İğde ağacı: Eski bir mahallenin bildiğimiz öyküsü

Camdan dışarı bakıyorum, güzel bir ilk yaz sabahının erken saatleri. Yeni doğan gün, iğde ağacından yayılan baygın kokuyu da yanına katarak içime akıyor. Birazdan istenmese de yataklardan çıkılacak, kahvaltılar yapılırken camlardan dışarıya göz atılacak ve şimdilik herşeyin yerli yerinde olduğunu görmenin ferahlığı dudaklara kırık birer gülücük olarak konacak.

Camdan dışarı bakıyorum, güzel bir ilk yaz sabahının erken saatleri. Yeni doğan gün, iğde ağacından yayılan baygın kokuyu da yanına katarak içime akıyor. Bakışlarımı bahçemizin meyve ağaçlarının rengarenk çiçeklerle donanmış dallarında gezdirirken derin bir soluk alıyorum.

Mahallem sessiz. Günlük devinimin başlaması için daha erken. Bobo’nun havlaması sessizliği bir anlığına bölüyor. ‘Hişşt’ diyorum aralık pencereden, ‘sus bakayım, herkes uyuyor.’ O güzel başını kaldırıp bana bakıyor anlamış gibi ve olduğu yere oturuveriyor, bakışıyoruz. 

Bobo’yu susturdum ama bakalım herkes uykuda mı gerçekten, kim bilir? Yatağında bir o yana, bir bu yana dönüp uykuyu biraz daha uzatmak, günü biraz daha kısaltmak için, yüreğindeki sıkıntıyı söküp atabilmek, umuda dair bir şeyler yakalayabilmek için, çarşafla yorganın arasında çırpınıp duran yıpranmış, sızılı, yorgun bedenini duyumsamamak için çabalayan kaç kişi vardır şimdi bilebilir miyim?

Mahalle suskun. Yeni günün eşiğinde, aldatıcı bir dinginlik, güneşin ilk ışıklarıyla belirginleşerek apartmanları sarıyor. Birazdan istenmese de yataklardan çıkılacak, ayaklar sürüklenerek banyoya, mutfağa girilecek, çaylar demlenecek, tuzsuz peynirler, şekersiz çaylar, esmer ekmeklerden oluşan kahvaltılar yapılırken camlardan dışarıya göz atılacak ve şimdilik herşeyin yerli yerinde olduğunu görmenin ferahlığı dudaklara kırık birer gülücük olarak konacak. 

Sonra yarınların kaygısı yavaşça yürekleri yoklayacak. Ölüm denen son noktaya adım adım yaklaşılırken elden ayaktan düşmeden göçüvermenin duası bu kez kıpır kıpır olacak dudaklarda. Sonra geçmişe dönülecek yavaş yavaş. Gün uzun, yapılacak pek bir iş, gidilecek bir yer yok. Gözler çabuk yoruluyor okuyunca. Kulaklar televizyondaki konuşmaları çok da net ayırt edemiyor. O zaman düşünülecek bol bol. Geleceğe dair hayal kurulamayacağına göre, geçmiş günlerin iyi, kötü anıları birer birer yoklayacak bellekleri. Mutlulukla gülümsendiği de olacak, bakışların kederle karardığı da.

Camdan yaşlı mahalleme bakıyorum. Şimdilerde bir kentsel dönüşüm çılgınlığı sardı her yanı. Eski apartmanlar yıkılıp yerine yenileri yapılıyor. Rezidans diyorlar havalı havalı, bildiğimiz apartman oysa. Bu mahallenin yaşlı insanları alıştıkları evlerinde yaşayıp ölmek istiyorlar. Yaşamlarının son demlerinde oradan oraya sürüklenmek istemiyorlar. Ne daha lüks bir dairede ne de parada pulda gözleri var artık. Ama bu yüzden apartmanlarda kavgalar kopuyor, eski sakinler ile sonradan yerleşenler arasında çatışmalar yaşanıyor. Zaten yaşlı beyinleri her şeyi büyütüp dert etmeye hazır; görece dinginlikleri de uçup gidiyor bu yüzden. 

Yan apartmandaki komşum, oğullarının bırakıp gittiği köpeğini bahçeye çıkardı. Yaşlı köpek ve yaşlı adam, ruhları çekilip alınmış gibi dolaşıyorlar. Köpeğin bacağını kaldırıp işediği yerde eskiden bir kum havuzu vardı. Hafta içi bakıcı kadınlar, hafta sonları anneler, çocuklarını ellerine birer kova-kürek tutuşturup kum havuzuna getirirlerdi. Ankara’nın o zamanlar yeni kurulmakta olan semtlerindendi Ayrancı. Orta sınıf, yeni evli, bürokrat, akademisyen, sanatçı ailelerin borç-harç birer daire alıp yerleştikleri, çocuklar doğurup büyüttükleri, evlendirip yeni yuvalarına yolculadıkları, emekli olup torun büyüttükleri ve sonunda yapayalnız kalıverdikleri mahallem.

Camdan dışarı bakıyorum. Bobo komşunun köpeğini kovaladı havlayarak. Eh vakit de ilerledi nasılsa, havlayabilir artık. 3 bebeklerdi bahçenin bir köşesinde titreşirken bulduğumuzda. Anaları ne olmuştu kim bilir. Biraz büyüyünce ikisi kayboldular. Bir tek Bobo kaldı, o da canımız ciğerimiz işte. Şanslı köpek. Yediği önünde, yemediğiyse ardından gelen bahçemizin on beş-yirmi kedisine, saksağanına, güvercinine, serçesine. Geçen kış havalar çok soğuyunca birkaç komşu paralarımızı katıştırıp Bobo’ya en güzelinden, villa gibi bir kulübe aldık. İki seneye yakın bir zamandır Bobo’ya yemek taşır, su taşır ve sevgi sözcükleri göndeririz ama asla gönül indirip yanımıza yanaşmaz, kendini sevdirmez. Oradan uzaklaşmadıkça gidip yemeğini yemez. 

Camdan dışarı bakıyorum. Apartmanların çoğu yarım asırlık. Ama hep ellerimiz üstünde olduğu için hala güzeller. Bir zamanlar gece yarıları ışıklar yanardı. Anneler yeni doğmuş bebeklerini besler, kollarında sallarlardı uykusuz gecelerde. Çok sonraları üniversite sınavlarına hazırlanan çocuklarına gece yarılarına kadar çay-kahve taşıdılar üstlerinde gecelik, gözlerinde uyku. Evlerin ölgün ışıklarında karşıdan karşıya ortaklık kurulur, duygular paylaşılırdı da analardan başka kimse bilmezdi.

İşte kara kediler konvoyu yollara döküldü. Kedilerimizin çoğu kapkara. E ana kara, baba kara olunca ne olabilir ki başka. Çoğaldıkça kapkara çoğalıyorlar işte. O gözler yemyeşil nasıl da ışıldar. Bunlar da memur sanki, daireye gider gibi bir ciddiyetle gider, gelirler. Ben de merak eder dururum acaba ne düşünüp de böyle o yana, bu yana giderler diye. 

Camdan dışarı bakıyorum. Bobo iri gövdesini savurarak kedileri kovalarmış gibi yaptı. Aslında kimsenin kimseye zararı dokunmuyor bahçede. Canları oyun isteyince işte böyle eğleniyorlar. En çok da saksağanlar eğleniyor. Korkusuzca köpeğin de kedilerin de burunlarının ucuna kadar yanaşıp onları kışkırtıyorlar, tam pençeyi yiyecekler, pırrr… Bazen kedileri peşlerine takıp ağaçların en üst dallarına kadar sürüklüyor, o daldan öbürüne konarak deli ediyorlar zavallıları. 

Camdan dışarı bakıyorum. Üst kattaki komşum çarşı çantasını arabasının bagajına yerleştiriyor. Selamlaşıyoruz. Markete gidiyor. Mahallede beş-altı market açıldı peş peşe. Bir zamanların güler yüzlü, hatırşinas bakkalları, kasapları, manavları, boyunlarını bükerek kapılarına kilit vurdular birer birer, karşılıklı hâl hatır soracak esnafımız kalmadı. Onların yerine işte bu marketler silsilesi. Değil selamlaşmak, hatır sormak, kovalanırcasına paketinizi kapıp çıktığınız marketler. Komşum arabasını çalıştırdı. Tepesindeki kedi atladı, kaçtı. Öbürleri de sağa sola savruldular. Bobo ıhlamurun dibine serilmiş, yan gözle olanları seyrediyor.

Camdan dışarı bakıyorum. Yükselen güneş, perde aralıklarından içerilere süzülüp bedenleri ve yürekleri ısıtıyor. Kalkmalı, apartman görevlisinin bıraktığı gazeteyi almalı kapının önünden. Bu güzel bahçenin köpeklerinden, kedilerinden, kuşlarından, ağaçlarından, çiçeklerinden şimdilik ayrılıp zavallı ülkemin ve ait olduğu dünyanın tatsız gerçekleriyle yüzleşme zamanı. 

Yazar Hakkında

+ Yazarın diğer yazıları
Ücretsiz E-Bülten Abonesi Olun

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir