Yazar Hakkında
Sevgili Ayrancım Gazetesi okurları, 2023 yazının Ağustosundan merhaba! Umarım şu anda bir klimanın altında ya da buzlu bir içecekle berabersinizdir. Sanırım son zamanların en kavurucu yaz mevsimini yaşıyoruz. Gerçi biz her yaz, son zamanların en sıcak yaz mevsimini yaşıyoruz. Her neyse, iklim krizi ile moralimizi bozma meselesini sonraya bırakarak, asıl konumuza girelim.
Hepimizin hakim olduğu üzere, 20 Temmuz günü üniversite sınav sonuçları açıklandı. Aradan 10 sene geçmesine ve halihazırda üniversiteyi bitirip çalışma hayatına başlamış olmama rağmen, bu dönemlerde ben de geçmişte yaşadığım bunalımı neredeyse yeniden hissediyorum. Sınava gireceğim sene, mutlu ve başarılı olmak için tek bir yolumun olacağını, o yoldaki dev reklam tabelalarında ise neon sayılarla sınav sonuçlarımın yanıp söneceğini, eğer sınav puanım kötü olursa yanlış yollara sapacağımı, kaybolacağımı düşünürdüm…
Oysa aradan biraz zaman geçince, belki biraz büyüyünce anlıyor insan. Şöyle bir durup düşünüyor, alıcı gözlerle çevresine, başka başka insanların, birbirinden çok farklı yaşamlarına bakıyor ve kaçınılmaz bir şekilde soruyor: Hayat o kadar büyük, zengin ve renkli ki, herhangi bir şey için tek bir yol ya da yöntemin olması mümkün mü hiç?
Şimdi, üniversite sınav sonuçlarım, benim için, o dönemin stresinden, başarıdan, okuduğum bölümden, halihazırda yaptığım meslekten çok başka bir şeyi ifade ediyor: Gitmeyi.
Nasıl diyor Cemal Süreya, Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir’inde:
“Şair arkadaş, bir derdin mi var, bir şeyler çıkarmak mı istiyorsun derdinden, Ankara’ya gelmelisin.”
İşte ben de tam olarak böyle yaptım; yıllar önce, büyük çoğunluğumuzun yaptığı ve yapacağı gibi, doğup büyüdüğüm şehirden ayrıldım ve üniversite eğitimim için Ankara’ya geldim. Bu kadar genç bir yaşta, yeni bir şehirde, yeni bir hayata başlamak; yeniden doğmak kadar sancılı ama harikulade bir süreç. Kent öyle bir şey ki, insanı büyütüyor, şekillendiriyor, kendine benzetiyor, bir şekilde genlerini aktarıyor ona. Gidince, bir süre sonra kavramların değişiyor, gurbetin evin, evin gurbetin oluyor. Hepsi yaşayan bir organizma: gittiğin yer, geldiğin yer… Onlar durmadan değişip dönüştüğü için, senin başkalaşımın da kaçınılmaz oluyor. Zor olsa da, gitmek, puzzle’ın eksik parçalarını aramak için en iyi yöntem. Ben, geldiğim şehri öyle sevdim ki, gitmek benim için geride bırakmak değil, bulmak oldu artık.
Madem ki temamız bu, o halde, “büyümek ve başarmak için gitmek” adlı önerilerimiz geliyor.

Kitap: Amerikana
Feminist Manifesto’su ile tanıdığımız Chimamanda Ngozi Adichie’nin 2013’te yayımlanan ve Ulusal Kitap Eleştirmenleri Birliği Ödülü’ne layık görülen romanı Amerikana, üniversite eğitimi için Nijerya’dan Amerika’ya giden genç bir kadın olan Ifemelu’nun hikayesini anlatıyor. “Hepimiz Feminist Olmalıyız” başlıklı TEDx konuşmasından sonra feminist kimliğiyle de ön plana çıkan yazar Ngozi Adichie, henüz 19 yaşında iken Drexel Üniversitesi’nde iletişim ve siyaset bilimi alanında yüksek öğrenim görmek üzere Nijerya’dan Amerika’ya taşınıyor. Bu nedenle, kitaptaki otobiyografik unsurları fark etmemek imkansız. Ifemelu, bambaşka bir kültürde kendi ayakları üzerinde durmaya çalışırken, aynı zamanda bir ırk, kültür ve sınıf mücadelesi veriyor. Amerika’da yaşadıkları üzerine bir blog sayfası yazmaya başlıyor ve sayfası giderek ünleniyor. Bu blog üzerinden, Ifemelu’nun Amerikan kültürü ve ırkçılık konusundaki görüşlerini okurken, aynı zamanda günlük hayatta karşılaştığı sosyal ve siyasi konularla ilgili analizlerini öğrenme fırsatı ediniyoruz. Bir kadının büyüme ve güçlenme mücadelesini anlatan roman, bu yönüyle yazmak konusunda da okuyucuya ilham veriyor.
Ifemelu’nun Blog Sayfasından:
“Biz üçüncü dünya insanıyız ve üçüncü dünyalılar ileriye bakar, her şeyin yeni olmasını ister; çünkü bizim için en iyi hala ileride, oysa batı en iyiyi geride bıraktı ve bu nedenle geçmiş onlar için bir fetiş.”
“İyi giyinme konusunda Amerikan kültürü kendinden o kadar memnun ki, sadece kendini bir başkasına sunmakla ilgili kuralları hiçe saymakla kalmamış ama bu saygısızlığı bir de meziyete dönüştürmüş.”
“Başka insanlara nasıl göründüğümüzü önemsemeyecek kadar üstün/meşgul/ havalı/rahatız, o yüzden okula pijamayla, alışveriş merkezine iç çamaşırıyla gidebiliriz.”
“Profesör Hunk’a ayrıca şöyle dedi: Hem neden sürekli ırktan konuşmak zorundayız? Sadece insan olamaz mıyız? Profesör Hunk da yanıtladı: Beyaz ayrıcalığı tam da bu, bunu söyleyebilmen. Senin için ırk diye bir şey aslında yok çünkü bu sana hiç engel oluşturmadı. Siyahlarınsa bu seçeneği yok.”

Film: Columbus (2017)
Columbus, bağımlılık ile mücadele eden annesini yalnız bırakmamak için şehrinden ayrılamayan, bu nedenle de üniversite eğitimi almayan ve yerel bir kütüphanede çalışan Casey adlı genç bir kadının hikayesi. Bu genç kadının yolu, ölmek üzere olan babasını ziyaret etmek için Kore’den Columbus’a gelen Jin ile kesişiyor. Jin, Casey’nin mimarlık konusunda çok ilgili ve yetenekli olduğunu fark ediyor ve onu üniversite eğitimi için Colombus’tan ayrılmaya ikna etmeye çalışıyor.
Jin ve Casey’nin arkadaşlığını gitmek ve kalmak kavramları üzerinden işleyen film boyunca, aynı zamanda modern mimari turizmine ev sahipliği yapan Columbus adlı şehrin yapılarını da ziyaret ediyoruz. Modernizmi hep soğuk ve mesafeli kavramlar ile karşılarız, buna rağmen filmin senaryosunu da yazan yönetmen Kogonada, sıcak ve pastel bir ortam yaratmayı başararak modern mimari hakkında da yeni bir bakış açısı yaratıyor.
Yönetmen Kogonada, her ikisi de alternatif rock grubu Common Children’ın eski üyeleri olan Marc Byrd ve Andrew Thompson’nın kurduğu Hammock’tan Columbus için filme özel bir albüm istemiş. Filmin müzikleri ile teması birbiriyle öyle bir uyum içerisinde ki, seyir zevki neredeyse iki katına çıkıyor.