Büyük yaşıyoruz. Günlük tüketim malzemelerimizi, telefonumuzu, (toplu taşım yerine) arabamızı, işimizi, evimizi, çekirdek aile nüfusumuzu, içinde yer aldığımız sosyal/politik çabaları, işletmelerimizi, belediyeyi, devleti… Yaşamımızın tüm parçalarını büyütüyoruz. Para, borsa, ekonomi ve politika, “büyüme” kelimesinin başat unsurları. Mutsuz ama büyük yaşıyoruz. Hayat nicelik-baskın bir hale geldi dayandı.
Dünyanın her yerine girmiş, gezmiş, görmüş, dokunmuş, değiştirmiş, yol yapmış, maden açmış, konut bölgesi haline getirmiş, fabrika kurmuş durumdayız. Oralardan yaşadığımız yerlere bir takım yeni şeyler de taşıyoruz. Ve bu büyük yaşamanın sıkıntılarından biriyle karşı karşıyayız şu günlerde. Farklı coğrafyalardaki farklı (doğal) yaşamların parçası ama vücudumuzun tanışık olmadığı bir protein (virüs), bizim aracılığımızla yaşadığımız her yere taşındı ve dahil oldu. Bizle birlikte yaşamayı tanımadığı için de, yaşayabilmesi gereken bizim vücutlarımızı yok edebiliyor, çünkü tanımıyor vücudumuzu. Öğrendiğinde bizle yaşamı, biz yaşayacağız ama o asimile olmuş, doğalını yitirmiş olacak.
Peki basit/küçük yaşamak mümkün mü? Basit/küçük yaşayarak da bu hayattan keyif almak mümkün olamaz mı?
Çokça bu konuda düşünüyorum/düşünüyoruz son iki yıldır. 16 yıl Bahçelievler’de yaşadıktan sonra 2 yıl önce geldiğimiz Ayrancı’da da bunu nasıl sağlayabiliriz, mahalle ölçeğinde hayatı nasıl güzel kılabiliriz üzerine düşünüyoruz.
Yan sokağımızda Lavanta Kafe’de (eski Dem) oturmak, Şili Meydanı’nda Afet İnan Parkı‘nda Itır’ı gezdirmek, Kuğulu Park’a/Botanik Parkı’na gitmek, Tunalı’da yürümek, Güvenlik Caddesi esnafından alışverişimizi yapmak ve karşımızdaki Fransız Elçiliği bahçesine bakarak çayımızı yudumlamak.
“Bu çerçevede yaşamak nasıl olur”u düşünürken de, karşımıza sürekli yukarıdan görebildiğimiz ama yanında yürürken (güvenlik sebebiyle) ağaçlarını/bahçesini göremediğimiz elçilik bahçeleri çıkıyor, aklımız orada takılı kalıyor.
Mahallemizin neredeyse 1/3’ü elçilikler ve bahçeleri. Ve biz bu bahçeleri, duvarlar + duvarlarının üzerindeki plastik (flexi-glass) yüzeyler sebebiyle göremeden yürüyor ve yaşıyoruz.
Güvenli bir mahallenin (Ayrancı) parçasıyız ama (onlar da haklılar ki) elçilik bahçeleri o ülkelerin toprağı ve günümüz güvenlik öncelikli dünyasında, güvenliklerini sağlamak zorundalar.
Acaba bu (elçilik) bahçeleri(ni) görerek yürüyebildiğimiz, baĞzı zamanlar mahallelinin de dahil olduğu etkinliklerin bu bahçelerde yapıldığı, çocuklarımızın bu yeşil alanları kontrollü bir şekilde kullanabildiği (örnek Fransız Elçiliği bahçesi) bir düşünce/model geliştirebilir miyiz birlikte? Elçilikler o flexi-glass yüzeyleri kaldırıp, (güvenlik sistemleri oldukça gelişmiş durumda artık) dijital güvenlik aletleri ile güvenliğini sağlayıp, ağaçların yanında, göre/dokuna yürümemiz sağlanamaz mı?
Bunu daha da açmak mümkün, elçilik alanları neden o ülkenin toprağı? Neden o toprak ve o ağaçlar hepimizin değil, dokunamıyor, göremiyoruz. Muhtarlarımız başta, yerel belediye, şehrin devlet kurumları ile elçiliklerle görüşerek bir formül üretmek mümkün olabilir mi?
Sınırların, anlamı yok ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Hepimizin birlikte yaşadığı, mekanlarında birarada oturduğu, yollarında rastgeldiği mahallede (eskiden) fiziksel, (şimdi) görsel ve fiziksel sınırlar doğala hapis uygulaması içeriyor. Bunu değiştirecek bir yol, sınırları değil sevgiyi ve doğalı birlikte kucaklayacağımız bir yaşam mümkün.
Yazar Hakkında
15 Mart 1970 Mersin doğumlu. 1988’de Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ne ve şehre öğrenci olarak geldi. O günden bu yana mesleki disiplini ve kent, politika, kentin sosyolojik kimlikleri ve hakları alanında emek üreten dernek, örgüt, platform ve yapılarda bir köşede durmaya çalışır. Solfasol Gazetesi kurucularındandır (artık dışındadır) ve Zıtlar Mecmuası kent web-medyası ekibindendir.