Yazar Hakkında
2023 yılında Gazi Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden mezun oldu. Üniversite yıllarında Ankara’nın yerel basın organlarında reklam pazarlama ve editörlük alanlarında çalışarak önemli deneyimler kazandı. Şu anda Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Milli Emlak Biriminde çalışıyor. Ayrancım Gazetesi’nde kent gündemine ilişkin yazmakta ve Ayrancım Derneği projelerinde görev almaktadır.
Şehir plancısı Dr. Zeki Kâmil Ülkenli ile Atatürk Orman Çiftliği’nin 100 yıllık hikâyesine kişisel bir arşiv üzerinden ışık tuttuk. Aile belleğinden kamusal hafızaya uzanan bu yolculukta, sadece bir çiftliğin değil; bir yaşam tarzının, bir vizyonun ve başkent Ankara’nın nasıl şekillendiğini konuştuk.

Röportaja başlamadan önce sizi kısaca tanıyabilir miyiz? Sergiyle olan kişisel bağınızı da anlatır mısınız?
Elbette. Ben şu anda Kapadokya Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölüm Başkanıyım. Yani aynı zamanda özellikle mekan – şehir tarihi ile ilgili bir Şehir Plancısıyım. Bu sergiyle kişisel bir bağım var çünkü sergi tamamen aile arşivimden oluşuyor. Dedem Kâmil Ülkenli, Atatürk Orman Çiftliği’nin kurulduğu yıl olan 1925’ten emekli olduğu 1969 yılına kadar çiftlikte çalışmış ve yaşamış. Babam Orgun Ülkenli 1936 yılında çiftlikte doğmuş ve o da (1960-1972 Almanya’da olduğu süre hariç) emekli olduğu 2001 yılına kadar Atatürk Orman Çiftliğinde çalıştı. Biz de çocukluğumuzu çiftlik’te geçirdik. Hatta büyüdüğümüz ev, çiftliğin ilk müdürü Tahsin Coşkan’ın evidir. Bu nedenle sergi, sadece bir tarih anlatısı değil; aynı zamanda bir yaşam biçiminin, bir kültürün ve bir hafızanın temsili.
Sergi fikri nasıl ortaya çıktı? Bu kadar kişisel bir arşivle kamusal bir sergiye dönüşüm süreci nasıl gelişti?
Her şey 2017 yılında VEKAM’ın (Vehbi Koç Ankara Araştırmaları Merkezi) benden Atatürk Orman Çiftliği üzerine bir makale istemesiyle başladı. Başta “Zaten orada büyüdüm, yazarım” diye düşündüm ama akademik bir metin yazmak hikâye anlatmak gibi olmuyor, komşumuz Hüsamettin Amca’dan, Şeküre teyzeden bahsedemezsiniz mesela. Bu yüzden babamla konuşmaya başladım. Onun anlattıklarıyla sözlü tarih çalışmasına dönüştü bu süreç. Ses ve görüntü kayıtları almaya başladım. Zamanla bu kayıtlar birikti, belgeler, haritalar, fotoğraflar toplandı. Artık bu bir makaleye sığmayacak kadar büyümüştü.
Bu noktada VEKAM ile nasıl bir iş birliği gelişti?
5 Mayıs 2025, Atatürk Orman Çiftliği’nin 100. yaşgünü, yani kuruluşunun 100. yılıdır. Ben de VEKAM’a bu önemli Mekansal Cumhuriyet mirasını kalıcı kılabilecek bir etkinlik projesi önerdim. Herkesin her zaman olduğu gibi son anda fark edip sonra da unutacağı bir etkinlik değil; 5 Mayıs 2025’te Vekam Keçiören’de bir panel ile başladık. Panelin amacı sadece nostaljik olarak Atatürk Orman Çiftliğini anmak değildi. Baştan itibaren, bir plancı olarak vurguladığım AOÇ’nin tek başına bir kentsel yeşil alan değil; kurulduğu andan itibaren vizyonunun çok ötesinde, genç başkent Ankara ile şekillenecek, gelişecek, yeni bir kentli nüfus yaratmaya yönelik bir proje, bir Cumhuriyet Kurumu olduğudur. Atatürk Orman Çiftliği’nin vizyonu zamanın ötesindedir. Mesela 1930’larda biyodizel üretimi, şerbetçi otu plantasyonları gibi konularla bu vizyonu ortaya koyduk.
Panelden sonra sergi süreci nasıl gelişti?
Sergi 21 Mayıs’ta Çankaya Belediyesi Zülfü Livaneli Kütür Merkezinde açıldı, 15 Haziran’a kadar planlanmıştı ama yoğun ilgi nedeniyle 30 Haziran’a kadar uzatıldı. Şimdi üçüncü aşamadayız; Aralık ayına kadar bir sergi kataloğu – kitap hazırlıyorum. Ama bu sadece bir fotoğraf kataloğu olmayacak, Atatürk Orman Çiftliği’nin tarihini, Ankara ile gelişimini anlatan kapsamlı bir kitap olacak. Öğrencilerimle birlikte YÖK’ün tez arşivinden, üniversite kütüphaneleri ve Milli Kütüphane’den, sahaflardan belgeler, kaynaklar, objeler topluyoruz. Kitap, VEKAM yayınlarından Türkçe ve İngilizce olarak çıkacak. İstanbul Beykoz Kundura Fabrikası’ndan davet aldık. Biliyorsunuz orası sadece bir fabrika değil, bir kültür kompleksi. Ocak ayında orada sergiyi yeniden tasarlayarak açacağız. Ayrıca Ankara Büyükşehir Belediyesi ile iş birliği yapıyoruz. Atatürk Orman Çiftliği’nin eski tamirhane binalarından biri restore ediliyor. Orada dijital bir sergi kurulacak. Ziyaretçiler bu dijital ortamda çiftliğin tarihini deneyimleyebilecek. Elbette dönem başladığında sergi Kapadokya Üniversitesinde de olacak.

Sergide çiftlikteki gündelik yaşamı gösteren fotoğraflar vardı. Özellikle işçilerin takım elbiseli, kravatlı olması dikkatimi çekti. Öğle aralarında işçilerin tenis oynama imkanları olduğundan da bahsettiniz. O dönemin vizyonu ile bugünkü yaşam arasında nasıl bir fark görüyorsunuz?
Bu çok önemli bir konu. Kamu yararı dediğimiz şey elbette dönüşecektir. Mekanlar basitçe sadece işlevlerine göre planlanmaz; kentsel tasarım ve planlama ile dokunduğunuz mekanlar orada yaşayan insanları şekillendirir. Tasarım bir hayat görüşüdür, bir yaşam tarzı verir. Erken Cumhuriyet ve sonraki dönemde sadece bir üretim değil, bir yaşam biçimi inşa ediliyordu. İnsanlar işlerini sahipleniyor, birbirlerine saygı duyuyordu. İşçi, mühendis ayrımı yoktu. Mesela çiftlikte olduğu gibi herkesin çocuğu aynı okulda okuyor, çalışanlar ve aileleri aynı sosyal alanları paylaşıyordu. Bu bir aidiyet duygusu yaratıyordu. Bugün bu aidiyetin yerini bireysellik ve rant odaklı yaşam aldı. Oysa kent planlaması, insanı şekillendiren bir şeydir. Eğer siz mekânı iyi planlamazsanız, o mekân da size rastgele – sıradan bir yaşam sunar.
Sergide şerbetçi otuna dikkat çekmiştiniz. Neden bu kadar önemliydi?
Şerbetçi otu bira üretiminde kullanılır. Atatürk Orman Çiftliği’nde bira fabrikası kurulmuştu ve bu fabrika sadece bira üretimi değil, aynı zamanda tarımsal üretimin modernleşmesi açısından da önemliydi. Fabrika aynı zamanda sporcular ve çocuk gelişimi için önemli olan malt ve hayvan yemi olarak da küspe üretiyordu. 1930’ların başında tüm dünyada kentli nüfusun kullandığı kamu alanları planlaması başlamıştı. Bu anlamda Ankaralıların aileleri ile şehirden tren ile geldikleri Gazi Çiftliği, istasyondan itibaren, bira parkı, piknik alanları, fayton ile gidilen hayvanat bahçesi bir rekreatif kullanım idi. Ayrıca bu üretim modeli, tarımda mekanizasyonun, planlamanın ve sürdürülebilirliğin bir örneğiydi. Her şey planlıydı: fabrikaya su nereden gelecek (Alacaatlı Kırkgöz), hangi ürün nerede yetişecek, hangi hayvan türü kullanılacak… Bunların hepsi düşünülmüştü.
Bugün çok konuşulan “sürdürülebilirlik” kavramı o dönemde nasıl uygulanıyordu?
Aslında o dönem yapılanlar gerçek sürdürülebilirlikti. Su kaynakları planlanmış, üretim döngüsü kurulmuş, atıklar değerlendirilmişti. Örneğin tavuklar serbest gezerdi, haşereleri yerdi, gübreleri seralarda kullanılırdı. Bu bir sistemdi. Bu işler öyle “hadi yapalım” diyerek yapılmaz. Bu, biraz da şuna benziyor: mesela enteresan bir şey olsun diye Avustralya’dan koala getirelim diyorsunuz. Koalalar geliyor, herkes “ne kadar sevimli hayvanlar” diyor ama sonra “bunlar ne yiyordu?” diye düşünmeye başlıyorsunuz. İşte o zaman bu iş yatar. Çünkü planlamadan yapılan hiçbir şey sürdürülebilir olmaz. Atatürk Orman Çiftliği’nde ise her şey planlıydı. Çiftliğin raporlarında bile hangi tarladan dönüm başına kaç ton buğday alındığı yazılıydı. Melez buğday üretimi, dry-farming (kuru tarım) uygulamaları, sulamanın nasıl yapılacağı, suyun nereden geleceği… Hepsi önceden düşünülmüş ve belgelenmişti.
Ayrıca çiftlikte bulunan Marmara ve Karadeniz havuzları sadece yüzme havuzları değildi. O dönemde Ankara’da yüzülecek yer yoktu. Bugün bile “beni yüzmeye götür” deseniz nereye gideceksiniz? Yok. Ama o zamanlar bu havuzların içerisinde olduğu alanlar hem halk için rekresyon alanları; hem de dev bir su arıtma ve dağıtım (rezerv) sulama sisteminin bir parçasıydı. Askeri öğrenciler Karadeniz Havuzunda gösteriler yapardı. Ankara burada yüzerdi. Hatta Atatürk, Afgan Kralı’yla aynı kayıkta kürek çekmişti. Bunlar ciddi şeylerdi.
Bugün herkes sürdürülebilirlikten bahsediyor ama kimse ne olduğunu tam olarak bilmiyor. Sürdürülebilirlik, pet şişeyi buruşturup geri dönüşüme atmak değil. Gerçek sürdürülebilirlik, daha 1930’larda suyu kaynağından getirip arıtmak, üretimde kullanmak, sonra tekrar doğaya kazandırmaktır. Hayvanların serbestçe dolaşması, doğal döngüye katkı sağlaması da bunun bir parçasıdır.
Bugün birine “kentte tarım ve hayvancılık yapılabilir” deseniz, çoğu kişi bunu vizyonsuzluk olarak görebilir. Oysa sizin anlattığınız model çok geniş bir vizyon içeriyor. Sizce bu model bugün tekrar uygulanabilir mi?
Bu modelin aynısını bugünün koşullarında uygulamak mümkün değil, uygulanması da gerekmiyor. Çünkü artık 21. yüzyılın sonuna yaklaşan, 100 milyona yaklaşan nüfusu olan bir ülkede, 8 milyonluk bir başkentte “kent içinde buğday ekelim” demek gerçekçi olmaz. Bu biraz romantik bir yaklaşım olur.
Ama bu, o vizyonun tamamen terk edilmesi gerektiği anlamına gelmez. Aksine, o vizyon güncellenerek sürdürülebilir bir modele dönüştürülebilir. Örneğin Atatürk Orman Çiftliği, modern Türkiye’nin “agro-politeknik enstitüsü” olabilir. Tıpkı bugün üniversitelerdeki teknokentler gibi… ODTÜ’de, Hacettepe’de nasıl teknokentler varsa, burada da “tarım teknokent” olabilir.
Ziraat fakülteleri için uygulama alanları oluşturulabilir. Topraksız tarım, endemik bitkiler, hayvancılık, farmakolojik bitki araştırmaları gibi alanlarda hem bilimsel hem de halka açık üretim yapılabilir. Yani çiftlik, yeniden buğday ekilecek bir alan değil; bilgi, teknoloji ve doğanın birleştiği bir merkez olabilir. Bu, çiftliğin kurulduğu ve yıllarca sürdürdüğü ruhuna uygun bir dönüşüm olur.


Bu kadar kapsamlı bir çalışmanın sonunda ne hissediyorsunuz?
En büyük hedefim, bu projeyi babam hayattayken tamamlamaktı. O da, senelerce bizi lojmanda büyüten annem de, kardeşim de gördü, bu benim için çok kıymetli. “Keşke” çok tehlikeli bir kelime. Eğer bir şey yapmadıysan ve sonra “keşke” diyorsan, onun bedeli ağır olur. Ben bu projeyi yaptım, iyi ki yaptım. Artık bu belleğin bir parçası oldum. Bu sergi sadece bir sergi değil; bir yaşam biçiminin, bir vizyonun ve bir dönemin hafızasının temsilidir. Fotoğraflar üzerinden anlatılan bu hikâye, insanların tüylerini diken diken edecek kadar güçlü. Çünkü bu bir tasarım işi. Ve ben bu hikâyeyi anlatmak için elimdeki en güçlü malzemeyi kullandım. En büyük kazancım, babamın ve dedemin hafızasını kayıt altına alabilmiş olmak. Bugün artık o kuşaktan çok az insan kaldı. Eğer bu çalışmayı yapmasaydım, bu hafıza da yok olup gidecekti. Sadece bunu değil, yaşanılan mahalle, yaşanılan kent ile ilgili kollektif hafızayı yaşatmak, geleceğe aktarmak çok önemli. Umarım bu sergi ve kitap, bu belleği korumaya katkı sağlar.