Yokluğumun ölçüsünü almak için bir hücreye girdim, selefimin orada tattığı derin huzuru soludum ve manastır geleneklerine göre kapısına koyduğu üç Latince sözcüğü şefkatle okudum. Öncülük etmek istediğim hayatın bütün ilkeleri bu üç Latince sözcükte özetlendi: Fuge, late, tace…
Kaç, saklan, sus…
Giderek artan bir hızın, bu hızın içinde bir düzene konması giderek zorlaşan bir karmaşanın, bu karmaşanın içinde giderek baş edilmesi bir hayli güç bir zorbalık mekânına dönüşen büyük kentlerin içinde yaşamaya zorlandığımız günümüz dünyasında, kuşkusuz ki, Benassis’nin anladığından çok daha farklı bir şekilde anlıyoruz bu üç ilkeyi: kaç, saklan, sus…
Yaşamlarımızın sürekli olarak küçültülmüş ve yalıtılmış mekânların üzerine inşa edilmesi sonrasında kaçabilecek pek çok yerimiz var artık. Sanal mekânlar üzerine inşa edilen bir çağın yaşayıcıları olarak gizlenip saklanabileceğimiz pek çok avatarımız. Yaşamanın kurucu matrisinin üzerine inşa edildiği mahalleler nesli tükenmekte olan birer mekâna dönüşürken de pısıp pısıp susabileceğimiz pek çok konuşmamız var.
Dikey mimarinin giderek yaygınlaşmasıyla başlayan tarihsel süreç, mahalle esnaflarının yerini AVM ve süpermarketlerin almasıyla devam etti. Sonra bu aşama da geçildi ve giderek dijitalleştik. Ve en nihayetinde bir yandan yüzbinlerce kilometre ötedeki insanlarla anlık iletişim kurabilirken, bir yandan da içlerinden bir tekini dahi tanımadığımız yüzlerce kişilik binalarda konaklar bulduk kendimizi. Komşusu olmayan hayatlarımız içinde, her ötekini birer tehlike ve tehdit olarak duyumsuyor, her yakınlığı ise ancak ve ancak ekonomik bir anlaşma üzerine kurabiliyoruz artık.
Mahalleler evlerimizle ve hatta odalarımızla ikame ediliyor çoktandır. Nitekim sipariş ettiğimiz bir takım ürünlerin elimize ulaşabilmesi için bilmek zorunda olduğumuz adresimizin küçük bir ayrıntısından başka hemen hiçbir anlam ifade etmeyen isimlerini bile zar zor hatırlıyoruz onların…
Mahallelerin sosyo-ekonomik kalkınma biçimlerimizden dolayı sosyal yalıtımlara sebebiyet verdiği kuşkusuz ki çoktandır dile getirilen bir olgu. Bununla birlikte bu durumun gelip geçici bir durum olduğuna ilişkin ziyadesiyle ısrar edildi ve ziyadesiyle daha büyük yalıtımlar ortaya çıktı. Dahası bu sosyal yalıtımlara karşı gösterilen tepkilerde bile abuk sabuk kavram haritalarına başvuruldu. Dinamik bir tarihsellik mekânı anlayışının yerini statik ve nostaljik bir tarih anlayışı aldı. Böylece mahallelerin tarihselliğinden değil mahallelerin tarihinden söz eder olduk. Mahallelerin karakteristik niteliklerinin yerini ise yirminci yüzyıl faşizmlerince zihinlerimize kazınan kimlik kavramı aldı. Bu sayede de mahallelerin karakterlerini geliştirmek yerine kimliklerini korumaya soyunduk. Bir arada birlikte yaşamanın var ettiği kültür kavramı da bu tarih ve kimlik kavramının içinde daima eskide ve geçmişte kalan bir müze nesnesine dönüştürüldü.
Mahalle sakinlerinin, yani bizzat bir arada birlikte yaşamakta olan insanların unutulduğu bu kavramsal çerçeve, kuşkusuz ki ne bir şeyleri koruyabiliyor ne de bir şeyleri geliştirebiliyor.
Elbette her birimiz, aynı mahallede yaşamanın aynı yaşam serüvenini paylaşmak anlamına gelmediğini çok iyi biliyoruz. Ancak yine de mahalle ya da bir ortak yaşam mekânı üzerine düşünmeye başladığımızda hep de aynı hatayı yapıyoruz: tekleştirici bir kimlik kavramıyla yola çıkıp durağanlaştıran ve kutsallaştırılan bir tarih kavramında sonlandırıyoruz düşüncelerimizi. Ama hayır, mahalleler, sokaklar, caddeler hiçbir şekilde bir kimlik yuvası değildir, olmamıştır ve olmamalıdır da; çünkü bir mahallenin çekiciliği öncelikle ve esas olarak onun kültürel zenginliğinden kaynaklanır ve kültürel bir zenginlik de kişiliklerin yerini alan kimliklerle değil, kişilerin bir arada, birlikte yaşamalarıyla var olur ve gelişir. Nitekim bir mahalleyi mimari bir yapıdan ayrı bir şekilde kültürel bir mekân olarak görmemizin sebebi onun sakinleri, yani “mahalleli” dediğimiz yaşayıcılarıdır. Çünkü kültürler binalar tarafından değil insan tekleri tarafından var edilir ve geliştirilir.
Fakat günümüzde bu niteliği süratle unutulan mekânlardır mahalleler ve çağdaş mimarların pek çoğunun özel olarak düzenlenmiş ve yalıtılmış zenginlikler içinde bir mahalle var edilebileceğini sanmasının sebebi de bu unutuştur. Gelgelelim mahalleler asla bilinçsiz bir anı toplamı değildir. Dolayısıyla mahalle dinamiklerini tanımayı, güçlendirmeyi ve canlandırmayı öğrenmeli, özellikle mahalle sakinlerini tek tek tanımalı, onların soruları ve sorunları hakkında bilgi edinmeli, sakinleri tanımanın mahallenin değerini tanımak anlamına geldiğini kavramalı, ortak mekânları artırmalı ve geliştirmeliyiz. Nihayetinde mahalle yaşamına ilişkin karar vericiler ile mahalleliler arasında çeşitli ilişki tarzlarını teşvik etmeli ve bir arada, birlikte yaşamayı kolaylaştıran destek unsurlarını artırmalıyız. Tüm bunlar için kuşkusuz ki, sakinlerin kendi aralarındaki ilgi, bilgi, birikim, duyarlılık ve deneyim alışverişi en gerekli ve en acil olanıdır.