Sokakların çağdaş siyaset felsefelerinde unutulduğunu söylemek hiç de abartılı bir tespit değildir. Çünkü uzunca bir süredir sokakların felsefe açısından önemli varlıklar olmadığını ileri süren pek çok argüman zinciri doğal bir esasmış gibi kabul görüyor: sözgelimi günümüzde birçok filozof, politik bir alanın içindeki yaşayıcıların belirli üyelik koşullarını taşıması noktasında tanımlanabileceğini öne sürerek, sokakların ülkeler ya da eyaletler gibi kendi sınırlarını kontrol etmemelerinden hareketle böyle bir üyelik koşulunu var edemeyeceğini dile getiriyor. Yani bir ülkenin yurttaşı olabiliriz, fakat bir sokağın –hatta biraz daha genişletirsek– bir mahallenin ya da kentin yurttaşı olamayız. Kuşkusuz bu vb argüman zincirleri oldukça kullanışlıdır; fakat insanın politik varoluşunu üyelik ya da başka bir takım soyut kavramlar üzerine inşa etmesinden dolayı sakatlayıcı ve tehlikelidir. Çünkü bu şekilde argümanlar geliştirenlerin zannettiğinin aksine, politik eksendeki felsefi sorun, teorik durumlar ya da soyut kaynaklara ilişkin sorunlar değildir. Zira politika soyut olana değil somut olana ilişkindir, şimdide ve bugünde olandır. Nitekim gerçek yaşamlarımızda Dworkin’in istiridye kabukları gibi teorik bir durum içindeki soyut şeyleri eşit şekilde paylaşma sorunuyla değil; eğitim, sağlık ve barınma gibi önemli işlevleri yerine getiren kurumlara adil şekilde erişip erişememe gibi pratik ve somut sorunlarla karşı karşıya kalırız. Unutulmamalıdır ki, teorik ya da soyut sorunlar, felsefi düşüncenin genellikle yer aldığı soyutlama düzleminde konu edildiği her an, kolay bir çözümü kabul etmezler. Bununla birlikte, pratik ve somut sorunlarımızın çözümü üzerine felsefi düşüncenin katkı sunacağı çok fazla şey vardır –ve buna da çok fazla ihtiyacımız var…–
Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, politika, teorik ya da soyut sorunların çözümüne ilişkin kendi tarafınızı seçip başkalarına muhalefet etme etkinliği değil; pratik ya da somut sorunların çözümüne ilişkin kendi sunduğunuz katkıların yanı sıra başkalarının da katkıda bulunmasını teşvik etmeye yönelik bir etkinliktir. Bu noktada da sokakların politika için önceliği çok açıktır. Çünkü insanlar arasındaki etkileşimlerin başat gündemleri bir arada yaşama gerilimi ekseninde belirir. Ve bu gerilimden dolayıdır ki, insanlar arasındaki etkileşimlerin büyük çoğunluğunu politik konular teşkil eder. Nitekim bir arada yaşayabilme koşullarını belirleme ve düzenleme işlevini üstlenen politik kurumlar, bir arada yaşama kültürünün inşa edilmesi ve sürdürülebilir kılınmasını amaçladığı ölçüde bir anlam taşır. Ve her birimizin bildiği gibi insanlar arasındaki etkileşimin en yoğun olduğu mekânlar, bir takım istisnalar bulunmakla birlikte, genellikle sokaklardır. Şu halde, politik yaşamlarımızın büyük çoğunluğunu geçirdiğimiz alanlardır sokaklar.
Elbette, devlet, iktidar, meclis, hükümet vb gibi bildik politik yapıların aksine politik bir yapı olarak sokakların kavramsal düzlemde çok farklı bir karakteri vardır –hatta belki de politik yapılar içinde karakteri olan tek yapıdır onlar.– Çünkü sokaklar, pek çok politik yapının aksine doğrudan mekânsallığın üzerine kuruludur. Bu yüzden de hem öncelikli hem de önemlidir. Önceliklidir, çünkü normatif sorunlarımızın tümünün ilk olarak ortaya çıktığı yerler sokaklardır. Ve önemlidir, çünkü normatif sorunlarımızın çözümü için var edilen kurumsal yapıların, bizzat inşa edilmesinde ya da mevcut yapıların varlıklarını sürdürmesinde ya da yok edilmesinde en belirleyici aktörler, zannedildiği gibi iktidardaki, meclisteki ya da kürsüdeki insanlar değil, sokaktaki insanlardır.
Bu haliyle sokakların tüm politik kurumların bizzat varlığını belirleyen mekânlar olmasına rağmen en düşük politik kurumlarla temsil edilmesi ve hatta çoğunlukla temsil bile edilmemesi günümüz dünyası için oldukça ironik ve çatışmalı bir durumdur. Sağduyu ve tarihsel deneyimler, aşağıdan yukarıya gerçekleşen değişimlerin, yukarıdan aşağıya gerçekleşen değişimlere göre çok daha kalıcı olduğuna işaret etmesine rağmen; günümüzdeki politik tartışmaların odak noktası halen bir sokağın yaşayıcıları olduğumuz gerçeğinden çok çok uzaklarda seyretmektedir. Ki bu tartışmalar sonrasında sahip olduğumuz haklar, titiz bir şekilde mümkün olan en üst soyutlukta ifade edilirken, bir sokağın yaşayıcıları olduğumuz gerçeği ısrarla göz ardı edilmektedir.
En üzücü olanı ise filozofların da bu soyut tartışmaların içine sürükleniyor oluşudur. Çünkü Antik Yunanda ortaya çıkışını göz önüne aldığımızda felsefe ilkin sokaklarda, meydanlarda, basit bir yürüyüşte ve mümkün olduğu her seferinde açık alanlarda icra edilen bir etkinlikti.
Ki çağdaş yaşamlarımız içinde de bu ironi ve çatışmayı fark eden filozoflar olmuştur. Sözgelimi Jean Paul Sartre, Les Chemins de La Liberté (Özgürlük Yolları) adlı roman üçlemesine tam da bu ironi ve çatışmaya yönelik bir giriş yapar. Romandaki ilk satırlar tam da bir sokağın ortasındadır: Vercingetorix Sokağı’nın ortasında… Dahası ana karakter Mathieu’nün soyismi de besbelli ki kasıtlı olarak Delarue olarak verilmiştir –yani Sokaktaki.- Ki bir entelektüel olarak hiç de sokakta varolamayan Mathieu, giderek aslında her şeyin sokakta olup bittiğini ve kendisinin de diğer tüm insanlar gibi sokağa ait olduğunu kavrayacaktır roman boyunca.
Birkaç yüzyıldan beri entelektüel çevrelerin tartışmakta olduğu edebiyatın, müziğin, resmin, kısacası tüm sanatların –fakat her durumda öncelikle ve esas olarak felsefenin– ikametinin neresi olduğuna ilişkin soruya yönelik de net bir yanıt verir Sartre bu romanında: sokak!
Çünkü bu soru, hem kadim bir şekilde hem de çağdaş olarak yanıtı çoktan verilmiş bir sorudur. Yüzyıllar sonrasında her şeyin yeniden sokakta olup bittiği bir çağda yaşanmaktadır artık: Akıl Çağı’nda (L’Âge de Raison). Bu çağda her şey koşulsuz bir sorgulamayla işleyen akıl tarafından saldırıya uğramakta ve aciz bir halde kalmaktadır. Çünkü akıl karşısında her şey korunaksızdır. Sartre bunu ikili bir anlam içinde de kullanır, artık benzeri tüm entelektüel etkinlikler gibi felsefenin de kendisine ait fildişi kulesinde yaşama olanağı kalmamıştır. Çünkü binaların çevrelediği bir sokakta değil, sokakların çevrelediği binalarda yaşanan bir çağdır bu. Yani bir başka ifadeyle artık sokağa çıkmayan ya da sokakta varolmayan hiçbir şeyin geleceği yoktur. Nitekim Thales’in gökyüzüne bakıp yürürken, Sokrates’in öğrencileriyle birlikte köşe bucak dolaşırken, Platon’un ağaç altlarında otururken, Aristoteles’in durmaksızın gezerken felsefe yapması hiç de bir tesadüf olmasa gerek.