Yukarı Bakma (Don’t Look Up) 2021/Netflix
Bir gerçeklik inşa alanı olarak sosyal medya (ve post-truth), ötekileştirilmiş ve değersizleştirilmiş bilim insanları, popülerlik kasan bilim insanları, en önemli konuları bile sadece popülizm temelinde değerlendiren siyasetçiler, karlarını artırma hedeflerini daha aydınlık bir dünya umuduyla kitlelere satan dahi teknoloji ceo’ları, klik tuzağına indirgenmiş basın sektörü, her şeyin kendileriyle ilgili olduğu izlenimine sahip bencil influencer’lar. Sanırım 2020 sonrası dünyayı bu basit, saçma listeyle özetleyebiliriz. Özellikle COVID-19 sürecinde bilime ait olanın, sağlıklı bir şüphecilik sınırlarını fazlasıyla aşan komplo teorisyenlerince gasp edilmesine tanık olduk. İşlerliği kanıtlanmış bilimsel yöntemlerle yapılan değerlendirmeler “büyük dünya düzenine” hizmet eden çarpıtmalar olarak zihinlerde kodlandı. Tüm tartışmaların iki kutup arasında yaşanmasına neden olan algoritmalarca güdülüyoruz. Bu nedenle makul ve sağ duyulu fikirlerin doldurduğu gri alanlar artık kimsenin umurunda değil. Bir avuç sağduyu sahibinin sesi de zaten algoritmalarca kısılıyor.
Yukarı Bakma tam da buna tekabül eden 2020 sonrası dünyayı ve cahilliğin, mesnetsiz özgüvenin hegemonyasını tiye alan, taşlayan güzel bir kara komedi olmuş. Özellikle post-covid dünyasının saç baş yoldurtucu zırva gündemlerinden fazlasıyla beslenilmiş. Olaylar dev bir kuyruklu yıldızın gezegenimize hızla yaklaştığını hesaplayan iki bilim insanının dünyayı bu gerçeklikle tanıştırma ve tedbir aldırma çabasını konu alıyor. ABD Başkanı dahil herkes devreye giriyor ama tam da 2020’ler oluyor ve bu kaotik zeminsizlikte kimse doğru bir pozisyon alamıyor. Dünyanın sona ermesinin garanti olması bile Başkan için yaklaşan seçimler ve Yüksek Mahkeme’ye yerleştirmeye çalıştığı arkadaşı kadar önemli olmuyor. Film boyunca sürekli “bu kadar bilimsizlik de olmaz” derken bir taraftan da bunun ne kadar da gerçek olabileceği fikri izleyenin tüylerini diken diken ediyor.
Filme yönelik eleştirilerde mesajın fazla doğrudan ve didaktik olması öne çıkıyor. Bu eleştiriler haksız da sayılmaz. Gerçekten de mesaj sinema dilinin ve oyunculuk estetiğinin önüne geçiyor ve yer yer film fazla karikatürize kalıyor. Dolayısıyla bir filmde arayabileceğiniz dramatik derinlik, ilmek ilmek işlenen senaryo bu filmde pek yok. Yine de filmin daha önce beyaz perdede denenmemiş bir konuyu ele alan eleştirel tarzı beni gayet eğlendirdi. Sanırım ilk defa “yıldızlar geçidi” bir film güzel kotarılmış.
Köpeğin Gücü (The Power of the Dog) 2021/Netflix
Tüm dünyaya dağıtımı Netflix aracılığıyla yapılan “The Power of the Dog” benim açımdan 2021’in en derinlikli dramalarından biri. Film Western türünün klasik çatışmalarından (Kızılderili-beyaz, kanun kaçağı-şerif vb.) çok farklı bir yerde konumlanıyor. Türün klişelerinin tersyüz edildiği bir diğer çok başarılı drama 2019 yapımı First Cow’du. Özellikle son yıllarda herhangi bir türü sadece araç olarak kullanan, psikolojik ve içsel çatışmalara ya da türün geleneksel dertlerinden/klişelerinden farklı yerlere odaklanan inovatif senaryolar dikkat çekiyor (Türe bu açılımları sağlayanların kadın yönetmenler olması tesadüf değil tabii ki). Her ne kadar son yıllar desem de bu kırılma aslında 2000’lerden beri mevcut. (Tabii ki western diyince akla 2005 yapımı Brokeback Mountain da geliyor.)
Thomas Savage’ın aynı adlı romanından uyarlanan The Power of the Dog, 1925 yılında Montana’da geniş bir çiftliğe sahip olan iki kardeşin hikayesini konu ediyor. İki kardeşin arasındaki güç hiyerarşisini film boyunca kestiremiyorsunuz ve bu muğlaklık neredeyse her sahnede izleyiciyi tedirgin ediyor. Zira iki kardeş arasında örtülü bir çatışma olduğu ortada. Kardeşler 25 yıldır aynı çatı altında yaşamlarını sürdürüyor. Ancak hayatları, George’un genç dul bir kadınla (Rose) olan beklenmedik evliliği ile alt üst oluyor. Phil ise çiftliklerine yerleşen bu kadının varlığından rahatsız olduğunu gizlemiyor. Filmdeki çatışmaların her an açık şiddete evrilmesini bekleyen seyirci hep ters köşeye yatıyor. Ne bir silah görüyorsunuz ne de bir silahın patladığını. Bu açığa çıkmayı bekleyen enerji film boyunca tekinsiz bir atmosfer yaratıyor.
Filmdeki anlatının derdine baktığımızda tek bir odak belirlemek zor olsa da bana göre merkezde erkeklik, otoriteden bağımsızlık arayışı ve cinsel kimlik bunalımı var. Bu da filmi çok katmanlı, farklı okumalara açık bir hale getiriyor.
Filmde Phil rolündeki Benedict Cumberbatch başarılı kariyerinin en iyi işine imza atmış gibi görünüyor. Görüntü yönetmenliği harikulade! Filmde sıklıkla tercih edilen kartal gözü kamera kullanımı geniş/sonsuz arazilerin sunduğu ferahlığı teskin ederken, karakterlerin hayatlarında tek bir adım atamayacak kadar kendilerini köşeye sıkıştırmış olmaları çok güzel bir tezat. Müzikler, Radiohead’in gitaristi Jonny Greenwood’a teslim edilmiş ve sonuç yine harikulade. Filmin tamamen kendine has anlatısı, çok özgün müzikal bir tarzla destekleniyor. Dönüp dönüp dinlenesi bir soundtrack olmuş. Filmin 2022’de bol Oscar alacağına kesin gözüyle bakıyorum. Törenden “en iyi film” ile dönmesi de bence büyük olasılık.
Dünyanın En Mutlu Kızı (2009) /Mubi
2000’lerden sonra Avrupa sineması içerisinde yükselişe geçen “Rumen yeni dalgası”; ülkenin sosyal, siyasi ve ekonomik çalkantılarından türetilmiş bir sanatsal tavır (İtalyan Yeni Gerçekçiliği gibi) olarak giderek daha fazla ilgi çekiyor. Cannes, Venedik, Berlin ve Locarno gibi önde gelen festivallerde bu dalganın başarısını takip etmek mümkün. Komünizm dönemi ve hemen sonrasında yaşanan ekonomik adaletsizlikler ve sosyal yabancılaşma genellikle bu filmlerin temel derdini oluşturuyor. Rumen yönetmenlerin elinde pişen bu tarz; Yunanistan başta olmak üzere benzer çalkantılar yaşamış doğu ülkelerinin tümünün sinema perspektifinde de güçlü bir etkiye sahip. Kesal’ın yönettiği “Nasipse Adayız” (2020) bu tarzın Türkiye’ye başarılı bir uyarlaması bence.
Akımın en önemli başarısı sosyal olanın yer yer ne kadar absürt, ironik ve mantık dışı olabildiğini “in your face” bir tarzla izleyicinin suratına çarpabilmesi. Seyirci bu sayede içinde yaşarken “doğal” addettiği gerçekliğe geniş bir perspektiften tekrar bakabiliyor. 2009 yapımı “Dünyanın En Mutlu Kızı” tam olarak yukarıda açıklamaya çalıştığım perspektifin ideal bir örneği.
Film, taşralı 16 yaşındaki alt-orta sınıfa mensup bir kızın üç şişe meşrubattan etiket göndererek çekilişle bir araba kazanmasını konu alıyor. Kız, anne ve babasıyla Bükreş’e gelerek içeceğin reklam filmi çekiminde de oynayacak. Bir gün içerisinde geçen filmde; kızın çekimde yer alması ve arabayı teslim alması/alamamasının mizahi ama bir o kadar da gerçekçi öyküsünü izliyoruz. Filmin ismi de filmin yansıttığı ironiye pek uygun. Reklam filminde geçen “dünyanın en mutlu kızıyım” repliği 16 yaşındaki Delia’nın aşırı mutsuz halleriyle oldukça komik bir tezat oluşturuyor. 90 dakikalık belgesel yalınlığındaki bu minimalist filmin çok yönlü eleştirelliği gerçekten takdire şayan. Reklam sektörünün yapaylık üzerine inşa edilmiş çiğliği, kapitalist tüketim kültürü, alt-orta sınıf kırılganlığı ve kodları, ataerkillik gibi filmin anlatısı içerisinde kendine yer bulabilmiş birçok örüntü samimi, inandırıcı bir hisle takip edilebiliyor. Çekilişle bir araba kazanmak ne kadar mutsuz edebilir değil mi? Böyle bir sosyal gerçeklikte ve Delia’nın konumunda yanıt “bir hayli”.
“Mutlaka izlenmeli” kategorisinde değerlendirdiğim filmin sokakta, gündelik yaşamın içerisinde çekilmesi hem gerçekçilik hissini destekliyor hem de Fransız yeni dalgası ve İran sinemasının doğallığını hatırlatıyor.