Can: Klasik bir soruyla başlayalım istersiniz. ahzuita Ayrancı’da yeni açılan bir mekân. Mekanın hikayesini bize anlatabilir misiniz?
Didem: Mekan kurma fikri esasen Rus Konsolosluğu’nun tam karşısında neredeyse 30 yıldır atıl durumda olan piramit yapısıyla başlıyor. Bize kalırsa orası Ankara’da yeniden çok güçlü bir sanat ortamının doğmasını sağlayabilecek kocaman bir yer.
Yunus: Ankara’nın Louvre’u diyorum ben.
Didem: Aslında ilk olarak oraya çok heveslendik. Pandemi boyunca orası için çok çalıştım. Sponsor bulabilmek için proje dosyaları hazırladım. Hatta belediyeye de sundum ancak pandemi dönemi sağlık harcamaları nedeniyle projem onay almadı maalesef. Mekan fikri için başka yollar aramaya başladık. Bir de sürekli başka bir arkadaşımızın İstanbul’a taşındığı haberi geliyordu. Can sıkıcı bir durum tabii. Bu göç böyle giderse, birlikte bir şeyler üretebileceğimiz insan kalmayacaktı. Eğer onların rahat edebileceği, sanatsal anlamda bir şeyler yapabileceği bir yer olursa, onları göç fikrinden caydırabiliriz diye düşündük. Uzun süredir düşünüyorduk ama karar verme anı hızla oldu. Sahibinden.com’da burayı gördük ve kiraladık. Bu mekan aslında 1967’den beri kasaptı. Mermerlerine tutulduk. Kasap dükkanının böyle bir şeye evrileceği kimsenin aklına gelmezdi.
Yunus: Biz zaten girdik mermer duvarları görünce “tutuyoruz” dedik. Didem arkeolog ben de meraklıyım o tip şeylere, taş da seviyorum.
Karaca: Didem sen arkeolog, Yunus sen müzisyensin. Sizin hikayeniz nedir?
Didem: Ben arkeoloğum, doğma büyüme Ankaralıyım. Tunalı’da büyüdüm, senelerce Büklüm Sokak’ta yaşadım. Bilkent’te iktisat okuyordum, arkeolojiyi çok merak ediyordum, oradan öyle bir geçiş oldu. Tabii bölüme girerken kimse “sonunda işsiz kalacaksın” demedi.
Böyle olunca insan kendi kendine soruyor tabii “Türkiye’de arkeoloji neden böyle? Her yerinden tarih akan bir memleket neden bu konuda bu kadar başarısız?”. Çünkü kültürel miras doğru tanıtılamıyor, doğru kazılar yapılmıyor. Örneğin, Kapadokya 8000 yıl kesintisiz yaşam olan yer ama herkesin aklına balon turizmi geliyor. Ben bunlara çok sinirlenip Didantik diye bir marka kurdum, aynı ahzuita’yı açma hikayesi gibi. Alaçatı’da mağazamı açtım ve üç sene Alaçatı’da bu kültürel mirasın tanıtılması projesiyle bağlantılı bir mağaza işlettim. Pandemi öncesi Ankara’ya döndüm, Muti’yle tanıştım derken bir cazsever oldum çıktım.
Yunus: Ben Sakaryalıyım. Normal bir düz lise okudum. 13 yaşında gitara başladım. Kuzenimden çok etkilendim. Nothing Else Matters’ı o göstermişti. Rock ve metal müzik doğrudan gitar temelli ve aslında bu yüzden bir gitarcının gitarın doğasını anlayabilmesi için o müziklerle başlamak önemli. Kuzenim bir şeyler gösterdi, sonra ben internetten falan kendi başıma öğrenmeye başladım. Liseye başladığımda Sakarya’da Hakan Ulu Meriç’in işlettiği müzik dükkanı Efsun Müzik’le tanıştım. Hayatımın önemli dönemeçlerinden biridir. Hakan abi orada gitar dersleri veriyordu. Biz orada kendi çabamızla bir stüdyo kurduk. Tam anlamıyla müzik mekanına dönüştü orası. Hakan abinin eşi şarkı söylüyordu, bir grupları vardı. Adapazarı’nda çalarlardı. Müziğe yeni başlamış biri olarak, böyle bir ortama dahil oldum hatta oranın müridi oldum diyebilirim. Ne gerekiyorsa, hiç kimse fark etmeden o sorunları giderip, oradaki ortamın sağlığına devamlılığına odaklı bir rodi gibi bir çocuk düşün. Adapazarı’ndaki çoğu müzisyenle orada tanıştım.
Karaca: Aslında ahzuita’dan yola çıkarak, sizin için müzik açısından yer etmiş böyle mekanlar var mı diye soracaktım, cevabını sormadan almış oldum.
Yunus: Aslına bakarsan hayatım kadersel bir araya gelişlerle şekillendi hep. Efsun Müzik de öyle bir yer. Benim birine gidip akorları vs. sora sora birçok şey öğrendiğim, birçok prototip insan, müzisyen gördüğüm, tanıdığım, bana birçok şey katan bir yerdi. Bir çocuk olarak on, yirmi, otuz yaş büyük müzisyenlerden bir sürü şey öğrendim. ahzuita’daki durum da aslında biraz öyle. Sadece konserler düzenlemekten ziyade, sanat yapmak isteyen ve içinde bulunmak isteyen her insanın tek bir bilinçte toplanıp, onu tecrübe edip birbirine birçok şey katabileceği bir alan oluşturmayı istiyoruz.
Can: Peki, nedir bu ahzuita?
Didem: ahzuita sözlük anlamıyla, alışveriş manasına geliyor. Biz burada, bu mekanda her dakika bir alışveriş içindeyiz aslında. Benim bilmediğimi sen biliyorsun ve senin bilmediğini ben biliyorum. Birlikte bir şeyler öğreniyoruz ve sürekli bir fikir alışverişi dönüyor.
Yunus: Kelimenin aslı ahzüita ama internette daha rahat dolaşımda olsun diye biz ahzuita yaptık.
Can: Müzikle alakası yok değil mi?
Didem: Hayır. Sadece sözlük anlamı, Arapça kökenli.
Yunus: Arapça, bir de çok bakir bir kelime. İnternete yazdığınızda sadece “ahzuita nedir?” diye sözlük çıkıyor.
Can: Peki, Yunus Ankara’ya geliş nasıl oldu?
Yunus: 2010’da Hacettepe Caz’ı kazandım. Orada da bir sürü insanla bir sürü şey öğrendiğim için daha ciddi gitar parçaları çalışmaya başladım. Özgür abim var, 18. yaş günümde bir caz gitar hediye etti. “Ben bunu çalamıyorum ama sen çalarsan çok güzel tınlar” diyerek verdi, üç dört ay sadece caz çalışıp Hacettepe’ye girdim. Orada da Amerika’ya gitmeden Amerikan eğitimi aldık, yani iki sene boyunca gerçekten native swingerlarla çalışıp onlardan öğrendik. Dolayısıyla burada genel olarak çalınandan farklı bir ekolden geliyoruz. Ve işte burada benim gibi bir sürü insan var, Ankara’da çok iyi müzisyenler var. İstanbul artık dolu, buradaki güzel insanların da hak etmesi gibi bir durum var. Buradaki 18-20 yaşındaki bir gencin de bizim üst katımızdaki, Ankara’nın ilk caz orkestrasında saksafon çalan kişiyle, Erdoğan Seçil’le bir araya gelip bir şeyler paylaşması kadar değerli bir şey yok bence. Kendisi aynı zamanda ressam.
Can: Profesyonel albüm kayıtları yaptın mı?
Yunus: Çok solo artist olarak ilerlemedim, Spotify’da bir parçam var. Kayıt ve üretim konusundan çok, sahne ve eğitim odaklı bir hayatım oldu. Şu an akademideyim bir yandan. 2015’te Hacettepe bitti, İzmir’de bir burs kazandım ve yüksek lisansa gittim. 2016’da buraya döndüğümden beri ders veriyorum.
Karaca: ahzuita’da sadece konserler olmayacak sanırım. Geçtiğimiz hafta gerçekleşen Caz Talks gibi sohbetler ve farklı müzik etkinlikleri de olacak değil mi?
Didem: ahzuita’yı üç ana başlık üzerine topladık. İşin müzik tarafında caz baskın olacak ama burası bildiğimiz anlamda Jazz Club olmayacak. Caz ağırlıklı bir sahne olmasıyla beraber biz burada tüm müzisyenleri ağırlamak istiyoruz. Elbette belli bir estetik kaygı üzerinden gideceğiz.
Yunus: Belirli bir kültürel yaklaşımımız var; dolayısıyla sahne için belirli bir süzgeçten geçerek olmasını istiyoruz.
Didem: Bestesi olan grupların, müzisyenlerin konserlerini burada gerçekleştirmek istiyoruz. Ayda bir kendi besteleri olan gruplara yer vermek istiyoruz. Türk Sanat Müziği yine bizim için çok önemli ve çok değerli. Ayrıca zengin bir kültürel değeri olduğu için de ayda bir Türk geceleri de yapacağız. Bunların haricinde klasik müzik ve oda orkestraları da bizimle olacak.
Can: Düzenli çalacak gruplar olacak mı?
Didem: Düzenli bir grup fikrine şu aşamada pek sıcak bakmıyoruz. Her programda farklı bir müzisyenin yer almasını düşünüyoruz.
Yunus: Konserlerin ses ve görüntü kaydını alıyoruz. İlerleyen zamanlarda montaj vs. için de vakit harcayarak kayıtları en temiz şekilde sunmayı da planlıyoruz. Şu ana kadar olan etkinliklerden bazı kayıtları yüklemeye başladık
Didem: İşin müzik kısmı böyle: orijinal besteler, klasik oda konserleri ve Türk Sanat Müziği üzerine çeşitlenecek bir aylık program olacak ve sürekli değişim gösterecek. Elimizden geldiğince haftanın iki günü müzik yapma planımız var, ama gönül ister ki dörde beşe de çıksın, bakalım Ankara seyircisi ne diyecek? Önemli olan o.
Karaca: Hedeflenen alışveriş hali sadece müzikle sınırlı mı kalacak peki? Farklı sanat dallarından farklı çalışmalar, onlara dair etkinlikler de bekliyor mu bizleri?
Didem: Müzik dışında bir de mağaza kısmımız var. Dediğim gibi ben arkeoloğum, Alaçatı’da senelerce mağaza işlettim. Esnaf kızıyım, aynı zamanda optik mağazam var Esat’ta. İşin esnaflık kısmını çok seviyorum. Dükkânda babamın kendi koleksiyonu, 1950’lerden, 1960’lı yıllardan vintage gözlükler var. Yine çok sevdiğim bir çocukluk arkadaşımın seramikleri satılıyor. O da şimdi Âdem ve Havva’nın ilk günah hikayesini anlattığı bir serisini hazırlıyor. Benim yine did. Antique markama ait eserler de satışta. Türkiye’de kurulan ilk caz orkestrasında saksafon çalan, az önce kendisini andığımız Erdoğan Hocamıza ait iki resim de satılıyor. Burada müzik olmadığı dönemlerde insanlar daha farklı lokal sanatçılarla da tanışabilsin istiyoruz. İçeride vakit geçirdiğiniz her anınızda birbirinizle konuşabileceğiniz farklı bir konu olsun. Seramik, heykel, resim gibi… Bu da aslında ikinci başlıktı.
Mekanın üçüncü ayağı ise cafe kısmı olacak. Bu kısımda biraz zorlanıyoruz açıkçası. Bizim bir işletme geçmişimiz yok. Ama ilerleyen dönemlerde orada da değişiklikler olacak. Sonuç olarak hepimizin ayrı bir görevi var. Yunus müzikle ilgileniyor, benim için mağaza ve sosyal medya kısmı.
Can: İleride nasıl bir atölye ve workshop süreci olacak?
Didem: Klasik workshop anlayışı gibi bir şey düşünmüyoruz. Daha çok birlikte bir şeyler paylaşabileceğimiz etkinlikler olacak. Temmuz’da Cem Aksel ve Metin Paksoy’la Caz Talks’u gerçekleştirdik. Önümüzdeki günlerde seramik üzerine konuşacağız, İngiliz Arkeoloji Enstütüsü’nü buraya davet edeceğim. Kültürel mirası tartışacağız.
Yunus: Ankara’da veya İstanbul’dan buraya gelmiş dostlarımızla bir araya gelip, onların yetkinlikleri dahilinde bir bilgi alışverişi yapmayı düşünüyoruz: ahzuita yani. Biraz kumpanya, biraz kabare gibi bir şeye dönüştürmek isteriz burayı. Workshoplar olacak, ayrıca ben periyodik kurslar düşünüyorum. Mesela çok hızlı bir şekilde ensemble, grup müziği dersleri düşünüyorum. Cem Aksel’den ritim dersleri de olacak. Tabii bunlar sadece müzisyenlere, konservatuvar öğrencilerine değil, müzisyen olmayanlara da açık olacak. Burası aynı zamanda bir eğitim alanı da olacak.
Karaca: Bunlar Eylül ayında mı başlayacak?
Yunus: Evet, yeni sezonla birlikte bu etkinliklere başlamak istiyoruz. Aslında Caz Talks, Caz Tarihi gibi etkinlikler biraz da insanlara “biz burada ne yapmak istiyoruz”u anlatmak için gerçekleştirmek istediğimiz etkinlikler.
Mesela bir hobiyi öğrenirsiniz ve o gittikçe güzelleşir ya… Caz da benim için öyle bir şey, çaldıkça güzelleşiyor. Bunlar dinleyici için de geçerli. Yapılan şeyle ne kadar iletişim kurarlarsa ne kadar anlarlarsa o kadar fazla keyif alacaklardır. Sanattan aldığımız keyfi arttırmak için de bu atölyeleri yapmayı istiyoruz. O yüzden hem eğitim hem performans olarak kurgulamak istiyoruz burayı. Bir de hazır kurulu sahne olduğu için, her an müzik de yapabilme imkânımız var. İnsanların birbiriyle tanışıp, grup kurabileceği de bir ortam olacak.
Can: Caza dair ön yargılı bir durum var. Genel olarak elitlikle özdeşleştirilmesi gibi bir durum. Bu ön yargıyı nasıl kırmayı planıyorsunuz?
Yunus: Şimdi caz yapma deyimi nereden geliyor, oradan açmak lazım bunu. Bilmeyenler için de bir dipnot olsun: Türkiye’deki caz ve elitlik algısı, 1950’li yıllarda İstanbul’da Hilton’un açılışındaki caz konserlerinden ötürü oluşmuş sanırım. Adı üstünde Hilton, orası çok lüks ve şatafatlı bir yer. Öyle bir ortama da ancak caz yakışır diye düşünmüşler galiba. Dolayısıyla caza suni bir elit giydirmesi yapıldığı için bir anda bu müzik doğrudan elitlikle eş değer tutulmuş.
Can: Tabii bu algı biraz da bize özgü sanırım…
Yunus: Elbette. Şimdi aslında caz, ABD’deki siyah kölelerin ortaya çıkardığı bir müzik. Bir anlamda halk müziği. Dolayısıyla elitlikle hiç alakası yok. İşte burada hikaye Hilton Oteli’nde başladığı için ortaya tuhaf bir karışım çıkmış. Şu anki mekanlara, festivallere baktığımızda hatta Caz Etkinlikleri diyelim. Burada fikir ayrılıkları var. Müzikte janra ticari kavram. Müziğin ne olduğunu belirleyen, sınırlayan ve kitlesini yaratan bir şey. Tüm bunlar müzikten bağımsız şeyler, müzikle alakası olmayan bir durum. Müzik, müziktir. Kalitelidir veya değildir.
Didem: Her sahnede şöyle tuhaf bir durum var: saksafon, kontrbas koyduğunuz zaman üzerine parlak ışıklı bir “caz” yazısı yazılıyor. Onlar caz değil aslında.
Yunus: Aslında “caz demek değil” de garip. Kaliteli olanı var, kalitesiz olanı var. Şu bir gerçek ki, insanın gözlemiyle, ortada bütün evrendeki nizam var. Bu nizam her yerde var. Algılasak da algılamasak da. Bu müzikte de var. Dolayısıyla çiçekten örnek alalım, güzel görünüyor, güzel kokuyor, kadife gibi tüyleri var. Tüm paradigmalarda güzel bir yaratım. Çünkü doğru bir kod. Bütün evrendeki her şey titreşiyor, müzik evrenin kozmik anahtarı gibi bir şey. İnsanı duyduğu anda başka bir frekansa götüren, en kuvvetli sanat. Bu ciddi bir potansiyel. Bu doğru yapıldığında insanın yaşadığı duygu durumu diğer sanatlardan daha kuvvetli oluyor. O kadar kuvvetli bir hikâye anlatımı oluşturuyor.
Benim müzisyen olarak asla hedeflemediğim bir ortam var. Bir mekâna gidiyorsunuz, hazırlıklarınızı yapıyorsunuz, çalacaksınız, konser başlıyor ve bitiyor. Bu süreç boyunca sizi 150 kişi arasından sadece beş kişi dikkatle dinliyor, neredeyse tüm masalar konuşuyor.
Karaca: Aslında siz burada dinleme alışkanlığını da değiştirmek istiyorsunuz diyebilir miyiz?
Yunus: Kesinlikle. Konser sırasında yemek, içecek gibi servis olmayacak. Zaten bir saat on dakika konuşmadan film izleyebiliyoruz. Müzik de dinleyebilelim. Müzik bittikten sonra sosyalleşeceğiz zaten kimse merak etmesin.
Didem: Ankara seyircisinin entelektüel birikimi ve donanımı hep başkadır. Uyarmamıza gerek kalmadan sessizlik içinde dinleyebiliyorlar. 150 kişi değil, 30 kişiler. O yüzden büyük bir alan yerine küçük bir yerde olmak istedik. Büyük mekanları kalabalıkla doldurabilirsiniz ama meselemiz esas kitleyi bir araya getirebilmek, 30 kişinin dikkatli bir şekilde müziği takip edebilmesi.
Yunus: Bu karşılıklı bir öğrenme süreci ve o kadar hızlı öğreniliyor ki, buraya gelen insanlar, müzisyenler dahil, 30 kişi var diyelim ve herkesin algısı sadece müzikte, tek bir ses çıkmıyor. Burada çok ciddi bir sinerji ortaya çıkmış oluyor. İnsanlar zaten, onun lezzetini aldıktan sonra ses çıkarmayacak. 150, 200 kişinin dinlemesindense, 30 kişinin dinlemesi çok daha önemli ve büyük kazanım.
Performans denilen şey, üç ayaklı bir düzenek: Bir tarafta bestecisi, diğer taraftan icracısı ve bunu alımlayanı. Bu üçü yoksa ortada sanat da yoktur zaten. Ortaya güzel bir şey çıkması çok zor. Burada bunu sağlamaya çalışıyoruz.
Didem: Ankara’da böyle bir durum var. Etkinliğin duyurusunu bir gün önceden çıkıyorum, alan çok küçük olduğu için yerler hemen bitiyor. Bir şekilde hayır diyemeyeceğim kişiler yazıyorlar. Bu sefer ikinci matine açmak durumunda kalıyoruz. Aynı konseri iki defa dinlemek çok iyi geliyor. Bu arada internet sitemizi hazırlıyoruz ve orada da yer alacak aylık bir program hazırlamak istiyoruz.
Karaca: Tüm bu alışveriş halini Ayrancı semtinin atmosferiyle birlikte düşününce, bazı şeyler çok daha hızlı ilerleyebilirmiş gibi geliyor bana. Bunun ilginç örneklerinden birisi benim için Metin Paksoy’la yolunuzun kesişme hikayesiydi.
Yunus: Metin abi, yan binamızda oturuyor. İlk Caz Talks’u konuşmak için burada oturduğumuzda 3 Temmuz’du. Kendisinin Türkiye’den ayrılışı da 35 sene evvel 3 Temmuz imiş.
Didem: Ben içeride toz alıyordum. Gülümseyerek, “Siz kimsiniz ya! Kim yan binamda caz kulüp açan” diyerek kapıdan içeri girdi. (Gülüşmeler)
Can: Ankara’da köklü bir caz geleneği var. Siz bu geleneği, gelecekle nasıl bağlamayı planlıyorsunuz?
Didem: Ustalarımız bize çok yardımcı oluyor.
Yunus: Türkiye’de birçok caz müzisyeniyle arkadaşlığım, dostluğum söz konusu. Burada belli bir alanı yarattığımızda, onların buraya gelmesi, konser vermesi çok olası oluyor. İmer Demirer’in, Sibel Köse’nin, Önder Focan’ın, Meltem Ege’nin… Tecrübeli müzisyenlerle gençlerin bir araya gelmesi, burada yeni bir ekol yaratabilir.
Didem: Bu aslında çok istediğimiz bir şey, çünkü örneğin Hacettepe’de çok iyi öğrenciler var. Bu insanların 25-30 kişilik bir mekanda, Tuna Ötenel, Cem Aksel gibi isimlerle yan yana gelmesi, çok önemli. Asıl istediğimiz bu.
Yunus: Bu aslında usta, çırak ilişkisi. Müzik tek başına olur ama müzisyen asla tek başına olamaz. O yüzden farklı jenerasyondan müzisyenlerin bulunuyor olması önemli bir sinerji yaratıyor. Genç müzisyenler bilgiye, tecrübeye daha kolay ulaşsın, daha çok keyif alsın ve keyif aldıkça daha çok çalışsın, daha çok çalışınca daha iyi yapacağına inansın. Bu böyle bir şey.
Karaca: Semtin uzun soluklu bir mekânı olacak burası…
Yunus: Özellikle bu sokak önemli. Ayrancı’nın profili, demografisi önemli. Şu da çok enteresan. Biz burayı kiralarken önemli bir maddi yükün de altına girdik. Tahminimizden uzun ve pahalı sürdü. Neyse bir şekilde yaptık. Tam davul alacağız paramız bitti. Tüm mekânı davul üzerine kurduk. Ama ortada davul yoktu. Arkadaşlarımız açılış hediyesi almak istemişler, Çağrı diye bir arkadaşımız herkesi organize ederek, para toplayıp davul aldılar. Toprak diye bir arkadaşımıza kullanmadığı bir piyanosunun olup olmadığını sorduk, o piyano getirdi.
Ve Cem Aksel… Davulu kurdum, bir iki saat geçmedi Cem abi geldi hemen. Hiçbir şey sormadan, davulun başına geçti. Akorlarını yaptı, derilerini düzeltti. Sonra zil getirdi. Çaldık ettik sonra her geldiğinde farklı bir zil, farklı bir deri getirdi. Hep dayanışma içindeyiz, bir aradayız. Zaten bizim en çok keyif aldığımız şey, birlikte müzik yapmak. Burası zaten işletme, mekân vs. değil burası ev yani. Burası müzisyenlerin evi, buradaki müzik ortamı herkesin. Cem Aksel davula bakıyor, Cem Malak kontrbas ayarlarını yapıyor. Aslında imece, kolektif, ahzüita kafasındayız. Bu küçük mekânın bu şekilde büyümesini hayal ediyoruz.
Can: Son soru, gelecekten beklentileriniz?
Didem: Bireysel beklentilerimiz yok. Kiramızı ödeyebilelim, müzisyenlerin kaşesini çıkaralım, güzel kahvelerimizi almaya devam edebilelim, kredilerimizi ödeyebilelim, ilk aşamada bize yeter. Ankara daha fazla sanatçı anlamında kan kaybı yaşamasın, sanatçıları burada tutabilelim. Biz de zincirin parçası olalım, tutunalım. Yunus: Benim hissettiğim şu: Son zamanlarda hezeyanlar içinde fazlasıyla kaldık. İnsanlar tüm bunlardan kendilerini sıyırıp, işlerini en iyi şekilde yapmaya çalışıyorlar gibi durum var. Ben de böyle hissediyorum. Ankara’da bir iki seneye kalmadan çok acayip şeyler olacak bana kalırsa. Bunu gerçekten hissediyorum ve biliyorum. Birilerinin bir araya gelip verdikleri kararlar hepimizi etkiliyor olabilir. Ama biz de başka birileriyiz, bir araya gelip gelişmeyi ve öğrenmeyi, sanatla, kültürle, saygıyla, sevgiyle yaşamak için bir araya gelmeyi tercih edersek biz de çok fazlayız. Bu hayatı her şeye rağmen çok güzel yaşayabiliriz. Küçük topluluklar halinde olsa da güzel bir şey yapmak, denemek, bir şeylerin yapılmasına ön ayak olmak, şahitlik etmek, vesile olmak, içinde bulunmak, hepimiz gibi… Başka çaremiz yok.