Şehrin yeşil sığınakları: Pandemi parantezinde parklar

Milyonlarca insanı öldürerek dünyayı sarsan İspanyol gribinin üzerinden bir asır geçti. Geçen zaman boyunca evrilen, yeni bir düzene, belki de eski düzenin cilalanmış bir biçimine adım atan dünya, tarihten ders alıp almadığını 2020’den beri mücadele ettiği yeni bir virüsle yeniden öğreniyor. Türkiye’de ve dünyada salgına karşı alınan önlemler arasında yer alan sokağa çıkma yasakları, okulların, iş yerlerinin ve lokantalar, alışveriş merkezleri gibi sosyal alanların kapatılması ve kişilerin aralarına koymaları gereken sosyal mesafe, nüfusta birçok olumsuz fiziksel ve psikolojik sonuç doğurdu. Yalnızca salgınlar sırasında değil, günlük hayatta da insanların kafa dinlemek ve yorgunluk gidermek için sık sık uğradıkları yeşil alanlardan ve şehir parklarından söz etmek, şehrin içindeki bu kamusal boş alanların hayatımızdaki yerine değinmek istiyorum. Türkiye’de daha fazla tartışılması gereken bir konu, park ve kamusal alan kullanımı. Bunun salgın gibi şoklarla ne derece değiştiğinden ve ücretsiz serbest vakit geçirme alanı olarak parkların değerlerinin ne denli arttığından bahsetmek istiyorum.

Boş alan diyerek kullanılmayan, izbe, terk edilmiş, bakımsız, uğrak olmayan alanları çağrıştırmak istemem. Giderek betonlaşan kentlerde kamuya ait ve yapılaşmamış alanların, özellikle park ve bahçelerin azlığı, şehrin içinde bu ‘boş’ alanların kıymetini arttırıyor. New York Parklar Müdürlüğü Komiseri Mitchell J. Silver’ın, parkların ve kamusal alanların zihinsel ve fiziksel sağlığa katkı sağlamak ve şehrin direncini arttırmak, hatta suç oranlarında düşüş sağlamak gibi pek çok konudaki faydalarından bahsettiği konuşmasında şu sözler paylaşmaya değer: “Parklar yalnızca yeşil alanlar değil, kamuya ait alanlardır da; zihinsel sağlığımızı kaybetmemeye yararlar. Araştırmalar yalnızca 20 dakika bir parkta zaman geçirmenin zihinsel sağlığı iyileştirdiğini, kaygı ve stresi azalttığını gösteriyor”. 

Aktif yeşil alan, kentte park, bahçe, piknik alanı gibi halka açık yeşil alanlar anlamına geliyor; orman veya mezarlık alanları kapsamıyor. Ankara’nın yeşil alanlarının yıllar içinde artıp artmadığı, doğal ögelerin mi yoksa yapay unsurların mı üzerine kuruldukları hakkında sayısal veriye fazla rastlayamıyoruz. ODTÜ Mimarlık Topluluğunun 2017’de Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Emre Sevim ile yaptığı bir röportajda, Sevim, Mogan Gölü’nden örnek verip, gölün yapılaşma ve betonlaşma sebebiyle gitgide yapaylaştığını söylerken, Eymir Gölü’nün, doğal yapısını korumayı başararak Ankaralılar için önemli bir mesire alanı olmaya devam ettiğini belirtiyor. Burada aslında mesire alanından ne kastettiğimiz de önemli. Mesire alanlarının ‘parklaşması’, yani içlerine kafeteryalar, çocuk etkinlik alanları, spor merkezleri açılması, dinlenme hakkını satın alınabilir bir ürüne mi dönüştürüyor? Her mesire alanı ‘parklaştırılmalı mı’? Alım gücünün giderek düştüğü kesimler için parklar ve kamusal alanlar ne ifade ediyor?  

Betonlaşmayla yapaylaşan Mogan Gölü

Parkların özellikle de salgın zamanlarında halkın zihinsel ve fiziksel sağlığına etkisi, Derin Yoksulluk Ağı’nın raporunda da ortaya çıkıyor. Raporda, görüşme yapılan hanelerde kişilere sosyalleşmek için evin dışında vakit geçirip geçirmedikleri sorulduğunda, yüzde 51’inin dışarıda vakit geçirdiği, bu kişilerin yüzde 75’inin açık hava, park, piknik alanı, sahil kenarı gibi alanlarda vakit geçirdiği belirtiliyor. Stres seviyesinin bilinmezlik, korku, izolasyon, sosyal bağların zayıflaması gibi nedenlerle önemli ölçüde arttığı bu zamanlarda, özellikle evden çalışma gibi bir seçeneği bulunmayan, ön saflardaki sağlık çalışanları, acil yardım çalışanları, market çalışanları, kargo kuryeleri, toplu taşıma çalışanları ve apartman görevlileri gibi vazgeçilmez işçiler ve salgın nedeniyle işlerinden olmuş tüm çalışanlar, Kinder Enstitüsü tarafından yayımlanan bir makalede de belirtildiği gibi, bir rahatlama supabına ihtiyaç duyuyor.

Doğma büyüme bir Ankaralı olarak, kentteki parklar, yeşil alanlar, kamusal ‘boş’ alanlar ve bunların şehrin geneline etkisini araştırırken Jansen Planı’ndan oldukça etkilendiğimi söylemeliyim. Jansen Planı, 1928’te Alman mimar Hermann Jansen’ın, Ankara Nazım İmar Planı için açılan yarışmayı kazanmasıyla Ankara için hazırladığı bir nazım planı. Goethe Enstitüsü arşivinde, Jansen Planı’nın Ankara kalesini “kentin tacı” kabul ederek, kale çevresinin imarı ve kalenin ‘güzel’ görünmesi için, yeşil ‘bakı koridorları’ önerdiğini görüyoruz. Ayrıca plan bir parklar sistemi geliştirmek istemiş ve Atatürk Orman Çiftliği arazisinin büyük bir park ve hayvanat bahçesi olarak kullanılmasını önermiş. Jansen, Ankara’yı bir ‘bahçe şehir’ olarak tasarladığını, büyük kentleri tasarlarken dikkat edilmesi gereken dört ana nokta olarak, “iktisat, trafik, sağlık, estetik” kavramlarını alarak Ankara’yı modern kent mimarlığı ile yeniden çizmek istediğini dile getirmiş. Arşivde bir tabloyla gösterilen Ankara’nın belli başlı yeşil alanlarının yüz ölçümüne bakılacak olursa karşımıza yeşil bir kent tablosu çıkıyor. Ne yazık ki, günümüzde örneğin kalenin etrafında neredeyse hiç yeşil alan kalmamıştır; Eski Ankara diye tabir edilen bölge viran durumdadır. Bu gerçek, planın düzgün uygulanamadığının da göstergelerinden biri belki de.

Ankara Kalesi’nin etrafında yeşil alan kalmamış, planın tam olarak hayata geçirilememiş veya içinin farklı kentleşme yolları ile boşaltılmış olması, akla şehrin tümünde önemli ölçüde azalmış bu yeşil alanları kimin kullandığını getiriyor. Ankara’nın yıllar içinde artan nüfusu, kentleşmeyi arttırarak yeşil alan sayısını azaltmış, geriye kalan yeşil alanlarınsa örneğin ulaşım zorluğu nedeniyle kullanım sıklığı düşmüş.

Yeşil alanlar çocukların da gidip oynamak için can attıkları yerlerdi eskiden. Tirebolu Sokağı’nda oturan dedem ve anneannem, evlerinde geçirdiğim yaz günlerinde beni Cemal Süreya Parkı’na götürür, ben parkta koşup oynarken kendileri de bir banka oturur, güneşli havadan yararlanırlardı. ‘Tepeli Park’ ismini koyduğum Meclis Parkı’na babamla gider, o zaman gözüme dev gibi gelen, aslında pek de yüksek olmayan tepeciklerden aşağı kayarak çok eğlenirdim. Yürüyerek gittiğimiz bu parklar neşe kaynağımızdı. Hala yerli yerinde durmalarına bir yandan seviniyor, bir yandan da, Meclis Parkı’nın bulvar tarafına dikilmiş taksi durağı örneğindeki gibi, alanlarının giderek daralıyor olmasına üzülüyorum.

Bilkent’te bulunan Şehir Hastanesi’ne ulaşım gerekçesiyle ODTÜ içinden geçirilecek yol.

Yeşil alanların fiziksel ve zihinsel sağlığa katkısından bahsederken, parklara erişimde ve niteliklerinde eşit haklardan da bahsetmek gerekiyor. Manhattan’ın ortasına yerleştirilmiş Central Park’ın peyzaj mimarlarından Frederick Law Olmsted için Mitchell J. Silver şunları söylüyor: “Olmsted’te farklı olan şey, gelir düzeyi ve ekonomik durumdan bağımsız olarak, herkesi hoş karşılayan kamusal alanlar oluşturmak istemesiydi. Demokratik kamusal alanlar”. Central Park’ın 1825’te burada yaşayan siyahların ve İrlandalı göçmenlerin mülklerinin de bulunduğu Seneca Village gibi yerleşimleri içinde barındırdığını ve park planlarının tamamlanmasıyla bu toplulukların yerlerinden edildiklerini de unutmamak gerek. Bir park, bir topluluğu ortadan kaldırmak pahasına mı yaratılmalı? Parkların ‘demokratlığından’ bahsederken, Silver’ın 1950’lerden beri ilk kez yenilenen Brooklyn’deki bir park hakkındaki sözlerini de paylaşmadan geçemeyeceğim: “Ekip arkadaşlarımdan birine sekiz yaşındaki bir Hispanik çocuğa yeni yapılmış parka neden uğramadığını sormasını istedim. Çocuk parkın çok güzel olduğunu, bu yüzden kendisi için yapılmadığını düşündüğünü söyledi. Mahallesinde daha önce hiç böyle bir park görmemiş. Park çok güzel göründüğünden girmek için para ödemesi gerektiğini düşünmüş.

Türkiye’ye dönüp şehirlerdeki yeşil alanların erişebilirliğine baktığımızda, örneğin Ankara’da, karşımıza vasıtasız gitmenin epey güç olduğu yeşil alanlar çıkıyor. Çankaya Belediyesi’ne ait Ahlatlıbel Atatürk Parkı bunlardan biri. Oyun alanları, tenis kortları, basketbol sahası gibi spor alanları, kafeteryalar barındıran, aslında yukarıda da belirttiğimiz gibi, ‘boş’ alan tabirinden epey uzak bu tesise araçla on beş dakikada ulaşılırken, toplu taşımayla şehir merkezinden kırk dakikada varabiliyorsunuz; elbette trafiksiz bir yolda, ideal koşullarda. Yani karşımıza yine kamusal yeşil alanlara erişim, nitelikleri ve bunların en çok kimin hizmetine sunulduğu çıkıyor. Örneğin özel aracı olmayan, gitmek istediği yere yaya giden veya toplu taşıma kullanan şehirlilerin, özel aracı olanlara kıyasla daha az hak ve hizmetten yararlanmak durumunda kaldığını söyleyebilir miyiz? Burada çarpıcı bir örnek yine New York’tan verilebilir. 1920’lerden 40’lara kadar, daha çok ormanlık alanlardan ve çiftliklerden oluşan Long Island’ı Manhattan’a bağlamak isteyen Robert Moses, iki yerleşim arasında birçok ekspres yol yaparak Long Island’ı, Manhattan’ın seçkinlerinin hafta sonlarını geçirdikleri, kır evleri satın aldıkları bir alana dönüştürmüş. Zenginler yapılan yolların evlerinin önünden geçmemesini sağlayabilmiş, fakat Long Island çiftçileri, yapılan ekspres yolları çiftliklerinden uzakta tutamamış ve hektarlarca alan ellerinden alınmış.

Şehirlerdeki yapılaşma baskısı, park ve kamusal alanların kapladığı alanları azaltırken, parkların üzerindeki baskıyı arttırıyor. Emre Sevim, bu konuda Eymir örneğini veriyor. ODTÜ’ye tahsis edilmiş, ODTÜ tarafından yeşillendirilmiş bir alan olan Eymir’in halka açık olmadığı iddiasının, politik bazı sebeplerden doğduğunu, Eymir’in herkes tarafından kullanılabilir bir yeşil alan olduğunu belirtirken, ODTÜ’nün kendi arazisini koruyarak bu alana girişi kısıtlama olasılığının da en doğal hakkı olduğunu söylüyor. Bu tartışmalı bir iddia olsa da, ODTÜ arazisi üzerindeki, Bilkent’te bulunan Şehir Hastanesi’ne ulaşım gerekçesiyle ODTÜ içinden geçirilecek yol yapımı ile başlayan ve ODTÜ ormanında ciddi tahribata yol açan, dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın projeleri belki de Sevim’i haklı çıkarıyordur.

İstanbul’un yeşil alanlarına tekrar dönerek Taksim Gezi Parkı’nı ele alırsak, Sevim’in sözleri kayda değer: “Yaşlı teyzelerin ilk günden itibaren parkı canla başla savunmalarının sebebi kentte gideceği bir tek yer olması, bütün hayatını orada geçirmiş olması, oturup kuşlara yem attığı bir yer olarak görmesi ve parkın bir AVM’ye dönüşmesini istememesiydi.” Ormanlardan konu açılmışken, İTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Derin Orhon’un sözleri de çarpıcı: “Kent içi yeşil alan denildiği zaman, ağacın, çimenin olduğu yeri düşünmemek lazım. Mahalle bazında yeşil alan yaratmak yerine otoyol kenarları yeşillendiriliyor.

Parklar, bahçeler demişken, Türkiye’de 24 Haziran 2018 seçimlerinde bir seçim vaadi olarak tekrar gündeme gelen millet bahçelerini ve kullanım oranlarını da tartışmalı. ODTÜ Mimarlık Bölümü doktora öğrencisi Cem Dedekargınoğlu’nun Millet Bahçeleri hakkında yazdığı makalede söz konusu kamusal alanların nasıl doğduğunu öğreniyoruz. Ankara Millet Bahçesi, 19. yüzyılda, bugünün Atatürk Bulvarı ve İstasyon Caddesi’nin kavşağında kurulmuş. Milli Mücadele döneminde bir karar mercii işlevi görmüş, önemi artmış ve Ankara’nın sayılı dinlenme alanlarından biri haline gelmiş. Zaman içerisinde bahçe-çarşı yerine, bugünün 100. Yıl Çarşısı olarak bilinen çok katlı çarşı-iş hanına dönüşmüş. Doçent Doktor Bülent Duru’nun, Prof. Dr. Murat Balamir’in düşüncelerini de aktardığı makalesinde şu endişeler belirtiliyor: “Atatürk Havalimanı’nı botanik bahçesine ya da kent koruluğuna kısa sürelerde dönüştürmek olanaklı mıdır? Uçakların milyonlarca kez iniş kalkış yaptığı bir alanda çeşitli kimyasalların birikimi ile bir zehir havuzu oluşmamış mıdır?” Ankara’da, Atatürk Kültür Merkezi’nden Ulus’a uzanan Cumhuriyet dönemi tarihi koruma alanında yapılmak istenen millet bahçesi projesini de Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin yargıya taşıdığını belirtmek gerekir.

The Guardian gazetesinde, parkların, salgınla yüz yüze geldiğimiz ve hastalıkla başa çıkma yollarına henüz aşina olmadığımız ilk zamanlarda nasıl kurtarıcı rolüne büründüğüne dair bir makale, tarihçilerin parkları Viktoryen dönemde tasarlandığı gibi kullanmaya başladığımızı söylüyor. 1840’lardan önce İngiltere’de özel bahçeler, parklar ve yürüme yolları dışında halka açık park yoktu ve şehirlerin boş alanları giderek kaplaması, insanların artan biçimde şehirlere sıkışmasına, doğal hayattan ve sağladığı fiziksel ve zihinsel faydalardan kopmasına neden oldu. Viktoryen parkların, yani ‘şehrin akciğerlerinin’ yapılmasını üç faktör etkiledi: ücretsiz ve kolay erişim sağlamak, spor etkinliklerinden köpek gezdirmeye birçok amaç için kullanılan çim alanlar sunmak ve kamusal alanda kamusal mal yaratabilmek. Salgınla beraber kapanan sosyal alanlar, sokağa çıkma yasaklarıyla azalan trafik ve araç gürültüsü, ardından gelen ve görece azalan hava kirliliği, parkların gözümüzdeki değerini arttırdı ve belki de bize ‘mekan ve ürün’ olmadan da vakit geçirilebileceğini hatırlattı. Madalyonun öbür yüzü: İngiltere’de kapanan sosyal alanlar, yeşil kamusal alanların kiralanmaya başlamasına, bu alanların ticari amaçlar için kullanılmasına, parkların toplumsal değerinin yerine ürün ve hizmet değişimi ile kar gütme araçları haline gelmesine sebep olmuş. 

Burada önemli olan, Türkiye’de giderek derinleşen yoksulluğu de göz önüne alarak, şehrin ‘boş’ alanlarına verdiğimiz değeri tekrardan düşünmek. Şehirde ticari emellerden arınmış, almaya ve satmaya değil, düşünmeye ve dinlenmeye odaklı, vasıtayla değil, kas kuvvetiyle erişilebilecek ‘yeşil boşlukların’ her birey için artması öncelikli ihtiyacımız ve dileğimiz olmalı.

Görünenin Ardındaki…

Fenomenoloji ya da biraz zorlama tanımıyla “görüngübilim” diye bir felsefe akımı var. Önderliğini şimdiki adıyla Çekya’da doğmuş Edmund Husserl adında bir Alman bilim insanı yapmış. 20. yüzyılın hemen başlarında gelişen bu akım Heidegger’den Sartre’a, Frankfurt Okulu’ndan Foucault’ya kadar bilinen felsefecileri ve ekolleri etkileyen bir bilim dalı aynı zamanda. “Öz”leri araştırıyor. Fenomenlerin, yani görünenlerin gerçeği hepimiz için farklı anlamlar taşıyor. Toplumsal dünya ve toplumsal gerçeklik insanların varsayımlarından ve yargılarından oluşuyor. O nedenle bu akım doğanın ve insanın temel bilgisine, özüne ulaşmayı hedefliyor. İnsan algılarını yorumlayabilmek için sezgilerin de kullanılması gerektiğini anlatıyor.

Denize hasret Ankaralılar’ın borç harç kurdukları kooperatif evleri

İstanbul’la, teşekkür edip vedalaşalı dört yıl oldu. Şimdi, mübadele yaşamış eski bir Ege köyünün eteklerinde kurulmuş bir tatil sitesinde yaşıyoruz. Denize hasret Ankaralılar’ın borç harç kurdukları kooperatif evlerinden birinde… Bir dönem Ankaralı bürokratlar, doktorlar, avukatlar karı-koca çalışıp taksitle bir yazlık, emekli olduklarında da bir kışlık alabilme şansına sahipti. İşte o şanslıların çorak doğayı elli yılda yemyeşil bir cennete çevirdikleri sitede oturan şanslılardan biri de biziz. Mahallemizin kurucuları siteyi yavaş yavaş ikinci nesle devrediyorlar. İnsan yaşamına uygun, harika bir mimariye sahip… Şirin, minik kısa sokakları boydan boya ortadan bölen ana bir yol var. Sokaklar sadece “ana arter”e, kalplere taze kanı taşıyan damara açılıyor. Birbirimizi görelim, hissedelim, doğanın parçası olduğumuzu hatırlayalım diye yapılmış sanki. İlk taşındığımız kış insandan çok domuzları, tilkileri, çakalları, gelincikleri gördüğümüz günler pandemi ile beraber artık sona erdi. Yaz-kış sürekli oturan nüfus her gün artıyor. Mahallede eski olmadığımız için herkesi tanımıyoruz. Elbet sahilde, bakkalda, yürüyüşte selamlaştığımız aşina yüzler var. Bizim anayolun ortalarına doğru oturan bir adam var. Zayıf, ince yüzlü, uzun boylu… Birbirimizi ilk gördüğümüz günden beri selamlaşırız. Bir iki kısa “nasılsınız” dışında hiç sohbetimiz olmadı. O beni nasıl görüyor bilmiyorum. Ama bana “görünen”, yani fenomen, gözlerinin içi gülen biri. Birilerine sormama, bilime, felsefeye danışmama gerek yok diyorum, sezgilerim iyi kalpli biri diyor. Bir başkası için “görünen” aksi biri olabilir ya da kızgın, geçimsiz. Bir telefon konuşmasına yahut eşine hitabından onun çekilmez veya saf biri olduğu iddia edilebilir. Evlerimiz müstakil, tek katlı, kapıları sokağa açılıyor. İki gün önce evinin önünden geçerken kapısı açıldı. Sevindim, ne zamandır görmüyorum, bir merhaba ikimizi de iyi gelir diye düşündüm. Eşinin kolunda; burnunda oksijen maskesi, yüzünde siperlik, solmuş, kırılmak üzere olan bir dal… Merhaba boğazımda düğümlendi. “Çok zor nefes alıyorum” diyebildi. Sokağın ortasında kalakaldım. “Görünen”e yardım edememek, yanına yaklaşamamak, elinden tutamamak, bir ihtiyacınız var mı diye sorup, sohbet edememek… Yakınlarımıza, sevdiklerimize son bir kez sarılamamak, onları uğurlayamamak insanın yüreğini acıtıyor. 

Covid-19 ile ilgili dedikodusu yapılan komplo teorileri ne olursa olsun, görünen tek bir şey var; “nefes alamıyoruz.

İster doğaya tapalım, istersek semavi dinlere; inandığımız yaratıcı, verdiği “nefes”in hesabını soruyor. Emanete ihanet ettiğimizi bize bildiriyor. Canlı; nefes ve sesle doğuyor. Nefes, sesin söze dönüşmesi değil mi? Komşumla iki kelam edemedim. Nefesim daraldı. Tek başına yaşayan bir teyzemiz evdeki kedisi için, bana bir nefes oluyor, demez mi? Bir bitki, çiçek bile yalnızlığımızı almaz mı?

Önce Tomurcuk, sonra Kuzgun Sokak’ta yirmi yıla yakın zaman geçirdik. Kuzgun’daki evimiz girişin üzerinde, sokağa bakan birinci kattaydı. Pencereyi açınca karşımızda  “İsmail” vardı. Laz pastanemiz… İşten yorgun argın gelmişim, arabayı park ederken çağırırdı. “Hele gel nefeslen.” Kışın sıcak bir salep, yaz ise soğuk limonata… Çocukların doğum günlerini önceden bilir, pastayı hazır ederdi. Bazen sıcak börek çıktı diye kızımın eline tutuşturur eve gönderirdi. “Uyanık bakkal” gibi benden para kazanmak için selam vermedi. İşimi, nereli olduğumu, anamı babamı sormadı… Ben de ona. Sadece iki kelam ettik, nefeslendik. Benim fenomenim, bana “görünen”, gözlerinin içi gülen biriydi. Aklımda bir resmi kaldı. Fıçı göbeğinin üzerine yerleştirilmiş, şimdiki sosyal medya emojileri gibi “gülen bir surat.” Elini tutan, mini, minicik bir fıçı, onun üzerinde de aynı emojinin küçüğü, laz oğlu…

Her komşunun, her sokağın, mahallenin elbet bir hikâyesi oluyor. Şimdi pastanenin yerinde yeller esse de Kuzgun Sokak’ın “nefes”ini, burada komşumda hissediyorum. İki ayrı mahallenin, iki ayrı nefesi… Komşuyu, sokağı, insanı biriktirmenin yolu bu olsa gerek, nefeslenmek…

Ne olursa olsun, “görünenin” ardındakine sezgilerimize güvenip ulaşabilmek… Candan cana, “özü sözü bir” insanlar biriktirebilmek… Virüs, “kendini tanı, kendini bil” diyor. İçindeki öze ulaş, önce kendi felsefe taşını parlatmaya başla diyor. İşte o zaman sizinle ben bile baş edemem diyor. Sosyal medyada, televizyonlarda yüzü asık, takım elbiselerle her gün ellerine tutuşturulan kâğıtları okuyanlara; kasmayın kendinizi diyor, sezgilerinize güvenin, içinizden geldiği gibi şaka yapın, bir kez olsun gülün diyor. Bu da sizin sınavınız diyor…

Gülen yüzleriniz, gülen gözleriniz, görünenin ardındaki nefesleriniz bol olsun.

Dr. Aylin Yaman: Pandemiyle mücadele liderlik işidir

Covid salgınının durumuna ilişkin tespitleriniz nelerdir, İngiltere’deki gibi yeniden sıçrama sürecine girecek mi, salgının neresindeyiz ne öngörüyorsunuz?

Yaklaşık 1,5 yıl oldu. 500’ncü günü devirdik. Yüzyılda bir gelen salgında derslerle dolu bir süreç geçirdik, acı tecrübelerimiz de oldu. Başta epidemiologlar olmak üzere, tüm akademisyenler ve endüstri liderleri için bu tür salgınlar, çıkarılacak dersler açısından aynı zamanda bir fırsattır.

Başlangıç aşamamız iyiydi salgında; çok değerli hocalarımızın olduğu bir Danışma Kurulu kuruldu. Bu durum, bizi de ümitlendirdi. Bilim temelli yaklaşımın unutulduğunu düşündüğümüz bir dönemde kurulan bilim kurulu, önemli bir girişimdi. Ancak maalesef bir sözcüleri yoktu ve tam olarak görüşlerinin ne olduğunu öğrenemedik. Zira, siyasi ağızlardan duyduklarımızla yetindik ve algı yönetimi bilimsel yönetimin önüne geçti. Liderlik, pandeminin en önemli koşuludur. Tüm dünyada, doğru liderlik süreçleri başarılı oldu. Liderlik kavramı, doğru veriyi kullanma, halkla bunu paylaşma, şeffaflık, doğru zamanlama, bilimsel doğrulardan uzaklaşmama, özeleştiri yapabilme ve yapılamayan şeylerden ders çıkarıp hızla düzeltebilme gibi unsurları içerir. 

Koruyucu malzemelerden, test ekipmanına kadar zorlu ve maalesef şaibeli süreçler yaşadık. En sıkıntılı durum ise, uzmanlık derneklerinin, bilirkişilerin, tecrübe sahiplerinin uyarılarının dikkate alınmaması oldu. 

İlk zafiyet maske dağıtımında yaşandı, buradaki kaos dikkat çekiciydi. Koruyucu malzemelerin sağlık merkezlerine ulaştırılması gibi temel bir konuda dahi büyük problemler izlendi. Malzemelerin kalitesi, fiyatlandırması, üretimi, stoğu ve son kullanıcıya ulaşana kadar her sürecinde sıkıntılar yaşandı. Böyle bir dönemde, talep patlaması nedeniyle sıkıntı yaşanması çok doğaldır fakat liderlik, bunun derhal çözüme ulaştırılmasını gerektirir. Halk kadar, sağlık çalışanları da bu kaostan çok büyük yara aldılar ve sadece bu nedenle, sürecin başında maalesef çok fazla sağlık çalışanı kaybımız oldu. 

Yıllardır ikinci plana atılan Aile Hekimliği sistemi, koruyucu malzeme dağıtımında en büyük zafiyeti yaşayan grup oldu. Birinci basamak koruyucu hekimliğin ticari merkezler haline getirilmesinin sonuçları, özellikle pandemi sürecinde daha da netleşti ve Aile Hekimleri deyim yerindeyse, çok büyük bir yükü üstlenmiş olmalarına rağmen, kaderlerine terk edildiler.

İkinci zafiyet testler konusunda yaşandı. Test kitleri satışında dayatılan firmalar, kitlerin verimliliğinin düşük olması, USHAŞ’ın çalıştığı firmalarla ilgili soru işaretleri gibi sayısız sıkıntılı durum yaşandı. Testler tam olarak amacı doğrultusunda kullanılmadı. Bulgusu olan ya da olmayan herkesin taranması gerekirken, sayının yükselmesi korkusu ile test yapımının kısıtlanması, sadece bulgusu olana test yapılması, pandemi yönetiminin felsefesine aykırı idi. 

Test politikasında yapılan yanlışlar Filasyon sürecini de baltaladı. Türkiye’de maalesef bir sorun da filyasyonda yaşandı. Filyasyon çok meşakkatli bir iştir ve uygulayıcıların mutlaka detaylı olarak eğitilmelerini gerektirir. Amaç, adeta bir hafiye gibi kişinin son 14 günlük geçmişinin taranmasıdır. Tam olarak, felsefesine uygun olmadan yapılan filyasyon, pandemi sürecini kesintiye uğrattı. 

Bu zafiyetlere rağmen tedavi edici kısım çok iyiydi. Emek yoğun çalışan sağlıkçılar çok büyük başarılara imza attı. Fakat maalesef dünyada Covid pandemisinde tedavi kısmında çok fazla ilerleme kaydedilemedi. Bir takım ilaçlar denendi ancak çok büyük bir sonuç elde edilemedi. Fakat aylar geçtikçe tedavi protokolleri oturdu. 

Dr. AYLİN YAMAN

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Fizyoloji ihtisası sonrası, 2000’li yıllardan itibaren özel sağlık sektöründe üst yönetici olarak çalıştı. Özel ilgi alanları olan sağlıkta kalite, sağlıkta insan kaynağı, evde bakım, yaşlı bakım sistemleri ve sağlık turizmi konularında çalışmalar yürüttü ve bu konularla ilgili dernek ve STK faaliyetlerini sürdürdü. 2018 seçimlerinde Ankara 1. Bölgeden CHP milletvekili adayı oldu. CHP parti meclisi üyesi olarak görev yapıyor. CHP COVİD-19 Danışma Kurulu ve CHP İnsan Hakları Çalışma Grubu üyesi.

Dünyada en büyük başarı, aşı tarafında oldu

İki Türk meslektaşımızın Almanya’daki firmasının sektöre liderlik etmesi gurur kaynağımız oldu. mRNA teknolojisi aslında çok yeni olmayıp, uzun bir dönemdir, özellikle kanser ilaç endüstrisinde yer alıyordu. Tabii ki aşıya uyarlanması bir süreç aldı ve teknoloji doğru uygulandığı için çok güzel sonuçlarını görebildik. Her türlü bilgi kirliliğine rağmen, yan etkileri oldukça düşük olan bu teknoloji, dönemin çığır açan uygulaması oldu. 

Farklı dünya ülkeleri tecrübeleri yaşandı. Örneğin, İsrail, sürü bağışıklığına ulaşan ilk ülkelerden biri oldu. Burada takibi yapılan gerçek saha verileri, aşı uygulamalarına ışık tuttu. İngiltere başta yaptığı yaklaşım hatasını fark ederek hızla toparladı fakat son dönemde Hindistan kökenli Delta Varyantı nedeniyle yeni pikler yaşadı. ABD de sürece kötü başlayan ülkelerden olmasına rağmen, ilerleyen dönemlerde gösterdiği iyi liderlik uygulamaları sayesinde, birçok kısıtlamadan kurtulabildi ve sayılarını düşürebildi. 

Liderlerin başarıları salgın için önemliydi. Özellikle aşıya erken ulaşım, ciddi bir liderlik örneği olarak karşımıza çıktı. Çin menşeili aşıda diretilmesi, süreçte yaşanan gecikmelere ve tabii ki bunun sonucu yaşadığımız kayıplara neden oldu. Alım sürecindeki sıkıntılar, kullanılan aracı firmalar, sayıların tutmaması, verilen tarihlerde istenen miktarların elimize ulaşmaması, sürece hep gölge düşürdü ve aşı güvensizliğini maalesef körükledi. Bu aşının geleneksel olduğu üzerine vurgu yapılması, yan etkilerinin mRNA aşılarına göre daha düşük olduğunun vurgulanması, halkta aşı tereddüttüne zemin hazırladı. Bu dönemde daha kararlı, daha bilimsel ve daha şeffaf olabilseydik kaybettiğimiz zamanı, daha verimli değerlendirebilirdik. Aşı sepetimizi baştan çeşitlendiremememizin bedelini ağır ödedik. 

Dr. Aylin Yaman: Liderlik, pandeminin en önemli koşuludur. Tüm dünyada, doğru liderlik süreçleri başarılı oldu. Liderlik kavramı, doğru veriyi kullanma, halkla bunu paylaşma, şeffaflık, doğru zamanlama, bilimsel doğrulardan uzaklaşmama, özeleştiri yapabilme ve yapılamayan şeylerden ders çıkarıp hızla düzeltebilme gibi unsurları içerir.

17 günlük kapanmada bu hızı yakalayabilseydik, durum çok daha farklı olabilirdi

Kanada, başta “her vatandaşı için dokuz adet aşı” üzerinden plan yaptı. Sosyoekonomik durumu yüksek olan ülkelerin aşı çevikliği, dünya ülkelerinin bir bölümünün aşıya hiç ulaşamamasına zemin hazırladı. “Herkes güvende değilse kimse güvende değildir” sloganı, çok doğru olmakla birlikte, realite böyle değildi. 

Şu an geldiğimiz noktada aşılama hızımız gayet iyi olmakla birlikte, eğer 17 günlük kapanma sürecinde bu hızı yakalayabilseydik, durum çok daha farklı olabilirdi. Umarım Sağlık Bakanlığı geçmişe dönük olarak dersler çıkarıyordur. Çıkarılması gereken en büyük ders, “halk sağlığı ve koruyucu hekimlik” alanına yapılması gereken yatırım. Bütçede birinci basamağa ayrılan %25’lik dilim, kişi başı 25 TL/yıl demek oluyor ki bu da gerçekten yeterli olması mümkün olmayan bir rakam. Aşılama programları, halkın eğitimi, çevre ve halk sağlığı gibi konuların kapsam dahilinde olduğu birinci basamak ne kadar güçlenirse, gelecek salgınlara o kadar hazırlıklı ve proaktif olabiliriz. 

Virüsün laboratuvardan yayıldığına ilişkin söylemler var.

Ben, bu tür söylemlere itibar etmektense, evrim teorisi temelli bilimsel görüşleri benimsemeyi tercih ediyorum.

Süreçte başka çıkarılması gereken dersler var mıydı sizce? 

Biyoteknoloji yatırımında ne kadar geç kalındığı ortaya çıktı. 2019 yılında yaklaşık 130 milyar dolarlık biyoteknolojik ilaç endüstrisi payı var dünyada. İlaç ve aşı teknoloji daha çok biyoteknolojiye doğru gidiyor. Biz ise tam tersini yaparak; tecrübeli olduğumuz bir konuda, Hıfzıssıhhayı kapatarak bu alanda çok geriye düştük. 

Oysa endüstriyi çok iyi takip etmemiz gerekirdi. Bu alana yatırım yapılmış olsa idik, şu an çok daha farklı bir noktada olurduk hiç şüphesiz. Onun için biz yerli aşıda diyoruz ki, aşıyı bulmak kadar, üretim bandını oluşturmak da önem taşımaktadır. 

Dev şehir hastaneleri yapmak yerine odaklanmış merkezler yapmak daha önemlidir. Otelcilik hizmetine odaklanmak yerine, uzmanlaşmış merkezlerimiz olmalı. Bu şekilde maliyetler de düşecektir. Oysa biz yoğun bakımdaki hemşireyi alıp çocuk hastalıklarına verebiliyoruz. Böyle bir uygulama dünyada yok. Pandemi sürecinde, bazı devlet hastanelerinde Bakanlık talimatları ile, yemekhaneler yoğun bakım ortamlarına döndürüldü hızla. Yatakları, ventilatörleri, monitörleri hızla koyabilirsiniz fakat yetişmiş insan gücünü o hızda koymanız mümkün değil maalesef.  

Siz bu salgından ders çıkarttınız mı?

Kesinlikle çıkardık. Danışma kurulumuz var. Danışma kurulumuzda halk sağlığı, aile hekimleri ve TTB temsilcileri gibi, Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu’nda olmayan temsilcilerimiz de var. Genel başkanımız sürecin her aşamasında “sağlığın siyaseti olmaz” diyerek, yapılanları destekledi ve temkinli bir muhalif yaklaşım sergiledi. Örneğin Bilim Kurulu’nun oluşumunu alkışladı, destek verdi. Yapılan halk sağlığı hataları, önümüzdeki dönemde politikaların ne olması gerektiği konusunda bizim için yol gösterici oldu. Yaşanan şeyler bir ders niteliğinde ve bunlar muhalefet politikalarına elbette ki yansıdı. 

İlaç endüstrisinde yerli üretim desteklenmeli, altyapı doğru kullanılmalı, doğru insana doğru yatırım yapılmalı. Teknolojiye uzak kalmadan, insan kaynağına yatırımı önceleyen bir yaklaşımımız var. Tıp fakültelerinin sayıları artırılarak nitelikleri düşürüldü. Eğitim kurumlarının hemen hemen hepsinde bu durum var ama tıp dünyası gelecek nesillere uzman yetiştirememe sıkıntısı yaşıyor. Ciddi dersler çıkardık kendi adımıza. En temel konumuz birinci basamağa yani halk sağlığına önem vermek. 

Salgının dışındaymış gibi tutulan gençler ve çocukların sorunlarına ilişkin tespit ve önerilerinizden konuşabilir miyiz?

Gençler ve çocuklar konusuna girmeden önce, bir diğer kırılgan grup olan 65 yaş üstünü ele almalıyız. Bu grup ciddi anlamda ihmal edildi, hak kaybına uğradılar. Bu yaş grubunun büyük kısmı ailesiyle yaşıyor zaten ve onlar zaten dışarı ile temaslı idi. Bu yaş grubunda olup, genellikle kayıt dışı çalışanlar için ciddi ekonomik zorluklar yaşandı. Aynı zamanda hareketsizlikten kaynaklı ikincil hastalıklarla karşı karşıya kaldılar. Kısacası, bu yaş grubu, sosyal, psişik ve tıbbi olarak yara aldı. 

Gençlere gelecek olursak, en büyük yarayı, eğitimden uzak kalarak aldılar. İleri dünya ülkeleri açılımda önceliği eğitime verirken, hızlı testlerle tarama programları gibi uygulamalarla okulları açmaya azami önem verirken, bizde eğitim ikinci planda kaldı. On-line eğitimin ortaya koyduğu fırsat eşitsizliği, kapanma sırasında yaşanan aile içi şiddet, iş yükü artışı, yaşanan ekonomik sıkıntıların gençlerin omuzlarına bindirdiği yük, depresyon ve intihar vakalarında çok ciddi artışlara neden oldu. 

Gençlerin sosyal yaşamdan uzaklaşıp dijital dünyaya odaklanmaları başka sorunlara zemin hazırladı. Bu dönemde aile ile çatışma, siber zorbalıklar, sosyal medyadan kaynaklanan problemler ve eğitimden uzak kalma, zaten var olan fırsat eşitsizliğini daha da derinleştirdi. Toplumsal olarak depresyon ve kaygı hali maalesef devam ediyor her yaş grubunda. Çocukları, parklardan, bahçelerden ve sosyal yaşamdan mahrum bıraktık.  

Yaş gruplarından bağımsız olarak bir diğer etkilenen grup, esnaf kesimi oldu. Yapılacağı söylenen hibe yardımlar yetersiz olmanın ötesinde, adil dağıtılmadığı için daha büyük bir soruna neden oldu. Bu problemler gençleri ülkelerinden soğuttu ve yurtdışı hayalleri kuran, geleceğini başka ülkelerde gören bir nesle dönüştürdü. Halk olarak umudumuzu kaybettik. Neyse ki son dönemdeki aşılama hızındaki artış, hepimize umut oldu. Öncelikle salgını atlatabilmemiz lazım ki, ekonomik çarkları döndürebilirim. Sonra ise ekonominin toparlanması için ciddi adımlar atmak gerekiyor. Bunun için tek ihtiyacımız olan, gerekli güven ortamının bir an önce sağlanması.

COVID-19 ve beslenme

Koronavirüs Hastalığı (COVID-19), 2019 yılının Aralık ayında solunum yolu belirtileri gösteren bir grup hastada yapılan araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Ülkemizde ilk vakanın görüldüğü 11 Mart 2020 günü Dünya sağlık örgütü küresel salgın hastalık (pandemi) ilan etmiştir. Türkiye’deki ilk vakadan bu yana bir yıl geçmiştir.

İlk günlerde oluşan bilgi kirliliğine rağmen gün geçtikçe hastalık hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaktayız. Hastalığın seyrinden anlaşıldığı üzere yaş, cinsiyet, obezite (Beden kitle indeksinin 40’ın üzerinde olması), eşlik eden kronik hastalıklar, etnik köken ve beslenme yetersizlikleri risk faktörleri olarak sayılabilir. İmmün sistemi çeşitli nedenlerle baskılanmış kişiler özellikle risk altındadır. Yapılan çalışmalarda, vitamin ve minerallerin, proteinlerin ve yağ asitlerinin bağışıklık sistemini desteklemede ve enfeksiyon riskini azaltmakta önemli role sahip oldukları görülmüştür.  Covid-19 hastalığı dikkatleri obezite ve beslenme yetersizliği üzerine toplamıştır. Pandemi sürecinde hastalıkla mücadele için alınan karantina ve sokağa çıkma yasağı gibi kısıtlayıcı önlemler de beslenme alışkanlıklarımızı etkilemiştir.

Türkiye’de obezite görülme oranı 2019 yılında kadınlarda %24,8 olup obez öncesi olarak tanımlanan grup ise %30,4 olarak bulunmuştur. Erkeklerde bu oranlar ise sırasıyla %17,3 ve %39,7’dir. Bu yüksek obezite oranları toplumumuzda pandeminin ağır atlatılmasında etkili olmaktadır. Bunun yanında kısıtlamalar nedeniyle evde kaldığımız süreçte daha az hareket etmek durumunda kaldık. Ayrıca evde hapsolmanın getirdiği stres ile başetmede yaşadığımız zorluklar bizi daha fazla gıda tüketimine yönlendirdi. Sonuç olarak toplumumuzda zaten yüksek olan obezite oranları daha da artış gösterme eğilimindedir.  

Hepimizi hazırlıksız yakalayan pandemi süreci aslında gıdalarla ilişkimizi yeniden düzenlemek ve beslenme alışkanlıklarımızı değiştirmek için bir fırsat olabilir. Hem kilo kontrolünü sağlamak hem de farklı besin gruplarını yeterli ve dengeli tüketerek bağışıklık sistemimizi güçlendirebiliriz. Bu amaçla uyulması gereken bazı temel kurallar bulunmaktadır:

  • Sebze ve meyve tüketimi ön planda olmalıdır. Yeterli sebze ve meyve tüketimi her gün ve her öğün sağlanmalıdır. Tabağınızın yarısını bu grup oluşturmalıdır. Sebze ve meyveler prebiyotik kaynağıdır.
  • Kurubaklagillere beslenmenizde her gün yer verebilirsiniz. Hem lif açısından hem de içerdiği protein, vitamin ve mineral açısından oldukça önemlidir. 
  • Haftada en az 2 kere balık tüketilmelidir. Omega-3 bağışıklığın desteklenmesinde önemli rol oynamaktadır. 
  • Tam tahıllar gibi lifli gıdalar bağışıklık sisteminizi destekler. 
  • Yüksek miktarda şeker, tuz, yağ ve koruyucu maddeler içerdiği için işlenmiş gıdalardan mümkün olduğunca kaçınılmalıdır. 
  • Yemek hazırlarken ve pişirirken hijyen kuralları ve pişirme miktarına dikkat edilmelidir. 
  • Yoğurt, kefir gibi probiyotik kaynağı mayalı ürünlere öğünlerde yeterince yer verilmelidir. 

Gıdalarla alınan mikro ve makro besin ögelerinin kişinin şimdiki hastalıklara ve gelecekteki oluşabilecek herhangi bir viral veya bakteriyel hastalığa karşı dirençli olmasını sağlayacaktır. Probiyotikler ve prebiyotiklerin yeterli alınması kişinin bağırsak mikrobiyomunu ve bağışlıkığın destekleyerek COVID-19’un klinik sonuçlarının şiddetini azaltmaya yardımcı olmaktadır. Ancak dikkat edilmesi gereken en önemli konu, reklamları yapılan gıda takviyelerinin doktorunuza danışılmadan kullanılmamasıdır. Besin ögelerini gıdalarla almak için en sağlıklı seçimdir. Fotoğrafta içinde bulunduğumuz döneme uygun tüketebileceğiniz besinleri birarada görebilirsiniz.

Beslenmenin COVID-19’dan korunma ve iyileşme üzerindeki etkisi vardır. Ancak COVID-19’u önleyebilecek veya tedavi edebilecek sihirli bir diyet veya takviye yoktur. Uygun beslenme ile bağışıklık sisteminizin normal işlevini destekleyebilirsiniz. 

Cevizli Yoğurtlu Kereviz

Cevizli Yoğurtlu Kereviz

Yemeklerinizin yanına her zaman kullanabileceğiniz bir meze: Cevizli Yoğurtlu Kereviz 

Malzemeler
1 adet  orta boy kereviz 
1 kase yoğurt
6 adet ceviz 
1 diş sarımsak

Kerevizleri soyup rendeleyiniz. İçerisine ceviz ve yoğurdu ekleyiniz. İsteğe göre bir diş sarımsak rendeleyerek ilave edebilirsiniz.

Ben maş fasulyeli narlı salatamın yanına tercih ettim. Sizde istediğiniz bir yemeğin yanında tamamlayıcı yemek olarak kullanabilirsiniz.  İçerisindeki cevizler Omega-3 içerir. Yoğurt hem probiyotik hem de prebiyotik kaynağıdır. Kereviz ise lif ve antioksidan açısından oldukça zengindir. Tabağınızın besleyicilik özelliğini arttıran bu mezeyi kolayca hazırlayabilirsiniz. Afiyet olsun!  

Kaynak

Calder PC (2020) Nutrition, immunity and COVID-19. BMJ Nutrition, Prevention & Health. bmjnph-2020- 000085. doi: 10.1136/bmjnph-2020-000085 

Türkiye Sağlık Araştırması, 2019 TÜİK

Sağlık Bakanlığı Covid-19 Bilgilendirme Sayfası https://covid19.saglik.gov.tr/

WHO Coronavirus Disease (COVID-19) Dashboard. https://covid19.who.int/

Pandemiye karşı doğaya sarıl

Ayrancı’da uzun zamandır telaffuz edilen ama bir türlü gerçekleşmeyen bostan tartışmaları süre dursun yeni yerine taşınan Ayrancı muhtarlığımızın içinde yer aldığı yeşil alanda bir bostan deneyimi gerçekleşiyor. Hem de pandemi karantinaları döneminde.

Çankaya Belediyesi tarafından eski muhtarlık binasının hemen altında yeni bir muhtarlık binası yapılan ve salgın başında yerine taşınan Ayrancı Mahallesi Muhtarı Elif Doğan’ı ziyaret edip bostan deneyimini ve salgın günlerini konuştuk.

Ayrancı Mahallesi Muhtarı Elif Doğan, muhtarlığın bahçesinde.

‘‘Muhtarlık olarak yeni yerimize Şubat ayında taşındık. Selimiye Caddesi’ne bakan Çankaya Belediyesi’ne ait yeşil alan üzerinde yeni muhtarlık binamız yapıldı. Tam da pandemi olanca ağırlığı ile hayatı sekteye uğrattığı dönemdi. Belediye yetkilileri yeni muhtarlığın etrafını yeşillendirme çalışmalarına bu nedenle ara verdiğinde hiç düşünmeden aldım elime beli, çapayı kendim düzeltmeye başladım toprağı. Yavaş yavaş ama hiç durmadan toprağı güzelce hazırladım. Klasik çim yerine bostan yapmaya karar verdim. Çankaya Belediyesi de bolca çiçek ve çardak vererek destek oldu bana.Pandemi döneminde beni beden ve ruh olarak korudu bu bostan.”

Muhtar Elif Doğan “pandemi boyunca bostan ile uğraşarak dinç kalmayı başardım” diyor.

Yüksek su faturasına rağmen asla onları susuz bırakamayacağını söyleyen muhtarımız, muhtarlığın da içinde bulunduğu belediyeye ait yaklaşık 300 metrekarelik bir yeşil alan olduğunu, imkan verilse burayı da gönüllülerle birlikte kolektif bir bostana çevirmek istediğini söyledi.

Muhtar Elif Doğan aylar süren pandemi boyunca muhtarlıkta olduğunu ve boş zamanlarında sürekli bostan ile uğraşarak bedenini dinç tutmayı başardığını ifade etti.

‘‘Zaten toprak ile uğraşan insan ruhsal olarak da sağlıklı kalıyor, toprak rahatlatıyor herkesi. Covid19 pandemisi herkesi aylarca evine hapsettiği dönemde ben bu bostan sayesinde beden sağlığımı korudum, kilo bile verdim. 

Toprak öyle bir canlıdır ki, siz ona ne verirseniz size fazlasını geri verir. Sessiz, alçak gönüllü, vefalı bir dost gibidir toprak.’’ 

Muhtarlığın çiçeklerle süslü kameriyesinde muhtarlık azası Mervegül Özel ile beraber bizleri misafir eden muhtarımız Elif Doğan herkesi mahalle bostanı yapmaya davet ediyor. Küçük büyük fark etmeden evlerin bahçesinde bir köşede, balkonda, terasta mutlaka bostan yapılacak bir yer olduğunu ifade eden muhtara bu girişimi sırasında pek çok mahalleli çeşitli fideler vererek katkıda bulunmuş.

Muhtarın ilk girişimi olmasına ve hiç gübre atmamasına rağmen hızla gelişen bostanda birbirinden güzel kabaklar, fasulye, domates, biberler, salatalıktan tutun da yüzlerini güneşe dönmüş upuzun ayçiçekleri sizleri ferahlatan kokularıyla karşılayacaktır. Üretken, sevgi dolu, çalışkan muhtarımıza ve güzel bostanına mutlaka bir selam vermeden geçmeyin diyoruz.