Can Öktemer: Ama ben Ankara’yı hep sevdim

Ankara’nın çimentosunda alışkanlıklar ve rutinler var. Bunlar büyük kentlerde zor bulunan özellikler. Keşmekeştir aslında metropoller ve insanlar birbirinden uzaktır ama Ankara, yarı metropol yarı taşra gibi davrandığı için harcında karşılaşmalar, alışkanlıklar, hayatı küçültmek, mahallede gibi davranmak var.

Yazar Hakkında

+ Yazarın diğer yazıları

Can Öktemer ile Ankara’nın gizli başrolde olduğu ilk romanı “Hayat, Evren ve Sezen Hakkında” üzerine Ayrancım Gazetesi için söyleştik. Sadece ilk romanı ile değil iflah olmaz bir Ankaralı olarak bugüne dek yazdıkları, yaptıkları, yürüyüş rotaları, kente dair yazıları, flanörlüğü ile Ayrancı’ya, Ankara’ya ve hayata edebiyatın izleğinden bakan Can Öktemer ile Cemal Süreya Parkı’nda bir araya geldik. Yürüyerek kamusal alanlara, açık havaya, gökyüzüne, toprağa, mahallemize karışarak yaptığımız bu söyleşiyle gazete okurlarımız için kent ve edebiyatın penceresini araladık.  

“Ama ben Ankara’yı hep sevdim.” Kitabınızda geçen bu cümle ile başlayalım ve soralım. Ankara sizin eviniz mi yuvanız mı? Neden?

Evim diyebilirim. Sembolik olarak en rahat ettiğin, dönmek istediğin bir anakara gibi düşünürsek evi, ne zaman bir yere gitsem dönmek istediğim için rahat ettiğim bir yer olarak Ankara’ya evim diyebilirim.

Fotoğraf: Büşra Bozdemir

Ankara’nın çimentosunda rutinler var

“Şehrin çimentosuna karıştım” diyorsunuz. Bu kentte, özelinde Çankaya, detayında Ayrancı’da hayata ve evrene nasıl karıştınız? Ne var Ankara’nın harcında? 

Kitaptaki bu söz, karakterlerden Pena Yavuz’un mağlubiyet hissiyle de söylediği sözdü. “Benden bir şey olmayacak, ben yenildim zamana sen git” diyerek Cem Taner’e tavsiyede bulunuyordu. Hayat, Evren ve Ayrancı diye bağlarsak; savaşlar, pandemi ve türlü siyasi, ekonomik krizlerin ortasında dünya ahvalinin küçük bir semtten nasıl göründüğünün, karakterler üzerindeki etkisinin hikayesiyle yola çıkmıştım. Kitabın ismini de Douglas Adams’a selam göndererek, saçmalıklar ve anlamsızlıklar üzerinde inşa olan modern hayatın gündelik hayatımıza yansımalarıyla dalga geçmek için seçmiştim. 

Ankara’nın çimentosunda ne var? Alışkanlıklar ve rutinler var. Bunlar büyük kentlerde zor bulunan özellikler. Keşmekeştir aslında metropoller ve insanlar birbirinden uzaktır ama Ankara, yarı metropol yarı taşra gibi davrandığı için harcında karşılaşmalar, alışkanlıklar, hayatı küçültmek, mahallede gibi davranmak var. Eşinizle dostunuzla tesadüfen plansız programsız karşılaşma ihtimali sunan bir kent. İstanbul’da bunu yapabilmek zor. Herkes herkesle bir yerden tanışık gibi olunca da insan ilişkilerindeki bağlar sağlam olabiliyor. Harcı sağlam. 

Ankara’nın hangi mahallelerinde, apartmanlarında yaşadınız? Çocuklukta, gençlikte, yetişkinlikte Ankara’ya dair kolektif hafızanızdaki anı paylaşır mısınız?

Biz hep Emek ve Bahçeli’de yaşadık; açıkçası çok enteresan bir hatıram yok apartmanlarla ilgili ama hep mahalle ortamı vardı. Mahallenin sözlük tanımıyla uyumlu insanların birbirini tanıdığı birbirinden kopuk olmayan bir bağ vardı. Sanırım hâlâ da öyle. 

Sizin romanı yazmaya başlamanız; bir vedanın hatırasını görünür kılmak için burnunuzun ucundakini görmeye başladığınız, “hikayenin çok yakında” olduğuna inandığınız an mı başladı?

İkisinin tam ortası sanırım. Yüksek desibelli bir duygu durumunun yansıması da olabilir. Esasen bu hikâyenin ham kısmını Lavarla’da yazmışım. 10 yıl kadar olmuş. Hakan Kaynar Hoca bana yürümeyi sevdiğim, sosyal medyada da paylaştığımdan hareketle bunları yazmalısın demişti. Cebeci’den Kızılay’a kadar yürürken ne gördüysem bir denemeci gibi yazıyordum. Yazdıklarım birikmeye başladı. Hikaye yazabilir miyim diye düşündüm, biraz kişisellikler de vardı; yarı gerçek yarı kurgu diyebileceğim, oyun da yaptığım şekilde yazmaya başladım. Bunun aslında alt türü varmış; autofiction deniyor. Biyografi gibi değil işin içerisinde kurgunun da otobiyografik ögelerin de olduğu, ikisinin muğlaklaştığı bir şekilde düşünülebilir. Zaten romanda da biraz öyle ne zaman Leonard Cohen geliyor ne zaman işte siz gerçekten yürüyorsunuz ya da kim o sözü söylüyor. O söz Can’ın sesi mi yoksa müzisyenin dinletisindeki etki mi bazen muğlaklaşıyor. Hoşuma giden bir şey oldu. Cem Taner ben miyim değil miyim, insanların bunu sormasını istedim. Kafa karışıklığı yaratmak da bir oyuna dahil olsun diye düşündüm.

Fotoğraf: Büşra Bozdemir

Bavulunda sıklıkla sıkıntı taşıyan biriyim

Ortaçgil şarkısındaki gibi “Bir Eylül Akşamı” başlayan roman yazarlığınızda “İnsanların yanında evimi, evimde insanları özlüyorum” diyorsunuz. “Bavulunda sıkıntı taşıyan adam” olarak mı yazdınız bu romanı? 

Bavulunda sıklıkla sıkıntı taşıyan biri sayılabilirim. Ankara’dan ara ara sıkılıyorum herkes gibi. Özellikle pandemi döneminde eve kapandığımız zaman özellikle artık yaşanmaz hale geldi. Ankara vaatkarlığını yitirmişti. Arada sırada bir şehri aniden nedensizce terk edip geri gelmek gerekiyor bence; nefes almak için. 

Bir de neredeyse gün be gün artan 15 yıllık siyasi baskının da bir yabancılaştırma etkisi var hiç şüphesiz. Tansiyonu yüksek siyasi atmosfer, derinleşen ekonomik kriz, kamusal alandaki ifade özgürlüğün daraldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu vaziyet insanları mekânla, yaşadığı yerle yabancılaştırdı. Herkes bir elinde bavul diğerinde pasaport önünde atlas gidilecek yer arıyor. İşin ironisi gitmek istediğimiz yerlerdeki insanlar da kendilerine başka yerler arıyor. Mevcut müesses nizam koltuklarımızın altına çivi koydu. Şu an evimiz neresi bilmiyoruz. Ankara özelinde konuşacak olursak, etrafımdaki birçok kişi taşındı, yurt dışına gitti, veda etti.  

Belirli yaş bariyerini aştığınızda hayatınızda yapabileceğiniz ani dönüşler, alacağınız virajlar zorlaşıyor. Böyle durumlarda bir karar vermek gerekiyor galiba. Ankara’da yaşamaya tamam demek de bunlardan biri. Tüm lanet durumlara, sinir bozucu olaylara rağmen, eşin, dostun, alışkanlıkların hatırına şerefli mağlubiyeti kabul ederek devam etmek de bir tercih. Romanda tüm bu yaşadıklarımızı, yabancılaşmaları roman içine katmaya çalıştım; kaybolma anını ruhsal olarak iyisiyle kötüsüyle bu yaşadığım yeri kabul edip devam etmeye karar bir kahramanın portresi bir anlamda.  Karakterin tercihi mağlubiyet midir kazanmak mıdır bilemem tabii ama hayatla bir yerde sulh içinde olmak lazım çünkü her şeye rağmen “gelecek uzun sürer” 

Yabancılaşmayı bir yana bırakarak “Anıların boşluğundan faydalanıp şimdiki zaman işgali” olarak tanımladığınız boş zaman var. Siz boş zaman yaratabildiğinizde, kendinize döndüğünüzde mi yazdınız? Yazı serüveninize hangi mekânlar tanık oldu?

Daha çok evde yazıyorum. Özellikle gece yarısından sonra hayatın yavaşladığı anlarda. Eskiden dışarıda yazamazdım dikkatim kolay dağılırdı ama son zamanlarda kafelerde de yazmayı öğrendim. Öyle bir rutinde de ilham verici şeyler olabiliyor. 

Romanınız “Yerdeki kelimelere basmamaya dikkat ederek” “kendi zaman dilimine bıraktığınız kalabalıklar” arasında “düşünerek yürürken” mi? Yoksa edebi anlatılar için söylenegeldiği üzere, bir şehre bir “adam” gelince ya da bir “kadın” evden çıkınca mı başladı?

Her gün yazan birisi değilim. Çok düşünüyorum, uzun uzun yürüyorum yazmaya başlamadan önce, sonra eve gelip kapanıp topladıklarımı yazmaya başlıyorum. Kelimelerin asfalta düşmesi hikayesi Cebeci’deydi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin önden gidip biraz sağa döndüğünüz zaman bir taraf askeri taraf bir taraf hastane bir tarafta öğrenciler aynı yerde ve zamanda. Dolayısıyla o kadar kozmopolit insanlar o sırada oradan öyle telaşla gidiyorlar ki hepsi ayrı ayrı konuşuyor, söylüyor. Bağıra çağırıp konuşuyorlar işte askerler, öğrenciler, insanlar. İnanılmaz kelime baloncukları oluşuyor. 

“Hayat, Evren ve Sezen hakkında” kitabınızın ana karakteri Ankara mı yoksa herkesin Sezen Aksu zannettiği Sezen mi?

İkisi birden diyebilirim. Açıkçası Ankara biraz daha gizli başrol, Sezen de hikayenin ana dönüştürücüsü. James Joyce’un Dublin’i çok sevdiği için sürgündeyken yazdığı Ulysess’ten ilham aldım. Hakikaten Dublin’e aşkla yazılan bir romanda tüm sandalyeleri, kokuları, yemekleriyle capcanlı bir kent var, hayat var. Mesela romandaki “dandirik” bir limon kolonyacısı şimdilerde Dublin’de turistik seyahatlerin uğrak mekânı olmuş durumda. Romanımda, Sezen dönüştürücü karakter olarak ise kitabın ikinci bölümünde sahnede. En nihayetinde “Bir şehri sevmek aşka sebep aramaksa” Sezen de Cem Taner için bu sözü gerçek kılıyor.  

Roman iki bölümden oluşuyor ve ikinci bölümde sahneye tüm ışığıyla Sezen giriyor. Bir şehir, “aşk”la mı anlam kazanıyor? Kentin sokakları, merdivenleri, köşeleri, meydanları, parkları ve kuğuları aşkla mı direniyor tükeniş ve yok oluşa? 

Yüzde yüz ben de böyle düşünürüm. Bence, yolu tek başına yürümekle birisiyle yürümek arasında fark var. O yüzden kitap iki bölümden oluşuyor. Birlikte yürümek de yaşama meydan okumak da iki kişiyle mümkün olabiliyor. İnsanı hayatın içinde hissettirecek anlar, durumlar vardır. Birine aşık olmak da böyle bir şey. Hayattayım, yaşıyorum hissi verdirebilir hakiki bir aşk hali. Sokakların, mekânların, kaldırım taşların anlam kazanabilmesi bazen birine ihtiyaç duyabilirsiniz. İçinden çıkmak istemeyeceğiniz bir karenin içinden dünyaya bakmak; bu da bir şey çoğu zaman da çok şey demek. 

“Yaşam bizim için dibi görülmeyen bir deniz.” Peki ya aşk, dalgalarla boğuşarak çıkılan bir kıyı diyebilir miyiz? Bu kitabın adı ve parçası olarak evrenin dehlizlerinde kaybolmamak için rotayı nereye çevirmeliyiz?

Diyebiliriz. Karakterler de böyle bir ailevi mücadeleden çıkıp bir de hayat şartlarıyla mücadele edip kendine düzen kurmaya çalışıyorlar. Ne kadar kurduklarını bilmiyoruz ama o mücadele gemiyi karaya çıkartmak için önemli bir güç noktası olabilir. Hayatın belirli zorlukları var. Yönümüzü bulmak, rotayı hesaplamak sandığımızdan zorlu olabiliyor. Bu yüzden bir şekilde devam edebilmemiz önemli, çünkü sadece yola çıkabilecek cesarete sahip olanların hikâyesi olur. 

Yol hikayesi gibi ama uzak mesafe değil

Denizi olmayan bir kentte rota nasıl mümkün ise… Belki şehre “deniz” gelir diyerek bağlayalım mı?

Bir arkadaşım demişti kitabım için bir yol hikayesi gibi ama uzak mesafe değil. “Kahramanın Sonsuz Yolcuğu” kitabı yazıyla hemhal olan herkese önerilir. Campbell’in kitabında biliyorsunuz küçük bir yerde yaşayan maceraya atılma konusunda gönülsüz bir kahraman vardır; bilge birisi gelir ve onu bir maceraya davet eder, küçük hayatlardan büyük maceralara atılırlar ve sonunda olgunlaşıp başka forma dönüşürler. Benim karakterim de işte küçük bir yerden başlayıp olağanüstü büyük hayatlar yaşamasa bile dönüşüm yaşayarak bir olgunluk seviyesine geliyor. İşte biraz o Sezen’in varlığıyla olabilecek bir durum, sembolik bir rota arayacaksak? Sezen ile beraber, en azından sisleri kaldıracak bir hat ve rota olabilir diye düşünüyorum.

Plakçı Kamil’den Pena Yavuz’a, Ankara İletişim İguana’sından Kıtır’a, Cebeci’den Meneviş Sokak’a, Tunalı Hilmi’den Kuğulu Park’a, insanlar kadar mekânların da özgünlüğüyle yaşatıldığı bir Ankara anlatısı diyebilir miyiz?

Evet bu roman bir Ankara anlatısıdır. Karnaval gibi ortam yaratayım, endemik, az bulunan tipleri ortaya çıkarayım istedim. Örneğin takıntılı plakçı karakter, Pena Yavuz, arada anlatıya girip çıkan Leonard Cohen gibi az bulunan tipler bu yönüyle endemiktir. Ankara gibi kasvetli, gri gibi görünen, memur kenti olmasıyla dalga geçilen bir yerde böyle insanların da olduğunu göstermek istedim. Güzel manzara aldatıcıdır önemli olan o manzarada kimlerin olduğudur bence. 

Pena Yavuz gibi karakterler kolay kolay her yerde karşınıza çıkacak insanlar değil. Yaptıkları işlere ve rutinlere takıntılık seviyesinde bağlılar ve bundan asla sıkılmıyorlar, her gün aynı hayatı yaşıyorlar bu bana çok ilginç geliyor. 

Ankara’da kalanlar, sevdiği için kalıyor

Müdavimlik kültürünün adresi midir Ankara?

Alışkanlıklara çok bağlı Ankara’daki insanlar. Özellikle böyle küçük mahallelerde, Ayrancı gibi bir yerdeyseniz aynı çeperde, güneşin etrafında döngü gibi aslında bir yılı tamamlıyor insanlar. Aidiyet hissetmenin enerjisi elbette var. Burada kalan sevdiği için kalıyor aslında; Ankara bir tercih meselesi. Bence diğer şehirlerle burayı ayıran nokta tam da bu. Mesela İstanbul’a maddi imkanlar için gidenler, İzmir’e ben denizi özlüyorum dayanamıyorum diye gidenler oluyor. Buradan gidenler oluyor ama burada iyisiyle kötüsüyle nefret ettiğin şeylere rağmen inatla sevdiğin için kalıyorsun. 

Renklerin en grisine hapsedilen Ankara’da yaşamak yerine “Gözün belleğini şaşırtmak için” gitmek mi gerekir bazen? Aynı evde, mahallede, semtte on yıllarca yaşamak klişe midir? Yoksa bulunduğumuz işte bu çemberde üçgende yaşadığımız yerde gözün belleğini şaşırtmak için yıllarca yaşadığımız yerde de arada uzaklaşıp geri dönerek bu şaşırtmayı kendimiz için yapabilir miyiz?

Yapmak lazım, arada gitmek lazım. Kenti özlemek güzel. Kitapta atıfta bulunduğum “Gözün Belleği”ni ben Kant’tan almıştım. Kant, yaşadığı yerden hiç çıkmayan biri. Her gün aynı rotada yürüyüp, çalışmalarına odaklanıyor. Sanırım bir defa rutini bozuluyor onda da Jean – Jaques Rousseau’nun kitabını almak için. Hep aynı döngü içinde yaşıyor belki ama felsefe tarihinin en çığır açıcı eserlerinden birini de yazıyor. Mekânsal ferahlama ve gitme biraz tercih meselesi. Bana kalırsa arada çıkıp denize kıyısına inmek lazım. İmkanım olsa şimdi mesela deniz kıyısında olurdum, sonra tekrar yazın Ankara’ya gelirdim. 

“İnsan bazen bir şehri aniden terk etmek isteyebilir.” Aniden terk etme isteğini ne zaman uyandırır Ankara? O isteğe rağmen dönüp geleceğimize dair duyduğumuz güvenin adresi bir yuva mıdır yoksa?

Kentin rutinlerinin, tekrarlarının vaatkarlığını yitirdiği anlarda terk etme isteği gelebilir. En azından benim için öyle. Şehri terk etmeyle, gitme isteğiyle ilgili kitaptaki bir bölüm vardı; barın içindeki bir yazıhane bölümü… Yaşanmış bir olaydan ilham alarak yazmıştım o bölümü. Halen de gitmekten çok hoşlandığım bir barın içinde bir zamanlar otobüs yazıhanesi vardı. Barda oturup bir şeyler içiyorsunuz, arada insanlar geliyor ve ve asla bara oturmak gibi bir dertleri yok, bir yere gitmek için, barın içine içeri girip Afyon’a, Kayseri’ye bilet alıp tekrar dışarı çıkıyor. Bilet almak gidebilmek için barın içine girmek zorundasın. Metaforik olarak gitme isteğiyle ilintili… O an sıkılma hasıl olduysa arkada yazıhane var yazıhanede bilet kesiliyor, hafif çakırkeyif olununca gözümü açtım Bozburun’dayım denilebilir mi düşündüm. 

“Neden eve dönmekten ibarettir hayat?” diye bir sorgulama vardı kitapta. Bu bağlamda eve dönüş ve gidişle, yollarla mı ilgili yeni çalışmanız?

Eve dönmekle ilgili çok düşünüyorum. Ben çok az hareket eden birisiyim ama arkadaşlarım başka ülkeye gitmek durumunda kaldılar, deneyimleri sürekli yer değiştirme, sürekli ev değiştirme, sürekli bir yerden bir yere gitme. Onlarla konuştuğu zaman da evi arıyorlar. Belki de aradığımız bizim evimiz, coğrafi bir yer değil belki; topografyayı aşan bir şeyi arıyoruz aslında, böyle bir koltuk belki rahat bir koltuk “oh, dünya varmış” diyebileceğim. Dışarıda zaten çok rahatsız edici olabiliyor hayat. Burada da kafanın üstünden helikopterler geçiyor çok gürültülü bir yer Evin bir sığınak olduğunu bilmek ama hayatın sokakta aktığını hissederek yaşamak gerekiyor bence. 

Yeni yerler kadar yeni türlere de açık mısınız yoksa yeni tür de roman mı olacak? 

Eve dönmek kavramıyla ilgili bir de müzik hikayesi kafamda ama galiba evle ilgili olan ağır basacak. Bizim ailemizin bir bölümü yörük, git gel fazla olmuş. Köklerimiz öyle. Hani tarihin ilk romanı burada yazılmış ki o da eve dönmek ile ilgili: Odysseia. Bu toprakların kadim meselesi demek ki eve dönmek. 

“Bazı şeyleri kabullenmekten” söz ettiğiniz romanda “gökyüzünü ileri itmenin zamanı” derken “göğe bakma durağındaki” biz semt sakinleri için neyi öneriyorsunuz?

Gökyüzünü itmekle kastettiğim, hayatın riskleri karşısında ipleri kendi elinize alarak mümkün olabilir. İlerleyebilmeniz için ancak sıkıntı halinde şikayet ederek, düşe kalka, yaraları saklamadan, büyüyerek, olgunlaşarak,  hayatın kontrolünü ele alıp devam etmek. Hayattayım, yoluma devam ediyorum demek gerek. Çünkü bir adım diğerine geldiğinde yeni bir ihtimal çıkabilir. 

Ankara’da kabullenmesi en zor olan uğurlamaktır

Ankara’da kabullenmesi en zor olan nedir? Kitapta da izi sürüldüğü üzere gitmek mi, kalmak mı, uğurlamak mı?

Ben uğurlamak derim. Ankara zaten hepimiz gibi tarihi de kaderi de böyle. Kalmak isteyen hakikaten kalıyor ama burası öğrencisinin çalışanlarının dışarıdan geldiği, bir süre sonra döndüğü, bu çerçevede uğurlayan da bir yerdir. Hep de uğurlarız biz. Ama kalan da sonuna kadar kalır. 

Son olarak “Yeni yerler keşfetmek için “bırakmak ve ayrılmak mı? Ayrancımızın “mutlu sakinleri olarak kalalım mı? Ayrancı’ya akın olmasın, bu haliyle kalsın diye mi çalışalım?

Bence böyle kalınsın. Hatta herkes gelmesin diye evler eski ısınma problem var, apartmanlar asansörsüz, binalar eski filan denebilir. Semt havası Ayrancı’da hala bozulmadı, evler güzel, yaşanabilir yer. Hep cazip Ayrancı, merkezi bir yerde… O yüzden insanlar kendisine karşı boş değiller. 

O zaman herkes olduğu yerde mutlu olmayı denesin diyelim ve soralım: Sizin Ayrancı’ya dair anınız var mı? 

Paris Caddesi’ne Yazanlar Sokak’a yakın zamanda kaybettiğim halama özellikle bayramlarda sıklıkla gelirdik. Evleri Fransız Sefareti’nin karşısındaydı. O sokak ne zaman gelse farklı ve değişik gelirdi. Şehrin keşfedilmeyi bekleyen koca bir tarihi var. Sonradan yıllar sonra öğrendim ki, halamın evinin tam paralelinde Mülkiyeli şair Ergin Günçe oturmuş. Şair Cemal Süreya’ların, Turgut Uyar’ların, Enis Batur’ların geldiği bir binaymış. Ayrancı’da böyle bir hafıza mekânı olması kıymetli…  

Ankaramızda gerçek hayatımızda çok bürokratik olan dairelerle, kurumlarla idari yapılanmalarla rutinin içindeyiz. Kitabınızda gerçek hayatta karşılaşmadığımız çok farklı isimleri olan departmanlar kurmuşsunuz: Pişmanlık Departmanı, Kolektif Hafıza Birimi… Son olarak böylesi birimlerin olduğu bir mahalle, semt, kent yaşamı hayal etmek mümkün mü diye sormak istiyorum.

Gelecek henüz yaşanmadı. İhtimaller açık. Şu anda gelecek negatif görünse de hayatın diyalektiği var. Her şey her zaman böyle gitmeyebilir dünyada. Umarım biz görürüz. 

Ayrancı, Ankara ve hayat hakkında… Spolier vermeden romandan alıntılarla izini sürdüğümüz bu özel söyleşi için çok teşekkürler. 

Beni davet ettiğiniz için ben teşekkür ederim.

  • 93.581
  • 529
Ücretsiz E-Bülten Abonesi Olun

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir