Yazar Hakkında
Morali çabuk bozulan biriyim. Ama karamsar sayılmam. Bana göre, şeyler kendilerini çözmek üzerine bilinçsiz bir çaba içindedir. Son dakikaya kalan işler bir şekilde biter; düğümler, ne kadar sıkı olursa olsun ferahlayıp açılır. Tabii bir de, mümkünse, gördüğümüz rüyaları kulağımızı iyice vererek dinlemek gerekir. Bazı yolculukları kolaylaştırabilmesi için.
Kaygıdan uyuyamadığım bir Şubat gecesi, en sonunda dalmayı başardığım on dakika içinde, fazlasıyla rahatsız hissettiren bir rüya gördüm. Ailemle birlikte bir yolcu gemisine bindiriliyordum. Annem, şu anda hayatta olmayan dedem ve tanımadığım bir insan kalabalığıyla birlikte. Belki gemiye sığamayacak kadar çok insan, metrelerce, kuyruklarca insanla birlikte. İtip kakışmalar, bağırış çağırışlar arasında, güvertede kendimize birer yer bulup oturduk.

Bavullarımızla gelmiştik. Belli ki, uzun bir yolculuk olacaktı. Peki ama nereye? Endişeliydim. Çünkü kaçtığımızı biliyordum. Bize zarar vereceğinden emin olduğumuz güçlü bir düşmanı, kaçarak alt edeceğimiz söylenmişti. –Hangi devletin, hangi zamanın– kolluk kuvvetleri, bizi nizama sokmaya çalışarak görevlerini yapıyordu. Zorlanmıyorlardı, kaderimize gönüllüydük. Ne kadar süreceğini bilmediğimiz bir müddet boyunca, geminin içinde, birbirimizle beraber kalmaya. Sözsüz bir anlaşmayla, yolculuğumuzu bir bekleyiş olarak sürdürmeye. Endişeli olduğumu söylemiş miydim? Düzelteyim: Çok endişeliydim. Kaynağının ne olduğunu bilmediğim bir his, öleceğimize garanti veriyordu. Bizi istemeyen, bizi yok etmek için yollara düşmüş, bizden güçlü bir düşmandan kaçıyor olmak, midemde, göğüs boşluğumda ve nefes borumda damar damar atıyordu. Ölümle kaçınılmaz yüzleşme. Hayal kırıklığına uğrama korkusuyla umut etmeyi erteleyerek en kötü senaryoya hazırlık. Bunların hepsinin karıştığı bir yutkunma. Bu duyguyu İkinci Dünya Savaşı’ndan hatırlıyor olduğumu fark etmenin şaşkınlığı.
Jung, kişiliğin tamamı olarak tanımladığı psişeyi, bilinç ve bilinçdışı diyerek ikiye böler; bilinçdışını ise, kişisel ve kolektif isimleriyle birbirinden ayırır. Kişisel bilinçdışı, bize huzursuzluk verdiği için bastırıp kilitlediklerimizle dolu itiş tıkış bir oda gibiyken, kolektif bilinçdışı, hepimizin, içine kendimizden parçaları akıttığı bir havuza benzer. İlk insandan bu yana tüm etkileşimlerimiz, korku, mücadele, sevgi, kaybetme endişesi ve daha fazlası, bu havuzda kuyrukları birbirine değe değe yüzedurur. İnsanlık tarihi kadar zamandır oradadırlar ama yaşlanmaz, yosunlanmaz, yok olmazlar; öte yandan, bizlerle girdikleri sürekli alışveriş içinde tüm kültürlerin, coğrafyaların, farklı renk ve seslerin öznel bilgisiyle katman katman birikip içkin hale gelir, bilgelik olurlar. Arketipler* ve semboller işte böyle biçimlenir. Mitler, halk hikayeleri, söylenceler, dinler, efsaneler hep bu yapıdan beslenir. Anlam her seferinde kendini yeniden ve yeniden farklı temsillerle üretirken, içeride, çekirdekte, tüm kolektiften süzülen büyük (küçük) bilgi, sessizce saklanır. Açık edilmeyi bekleyerek.
Her yerdedirler. Böyleyken, bilincimiz açıkken, yani uyanıkken rast geldiklerimizin manalarına erebilmek kolay olmaz. Oysa rüyalarda işaretler daha açıktır.
Gemimiz, teknik anlamda suyun üzerinde kalarak hareket eden bir düzeneğe sahip olmasına rağmen, seyahatini denizin altından yol alarak gerçekleştirecekti. Nasıl yani? Bu bir denizaltı değildi. Bu bir yolcu gemisiydi. Boğulmaz mıydık? Nefessiz kalmaz mıydık? Bir açıklama gerekiyordu. Yapılmıyordu. Gemi, denizin altından seyahat edecekti. Yalnız kaçarak alt edebileceğimiz, bizi avlamak için hazırlık yapan büyük düşmana ancak böyle görünmez olabilirdik.
Islak, kalabalık, yalnız hissediyordum. İçinde bulunduğum an’a ait değildim ve bir şeyden çok korktuğumuzda kapıldığımız bir kayıtsızlıkla, geçmesi fikriyle ilgiliydim. Kimbilir, belki gerçek hayatta da kendimizi hiç ait hissetmediğimiz ve geçmesi gerektiğine yemin edebileceğimiz anlarda, aslında bir rüyanın içindeydik.
Gemimiz, huzursuz bir gürültüyle hareket etti. Hani bazen yaşamdaki uyum ve denge kaybolunca, bütün diğer duyguların arasından biri, diğerlerine ağır basar; bir boğuculuk, bir ağırlık her şeyi kapsar. Güvertede, işte bunun ilanı vardı: Sıkıntının evrensel kümesi. Deniz sıkıntı, insan yüzleri sıkıntı, parkeler sıkıntı, ellerim sıkıntı. Belki bu yüzden, renkleri hatırlamıyorum. Daha çok, filtrelenmiş bir kare taşıyorum zihnimde: Gemimiz, hiçbir donanımı olmaksızın, denizin altında usançla ilerliyor. Dedemin henüz ölmemiş genç yüzünde bir ifadesizlik var. Annemde. Tanımadığım bütün diğer yolcularda. Zaman zaman nefesim kesilecek gibi oluyor; gerçekten boğuluyor muyum yoksa boğulmaktan duyduğum korku mu beni avlıyor; okunaklı değil.
Günler, haftalar geçiyor. Çıldırmaya yaklaşıyorum. Aslında görünürde bir şey değişmiyor. Hava kararıp yeniden aydınlanıyor. Yolcular sakince orada burada günlük konuşmalarla oyalanıyor. Kaygım, suya atılıp yeniden tutulan bir balık gibi, sürekli nemli, canlı. Denizin altında nefes almaya devam etmek zorunda olma düşüncesi ağzımı, burnumu tıkıyor. Yine de hayattayım. Nefes alabiliyorum. Boğulmuyorum. Annem, gözleriyle çok kolay olduğunu söylüyor. Metrelerce derinde olduğumuzu unuttuğumda, gerçekten de kolaylaşıyor sanki. Sonra yine hatırlıyorum. Az ötemde bir solunum cihazı bulup yüzüme geçiriyorum, fayda etmesini bekleyerek gözlerimi yuvarlıyorum. Olmadı. Çıkarıyorum.
Açık deniz, sembolizmde, ötekiliğin yeri olarak tanımlanır. Büyük güzelliğe ve yıkıcı güce sahip olan. Öngörülemez ve yabancı. Huşu ve korku, dalgalarında aynı anda yükselir. İşte bu yüzden dünyanın her yerinde denizciler, ilk zamanlardan beri, evlerinin güvenli kıyılarını terk edip yelken açar, izsiz ve akıl almaz derinliğe doğru sürerler.
Gemideki herkesle birlikteyim ama yalnızım. İçimde, belirsizliğin, çevresindeki her şeyi yutan, dairesel, kıyıcı duygusu var. Kimsesizliğe benziyor. Gemidekilerin de, ciğerlerinde ve göğüs kafeslerinde sessizce, bilmeden taşıdıkları ortak, yekpare duygunun bir parçası olarak buluyorum onu kendimde.
Fiziksel ya da sözel bir iletişimle ifade etmiyoruz ama bir şekilde, yarım yamalak hatırladığımız eski, güçlü, derin bir yöntemle bunu paylaşıyoruz. Büyük kimsesizliği bölüşüyoruz. İşte böylece aylar geçiyor. Ve bir sabah, kafamı uyuklarken düştüğü banktan kaldırınca, merdivenlere düşen ışığı görüyorum. Vardık, diyorlar. Vardık ve ölmedik. Yine de içimde bir sevinç duymuyorum. Zaten yolculardan hiçbiri de inmeye gönüllü görünmüyor. Gemiye alışmışız. Yaşamın belirsiz akışına. Ölmeye yakınlığın imkanları sıradanlaşmış. Ama farklıyız eskisinden. Yeni bir haikye gerekiyor.
Uyanıyorum.
Rüyayı gördükten birkaç hafta sonra, ülkedeki korona vakaları duyulur olmaya başlıyor. Sonrasında karantina günleri ve yasaklar geliyor. Kendimi, kendi evimde seyahat ederken buluyorum. Oyalanmak için balkona çıkıp diğer yolcuları izliyorum. Gitar çalarak mırıldanan, düşünceler içinde sigarasını üfleyen, elindeki taşları yer karolarına sürten komşularımı. Geceleri bir kadının ağlayışlarını duyarak uyuyakalıyorum. Başka bir gece, onlar benimkini. Şimşek Sokak’ın bomboş uzunluğunda, bir aşağı bir yukarı köpeklerimi çekiştirerek kakalarını yapmalarını bekliyorum. Ali Dede’yi arkanıza alınca solda kalan apartmanın birinci cam kenarına selam veriyorum. İyi geceler kayıtsız yüz. Hastanenin önünü sulayan temizlik görevlisi kadar hevessizim.
İçimde, belirsizliğin, çevresindeki her şeyi yutan, dairesel, kıyıcı duygusu var. Kimsesizliğe benziyor.
Tüm mahalle sakinlerinin, ciğerlerinde ve göğüs kafeslerinde sessizce, bilmeden taşıdıkları ortak, yekpare duygunun bir parçası olarak buluyorum onu kendimde. Konuşmuyoruz ama yarım yamalak hatırladığımız eski, güçlü, derin bir yöntemle bunu paylaşıyoruz. Büyük kimsesizliği bölüşüyoruz.
Neyse ki, morali çabuk bozulan biriyim ama karamsar sayılmam. Şeylerin kendilerini çözmek üzerine bilinçsiz bir çaba içinde olduklarına inanıyorum.
Sonraki sayı: Klostrofobik bir mekan olarak mahalle
* Jung’un “arketip” terimi, psikoloji literatüründe, algılamamızı örgütleyen, bilinç içeriklerini düzenleyen, değiştiren ve geliştiren yapılar olarak tanımlanır. Budak, S. (2000), Psikoloji Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları