlı basın kuruluşlarının da ilgisini çeken Gamcheon Kültür Köyü, Busan ve çevresinin en ünlü kültürel markalardan biri oldu ve kentsel dönüşüm girişimleri için yeni bir standart haline geldi. Yurt içi ve yurt dışından heyetler, şehrin yeniden geliştirme projesinin başarısını değerlendirmek üzere köyü ziyaret etmeye devam ediyor.

Orman Mühendisi Ahmet Demirtaş: “Belediyeler ihale kurumları değildir”

Orman Mühendisi Ahmet Demirtaş kentsel dönüşüm ile semtimizdeki bahçeleri gittikçe yitirmemize yönelik neler yapabileceğimizi sorumluluğu kimlerin bölüştüğünü sorduğumuzda bize net bir yanıt veriyor: 

“Belediyeler ihale kurumları değildir. Bu konuları takip etmeli gerek bahçelerdeki gerek kaldırımlardaki ağaçlarla alakalı düzenleme belediyelerce yapılmalıdır. Apartman bahçelerindeki ağaçların büyütülmesi, korunması konuları apartman maliklerinin kararı. Belli bir boya, yaşa ulaşan ağaçlar, bina kentsel dönüşüme girince aslında imar iznini veren belediye binayı ve bahçesini görmeli, izni oturduğu yerden değil gidip yerinde görerek, tespit yaparak vermeli. Kaldırımlarda yer alan ağaçlar ise müteahhitlerin en büyük düşmanı. Belediye bu konuda ne yapıyor?” 

Demirtaş, belediyelerin imar planlarını yaparken, yeni inşaat veya kentsel dönüşümle yenilenecek yapılar için onay sürecinde bahçelerimizdeki ağaçları koruyabileceğini, bununla alakalı bir mevzuat oluşturulabileceğini belirtiyor. 

Ayrancı’nın Ağaçları Çalıştayına Davet

Biz de Ayrancı mahalle bostanı ekibi olarak şimdi yeni bir adım atıyoruz: Semtimizdeki ağaçları seviyoruz ve onlara sahip çıkıyoruz. Bizim 80 yıllık erik ağacımızı öldürüp yerine yenisinin dikilmesini istemiyoruz. Bu konuda geniş kapsamlı bir çalıştay planlıyor ve siz değerli komşularımızı da bu çalışmaya katılmaya davet ediyoruz. 

İletişim: ayrancibostani@gmail.com 

Konut hakkını talep etmek-kenti talep etmek*

Diyarbakır Sur: Mahalleye Son Bakış / Foto: Sertaç Kayar

Sırtı bize dönük olduğundan yüzü görünmüyordu. Okulun bahçesindeki çitlerden birine tutunarak kendini yukarıya çekmiş ötelere bakmaktaydı. Bilmeyen biri, orada gördükleri karşısında değil de düşmemek için ellerini çite öyle sımsıkı geçirdiğini düşünebilirdi. Beyaz örtülü başını uzattığı alanın ön planında yıkık evler, molozlar, gerilerde ise  bir çan kulesi ile minare seçiliyordu. Fotoğraf sanatçısı Sertaç Kayar, Diyarbakır Sur’un yasaklı mahallelerinden birinde, oy atmaya gelen (2019 yerel seçimleri)  ve okulun bahçesinden mahallesinin son haline bakan yerinden edilmiş Surlu bir yaşlı kadını görüntülemişti. Sırtı bize dönük olduğundan yüzünü göremesek de o yüzdeki ifadeyi tahmin edebiliyorduk. O ifadeyi, işyerinin penceresinden molozlar içindeki mahallesine bakarken Küçükçekmece Ayazmalı Kasım’ın; Sulukule’de acele kamulaştırmayla gasp edilen eviyle vedalaşan Gülsüm Abla’nın; 20’lerinde gelin geldiği Ayvansaray Tokludede’yi 60’larınde terk i diyar ederken Hürri Abla’nın ve bil cümle dönüşüm / yenileme alanındaki bilcümle isimsiz sürgünün yüzlerinde okumuştuk. Dikmen Vadi’den, Beyoğlu Tarlabaşı’na Gaziosmanpaşa Sarıgöl’e, Ataşehir Küçükbakkalköy’e, Üsküdar Kirazlıtepe’ye, Muş’un Kale mahallesinden, Batman Hasankeyf’e, Olimpiyatlarla yerle yeksan edilen Rio favelalarından, kentsel yenilemeye yenik düşen Londra sosyal konutlarına, deprem, tsunami, sel ertesi Haiti’den, New Orleans’a, gezegenin hemen her yerinden tanıyorduk. Ve aslında o ifade, en temel sosyal ekonomik haklardan biri olan konut hakkının ihlalinin, kimi zaman baskı ve şiddetle, kimi zaman kent güzelleştirme /yenileme adları altında veya mega projeler eliyle, olmadı Olimpiyatlar, dünya kupaları gibi mega etkinlikler bahanesiyle, ya da felaket kapitalizmiyle, kimi zaman da bizzat yasalar vasıtasıyla yüzlerimize nakşedilmesiydi.

Evsizlik ve kamyonette yaşam / Foto: Derin Yoksulluk Ağı

Konut neydi?

Peki konut neydi? Konut, sadece bir konut demek değildi. Konut, mahalleydi, yaşam alanıydı, kente tutunmaktı; ekonomik ilişkilerdi; gündelik yaşam, sosyal ağlar ve komşuluktu; toplumsalın inşasıydı, dayanışma kadar çatışmaydı; kentte var olabilmekti; kolektif hafızaydı; mekana aidiyet, kendini emniyette hissetmekti ve daha sayamadığımız nicesiydi. Tam da bu nedenle, konutun kaybı sadece bir binanın kaybıyla sınırlı değildi. Ve işte o yüzden, salt binalara odaklanarak konut sorununu teknik bir probleme indirgeyen ve mühendislik araçları ve teknolojik vasıtalarla çözüm arayanlar ile tüm o TOKİ pokiler hiçbir zaman çözüm olamayacaklardı çünkü konut sorunu teknik bir sorun değildi. 

Konut, özel yaşamın gizliliği, ailenin ve özellikle kadının ve çocuğun korunması demekti. Eğitim, sağlık, çalışma / istihdam gibi ekonomik ve sosyal haklardan vatandaşlık haklarıyla siyasi haklara kadar uzanan geniş bir yelpazeydi. Hepsinin ötesinde, BM Genel Kurulu’nun 8 Ağustos 2016 tarihli 71. Oturumunda (69b) altı çizildiği üzere, konut, yaşam hakkı demekti: “Yaşanan tecrübeler, yaşam hakkının güvenli bir yerde yaşama hakkından ayrılamayacağını göstermektedir…evsizlik ve devasa ölçekte yetersiz ve yaşamaya elverişsiz konut, konut hakkı ve yaşam hakkının kabul edilemez ihlalleri olarak görülür ve böyle ele alınır.” Pandemi, bu saptamanın gerçekliğini,  4 yıla kalmadan 2020 başında, tüm dünyanın yüzüne çarpacaktı. Konuta erişim artık bir ölüm kalım meselesi olmuştu. 

Konut sonra ne oldu?

Toplumsal ihtiyaçların ekonomik ihtiyaçlara feda edildiği, her şeyin ekonomik getiri üzerinden değerlendirildiği neoliberal sistemde konutun kullanım değeri tedavülden kaldırılmış, temel bir insan hakkı olan konut, bir metaya hatta finans varlığına dönüştürülmüş, toplumsal değeri de ekonomik değere indirgenmiştir. Ünlü Marksist kuramcı David Harvey, konutun artık ikamet amacıyla değil bir meta olarak küçük bir azınlığı daha da zengin etmek için üretildiğini belirtmekte, insanların içinde yaşaması için değil yatırım yapması için kentler inşa ettiğimize dikkat çekmektedir: “…her çeşitten zengin ahaliye yönelik, onların içlerinde yaşamayacakları, sadece paralarını yatıracakları lüks konutlar üretirken, aynı zamanda ödenebilir fiyatta konut eksikliği krizi ile de karşı karşıyasınız.” Nitekim, başta New York, Londra, Paris olmak üzere küresel merkezlerde, yatırım amaçlı alınıp atıl bekletilen konut sayısında patlama yaşanırken kullanılmayan ev sayısı, evsizlerin sayılarını aşmaktadır.  23 Şubat 2014 tarihli The Guardian, AB ülkelerinde 4.1 milyon evsize karşılık 11 milyon boş konut bulunduğunu belgeleyerek bunu bir skandal olarak nitelendirmiştir. Pandemi ve daralan küresel ekonomiyle birlikte bu uçurumun daha da açıldığını düşünebiliriz.

Küresel emlak ve finans şirketleriyle, emekli fonları, hedge fonlar (yüksek riskli yatırım fonu), akbaba fonlar gibi sürü sepet küresel yatırım fonu günümüzün görünmez ev sahipleridir. Nasıl bir paradokstur ki bu fonlarda emekli aylıklarını işleten emekliler, hiç farkına varmadan, dünyanın başka bir yerinde başka emeklilerin yerlerinden edilmelerine sebep olmaktadırlar! Önce 2008 krizi, şimdi pandemi, küresel emlak, finans şirketlerinin değirmenlerine su taşımaktadır.  Berlin’de kiralar erişilemez olmuştur çünkü kentteki 280,000 konut, sadece üç şirkete aittir. Gezegen boyu konut stoklayan, arttırdığı kiralar ve yükselttiği konut fiyatlarıyla, alt gelir grupları nüfuslarını yerlerinden eden Blackstone, Çin’e bile girmiştir. Bu aktörlerin egemen olduğu sistemde, konut, salt bir kazanç ve spekülasyon aracına, alınır satılır bir metaya veya borsada bir finans varlığı olarak “değerli” bir kağıt parçasına dönüşmüştür. Konuttan baktığımızda karşımızda adaletsiz, vicdansız bir gezegen bulunmaktadır. Ve bu yüzdendir dünya üzerinde süregelen kira grevleri, kiraların dondurulması için protestolar, tahliyelere moratoryum talepleri, boş konut işgalleri, kamulaştırma referandumları ve bil cümle sivil itaatsizlik eylemleri. 

Türkiye’nin konut hakkıyla imtihanı

Küresel emlak finans şirketleriyle fonlarını Türkiye’de henüz görmesek de –ya da elimizde veri olmadığından bilemesek de– süreç farklı değildir. Konutta arz fazlası, üst gelir gruplarına yönelik yatırım amaçlı lüks projelerden kaynaklanırken asıl ihtiyaç sahibi alt, alt-orta gelir gruplarına yönelik ödenebilir şartlarda yaşamaya elverişli konutlarda arz yetersizliği vardır. İstanbul Planlama Ajansının (İPA) “Konut Sorunu Araştırması: İstanbul’da Mevcut Durum ve Öneriler” başlıklı raporuna göre, 2020 sonu itibariyle İstanbul’da yaklaşık 6 milyon 400 bin kayıtlı mesken bulunmakta ve bunların yaklaşık 4 milyon 400 bininde ikamet edilmektedir. Bu veriler ışığında, mevcut kayıtlı ikameti olmayan mesken sayısı 1 milyon 800 bindir.

Uluslararası insan hakları mekanizmalarında tanımlanan “Yaşamaya Elverişli Konut Hakkı” kriterlerini TOKİ’nin niteliksiz konutları karşılayamadığı gibi “kira öder gibi ev sahibi olmak” TOKİ’nin aylık kredi taksitleri karşısında asgari ücretle geçinenler için hayaldir.  Konut giderleri, sadece konut kredisi taksitlerini veya kiraları değil, apartman / site aidatı, doğalgaz, elektrik, su gibi hizmetler de eklenerek hesaplandığında alt, alt-orta gelir gruplarının ödeyemeyecekleri bir toplam tutmaktadır. TÜİK 2018 verilerine göre, konut ve kira/kredi harcamaları giderlerin ilk sırasında yer alarak hane halkı bütçesinin %23.7’sini oluşturmakta ve bu harcamaların aile bütçesine oranı  alt gelir gruplarında %31.4’e çıkmaktadır. Pandemiyle birlikte kiraların tavan yaptığı, ekonomik gidişat karşısında doğal gaz, elektrik, su gibi hizmetlerin zamlandığı ancak ücretlerin yerinde kaldığı, işten çıkarılmaların hızlandığı göz önüne alınırsa, bugün karşımızda çok daha vahim bir tablo vardır. 

Yine TÜİK ile devam edersek, 2018 yılına ait “Hanehalkı Tüketim Harcamaları” verilerini 2002 verileriyle karşılaştırdığımızda, ev sahipliği oranının düzenli olarak düştüğünü, buna karşılık kiracılık oranının düzenli yükseldiğini görmekteyiz. 2002’de nüfusun %73’ü kendi evinde otururken, 2018’de oran %56.2’ye inmektedir. Aynı dönemde, kiracılık %18.7’den %28.5’e yükselmiştir. Yoksul kesimler ve alt gelir grupları göz önüne alındığında oranlar artmaktadır. Gidişatın bir nedeni rantsal dönüşüm politikalarıyla yerlerinden edilen mahallelilerin kiracı nüfuslara katılması ise bir diğer nedeni, sosyal konut arzının yetersizliği ve lüks konut odaklı politikalardır. Sisteme giren yeni nüfuslar, ekonomik olarak konuta erişememektedir. Bu verilere dayanarak yirmi yıl sonra kiracıların ev sahiplerini geçeceği öngörülmektedir. Öte yandan, yine İPA’nın araştırma sonuçlarına göre pandemi döneminde, sadece bir yıl içinde, İstanbul’da kiralar %66 artmıştır. Dolayısıyla, kiracılar, daha bugünden başlarını sokacak ucuz kiralık bulamazken 20 yıl sonra nasıl bulabileceklerdir?! Resmi konut politikaları, konut hakkını önceleyen bir şekilde değiştirilemezse, yakın gelecekte evsizlerden oluşan kentlerle baş etmek zorunda kalacağımız kesindir.

Gidişatın bir başka kaygı verici veçhesi, kullanım biçimi olarak sadece mülkiyete bağlı konutun teşvik edilmesi ve kiralık, kooperatif, işgal gibi tüm diğer kullanım biçimlerinin, özelleştirmeler, yasalar, kredi teşvikleri, mortgage gibi araçlarla ve ayrıca enformel konut alanlarına yönelik şiddet kullanımıyla sistemden dışarı atılmaya çalışılmasıdır. TOKİ’nin meşhur sloganı, “kira öder gibi ev sahibi olmak” bile devletin mülkiyet odaklı konut politikasının tescilidir. Onlarca yıl yerleşik gecekondu mahallelerine yönelik zorla tahliye-yıkım-zorla yeniden iskan ya da zorla TOKİ’leştirme, bu mülkiyet odaklı konut politikalarının ihlal ve mağduriyetlerle dolu sonuçlarıdır. Nüfuslar, 15-20 yıl boyunca ödeyemeyecekleri miktarlara mahkum edilmekte, konut kredisi taksitlerinin köleleri olmaktadırlar. Sosyal kiralık konut, Türkiye’nin konut politikalarına neredeyse hiç girmemiştir. Alt gelir grupları ve kent yoksullarına yönelik sosyal kiralık konut seçeneği konut politikalarında yer almalı, salt mülkiyet odaklı konut politikalarından vazgeçilmelidir. Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın Ekim 2020’de açıkladığı ayda 100 TL’ye kiralık konut arzı konut hakkı açısından tarihi bir adım olup örnek alınmalıdır.

Bu bağlamda, dinci neoliberal iktidarın tarikat yurtlarıyla özel yurtlar arasında 40 katır-40 satır ikilemine sıkıştırdığı öğrencilerin bugün parklardan, kentsel kamusal alanlardan, üniversite önlerinden seslendirdikleri konaklama / yurt talepleri, aslında, eğitim hakkının da ayrılmaz parçası olan yaşamaya elverişli ve ödenebilir şartlarda barınma / konut hakkı talebidir. Alt gelir gruplarına sosyal konut sağlamak üzere yola çıkan ama tam aksine yoksuldan alıp varsıla veren; gayrimenkul yatırım ortaklıkları vasıtasıyla bil cümle lüks proje gerçekleştirirken ödenebilir şartlarda yaşamaya elverişli konut ve barınma üretmeyen TOKİ’nin –ve TOKİ vasıtasıyla devletin– kamucu konut politikalarına döndürülmesine yönelik bir mücadele hattı açılmıştır. Ayrımcı konut politikalarıyla emekçileri kentlerden püskürtülen sendikalardan, dönüşüm alanlarında konut hakları ihlal edilen mahallelilere; sosyal kiralık konut  bulamadıkları için evsizlik riskiyle karşı karşıya nüfuslardan, ne kiralık, ne de mülk, konuta erişemeyenlere, aileleri yanına sığınan genç nüfuslara, bölünen ailelere… bir çok ihlale değen bu mücadele hattı, kamucu konut politikalarını hayata geçirmek için ortaklaştırılmalıdır. 

Üsküdar Kirazlıtepe Mahallesinde yıkımlar ve zorla tahliyeler / Foto:Nazmi Algan

Konut  sorunu sınıfsaldır, ikamet politiktir 

Yaşadığımız mekanlara dayatılan tepeden inme projeler, yaşam alanlarımızı değişim değerleri üzerinden dönüştürülecek arsalar olarak sermayeye pazarlar, dünya emlak fuarlarında kurulan tezgahlarda satışa sunarken hepimizin hakkı olan bir yaşam tarzından bizleri kopartıp geride kıyımlar, hasarlar, yaralı bireyler ve topluluklar bırakmakta. Her ne ad ve biçim altında olursa olsun kentsel dönüşüm, alt gelir grupları ve emekçi mahallelerine karşı açılmış bir savaştır; yıkımlar ve zorla tahliyeler de silahları. Konut politikaları ve planları, ideoloji, güç, sınıf, etnisite, ırk, azınlıklar üzerinden okunabilir. Bu politika ve planlar, statükonun yeniden üretimini sağlayabilecekleri gibi kentin merkezinde kimlerin ve hangi sınıfların kalacağını, hangilerinin kentten kovulacaklarını da  tayin ederler. Bir devlet politikası olarak zorla tahliyeler ve “temizlemeler” (mahalle yıkımları), savaş silahı, etnik temizlik ve nüfus transferleri amacıyla da kullanılabilir; ya da, terörle mücadele adı altında yıkım ve zorla tahliyeler meşrulaştırılarak istenmeyen grupların, sınıfların, etnik aidiyetlerin merkezden tasfiyeleri gerçekleştirilebilir. 

Buna karşın, bir kentte yerleşik olmak ya da ikametgah, o kentte kimlerin varlık göstereceğini tayin eder. Kente dahil olmayanlar, kentin hizmet ve olanaklarından faydalanamayacakları gibi kentin değişimi ve dönüşümü üzerinde irade gösteremezler; dahası, içinde yer almadıkları bir kente dair tahayyülleri ve gelecek beklentileri olamaz. Konut ve ikamet,  son kertede kentte kimlerin var olacağını, o kentin kimlerin kenti olacağını, kentsel mekanları kimlerin üreteceğini ve yeniden üreteceğini tayin ettiğinden konut sorunu sınıfsal bir sorundur ve ikamet de politiktir. 

Başakşehir Güvercintepe’de yıkımlar / Foto: Yasin Serindere

Son söz : “Konut hakkı olmadan kent hakkı olmaz”

Konut sadece bir konut demek değildir, konut sistemdir diye bitirelim. Bugün gezegen boyunca evsizlerin artması, alt gelir gruplarının elverişli şartlarda konuta erişimlerinin olanaksızlaşması, sistemin düzgün çalışmamasından ya da aksaklıklarından kaynaklanmamaktadır. Paradoksal olarak, bu ihlal ve mağduriyetler, sistemin planlandığı şekilde, hatta gayet mükemmel çalıştığını göstermektedir çünkü sistem, konutun ve kentin değişim değeri üzerinden yürümekte, konutu ve kenti metalaştırarak, finansallaştırarak birikimini sağlamakta ve böylece kendini yeniden üretmektedir. Konut, ekonomiyi çeviren ve sistemi ayakta tutan çarkın önemli bir dişlisidir. Öyleyse, yaşam alanlarını, sistemi ayakta tutacak, yeniden üretecek metalara, finans varlıklarına dönüştüren ve alt, alt-orta gelir grupları ile kent yoksullarını, emekçileri  ve öğrencileri, kent merkezlerinden kovan bu gidişata karşı konutun ve kentin değişim değerine karşı kullanım değerini savunmak, sisteme kısa devre yaptırabilecek  önemli bir  mücadele hattıdır. 

Kent üzerinde son sözü, o kentte konut hakkını kazananlar söyleyecektir. Harvey’in  altını çizdiği üzere konut hakkı olmadan kent hakkının talebi olanaksızdır.

Dipnotlar:

* 2 Eylül 2019 tarihli Yerel Siyaset (İstanbul) gazetesinde yayınlanan daha kısa metnin yeniden düzenlenmiş ve güncellenmiş versiyonudur.

1 https://twitter.com/Sertac_Kayar/status/1112337248358416388

2 Video: David Harvey: Slums & Skyscrapers: Space, Housing and the City Under Neoliberalism (Gecekondular ve Gökdelenler, Neoliberalizm Altında Mekan, Konut ve Kent),  ( 2015, 28 Temmuz). http://davidharvey.org/2015/07/video-david-harvey-slums-skyscrapers-space-housing-and-the-city-under-neoliberalism/

3 Scandal of Europe’s 11m empty homes (Avrupa’nın 11 milyon boş konut skandalı). The Guardian, (2014, 23 Şubat). https://www.theguardian.com/society/2014/feb/23/europe-11m-empty-properties-enough-house-homeless-continent-twice

4 “İstanbul Planlama Ajansı Konut Raporunu Açıkladı.” Yapi.com.tr , (2021, 18 Eylül).   http://www.yapi.com.tr/haberler/istanbul-planlama-ajansi-konut-raporunu-acikladi_187119.html

5 Bknz: BM Ekonomik Sosyal Kültürel Haklar Komitesi 4 Numaralı Genel Yorum: Yaşamaya Elverişli Konut Hakkı.Yaşamaya yeterli / elverişli konut hakkı, asgari 7 kriter altıda açılmaktadır. Ödenebilir konut bunlardan biridir:  Lema Uyar, Birleşmiş Milletler’de İnsan Hakları Yorumları-İnsan Hakları Komitesi ve Ekonomik, Sosyal Kültürel Haklar Komitesi,1981-2006 İstanbul Bilgi Üniversitesi 2006 142-151

https://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/media/uploads/2016/05/05/BMde_Insan_Haklari_Yorumlari_1981_2006.pdf

6 “İstanbul Planlama Ajansı Konut Raporunu Açıkladı.” Yapi.com.tr , (2021, 18 Eylül).   http://www.yapi.com.tr/haberler/istanbul-planlama-ajansi-konut-raporunu-acikladi_187119.html 

7 Pandemiyle birlikte iyice zorlaşan yaşam şartları karşısında ebeveynleri yanına sığınarak ayrı evlerde yaşamak zorunda olan çiftler ya da çocukları yanına paylaştırılan yaşlı çiftler. 

8 David Madden ve Peter Marcuse, (2016). In Defense of Housing; Verso: London ( 1-16).

Parselinizdeki ağacın üzerinde komşunuzun da hakkı olduğunu savunuyoruz

Kentsel dönüşüm olgusunda ilk önce toplumsal bir yitim söz konusu çünkü mevcut serbest piyasa düzeni dönüştürülen metanın değerini artırıyor. Dolayısı ile değerinin artacağı bilinen binalar da dönüştürülmeye başlanıyor. Kira veya satış bedelleri yükseliyor. Böyle olunca da kentsel doku içinde belirli bir yapıya sahip mahalleler hızla dönüşüyor. Eski sahipleri ve kiracılar bölgeden uzaklaşıyor. Biz buna soylulaştırma diyoruz. Kelime anlamının tersine olumsuz bir anlam yüklüyoruz bu duruma. Kısaca mevcut konut stoğunun değişmesi durumu, sosyal dokunun da dönüşüme uğraması anlamını taşıyor. Kullanıcıların kültürel tercihleri doğrultusunda değil zorunlu ekonomik süreçler nedeniyle olması söz konusu. Bu durum mahalleler içindeki yerleşik ilişkileri, bağları yapı bozumuna uğratıyor. Bu artık yepyeni  bir ilişkinin kurulması anlamına geliyor.  Bu ilişkiler uzun bir zaman sürecinde oluşuyor. Kuşaktan kuşağa, anılarla, belleklerle, toplumsal, kolektif belleğin oluşturulmasıyla gerçekleşiyor. Eğer kısa süreli, sert, radikal dönüşüm gerçekleştiği zaman ki -kentsel dönüşüm projeleri bu etkiye neden oluyor- bu birikimsel, kültürel yapı bir anda sıfırlanıyor. Yeni kimliğin oluşumu için ise uzun yıllar gerekiyor. Bu süre içinde mahalle sahipsizleşiyor, geçicileşiyor. İnsanların aidiyet hissetmediği dolayısıyla benimsemediği, sahiplenmediği çevreler oluşuyor. Bu durumu mahallenin sınıfsal yapısından bağımsız olarak gerçekleştiğini söyleyebilirim. Bölgenin değişim değerinin güçlenmesi ise öncelikle doğal yapının, yeşil alanların yitimi ile destekleniyor. Yani dönüşüm, kamusal altyapının yitimi pahasına oluyor. Kentsel dönüşüme uğrayan bir parsel içinde kesilen tek bir ağaç yalnızca o parsel için değil çevresindeki toplam peyzaj dokusunun da yitimine neden oluyor. Yani ağaçların zaman içerisine yayılan bu kayıpları tüm mahallenin hatta kentin alt parçasının değersizleşmesi anlamına geliyor. Sonuç olarak özel mülkiyetteki değer artışı kamusal alandaki değer yitimine neden oluyor diyebiliriz. Bu her zaman böyle mi olmalı? Hayır böyle olmak durumunda değil. Yurtdışındaki planlama kurumları ise konuyu geniş kamusal yarar ve kentli hakkı perspektifiyle ele aldığı için parselinizdeki ağacınız üzerinde komşunuzun da hakkı olduğunu savunuyor. Neden hakkı? Başka ağaçlarla birlikte yarattığı ekolojik etki sebebiyle. Tek bir ağacın yitimi bile tüm kentin olumsuz etkilendiği düşüncesi hakim. Planlama kurumunun yalnızca kentsel rantı paylaştırma olarak algılanmadığı aynı zamanda kamusal değer yaratabilen bir kurum olarak algılandığı ülkelerde ise kent planlaması çalışmalarında özel mülkiyetteki değer artışı ile kamusal alandaki yaşama dair altyapının yalnızca korunması değil güçlendirilmesi ve geliştirilmesi anlamında da bir denge mekanizması ortaya çıkıyor. Bizde planlama yalnızca imar planı demek yani yapılaşma demek. Yapılaşmaya endekslenildiği için kamusal altyapının değer artışının değil değer kaybının kontrol edildiği bir yapı haline geliyor. Dolayısıyla sorun sistematik yani kurumsal hale geliyor. Yeterli kurumsal altyapımızın olmaması nedeniyle kamusal üretim aracı olan planlama, bu sorunun aracı haline geliyor, bu olumsuz sürece alet oluyor.

Parselinizdeki ağacınız üzerinde komşunuzun da hakkı olduğunu bilmelisiniz.

İlgili kurumların bilgi birikiminin ötesinde görgü düzeyinin de yeterli düzeyde oluşması gerekiyor. 

Yerel yöneticilerimizde “başka bir kentsel yaşam, başka bir kentsel doku olanaklı” fikrinin ortaya çıkması gerekli mutlaka. 

Başka bir kamusal yaşam mümkün! 

Sorumluluk sadece yerel yönetilerde değil tabii ki, akademi de bu sürecin önünü açmıyor. 

Türkiye’de sıkça söylenen üniversite- sanayi işbirliği kavramının sadece sanayicilerle kalmaması, pratik anlamda yer alan her türlü üretici aktör ile bu ilişkinin geliştirilmesi gerekli. Böyle bir tahayyül oluşmadığı için müteahhitin kafasındaki klasik konut üretim modelinin dışına çıkılamıyor. Yeni modeller yaratılamıyor. 

İlla devrim yapmanıza gerek yok bunun için. Yeterli kurumsallaşma, bilgi, görgü, yasal statü vb olanaklar zorlandığı zaman alternatif modellerin arayışına neden girilmesin diye düşünüyorum.  

Mevcut üreticilerin ki bunlara mülk sahipleri de dahil, bu arayışı neden göze alamıyorlar? Yani neden daha az katlı, yatay ve boşluklu bir kentsel yapı düzeni yaratılamasın? Çünkü bir risk faktörü var.

Mevcut piyasa mekanizmaları içinde bir maliyet analiziyle bunun yeterince olanaklı görmediği zaman özel sektör aktörleri de buna yanaşmıyor. 

Bu noktada iki şey önemli; Birincisi, büyük inşaat şirketleri. Bunların bazı örnek pilot projeler ile desteklenmesi gerekiyor kamu tarafından. Öyle ki gerçekleştirdikleri alternatif projeler bir prestij ögesi haline gelsin. İkincisi, küçük müteahhitlerin proje destekleri ile önünün açılması gerekiyor ve tabii ki mülk sahiplerinin de bahsettiğimiz değerleri korumaya yönelik taleplerinin ortaya çıkması gerekiyor. Mülk sahiplerinin doğrudan talep etmesi çok önemli. Hem belediyelerden hem firmalardan. Alternatif tasarım modellerinin kamusal alanda tartışılması gerekiyor. Bu bilince varılması için de kolektif örgütlü bilinçlenme ve talep unsurunun öne çıkması gerek. Yerel aktörlerin bu konuda aktif çalışmasının önemi ortaya çıkmaktadır.

Ayrancı’nın kurmuş olduğu ekolojik dengeyi korumamız lazım

Kent içindeki ağaçlarla neden Orman Bakanlığı ilgileniyor, belediye varken? Belediye varken kent ile ilgili sorunlara neden müdahil olunmaktadır? Neredeyse bin yıldır belediye denen bir kurum var. Bahçede kesilecek tek bir ağaca kadar sorumluluğu merkezi yönetim yapacaksa ne anlamı var belediyelerin?

Kent içindeki ağaçlarla neden Orman Bakanlığı ilgileniyor?

Aslında bir kentle ilgili herkes sözünü söyleyebilir ama bu kentin kendi toplumu ile ilgili bir durum söz konusu. Kentlilerin oluşturduğu çeşitli örgütlülükler, yapıların söz hakkı olmalı. 

Bizde ise devlet kavramı ülkedeki her şeye egemen olan her şeyin üzerindeki bir gücü elinde toplamış bir olgu halinde. Bunun yanında bir de yerel yönetim var. Yerel yönetim devletin küçük bir replikası gibi olabilir ama buna rağmen hiç olmazsa oradaki yerel toplumun kendisinin verdiği bir karar neticesinde oluşmuş olabilir. Olması gereken merkezi yönetimin güçlerini yerel yönetime devretmesidir yoksa ikinci bir merkezi yönetimi icat etmenin bir anlamı yok.  Sonuç olarak mahallede bir ağacın kesilmesine merkezi yönetim değil yerel dinamikler karar vermeli.

Kentsel dönüşümün en büyük sorunu da yine merkezi yönetimin denetiminde geçen bir süreç dahilinde gerçekleşmesidir.  Gerçi yerel yönetimlere de bir pay bırakılıyor ama bu sınırlı ve değiştirme yetkisi hiç yok. 

Merkezi yönetim yasalar üzerinden kentin konut dokusuna çok güçlü bir şekilde müdahale etmekte. Kentsel dönüşümle ilgili tüm yasalar, tanımlar, kurallar merkezi yönetimin müdahalesine çok açık biçimde yapılıyor. Yerelin kendi özeliyle ilgili karar verme haklarının göz ardı edilmesi  önemli bir sorun. Diğer bir sorun da yerel yönetimin kentsel dönüşümle aldığı kararlar kısmında ortaya çıkıyor. Dönüşüm üzerine temel gerekçelendirme şöyle; yoğunluğu artırabilmek. Gerekçe olarak da bu evlerin güvenli olmadığını söylenerek yıkılmasına ve yeni yapılaşmada kat artışına zemin hazırlanıyor.  Kentsel dönüşüm mutlaka konut yoğunluğunu artırmak için kullanılıyor. Temel sebebi ise o alandan daha yüksek bir rant elde edebilmek. Lakin öte yandan dönüşüme uğrayan yoksul mahalleler tamamen değişiyor, insanlar bölgeden uzak yerlere sürülüyor. Açık bir şekilde cezalandırılıyor. Kentin kamusal olarak sağladığı yararlardan yoksun kalıyor. 

Ayrancı konusuna gelirsek bu mahalle kendi kentsel ekolojik gelişmesini sağlamış. Yani bu tanımı sadece insan topluluğunun doğa ile kurduğu ilişkilerle sınırlamıyorum. Bunu ötesinde de ekonomik, sosyal, psikolojik dengeleri de gözeterek kurduğu bir yaşamdan söz ediyorum. Kentsel ekolojiyi,  tüm canlı-cansız varlıkların kendi içindeki dengeleri ve bu dengelerin değişmesini inceleyen bir alan olarak tanımlıyorum. Bu bağlamda Ayrancının kurmuş olduğu ekolojik denge söz konusu. Yani bu bölgede evlerin ön ve arka bahçeleriyle, parklarla, toprakla, komşuluk ilişkileriyle, çocuk alanlarıyla, okulla, esnafla birlikte kendi içlerinde oluşturmuş oldukları birbiriyle ilintili küçük küçük ama çok duyarlı dengeleri ve zaman içindeki evrimiyle var olan kendine has bir dokusu var.  Bu hassas dengelere dışarıdan müdahale ise tüm dengeleri, birbirleriyle örüntülü bu dokuyu bozmak anlamına gelir. 

Ayrancı kendi dengeleriyle kendisine bir kimlik bulmuş özgün bir yaşam tarzı gerçekleştirmiş, kent içindeki diğer mahallelere göre öz kimlik oluşturabilmiş bir yer. Bu çok değerli bir şey yani öyle hemen olmuyor bu işler, yıllar içinde pek çok dengenin uyumlu biçimde gelişmesine bağlı. Kimsenin haydi diyince yapacağı bir durum değil, pek çok ögenin bir araya gelmesiyle ve bir süreç içinde olan toplumsal bir hikaye bu. Bu nedenle bu özel dokuyu korumamız çok önemli.  

Genel olarak baktığımızda kentlerde bir şekilde kendini koruyabilmiş bölgeler, kentin diğer tarafındaki olumsuz, başarısız bölgelere göre kendiliğinden değer kazanıyor.  Bu kazanılan değeri hemen paraya çevirmek tehlikesi çıkıyor bir yandan da. Hemen ranta dönüştürmek isteyenler ortaya çıktığında ise bu hassas oluşuma dışarıdan böylesi hoyrat bir yaklaşım, bir tür darbe, bozucu bir faktör girmeye başlıyor. 

Ayrancı gerçekten pek çok bölgeye göre hoş bir yer. O kadar betonlaşmamış, doğayla ve diğer kurulan dengeleriyle kısmen korunabilen özel bir bölge. Bahçelerin otoparklara çevrilmemiş olması, yol boyu ağaçların iyi kötü varlığını sürdürmesi, mahalle okulunun, çocuk alanlarının ve diğer unsurların hala varlığını koruyor olması, bazıları yükselmeye başladı ama genelde apartmanların ideal katlarını korumaları  ayni kısaca hem sokakta hem mekanların kullanılmasında hem ilişkilerin geliştirilmesinde elverişli durumunu koruyor olabilmesinde bütün bunların bir payı var. Bu yapıyı korunduğu müddetçe kent içinde kazandığı değere karşı az önce bahsettiğim bu rant saldırısına da açık hedef haline gelmeye başlıyor maalesef. Asıl önemli olan bu özellikli mahalleyi yaşatmanın mümkün olduğunu tüm Ankara’ya anlatmamızdan geçiyor.  Mahallelerin korunabilir, yaşanabilir, özgün kimliğini bozmadan veya şiddetle dışarıdan gelen müdahalelere açık bırakmadan yaşamını sürdürebilmesinin mümkün olabileceğini göstermemiz gerekiyor. 

Ankara’nın kuzey bölgesindeki Etlik, Keçiören taraflarına baktığımızda çok üzücü şeyler görüyoruz. Bu saldırıya direnilmediği ortada. Üç katlı, bahçe içinde, ağaçlı sokaklarıyla, çocuk parklarıyla iyi kötü kendi atmosferiyle var olan mahallenin olumsuz değişimine karşı durulmamış, üç yerine on kata çıkan apartmanlarıyla rant hırsına ve aç gözlülüğün pençesine düşmüş.

Bu üzücü örneklerin tüm kente yayılmasını önlemek ve erdemli biçimde mahallesine sahip çıkabilmiş bölgelerin yaşamlarını devam etmeleri mümkün. 

Toprak rantı ve bundan yararlanmak isteyen kesimlerin bu düzen içinde karşı konulmaz olduğu fikrine inatla direnmek pekala mümkün. 

Spekülatif rant hırsı, kent yaşamı ve dokusu üzerinde tek belirleyici olmaya devam etmeli mi yoksa kentlerimizi daha yaşanabilir kentler halinde tutabilmeyi istiyor muyuz?

Kapitalist düzen içinde yaşadığı halde kendi özgün kimliklerini korumayı başarabilen pek çok kent var dünyada. Birçok Avrupa kenti böyle, Amerika’da ve bazı Asya kentleri de böyle. 

Kendi küçük yerelinin kimliğini korumak için çaba gösteren küçük toplulukların kentlerini daha yaşanabilir hale getirdiğine dair örnekler olduğunuz biliyoruz. 

Bütün bunlara dayanarak söyleyebilirim ki kapitalist düzen içinde olsak bile kentin özgün kimliğini koruyabilmek için birbirimizle konuşmak, tartışmak, birbirimizi daha iyi anlayan bir dil geliştirmek zorundayız. Tüm bu çalışmaların bir toplumsal hafıza yaratacağına ve daha iyi kentlilik hali yaratacağına dair umudum var. 

Ankaralıların kendi küçük çevrelerine sahip çıkmakla başlayarak tüm kenti koruyabileceğimiz fikrini diri tutmalıyız. 

Başka bir kent mümkün düşüncesini gerçekleştirebilecek olan o kentin kendi toplumudur. 

Herşey kendi kapısının önüne sahip çıkmakla başlayarak daha çok şey yapabileceğini keşfetmekle, sonrasında bunu gerçekleştirmekle, gücü yetmiyorsa komşusuyla, mahalleliyle dayanışmak için fırsatlar yaratmasıyla başlıyor. 

Bunların hepsini çok barışçıl, insancıl, birlikte yaşanabilir bir kent yaratmak için yapabileceğimiz işler olarak görmemiz lazım. 

Bütün sorumluluk neden benim üstüme düşüyor, devlet yok mu, belediye yok mu?” şeklinde bakmak yerine “evet bu kurumlar var ama ben de varım ve bu mahalleyi en iyi ben bilirim çünkü bu sokakta ben yaşıyorum, bu okulda ben okuyorum, parkta benim çocuğum oynuyor. Dolayısıyla bu alan üzerindeki bilgilerim daha içeriden ve daha çok boyutlu. Bu nedenle benim de söz hakkım var” demeye başlayınca kentlerimiz daha yaşanabilir kentler olma yoluna girmiş olacak. 

Yerel yönetimler ne için var? Esasında yerel topluluğun kendi kendisini örgütleyebilmesine uygun zemini sağlamak için var. Kolaylaştırıcı olması gerekiyor. 

Belediyeler günümüzde şöyle düşünüyorlar, “Bir sorun var ve ben o sorunu gidereceğim. Bu benim işim. Bu işi gerçekleştirmek için de ihtiyacım olan parayı devletten talep ediyorum. Parayı vermezse ben de bu işi yapamam.” Belediyenin şematik bakış açısı böyle. 

Oysa belediyeler “Ben bir yerel yönetimim ve asıl gücümü alacağım yer politik ve ekonomik anlamda yerel toplumun kendisi. Bu nedenle yerel toplulukla bunu konuşmalıyım, kendi güçlerimiz oranında neler yapabileceğimizi ortaya çıkartalım. En iyisini dayanışarak, yerel dinamikleri öne çıkararak birlikte yapabilmek için belediyenin olanaklarını sunayım, yerel toplumla kolektif biçimde işimize bakalım.”  şeklinde uygulama yapması lazım. 

Şu anda yapılanı ise kendi yerelini tamamen dışlayarak kendisini ön plana çıkartmak, gücü yetmediği durumda merkezi yönetimden destek almak olarak tanımlayabiliriz

Eski binalar yenilenirken bütün ağaçların kesilmesine ne diyorsunuz?

Ayrancı size göre yeşil bir semt mi?

“Mahallede rantsal dönüşüme izin verilmemeli”

Ali Somel

Ayrancı’ya taşınalı bir buçuk yıl oldu. Şehir merkezine yakın olduğu halde sakin ve yeşilliğini korumuş bir semt olması nedeniyle eşimle tercih ettik. Ancak geldiğimizden beri evlerin eski olması gerekçesiyle yıkılıp yerine mahallenin dokusuna uygu olmayan yapılar yapıldığına şahit oluyoruz. Bazı binaların ufak da olsa yeşil alanları korunmuş, bazıları ise direk otoparka dönüştürülmüş. Mesela bizim evimiz ile komşu evler arasında daracık bir bahçe alanı var, fakat oradaki ağaçlar öyle güzel büyümüş ki evde perdeleri açınca karşı binayı görmüyoruz bile. Ayva ağacı var, ayvaları seyrediyoruz, saksağanların seslerini duyuyoruz. Şimdi bu dokunun yerine rezidans tarzı binalar yapılıyor. Bizimkisi gibi küçük ekosistemler oluşturmuş bahçelerin yerini çimle suni yeşillendirmeler alıyor. Tamam Ayrancı’da bir otopark sorunu da var ancak bu bir şehir planlaması ve kamucu ulaşım politikası sorunu. Araç fetişizmiyle bu iş çözülmez! Kentsel dönüşüm alanlarındaki inşaatların görgüsüzlüğü de canımızı sıkıyor. Şili meydanına giderken Kuveyt Caddesinin üzerinde bitmek bilmeyen böyle bir inşaat var, aylardır parka giderken ya çocuğumuzun başına ya geçen arabaların üzerine inşaat malzemesi düşecek diye korku geçiriyoruz. Sonuç olarak mahallede rantsal dönüşüme izin verilmemeli. Bu konuda yerel yönetime sorumluluğunu hatırlatmak için mahalleli örgütlenmeli.

“Müteaahit daha çok kar etmek için ağaç kesiyor, bu durumun kanunla durdurulması lazım”

Sedef Demirel

Bazı binalar çok eskidi değişmesi zorunlu ama müteaahit daha çok kar etmek için evlerin bahçelerini de kullanıyor. Bu durumun kanunla durdurulması lazım. Ben 1963 yılından beri Yeşilyurt Sokak’ta oturuyorum. Bu sokak tamamen bahçeli villa idi. Komşuluk ilişkileri çok nezihti. Esnafımızda çok iyiydi, şimdi de durur birkaçı. Çiçekçimiz, yorgancımız, taksimiz, saatçimiz. Sokaktaki küçük villalar 79-80’lerden itibaren yıkılıp apartman yapılmaya başlandı. Belediyenin de hiç ilgisi yok, sokaklar pis, çöplük içinde. Kırık dökük yollar.  Ayrancımız çok güzel bir semtti, güvenliydi, saygılıydı insanlar birbirine. Apartmanlar arttıkça yozlaştı çoğu şey ama bazı şeyler korunuyor yine de.

“Bahçelerdeki bu ağaçları, eski sakinlerin yaşamlarına, mahalleye ve doğaya verdikleri müthiş önemin ve saygının kanıtı olarak görmekteyim”

Neriman Saygılı

Ayrancı’nın çok güzel ve çeşitli ağaçları var. Özellikle ön ve arka bahçelerinde. Yol kenarlarına da zamanın belediyesi tarafından çeşitli fidanlar dikilmiş. Şimdi çoğu ulu birer ağaç olarak duruyor. Ben bahçelerdeki bu ağaçları, eski sakinlerin yaşamlarına, mahalleye ve doğaya verdikleri müthiş önemin ve saygının kanıtı olarak görmekteyim. Belediye yetkilileri de zamanında çok ilgili olmalılar ki sokakları bol bol her türden ağaçla donatmışlar. Geçen yıllar pek çok şeyi de yıpratmış aynı eski bağ evleri gibi. Mahalle kültürü erozyona uğramış, bencillik yükselmiş. Kente saygı yerini para, pul hırsına bırakmış. İnsanlar birbirini sevmiyor artık. Sevginin azaldığı bir yerde doğa sevgisinden bahsedebilir misiniz? Dosta verilen değer araca verilen öneme dönüşmüş. Geçer akça para, pul oldu. İnsanlar aslında kaybettikleri öz saygılarını parlak şatafatlı arabaların içine sığınarak arıyorlar.

“Yeni binaların önü çim yapılıyor zaten”

İlyas Kantarcı

Ben 1971’den beri burada yorgancı dükkanı işletiyorum. Binalar çok eskidi ve zeminleri sakat. Yenilenmeleri gerekiyor. Bahçelere de zararı yok bence. Yeni yapılan apartmanların önleri çim yapılıyor zaten.

“4 senedir mahalledeyim, ben bile kesilen ağaçlar gördüm”

Bengül Şenler

Henüz 4 senedir bu mahallede oturuyorum. Ben bile bu süre zarfında binalar uğruna ağaçların kesildiğini gördüm. Ağaçları yok etmemeleri gerekiyor. Ben şahsen ağaçlardan yanayım. Ne kadar çok ağacımız olursa o kadar sağlığımız olur.

“Ayrancıdaki binalar rant nedeniyle yıkılıyor”

Ayşegül Erk

21 yıldır Ayrancılıyım. Ağaçların azalmasından çok mutsuz oluyorum. Ben aslında kentsel dönüşümün zorunlu olmadığına inanıyorum. Ayrancıdaki binaların yıkım nedenleri eskimesinden kaynaklı değil, rant nedeniyle yıkıldıklarına inanıyorum. Mahalledeki binalar müteahhite verilip yıkıldıkça tüm o güzel bahçeler de yok edilmiş oluyor.

“Kentsel dönüşüm nedeniyle ağaçların yok edilmesini belediye engellemeli”

Kaan Dorukçetin

Ben 1960 yılında Hoşdere Caddesi, 50 numaralı Radar Apartmanı’nda dünyaya geldim. Geçmişte Tirebolu ve Yazanlar Sokak’ta da oturdum. Şimdi ise Paris Caddesi’nde oturuyorum. Radar Apartmanı’ndaki evimiz kentsel dönüşüme girince oradan ayrılmak zorunda kaldım, sattık evi mecburen. Gerçekten bu çok üzücü bir şey. Ayrancımız’da zaten çok az olan bu yeşil bahçeler, sokaklardaki ağaçlar, kentsel dönüşümden dolayı yok ediliyor.  Bununla ilgili belediyenin düzenleme yapıp bu soruna bir çözüm getirmesi gerekir.

“Kentsel dönüşüm evleri küçültüyor, küçük evler de mahallenin yapısını değiştiriyor”

Muzaffer Tunç (Kuaför)

Ben yaklaşık 50 yıldır bu mahallede kuaförlük yapıyorum. Ayrancıdaki evler çok eskidi. Bunların yenilenmesi gerekiyor mutlaka. Kentsel dönüşümden yanayım ama ev sahiplerinin evlerinin küçülmesi sorun yaratıyor ve 1+1 evlerin ortaya çıkması da mahalle yapısını değiştiriyor. Bunların önüne geçmek için apartmanların bir kat yükseltilmesi gerekiyor. Tabii ki bu arada civardaki ağaçlar da kesiliyor maalesef. Bu da başlı başına bir sorun. Gölge yapacak ağaç kalmıyor.

“Söz konusu inşaat olduğu zaman tüm yönetimler yeşil alan aleyhine tavır alıyorlar” 

Ali E.

Büyüdüğüm Eskişehir’nden de şahit olduğum gibi kentsel dönüşüme giren o güzel iki-üç katlı evlerin ön bahçeleri otopark girişi yapılarak yok edildi. Ayrancı’da da benzer bir süreç işliyor. Söz konusu inşaat olduğu zaman tüm yönetimler yeşil alan aleyhine tavır alıyorlar. Partiler üstü bir durum var. Kanun yapıcı ve yöneticilerin tutum alması gerekiyor. Biraz da kültür meselesi bu aslında. Atatürk’ün Yalova’da tek bir ağacı kestirmemek için evi yerinden taşımasını örnek olarak veriyorlar ama uygulamada bu hassasiyet örnek alınmıyor. Pandemi’de bahçelerin ne kadar önemli olduğu tekrar fark edildi aslında. Mahalle sakinleri o bahçelerde nefes aldılar. Ayrancı’yı tercih etmemizin nedenlerinden birisi de kent içinde vaha gibi olması. Betondan ibaret bir mahallenin hiçbir anlamı ve avantajı yok. Bu bahçelerin önemi çok büyük.

“Oturduğum sokakta iki tane bahçeli bina vardı, oturan aileler toplaşır çay içerdi. Şimdi tek bir ağaç bırakmadılar”

Metin Sert (67 yaşında)

Mahalleyi bekleyen en büyük tehlike kentsel dönüşüm. Birbirine benzeyen tuhaf ve soğuk görünümlü evler mahallemizin dokusunu bozmakta. Oturduğum sokakta iki tane böyle bina yapıldı son yıllarda. Tek bir ağaç bırakmadılar. Oysa eski hallerinde çok güzel ağaçlar vardı. Hele de arka bahçesi çok yeşildi. Apartmanda oturan aileler beraber toplaşır çay içer, sohbet ederlerdi. Çocuklar oyun oynardı. Şimdi buz gibi beton oldu. Otopark yaptılar. Bir de önlerine göstermelik çim koydular yeşil alan diye. İçler acısı görünüm. Hiç uymuyor Ayrancıya. İnsanlar evlerini neden yıkıyorlar hiç anlamadım. Her şey maddiyat olmuş.

Çevre hakkı bağlamında kentsel dönüşüm

Kent nüfusunun hızlı artışı ve çevre sorunlarının görünür hale gelmesi uluslararası örgütleri de harekete geçirdi. 1972 Birleşmiş Milletler İnsan ve Çevre Konferansı Stockholm Bildirgesi’yle çevre hakkı ilk kez uluslararası bir konferansın gündemi oldu ve üçüncü kuşak (dayanışma) haklar kategorisinde insan hakkı sayıldı. Avrupa Kentsel Şartı’nda da yer alan “Kirletilmemiş Sağlıklı Bir Çevre Hakkı”:

  • Doğal yaşamın, flora ve faunanın korunmasını,
  • Toprak, su ve havanın temiz olarak muhafazasını,
  • Kimyasal sanayi atıklarının uygun şekilde imha edilmesini,
  • Estetik bir çevre yaratma ve kültürel varlıkların korunmasını,
  • Savaş gibi çevreye zararı yüksek duruma karşı barışın talep edilmesini kapsıyor.

Bu hak çerçevesinde yaşanabilir kentler için “kentsel dönüşüm” de imar planları ile yaklaşık 50 yıllık sürelerle yapılan değişime alternatif olarak daha kısa süreli ve hızlı çözüm aracı olarak ortaya çıktı. Özellikle hızlı kentleşmenin başladığı dönemlerde gecekondulaşma ve sağlıksız konut miktarı artmış, bu durum hem o konutun kullanıcısı hem de diğer insanlar için sorun teşkil etmeye başlamıştı. Dolayısıyla amacına uygun olarak yapılacak kentsel dönüşüm projeleri gerekli fakat burada ‘amacına uygun’ demek önemli. Çünkü kentsel dönüşüm aynı zamanda rant konusu haline de geldi. Kentsel dönüşümünün Türkiye’deki gelişimi aslında şöyle:

Sağlıklı, kaliteli ve erişilebilir konut şart

Anayasa’nın 56. Maddesi’nde bu durum “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir” şeklinde belirtiliyor. Buna göre tüm vatandaşlar çevreden yararlanma hakkına ve çevreyi koruma yükümlülüğüne sahip. 1983 yılında yürürlüğe giren Çevre Kanunu’nun amacı da bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda korunmasını sağlamak. Çevre kavramı sadece doğal yaşamı değil fiziksel olan her yapıyı yani konut alanlarını da içine alıyor. Dolayısıyla sağlıklı, kaliteli ve erişilebilir konut şart. 

Konutların inşası ya da düzenlenmesi ise bazı kriterlere göre yapılıyor; 1985’te yayınlanan İmar Kanunu yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü sağlamak amacıyla düzenlendi. Bu şartlara uygun olmayan yapılar kentsel dönüşüme tabii tutulur, özellikle afet riski olan bölgelerde risk potansiyeli çok az da olsa kentsel dönüşüm uygulanır. 2005 Belediye Kanunu’nun 73. Maddesi; konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak, eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak veya deprem riskine karşı tedbirler almak amacıyla kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulanabileceğini söyler. Belediye sınırları içerisinde ise bu yapılara ilişkin çalışmalar belediye tarafından yürütülür. 

Ekonomik ömrünü tamamlamış yapılar

Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesine ilişkin kanun da 2012 yılında yürürlüğe girdi. Kanunun amacı afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemek. Kanunda da yer alan afet riski dışındaki alanlar yani “ekonomik ömrünü tamamlamış” yapılar ise muğlak bir kavram. Zira yönetmelikte ekonomik ömre ilişkin net bir zaman belirtilmemesi rant için kullanıma da oldukça açık. Ankara’da ekonomik ömrünü tamamlamış riskli yapıların yıkımı için kentsel dönüşüm projeleri uygulanabiliyor. 

Ayrancı semti de bu kapsamda kentsel dönüşüme tabii tutulmuş ve son birkaç yılda bazı binalar dönüştürülmüş. Ancak kentsel dönüşüm kent ve kent kültürü açısından oldukça önemli olması sebebiyle çok boyutlu olarak ele alınmalı. Ayrancı’nın fiziksel yapısı, parkları, eski binaları ile şahsına münhasır bir kent dokusuna sahip. Kentsel dönüşüm sadece fiziksel bir proje değildir, kentin sosyal yönünü de göz önünde bulundurarak yapılması gereken, özellikle kullanılmaz hale gelmiş ve çöküntü olmuş alanları yenileme çalışmasıdır. Ancak Ayrancı’da binaların genellikle 4-5 katlı olması dikkate alınmaksızın yüksek rezidansların yapılması, kentsel dönüşüme tabii tutulmuş apartmanların çok yüksek fiyatlara satılması sonucu Ayrancı sakinlerinin başka semtlere taşınmak zorunda kalması semtin sosyal yapısına da zarar veriyor. Aynı zamanda Ayrancı gibi bölgelerde kentsel dönüşüm projeleri uygulanırken yıkılan sadece apartmanlar değil. Ön ve arka bahçelerin tamamen inşaat alanı içinde kalması nedeniyle tüm ağaçların kesilmesi ve bu ağaçlarda yaşayan hayvanların göç etmesi ya da yaşam alanı bulamayıp ölmesi de çevre hakkına uygun değil. Ayrıca kentsel dönüşüm projesinde göz ardı edilen yeşil alan zorunluluğunun da mevcut yeşil alanlara zarar vermeden sağlanması konusu da gözden kaçmamalı.

Kentsel dönüşüm kansere dönüşmesin

Dikkat: eski binalar yıkılırken hepimiz kanser soluyoruz

Türkiye’de eski binaların yıkımı sırasında hiçbir önlem alınmıyor

Asbest yıllardır sessiz sedasız hayatımızın her alanında kullanılmış olsa da çoğumuzun hakkında çok az şey bildiği bir madde. Isı yalıtımı özelliği olan, ateşe ve sürtünmeye dayanıklılığından ötürü ‘mucize madde’ olarak başta denizcilik, inşaat, otomotiv, tekstil olmak üzere pek çok yerde kullanılan asbestin yaklaşık 3 bin malzemede karşımıza çıktığı söyleniyor. Asbestli su boruları, eternit çatı kaplaması, çatı izolasyon malzemesi, dış cephe sıvası, fasarit boyalar, kombiler vs diye uzayıp gidiyor asbestin kullanım listesi.

Tabii burada ‘talk’ mineralinde de bahsetmek gerek. Pudralardan tutun da kozmetik, ilaç, plastik sanayi ve hatta suluboyalara kadar kullanılan talk minerali, hammadde olarak bulunduğu doğal alanlardan çıkarılırken bir başka mineral ile karışıyor ve bu mineralin adı maalesef, asbest. Asbest yatakları ile çoğu zaman yakın olan talk mineral yataklarının pek çoğu asbest bulaşması nedeniyle zehirli hale geliyor.

Londra’da eski bir binanın yıkımı sırasında alınan önlemler

Ankara asbesti havagazı fabrikasıyla duydu

Birkaç yıl önce ABD’de Johnson&Johnson firması, ürettiği talk pudrasının kansere neden olduğu gerekçesiyle açılan davalarda milyonlarca dolar tazminata mahkum edilmişti. Suçlu olan talk değil içine bulaşmış asbest mineraliydi.

Asbest tehlikesi Maltepe Havagazı Fabrikası’nın yıkımında gündeme gelmişti.

Ankara’da ise asbest tehlikesi ilk olarak Maltepe’de bulunan Havagazı fabrikasının yıkımı sırasında gündeme geldi. TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Candan, fabrikanın inşaatı sırasında tonlarca asbest kullanıldığını ve yıkım sırasında bunların toz haline gelerek kentin üzerine yağdığını kamuoyuna açıklamış, dönemin büyükşehir belediye başkanı da yükselen kamuoyu tepkisinin ardından yıkım tedbirleri almak zorunda kalmıştı. Ancak bu arada bölgede yaşayan insanlar, civar okullardaki öğrenciler haftalarca asbest tozu solumuşlardı. Asbest şimdilerde ise kentsel dönüşüm nedeniyle büyük bir tehlike olarak karşımıza çıkmaya devam ediyor.

Kontrolsüz yıkımın önüne geçilmeli

Mahallemizde eski binalarda yoğun olarak kullanılmış olan asbestli malzemeler ne yazık ki kontrolsüzce yıkım sırasında milyarlarca küçük zerreye dönüşerek havaya karışıyor ve çok hafif olması nedeniyle havada uzun süre askıda kalan asbest tozu, rüzgarla kilometrelerce uzağa taşınabiliyor. Sonuç olarak yıkılan her binadan yayılan asbest tozları önce mahalleye sonra tüm kente yağıyor.

Ayrancı’da kontrolsüz yıkımlarda hepimiz asbest soluyoruz.

Peki ne yapar asbest tozu insana? Doğrudan ciğerlere giren bu mineral başta mezotelyoma (akciğer zarı kanseri) ve akciğer kanseri olmak üzere solunum yolu hastalıklarının en önemli nedeni maalesef. Pandemi nedeniyle taktığımız maskelerin bizleri korumadığını da söylüyor uzmanlar. O halde bu felaketi durdurmanın tek yolu, yıkımdan önce binalarda kullanılan asbestli malzemenin uzmanlar tarafından kanunlara uygun bir şekilde tespitinin yapılarak ve sökülerek, özel bertaraf alanlarına gönderilmesi.

Tüm bu işlerde sorumluluk ilgili belediyelere düşüyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın geçmiş yıllarda belediyelerin denetimine bıraktığı bu konuda acaba Ankara belediyeleri ne gibi tedbirler alıyor? Örneğin içme suyu borularının önemli bir kısmı hala asbestli eski borulardan oluşuyor. Polatlı içme suyu borularının değiştirilmesi için bütçe ayrılması önergesinde Ankara Büyükşehir Belediyesi Meclisi’nde AKP/MHP üyelerinin projeyi sekteye uğrattığını hatırlarsak asbest konusunun siyasi çekişmeler arasında kaybolduğunu görürüz. Mevcut Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş eski borulardan Polatlı’yı kurtarsa da çalışmalar sırasında asbeste dair önlem alınmamış, çalışanlar da asbest tozu solumuşlardı habersizce. Bu olay da iyi niyetli olmanın yetmediğinin, asbest konusunda tamamen bilgisiz ve tedbirsiz olduğumuzun bir başka örneği idi. 

Mehmet Şeyhmus Ensari

Asbest Söküm Uzmanları Derneği Başkanı’ndan belediyelere çağrı

Konu hakkında görüşlerine başvurduğumuz Asbest Söküm Uzmanları Derneği Başkanı Mehmet Şeyhmus Ensari, asbest konusundaki bilgisizliğe ve belediyelerdeki vahim duruma dikkat çekiyor. “Isıya ve sürtünmeye dayanıklılığı nedeniyle mucize madde olarak tanımlanan asbest minerali gerçekten mucizevi ama öldürücü” diyen Ensari, asbestin 60’lı yıllardan itibaren yoğun olarak kullanıldığı ancak 2010 yılında yasaklandığını vurguluyor. Fakat günümüzde “amyant” adı altında asbestin aslında hala piyasada yoğun olarak satıldığını belirten Ensari, resmi ihracat ve ithalat verilerinde bile görüldüğünü söyleyerek asbest ticaretinin yasak olmasına karşın devam ettiğine dikkat çekti. 

Ensari, “Asbest, iğnemsi yapısıyla ciğerlerimize girerek, tedavisi olmayan kansere yol açmaktadır. Avrupa’da ülkeler yasakladığı halde geçmişte kullanılan asbest nedeniyle pek çok hastalık davaları açılmaktadır. Mağdur olan binlerce insan asbest nedeniyle ölmeye devam etmektedir. Mutlaka farkındalık yaratılması ve sorumlu kurumların acil önlemler alması gerekmektedir” dedi. 

Kentsel dönüşümde ortaya çıkan asbest tehlikesi üzerine Ankara, Çankaya, Yenimahalle belediyelerine gerekli ziyaret ve uyarılarda bulunduklarını ancak etkili olamadıklarını kaydeden Ensari, “Buradan belediyelerimize sesleniyorum; insanlarımızın hayatı için sizlerle her türlü çalışma ve iş birliği yapmaya hazırız. Asbest konusunda farkındalık oluşturmak ve kanunen sorumlu olduğunuz tedbirleri almanız için derneğimiz tüm olanaklarıyla yardımcı olmaya hazırdır” çağrısında bulundu.

Sahte asbest raporu 

Ankara’da ilçe belediyelerinin tamamında asbest konusunda genel bir bilgisizlik olduğunu, işin vahim kısmının görevi kötüye kullanan bazı uzmanların sahte asbest raporu vererek belediyeleri yanıltması olduğunu belirten Ensari, “Sahte ve mükerrer raporlarla yüzlerce bina yıkılıyor ve tonlarca asbest tozu kentte havaya yayılarak Ankaralıları sessizce zehirliyor. Asbest tozları hemen zehirlemediği için kimse umursamıyor ama 10 ila 30 yıl arasında kanser vakalarının patlayacağını üzülerek söylüyorum” dedi. ASUD Başkanı Ensari şöyle devam etti:

Çankaya, İncesu semtinde temel inşaatı nedeniyle çökme tehlikesi geçiren komşu binaların acil yıkımı konusunda olduğu gibi veya deprem nedeniyle hasarlı binaların yıkıldığı İzmir örneği gibi acil yıkım işlemlerinde de bazı tedbirler alınıyor pek çok ülkede. Toz çıkmasına karşı bizdeki gibi itfaiye hortumuyla etkisiz sulamalar yapmak yerine ileri teknolojiyle geliştirilmiş farklı ve pahalı olmayan cihazlar var. Bizim belediyelerin hiç mi parası yok? Bilgisizlik ve umursamazlığın sonuçlarını yaşıyoruz. Bina yıkılırken seyreden insanlar, yakındaki çocuk bahçesinde oynayan evlatlarımız 30 yaşlarına geldiğinde asbest nedeniyle kanser tehlikesi yaşayacak.”

Yayılan tozların kentin üzerine çökerek, toprağa ve suya karışarak tehlike yaratmaya devam edeceğini de kaydeden Ensari, kentsel dönüşümde oluşan asbest tehlikesi konusunda istişarede bulunmak üzerine Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı, Sağlık Bakanlığı’nı yakın zamanda ziyaret ettiklerini ama her bakanlığın topu diğerine attığını belirterek tüm sorumluluğun belediyelere bırakılmış olduğunu gördüklerini ifade etti.

“Sorumluluk karmaşası var”

Ensari, “Sorumluluk karmaşası var kanunen. Herkes birbirine topu atıyor, düzgün bir yıkım yönetmeliği henüz çıkarılmadı Çevre Bakanlığı’ndan. Öte yandan Çevre Bakanlığı 10 Mayıs 2018’de İstanbul belediyelerine, 2 Temmuz 2018’de Ankara belediyelerine, mevcut yönetmeliklere atıfta bulunarak binaların asbest ve tehlikeli maddelerden temizlenmeden yıkılmaması gerektiğine dair tüm sorumluluğu kendilerine verdi. Belediyeler ‘benim cezai ehliyetim yok’ dese de ‘yıkım ruhsatını kim verdiyse sorumluluk ondadır’ ilkesi üzerinden belediyelerin sorumluluğu açıktır. Çok sıkı denetleme ile sahte raporların önüne geçilebilir” diye devam etti.

Yıkılan binalardan çıkan asbestli molozların da usulüne uygun olmayan bir biçimde hafriyat depolama sahalarına döküldüğünü, Çevre Bakanlığı yetkililerinin bu sahaları mutlaka denetlemesi gerektiğini vurgulayan Ensari, Ankaralıların asbest soluduğunu, atıkların da toprağı ve suyu kirlettiğini tekrar tekrar hatırlatırken “Belediyelerin gerek personel ve gerekse bilgi eksikliklerini gidermek için dernek olarak her türlü desteğe hazırız, yeter ki insanlarımız ölümü solumasın” dedi.

Görüyoruz ki, Ankara’nın asbest sorunu büyüyerek devam ediyor. Sorumluluğu üstlerinden atmaya çalışan ilgili kurumların duyarsızlığı devam ettikçe, gelecek yıllarda yüzbinlerce insan bu ilgisizliğin cezasını sağlıklarıyla ödemeye mahkum kalacak ne yazık ki…