Fenomenoloji ya da biraz zorlama tanımıyla “görüngübilim” diye bir felsefe akımı var. Önderliğini şimdiki adıyla Çekya’da doğmuş Edmund Husserl adında bir Alman bilim insanı yapmış. 20. yüzyılın hemen başlarında gelişen bu akım Heidegger’den Sartre’a, Frankfurt Okulu’ndan Foucault’ya kadar bilinen felsefecileri ve ekolleri etkileyen bir bilim dalı aynı zamanda. “Öz”leri araştırıyor. Fenomenlerin, yani görünenlerin gerçeği hepimiz için farklı anlamlar taşıyor. Toplumsal dünya ve toplumsal gerçeklik insanların varsayımlarından ve yargılarından oluşuyor. O nedenle bu akım doğanın ve insanın temel bilgisine, özüne ulaşmayı hedefliyor. İnsan algılarını yorumlayabilmek için sezgilerin de kullanılması gerektiğini anlatıyor.
İstanbul’la, teşekkür edip vedalaşalı dört yıl oldu. Şimdi, mübadele yaşamış eski bir Ege köyünün eteklerinde kurulmuş bir tatil sitesinde yaşıyoruz. Denize hasret Ankaralılar’ın borç harç kurdukları kooperatif evlerinden birinde… Bir dönem Ankaralı bürokratlar, doktorlar, avukatlar karı-koca çalışıp taksitle bir yazlık, emekli olduklarında da bir kışlık alabilme şansına sahipti. İşte o şanslıların çorak doğayı elli yılda yemyeşil bir cennete çevirdikleri sitede oturan şanslılardan biri de biziz. Mahallemizin kurucuları siteyi yavaş yavaş ikinci nesle devrediyorlar. İnsan yaşamına uygun, harika bir mimariye sahip… Şirin, minik kısa sokakları boydan boya ortadan bölen ana bir yol var. Sokaklar sadece “ana arter”e, kalplere taze kanı taşıyan damara açılıyor. Birbirimizi görelim, hissedelim, doğanın parçası olduğumuzu hatırlayalım diye yapılmış sanki. İlk taşındığımız kış insandan çok domuzları, tilkileri, çakalları, gelincikleri gördüğümüz günler pandemi ile beraber artık sona erdi. Yaz-kış sürekli oturan nüfus her gün artıyor. Mahallede eski olmadığımız için herkesi tanımıyoruz. Elbet sahilde, bakkalda, yürüyüşte selamlaştığımız aşina yüzler var. Bizim anayolun ortalarına doğru oturan bir adam var. Zayıf, ince yüzlü, uzun boylu… Birbirimizi ilk gördüğümüz günden beri selamlaşırız. Bir iki kısa “nasılsınız” dışında hiç sohbetimiz olmadı. O beni nasıl görüyor bilmiyorum. Ama bana “görünen”, yani fenomen, gözlerinin içi gülen biri. Birilerine sormama, bilime, felsefeye danışmama gerek yok diyorum, sezgilerim iyi kalpli biri diyor. Bir başkası için “görünen” aksi biri olabilir ya da kızgın, geçimsiz. Bir telefon konuşmasına yahut eşine hitabından onun çekilmez veya saf biri olduğu iddia edilebilir. Evlerimiz müstakil, tek katlı, kapıları sokağa açılıyor. İki gün önce evinin önünden geçerken kapısı açıldı. Sevindim, ne zamandır görmüyorum, bir merhaba ikimizi de iyi gelir diye düşündüm. Eşinin kolunda; burnunda oksijen maskesi, yüzünde siperlik, solmuş, kırılmak üzere olan bir dal… Merhaba boğazımda düğümlendi. “Çok zor nefes alıyorum” diyebildi. Sokağın ortasında kalakaldım. “Görünen”e yardım edememek, yanına yaklaşamamak, elinden tutamamak, bir ihtiyacınız var mı diye sorup, sohbet edememek… Yakınlarımıza, sevdiklerimize son bir kez sarılamamak, onları uğurlayamamak insanın yüreğini acıtıyor.
Covid-19 ile ilgili dedikodusu yapılan komplo teorileri ne olursa olsun, görünen tek bir şey var; “nefes alamıyoruz.”
İster doğaya tapalım, istersek semavi dinlere; inandığımız yaratıcı, verdiği “nefes”in hesabını soruyor. Emanete ihanet ettiğimizi bize bildiriyor. Canlı; nefes ve sesle doğuyor. Nefes, sesin söze dönüşmesi değil mi? Komşumla iki kelam edemedim. Nefesim daraldı. Tek başına yaşayan bir teyzemiz evdeki kedisi için, bana bir nefes oluyor, demez mi? Bir bitki, çiçek bile yalnızlığımızı almaz mı?
Önce Tomurcuk, sonra Kuzgun Sokak’ta yirmi yıla yakın zaman geçirdik. Kuzgun’daki evimiz girişin üzerinde, sokağa bakan birinci kattaydı. Pencereyi açınca karşımızda “İsmail” vardı. Laz pastanemiz… İşten yorgun argın gelmişim, arabayı park ederken çağırırdı. “Hele gel nefeslen.” Kışın sıcak bir salep, yaz ise soğuk limonata… Çocukların doğum günlerini önceden bilir, pastayı hazır ederdi. Bazen sıcak börek çıktı diye kızımın eline tutuşturur eve gönderirdi. “Uyanık bakkal” gibi benden para kazanmak için selam vermedi. İşimi, nereli olduğumu, anamı babamı sormadı… Ben de ona. Sadece iki kelam ettik, nefeslendik. Benim fenomenim, bana “görünen”, gözlerinin içi gülen biriydi. Aklımda bir resmi kaldı. Fıçı göbeğinin üzerine yerleştirilmiş, şimdiki sosyal medya emojileri gibi “gülen bir surat.” Elini tutan, mini, minicik bir fıçı, onun üzerinde de aynı emojinin küçüğü, laz oğlu…
Her komşunun, her sokağın, mahallenin elbet bir hikâyesi oluyor. Şimdi pastanenin yerinde yeller esse de Kuzgun Sokak’ın “nefes”ini, burada komşumda hissediyorum. İki ayrı mahallenin, iki ayrı nefesi… Komşuyu, sokağı, insanı biriktirmenin yolu bu olsa gerek, nefeslenmek…
Ne olursa olsun, “görünenin” ardındakine sezgilerimize güvenip ulaşabilmek… Candan cana, “özü sözü bir” insanlar biriktirebilmek… Virüs, “kendini tanı, kendini bil” diyor. İçindeki öze ulaş, önce kendi felsefe taşını parlatmaya başla diyor. İşte o zaman sizinle ben bile baş edemem diyor. Sosyal medyada, televizyonlarda yüzü asık, takım elbiselerle her gün ellerine tutuşturulan kâğıtları okuyanlara; kasmayın kendinizi diyor, sezgilerinize güvenin, içinizden geldiği gibi şaka yapın, bir kez olsun gülün diyor. Bu da sizin sınavınız diyor…
Gülen yüzleriniz, gülen gözleriniz, görünenin ardındaki nefesleriniz bol olsun.