Bir şehrin kısa zamanda varoluşu: Brasilia

Hepimiz biliyoruz ki ülkemizde son zamanlarda yaşanan üzücü olaylardan dolayı, oturduğumuz binaların ne kadar sağlam olduğu sorgusu kaçınılmaz oldu. Evet deprem gerçeği. Yaşadığımız coğrafya koşulları itibari ile; Ülkemizin Alp-Himalaya kuşağı üzerinde yer alması, karmaşık jeolojik yapısı ve jeodinamik konumundan dolayı Türkiye’de çok sayıda aktif fay bulunmaktadır. Geçmiş tarihe baktığımızda da, şiddeti yüksek depremleri görmekteyiz. Yaklaşık yüzyıl önce olan bu depremler, hiçbir zaman bir daha olmayacak anlamına gelmiyordu. Yakın tarihimizde olan 19-Ağustos Depremi, bu depremlerin habercisi olup, yaşadığımız yerlerde önlemler almamızı gerektiren bir sinyaldi. Bu önlemleri alırken, işin bilimsel yanı bir yana, şehir, kentleşme kavramlarını çok iyi anlayıp ve hatta 18. ve 19. yüzyıllarda sanayi devrimini kapsayan insan yaşayış biçimlerinde şehirlerin nasıl meydana geldiğini öğrenip günümüze kadar nasıl gelişim gösterdiğini doğru örnekler üzerinde durup, yerleşim yerlerini bu yönde inşa etmeliyiz. İnsan tarihler boyu ihtiyaçları doğrultusunda büyüyerek kentler, şehirler kurmuştur. En küçüğünden en büyüğüne kadar olan yerleşim yerleri kurulurken doğal afetler kimi zaman göz önünde bulunduruldu kimi zaman göz ardı edildi. Gerçek şu ki, plansız ve denetimsiz yerleşim yerleri her zaman zarar gördü doğal afetler karşısında.

Özellikle büyük şehirlerde tehlikenin çok daha fazla riskli olduğu görülüyor. Binaların konumu, yılı, nüfusun oranı, çevresel faktörler, toprak, zemin, altyapı, kanun ve yönetmelikler gibi unsurlar şehirleşme döneminde dikkate alınarak, planlama yapılmalı. Bir şehir kurulurken süresi ne olmalı? Süresi olmalı mı ya da? Dikkat edilecek unsurlar nelerdir?  Şehir nedir?

Şehir nedir? Neden şehirlerde yaşarız?

Şehir-Kent kavramları nüfusu on binin üzerinde olan sınırları belli, planı belli olan yerleşim yerleridir. İçinde ticaret, sanayi, hizmet sektörlerini barındırarak insanların daha kolay yaşama sebebi haline gelir. İş imkanları, temel ve sosyal ihtiyaçların olması, ulaşım gibi faktörler insanları büyük şehirlerde yaşamaya iter. Aşırı göç alma, plansız düzensiz yapılaşma, bir şehir için hem tehlikeli hem de yaşam kalitesini düşüren unsurlardır. 

Şehir planlamasında daha küçük yapılaşmalarla hareket etmek daha doğrudur. Yerel yönetimler insanlara daha yakın kurumlar olduğundan, sağlıklı bir şehirleşme için, ihtiyaçları, planları göz önünde bulundurarak ‘’şehir planı’’ kurgusunu yapar. Şehir planlama hem teknik hem de sosyolojik açıdan yaklaşılması gereken bir kavramdır. Bu kurguda merkezi yönetimlerin, yerel yönetimlerin, sivil özel kuruluşların ayrı ayrı sorumlulukları vardır. 

Brasilia

Tüm bu kavramları değerlendirdikten sonra bir şehrin kuruluş süresinden daha çok doğru planlama, sistemli çalışma, doğru yapılar ile kısa zamanda oluşturulabileceğini de görebiliriz. Kanunlara ve kurallara uyulduğu sürece bir şehri sıfırdan, kısa zamanda –coğrafi koşullar da el verdiği takdirde– kurulabileceğine Dünya üzerinde örnekler vardır. Bunlardan birine Brezilya’nın başkenti Brasilia’yı verebiliriz.  Evet çoğumuz Brezilya’nın başkentini halen Rio de Janerio sanıyor olabiliriz. Uzun yıllar başkentlik yaptıktan sonra, ülkenin orta batı kesiminde düzlük bir bölgede sıfırdan şimdiki başkent olan Brasilia inşa edildi. 

Resim:1 Başkent Brasilia (www.arkitera.com)
Resim:2 Başkent Brasilia

Brasilia’nın en önemli kurulma sebeplerinden biri, Brezilyalıların temel isteklerinden biri olan, uçsuz bucaksız, nüfus yoğunluğu çok düşük kapasiteli iç kesimdeki alanı doldurmaktı. Diğer bir sebep ise, Rio de Janeiro nun jeopolitik konumu, ülke merkezinden uzak olması, kalabalık nüfusu, asayiş problemleridir.

Brasilia şehrinin planlamasına gelirsek; mimari açıdan dünyada eşine az rastlanır bir örnektir. Modern mimari olarak adlandırabilir. Birbirini dik kesen caddeler, blok yapılar, yeşil alana verilen önem ve miktarları, geniş bulvarları ile Brezilya’nın en kalabalık 3. kentidir. 

Dünyaca ünlü mimar Oscar Niemeyer’in imzasını taşıyan ve son derece planlı bir biçimde inşa edilen Brasilia, bu yönüyle UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’ne de girmeye hak kazandı.’’  1956-1960 yılları arasında 41 ay gibi kısa sürede tamamlanan şehrin 15. ayında ilk etabı bitmiş ve yaşam başlamıştı. İnşası ve barındırdığı bölgelere göre şehir, 21. yüzyıldaki en düzenli, planlı olarak dünyada ilk sıralardadır.

Mimar Lúcio Costa ve Oscar Niemeyer’in hazırladığı kent planı haç biçimindedir: Haçın doğu-batı ekseni, üç gücü simgesel olarak bir araya toplar: Alvorada sarayı denen Başkanlık sarayı ve bakanlıklar; Yüce divan; Millet meclisi ve Senato. İki uçak kanadına benzeyen kuzey-güney ekseni, yönetim yapıları ve toplu konut bloklarıyla asıl kenti temsil eder. 

Planlı ve simetrik yapılaşma ile trafik yoğunluğu ve nüfus yoğunluğu problemleri çözülmüştür. Bu planlamanın mimari olan Oscar Niemeyer modern mimarinin en önemli temsilcilerindendir. Kentteki devlet kurumu binalarının yanı sıra dini ve spor mekanlarına da tasarladı. Her biri özel mimariye sahip olan bu yapılar turistlerin de ilgi odağı oldu. Yaklaşık 4 milyon 300 bin kişinin yaşadığı başkent Brasilia’nın tasarlanmasında Oscar Niemeyer’in yanı sıra Lucio Costa ve Joaquim Cardozo gibi isimlerin de büyük katkısı bulunmaktadır. Dünya Kupası’nın maçlarına da ev sahipliği yapan Brasilia, güçlü altyapısı sayesinde sonrasında da çeşitli spor organizasyonlarını kusursuzca düzenlemeyi başarmıştır.

Brasilia inşaat çalışmaları 1957 yılında başlamıştır. En yakın yol 100 km ve en yakın büyük şehir de 700 km uzaklıktaydı. Kentin iklimi oldukça kuruydu, bunun sebebi kentin 700 m gibi bir irtifaya sahip olmasıdır. Zor şartlarda inşa edilmeye başlanan kentte, çok hızlı bir şekilde belli başlı yapılar ve konutlar üç yıldan biraz daha fazla zamanda hem tasarlanmış hem de yapımları bitmişti. Önemli konulardan biri olan maliyet; hiç hesaplanmamış ve ne kadara mal olacağı kimse tarafından bilinmiyordu. Baş mimar Oscar Niemeyer’e maliyet hakkında soru sorulduğunda, bunun bilmesinin mümkün olmadığını söylemiştir. Diğer bir yandan Niemeyer  bu kentin, “ırk ve toplumsal ayrımcılığa maruz kalmayacak özgür ve şanslı insanlardan” oluşacağını düşlüyordu. 

Niemeyer’in işlevsellik karşısındaki umursamazlığının belki bir nedeni de kentin inşası sırasında yaşanan zorluklardı: Proje yarışmasıyla başlayan ve inşaatın bitimine dek süren, üç yıllık korkunç yorucu bir dönemdi bu. BBC’yle yaptığı bir söyleşide Niemeyer, bölgeye ilk kez adım attığında hissettiği “korku”yu tüm içtenliğiyle paylaşmıştı: “Her yerden öylesine uzaktı ki, dünyanın sonuna gelmiştiniz sanki. Hissettiğiniz yalnızlık ürperticiydi”. Barınak olarak çinko kaplı kulübelerden başka bir şey olmadığı düşünüldüğünde, yaşam koşullarının pek parlak olmadığı anlaşılıyor. Kent, bir daha sevdiklerini görebileceklerinden emin olmayan bu işçilerden, sanki cephede savaşıyorlarmışçasına fedakârlık yapmalarını bekliyor gibiydi. […] Niemeyer’e göre ise bu zorlu deneyim aynı zamanda bir çeşit arınmaydı da. Koşulların ağırlığı, işçisinden mimarına kadar projede yer alan herkes arasında sıkı bir bağ oluşturmuştu ve geçici bir süre de olsa Brezilya’da hüküm süren toplumsal ayrımlar ortadan kalkmıştı. (Sürreel Kent: Oscar Niemeyer’in Brasilia Vakası)

1960 yılında tamamlanan kent, kısa zamanda dünyanın ilgi odağı olmuş, mimarisi, yerleşimi, planı ile turist akınına uğramıştır ve hala da ününü korumaktadır. 

Brasilia şehir planlamasında dikkat çeken nokta hükümet tarafından halkın isteğine cevap verilmesi ve buna istinaden şehrin kurulmasıdır. Evet günümüze dönecek olursak, doğal afetler her zaman olacaktır. Bunlara karşı önlemler her zaman alınmalıdır. Ama esas önemli olan Brasilia kent örneğinde de gördüğümüz gibi, belki o kadar kısa zamanda olmasa bile, bir şehir mutlaka planlı kurulmalı. Bilen kişilerle çalışılma, coğrafyası, konumu göz önünde bulundurulmalı. Nüfusun çoğalacağı düşünülerek hareket edilmeli. 

Kaynakça

Ekşi, U. (2020) İstanbul Aydın Üniversitesi Dergisi – İAÜD – ISSN: 1309-1352, Ocak 2020 Cilt 12 Sayı 1 (83-99) Şehir, Şehirleşme ve Yerel Yönetimler.

Gürün, F. (2020) İstanbul Aydın Üniversitesi Dergisi – İAÜD – ISSN: 1309-1352, Ocak 2020 Cilt 12 Sayı 1 (83-99) Şehir, Şehirleşme ve Yerel Yönetimler.

İnternet Kaynakları

1. https://www.google.com/search?q=neden+%C5%9Fehirde+ya%C5%9Famal%C4%B1y%C4%B1z&oq=&aqs=chrome.0.69i59j69i57j69i59l2j46i67i433j69i60l3.4301j0j7&sourceid=chrome&ie=UTF-8

2. https://www.milliyet.com.tr/galeri/brezilyanin-sifirdan-kurulan-baskenti-brasilia-6546671/8

3. https://tr.wikipedia.org/wiki/Sanayi_Devrimi#:~:text=Kentle%C5%9Fme%20ve%20n%C3%BCfus%20art%C4%B1%C5%9F%C4%B1,-Sanayi%20Devrimi’nin&text=Sanayile%C5%9Fme%20sayesinde%20tar%C4%B1m%20makinele%C5%9Fmi%C5%9F%2C%20b%C3%B6ylece,fazla%20insan%C4%B1%20besleyebilir%20duruma%20gelmi%C5%9Ftir.

4. https://www.google.com/search?q=t%C3%BCrkiye+bir+deprem+%C3%BClkesi+midir&oq=&aqs=chrome.1.69i57j69i59l2j0i131i433i512l2j0i512l2j0i131i433i512j0i512l2.7095j0j7&sourceid=chrome&ie=UTF-8

5. https://tr.wikipedia.org/wiki/Bras%C3%ADlia

6. https://www.e-skop.com/skopbulten/surreel-kent-oscar-niemeyerin-brasilia-vakasi/1001

Cihat Baluken: Planlama bir diyalog ortamıdır

Cihat Balüken
CİHAT BALUKEN Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi YK Üyesi

6 Şubat depremlerinin ardından hükümet afet bölgesindeki kentleri bir yılda inşa edeceğini açıkladı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Kentler bir yılda inşa edilemez, mümkün değil. Kent dediğimiz şeyler “inşa edilen şeyler” de değil. Bir biraraya geliş, bir ortaklaşma, biraraya gelip sorumluluk alan insanların birlikte yaşayabilmesi. Bu ortaklaşma da yüzyıllar alan bir sürece tekabül ediyor. O nedenle kurulabilen bir olgu olarak görmüyorum. Bir yılda zaten mümkün değil. Ama farklı gerekçelerle yeniden yerleşimler oluyor mu dünya üzerinde? Tabi ki oluyor. Bunlar ya zorunlu bir takım afetler nedeniyle gerçekleşebiliyor veya enerji projeleri başta olmak üzere bir topluluğun başka bir yere taşınması gündeme gelebiliyor. Burada şöyle bir hassas bir durum var, çok ciddi araştırmaların yapılması gerekiyor. Bu araştırmaların, analizlerin bile bir yılda olması mümkün değil. Buradaki insanların geçmiş yaşamı, mevcuttaki etki durumu, gidecekleri yerde yapmaları gerekenlerin araştırmalarının yapılması gerekir. Bu bile zaten Türkiye’de gerçekleştirilen bir uygulama değil. Bugün de böyle bir durum yok. Bir yılda kaba bir inşaatla olası bir durum değil. 

Siyasal iktidar bu gerekçeyle kentleri de siyasal olarak yeniden inşa etmeyi mi planlıyor?

Modern planlamanın ilk büyük ölçekli uygulamalarından olan ilk modern şehir plancısı olarak bilinen Haussmann’ın 1800’lerin sonlarına doğru Paris için farklı bir kent tahayyülü vardır. Aslında güvenlik kaygılarından oluşan siyasi gerekçeler üzerine bir kent planı oluşturmuşlardı ve bunu hayata geçirmişlerdi.

Bizim bahsettiğimiz kentlerin yeniden inşası değil tabii ama burada yapılacak bir çalışmanın da siyasi bir arka planı olduğunu düşünüyorum. Zaten son 20 yılda yapılan şehircilik uygulamaları, şehircilik projelerine ve şehir algısına baktığımız zaman siyasetten ayrı düşünmek mümkün değil. Bu doğrultuda 20 yıldaki siyasi pratik neyse bunun devamı niteliğinde şehircilik zihniyeti de devam edecektir.

Kent merkezlerine baktığımızda meydanlarını küçülten, kamusal alanları ortadan kaldıran şeyler görüyoruz. Afet bölgesindeki kentlerin yeniden inşasında bu tür bir şehircilik anlayışıyla karşılaşabilir miyiz?

Bunlar 20 yıllık bir süreçte kent ölçeğinde ortaya konulan somut gerçeklikler. Bizde bunun canlı şahidi olduk. Bundan bağımsız farklı bir şehircilik pratiğinin ortaya konulabileceğini düşünmüyorum, böyle de ilerlemiyor süreç. Bütün problemlerin var olma potansiyelinin olduğu bir tabloyla karşı karşıyayız. Burada hem vatandaşın hem ekonomik yaşamın, hem sosyal yaşamın, hem ekolojik dengenin tamamen zıttı süreçler işletiliyor. Bu süreçler aynı şekilde devam edecektir diye düşünüyorum.

Şehir plancıları planlamayı nasıl yapıyor, toplu konut bu planlama sürecinin neresindedir?

Ben planlamayı şöyle tanımlayabilirim; kamu kaynaklarının ve çevresel kaynakların etkili bir kamu yönetimi aracılığıyla etkili ve verimli kullanılmasını sağlayan bir araç. Bunlar bizim imar mevzuatında geçen tanımlar değil. Orada farklı bir tanım yapılıyor ama biz bunu yeterli görmüyoruz. 

Türkiye’de planlama bir prosedür olarak görülüyor. Önceden karar verilen sonra bir plancı eliyle resmiyet kazandırılan, çizim yaptırılan bir meslek alanı olarak görüyorum. Bunun ötesinde bir tanım getiren kimse yok.

Bu sürekli kötüye giden ve giderek yolsuzlaşan bir süreç. Cumhuriyetin ilk döneminde gerçekten planlı yapılan, o dönemin ileri teknikleriyle Avrupa’dan öncü mimarların davet edildiği bir süreçten bahsediyoruz. Şu anda bile Ankara’da keyif aldığınız noktalar o dönemin izlerini taşıyor. 

50-60’larda sürekli bir kayıp, sürekli bir geri plana itilmeden bahsediyoruz. Ne etkili olabilir? Sürekli bir büyüme hırsı, ülkenin büyüme hırsı kaliteli yaşamın, çevre kaynaklarının dengeli kullanılmasının önüne geçiyor. Kamu yönetimi bunu sağlayamayacaksa büyüme hırsına yönelecekse büyük bir yıkıma sebep olabiliyor. 

Son yirmi yılda geldiğimiz nokta itibariyle plan artık bir prosedüre dönüşüyor. Kimsenin birşey soramadığı, yorumda bulunamadığı bir alanda en hızlı büyümeyi, en hızlı projeleri nasıl yaparız anlayışıyla bir senaryo konuşuluyor. Planlamaya da uydurulması gereken bir mantalite var. Bu acıya sebep oldu, bundan sonrada böyle olur.

70’lere gelen süreçte ne farklıydı? Bir iktisatçı, bir mühendis, bir mimar, bir plancı biraraya gelip konuşup bölgesel kalkınma nasıl sağlanır tartışılıyordu. Bir diyalog ortamı sonucunda planlar oluşuyordu. Planlama bir diyalog ortamıdır, plancının da görevi bir arabuluculuktur. Şu anda böyle bir durum yok. 

Afet bölgesindeki kentlerin yeniden inşasında nasıl bir şehircilik anlayışıyla karşılaşacağız? 

Mimar ve plancı TOKİ’nin en altında ezilen teknik bir tabaka. Karar mekanizmasında plancı yoktur.

Burada bir meydanlar sistemi yok, erişilebilirliği sıkıntılı. Burada yaşayanlar nasıl mutlu olabilir. 

Afete dayanıklılık” toplu konut üretimi değildir, afete dayanıklı bir toplu konut projesi yapmak da değildir. Siz bunu yaparak kentin kırılganlığını daha da ileriye götürebilirsiniz. Çünkü o kaynakları etkili bir şekilde kullanmamış olursunuz. 

Kentin kırılganlığını daha da ileriye nasıl götürebilirsiniz; eğer hayatından mutlu olmayan, komşusunu tanımayan, mahalle kültürü olmayan, organize olamayan bir topluluk oluşturmuşsanız bu kişiler zaten orada yaşamayacaktır. TOKİ’sini kiraya verip başka yerde yaşamayı tercih edecektir. Bu tabloda herhangi bir afete dayanıklılık yaratmak  mümkün değil. 

Bir afet esnasında düşünün; kimsenin kimseyi tanımadığı, kimsenin nereye gideceğini bilmediği, ne yapması gerektiğini bilmediği, kime yardım edeceğini bilmediği bir ortamda, herhangi bir yakınına ulaşamadığı bir ortamda kaos oluşur, kontrolsüz bir ortam oluşur. 

Eğer siz buna hizmet eden mekanlar üretiyorsanız o bina afete ne kadar dayanıklı da olsa dirençli olmazsınız. Nitekim bugün TOKİ çok konut üretti, bunlar sağlam kaldı ama kentin bütününe baktığınızda bir başarısızlıktan bahsedebiliriz, herkes bunda hemfikir. Toplu konut tek başına düşünülmemesi gereken çok boyutlu düşünülmesi gereken bir konudur. Bunun uzağında olan her anlayış bir şekilde başarısız oluyor. Bir yerden tutturursa, bir yerden kaçırıyor. Zemini binayı sağlam yapıyor ama kimsenin kimsenin farkında olmadığı topluluklar oluşuyor bu da dirençlilik değil.

Bundan sonra afeti önceleyen bir planlama olacağını düşünüyor musunuz?

Bunu yapmıyorlarsa zaten allah akıl fikir versin. Türkiye’de öyle şeylere şahit oluyoruz ki, yeni yeni fay hatları çıkıyor, bazı projelerin selameti açısından fay hatlarının yerinin değiştirildiğini duyuyoruz. Bu devam ettirilirse artık suç oluşturur bunlar. 

Kamu denetimi çok önemli bir nokta. Meselemiz tek başına afet değil, tek başına fay hatları da değil. Afete dayanıklılık sosyal, ekonomik, ekolojik yönleri olan bir mesele. Bunun bu yönleriyle değerlendirilmesi gerekiyor. İmar mevzuatı buna hakim değil. Bunu bu boyutlarıyla düşünmediğiniz zaman iş bir noktada çığrından çıkıyor. 

Kent bir yılda inşa edilebilir mi?

Ömer Dursunüstün: 1 yılda ancak kentkırım yapılır

Ömer Dursunüstün
ÖMER DURSUNÜSTÜN Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Sekreteri

6 Şubat depremlerinin ardından hükümet afet bölgesindeki kentleri 1 yılda inşa edeceğini açıkladı. Bu açıklama üzerine TMMOB Şehir Plancıları Odası’nın bir açıklaması oldu “kent bir yılda inşa edilebilir mi?” diye. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Kent nedir, kentler sıfırdan bir yılda inşa edilebilir mi?

Bu konu iki başlık altında değerlendirilebilir; birincisi bu inşanın maddi koşulları, ikincisi de bu inşayı depremi ve travmalarını yaşamış insanlar için ve onlarla beraber yapmak.

Gerçekten bu kadar sayıda konut üretimi, altyapı ve inşasıyla alakalı tek sorun bir yıllık süre ile kısıtlanması değil, burada kurulacak çalışma biçimleri, buraya gelecek işçiler, burada oluşacak yoğun insan nüfusu ve bunların kendi arasında da bir gündelik hayat kurgusunun olması, yani bu inşa sürecinin maddi koşullarının oluşturulması gerekliliği.

Diğer taraftan bu süreci depremin etkilerini, travmalarını, kayıplarını yaşamış insanlarla birlikte, ancak onları sürece dahil etmeden sürdürmek toplumsal yaraları çok daha büyütecek. Örneğin hala bazı köylerde, ilçelerde uzun zaman önce yapılan deprem konutları, yıllar sonra bile adres tarif edilirken “deprem konutları” olarak geçiyor. Bu konutlar ev olmuş değil, bir semt olarak tanımlanmış değil. Bu şekilde toplumsal travmalar miras bırakılmış oluyor. Orasık, o depremin izini taşıyan deprem konutu olarak tanınıyor. Çünkü mevcudu düşündüğümüzde orası kentle birlikte gelişmemiş oluyor. Bugüne kadarki birikimin, kültürün, gündelik hayatın sekteye uğraması, ihmal edilmesi diğer taraftan yaratacağı gündelik hayatın aşina ve insani olmaması durumu var. 

Elbette ki, gerektiği zaman gerektiği imkanla herhangi bir yapılı alan yeniden yapılabilir. Ama bu yapım insanlarla beraber olmayınca bambaşka bir şey tanımlar ve şu anki uygulamaya baktığımız zaman kesinlikle iyi bir şey çıkmayacak burada. TOKİ’nin tüm şehirlerde yaptığı uygulamalar gibi konut ve ticari alan ayırıp terk edecek buraları. Bu işin maddi koşulunun çok da önemli olmadığını, bir şekilde yapılabileceğini düşündüğümüz zaman böyle oluyor. Böyle bir süreç 10-11 İle yayıldığında; bir sürü ilçe, bir sürü nüfus Türkiye’deki yıllık ortalama konut üretimimizin 11-12 katına tekabül ediyor. Bunu müteahhitlerle yapacakları bölge bu süreçte aslında rantabl olmayan bir bölge. Devamında oraya nasıl çekim sağlayacakları da ayrı bir mesele. Rantabl olmayan bir bölgede tüm Türkiye’nin toplam konut üretiminin 10-11 katını bir tarlanın ortasında üretebileceklerini düşünüyorlar. İddiaları bu ama maddi olarak mümkün değil. Sadece çimento, beton santrallerini düşündüğümüzde bile ülkedekiler yetmiyor. Bu aslında Kanal İstanbul gibi bir mega proje. Her yere bir yılda beş yüzer, biner tane konut yapmayı düşündüğünüzde bu Kanal İstanbul’dan daha büyük bir maliyeti gerektiriyor.

Diğer taraftan geçici barınma alanları olması gerektiği gibi kurgulanmadığı için yetersiz hem de kentle ilişkileri olmadığı için büyük bir nüfus hareketiyle karşı karşıyayız. Bu nüfus hareketiyle memleketine dönmek isteyen ya da dönebilecek durumda olanları yapılacak bölge kalkınma planlarıyla ve çeşitli istihdam şekilleriyle buraya geri çağırabilmek önemli.

Orada kente 5 km, 10 km uzaklıkta bir tarlada evinin olması, daha sonra işe, erzağa, paraya muhtaç yardım bekleyen insanlar yaratmak demek. Yani bu maddi koşullar üstüne ancak böyle bir toplum var olabilir. O nedenle onların geri dönüşü için kentin iş alanları, çalışma alanlarıyla birlikte düşünülmesi gerekiyor.

Aynı şekilde gecekonduların bol olduğu, yavaş yavaş dönüşümlerin, yerinden edilmelerin veya apartmanlaşmanın başladığı zamanlardaki toplumsal ve bireysel kırılmaları biliyoruz Türkiye’de. Balkonunda gecekondudaki bahçesini yaşatmaya çalışan insanlar, hayvanlarını özleyen insanlar, direkt bahçeyle, sokakla ilişki kuramayan insanlar deprem bölgesindeki gibi acı bir sonuç olmasa da bireyleri de çok fazla etkileyen süreçlerde planlama ve yapım işlerinde halkın katılımının hiçbir zaman göz önünde bulundurulmadığını gördük. Ama burada gerçekten kim için yapıldığı bile belli olmayan konutlar yapılacak. Kim yaşayacak burada, nasıl yaşayacak? Hiçbir ekonomik ve sosyal arka planı yok bu fikrin. 

Dolayısıyla 1 yılda bir yerler üretilebilir, 1 yılda bina yapılabilir ama 1 yılda kent inşa edilemez. Birbirleriyle ilişkisi olan, birikimi olan bir toplum yaşantısı üretemez burası.

Kentler sosyal ve kültürel donatılarıyla öne çıkan alanlar. Buralarda yok olan sosyal ve kültürel yapı nasıl tekrar hayata geçecek?

Kentlerin, üstüne koyarak, geliştirerek, bir kısmını terk ederek yeni şeyler yaratarak ama birikimli bir şekilde geliştiği ortada. Hem kültürel, hem ekonomik, hem makroform ve yapılı alan anlamında birikimli gelişmesi bu.

Şöyle düşünebiliriz; sosyal ve kültürel donatılar dediğimiz şeyler aslında “kamusal alanlar.” Kamusallık uzun zamandır niteliksizleştiriliyor, zayıflatılıyor. Bugün bu bölgede sanat galerileri olmazsa, tiyatrodan yoksun kalırsa gibi bir husus değil. Orada bir okul bahçesinde birbirlerine denk gelemeyecek çocuklar var. Bir kahvehanede oturup sohbet edemeyecek insanlardan bahsediyoruz aslında. 

Böyle bir kurguda örneğin Elbistan’ın 100-150 bin arası bir nüfusu var. Çevresinde 4-5 parça biner biner konutlar konulmuş, 5-10 km aralıklarla hepsi farklı farklı yerlerdeler. Daha sonra burada çalışma alanları, sanayisi, ticareti geliştirilse bile bu merkezde birbirlerine uzak yerlerden gelip çalışıp, gece yatakhane gibi konutlarına dönen insanlar oluşacak. Burada kamusal nitelik kaybedilmiş oluyor. Bir taraftan göç, bir taraftan yabancılaşma hem kenti hem diğer insanları etkileyecektir. 

Bu arada kentteki mevcut konutların hak sahiplerine ne olacak, araziler ne olacak hususu var? Bir şekilde yerlerinden edilmiş oldular. Oradaki ekonomik yapıyı düşündüğümüz zaman TOKİ’nin verdiği eve razı olacak bir sürü de insan var. Bu açıdan bakıldığında “kentkırım” gibi birşey bu, kenti alıp parçalayıp 5-10 km çevresine yayıyorsun. 

Depremden sonra uzun süre sosyal medyada Amerikan banliyölerinin görselleri paylaşılmıştı; yeni yerleşimler bahçeli olsun, müstakil olsun diye. Oradaki en büyük problem, yaşamın merkezileşememesi. Banliyölerin otomobil bağımlı olması gibi hususlar var. Bu 100 yıl öncesinin meselesi olarak tartışılmış geçilmiş uluslararası literatürde. Biz yeniden deneyimliyoruz böyle bir şeyi. Çok ilkel bir karar. Üstelik şimdi biz bunu yapacağız ama keyfini çıkarabilecek bir bahçemiz bile yok. Çünkü apartman banliyöleri yapıyor şu an hükümet. 

Bunu bir kentkırım olarak yorumluyorsunuz. Siyasal iktidar kentlerin yeniden inşası meselesiyle kentlerin hem siyasal hem kültürel yapılarını da yeniden inşa etmeyi planlıyor mu size göre?

Son 4-5 yıldır iktidarın en büyük kamusal alan projesi millet bahçeleri oldu. Her şehirde yapılmaya başlandı, yüksek bütçelerle yapıldı. Orada aslında bir toplum tahayyül ediliyor, bir toplum tarifliyor. Camisi olan, kıraathanesi olan, kütüphanede kek yiyen, idari tesisin dibinde oradaki görevlilerin hegemonyası altında bir kamusal alan tarifliyordu. Çok fazla sayıda da uygulamaya geçti. 

Şimdi siyasal iktidarın kamusal alan, sosyo-kültürel faaliyet noktasındaki yaklaşımını ve üretimlerini biliyoruz. Burada bir tarihsel süreç düşünüldüğünde burada şahane meydanlar, şahane kent merkezleri üretme şansı zaten yok. Eğer üretirse de, bir sosyokültürel mekandan ne anladığının en iyi örneğinin millet bahçeleri olduğunu gördük. Açık yeşil alan ancak, cami, kimin çalışacağı belli olmayan, gerekli olup olmadığı tartışmalı 6-7 odalı idari tesis…

Stadyumların kent merkezinden dışarı çıkarılması, tarihi kent merkezlerinin niteliksizleşmesi aslında bunların hepsi siyasal iktidarın toplumla bir savaşı. Toplumsal bağlarımız giderek zayıflamış vaziyette. 

60’lara kadar Türk edebiyatını, sanatını şekillendiren bir sürü yazar, heykeltraş yetiştirmiş bir Ankara son 20 yılda kiminle adını duyurdu? Ulusal manada duyurabilmiş kimsenin yetişmemesinin bir sebebi de kamusallığın olmaması, farklı olanların birbiriyle karşılaşacak mekanlar bulamamasıdır. Bir taraftan elimizdeki mekanlar niteliksizleştirilirken, kimi rant projeleriyle yok edilirken diğer taraftan yeni yaptıkları yerlerde kendi hegemonyalarını kurdukları kentsel mekanlar üretiyorlar.

Deprem sonrasında yapılan konut projeleri, iktidarın bugüne kadarki inşaat politikası ve kentleşme politikasının aslında tutarlı bir şekilde yürüdüğünü düşündürüyor. Çünkü zaten tüm kentlerde istediği buydu; sadece konutlar olsun, kamusallık olmasın, insanlar bir araya gelmesin.

Bu iktidar 2002’den beri gündeme getirdiği ve ısrarla politikleştirdiği kent-şehir ayrımını ortaya koydu. Bu süreç şimdi tam da bunun yeniden inşası gibi görünüyor, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kent, makroformda sınırlanan yakın çevresinden ibaret olan yapılı alandır. Haymana’ya da kent diyebiliriz buna göre. Şehir daha hiyerarşik, daha merkeziyetçi bir yaklaşımın, onun tarifi diyebiliriz. Bunu da en çok hayata geçiren büyükşehir yasası oldu. Köylerin mahalle olması, her şeyin merkeze bağlanması. Hem siyasal hem ekonomik gücü merkezde toplamanın sonucu oldu.

Deprem sonrası Antakya (Foto: Cahit Akın)
Deprem sonrası Antakya (Foto: Cahit Akın)

Afet bölgesindeki kentlerin yeniden inşasında nasıl bir şehircilik anlayışıyla karşılaşacağız? 

Mahalleler bir idari birim olarak anılır. Ama bizim mahalle kültürü, mahalle yaşantısı diyebileceğimiz farklı bağlamlarla ilerleyebileceğimiz artık başka bir şey yok. Sadece son 20 yılda değil bu daha da geriye gidiyor. Muhafazakar ideolojinin kentlerle ilgili yaklaşımını buradan görebilirsiniz; Ankara’da eski kentten (Ulus) yeni kente kurgulanan ve TBMM gibi simge ile biten bir Atatürk Bulvarına karşı Kocatepe Camisi ile biten Mithatpaşa Caddesi’nin geliştirilmesi muhafazakar toplum inşasının mekânsal ayağıdır. İdeolojik olarak ayrımın, kırılmanın arka planıdır bu.

Gerçekten ideolojiyi mekana türlü yatırımlarla, türlü politikalarla yansıtmanın mücadelesi verilirken arka tarafta Ankara’nın gecekondularla büyüdüğü bir dönemden bahsediyoruz. Yani aslında halkçı bir politika olmayan, konut sunumu, bir yaşam tarzı örgütlemek yerine mevcut ideolojinin, kurucu ideolojiyle ve yaptıklarıyla savaşa harcadığı bir efor var. 80 sonrası bu kavga sermayeye terk edildi. 2002’den beri de bu sermayenin temsilcisi olarak seçilmiş bir partinin mevzuat değişiklikleri, yasa değişiklikleri, uygulamaları, söylemlerini gördük biz. Yüz yıllık bir kavganın üretimi. Şimdi burası da böyle, kontrol edilebilir biner konuttan ibaret yaşam alanları. Toplanıp değerlendirme yapabilecekleri, birbirleriyle karşılaşabilecekleri bir alan yok. Ne istihdam sunarsan onu yapmak zorunda olan, bir alternatifi kalmayan kolu kanadı kırık bir toplum yaratacak.

Şehir plancıları yeniden inşanın neresinde?

Planlamanın normal süreci gereği üst ölçekli plan, alt ölçekli plan yapılır, parselasyon yapılır ona göre ruhsatlar hazırlanarak inşaatlara başlanır. Biliyorsunuz bir kararname yayınlandı. Kararnamede planlara gerek olmadan sadece vaziyet planı ile ruhsatlandırılabiliyor. Meslek alanı olarak tamamen dışarıda bırakıldığımız bir süreç.

Herhangi bir görüş alındığına dair bir bilgimiz de yok. Çok hızlı gelişti, o karar çıktıktan sonra kimseden görüş alınmasına da gerek yok. Bizim en başında önerdiğimiz süreç öncelikle geçici barınma alanlarının hızlıca inşasıdır. Yer seçimi daha basittir onun, kurgusu daha kolaydır ve temel ve acil ihtiyaçtır. 

Düzce depreminden sonra 5-6 yıl çadırlarda kalanlar vardı. Irak’ın bazı yerlerinde 70’lerden kalan konteynır kentlerde yaşayan insanlar kentle birleşmiş. Bunlara “geçici” denmesinin nedeni aslında yaşanabilir yerler de olmasıdır. Ama geçici olarak bir yıl boyunca burada kalacaksa, eş zamanlı olarak 50 yıl, 100 yıl ayakta kalacak kentsel alanlar inşa etmek uğruna 6 ay, 1 yıl harcanarak yapılacak bir planlama çalışması gecikme olarak sayılmamalı. Birbirine paralel ve etaplı gidecek bir sürü şey ekarte edildi. Biz meslek alanı olarak tamamen dışarıda bırakıldık.

Şehir plancıları planlamayı nasıl yapıyor, toplu konut bu planlama sürecinin neresindedir?

Toplu konut, sosyal politikayla baş başa gitmesi gereken bir mesele. Konut sunumunu sadece sermayeye, sadece müteahite devredince barınma hakkının yerine getirilmesi tamamen ihmal edilmiş bir vaziyet alıyor diyebiliriz. 

Kentsel dönüşüm yasasıyla uzun zamandır hem büyükşehirin yetkisinde hem bakanlığın yetkisinde kentsel dönüşüm alanları belirleniyor, riskli alanlar belirleniyor, rezerv alanlar belirleniyor. Tamamen kamunun TOKİ eliyle konut sunumu yapabilmesi için elini güçlendiren yasa bunlar. Toplu konut sosyal konut olmadığı sürece yenilmeye mahkum. 

Ankara’da da, deprem bölgesinde de milyonlarca alan böyle imar ediliyor. Ama riskli alana geldiğimizde üzerinde riskli yapılar “varmış gibi” riskli alan ilan ediliyor. 

Bundan sonra afeti önceleyen bir planlama olacağını düşünüyor musunuz?

Bugüne kadar kentte ne yapıldı? Dereyi kapatıp üstüne yolu geçirmeyi becerdik, bir kanala alıp doğal yatakları değiştirebildik, aynı şekilde fay olur, temel hesaplarını yaparım ona göre yaparım deyip geçtik. Dere yataklarının, taşkın alanlarının hepsini de özel mülkiyete geçirdik, yapılaştık. Bu sırada denetleyen kurumlar vardı bir şekilde.

Roma hukukunun temeli şudur “malikle mülkün arasına kamu yararı girer.” Sen her türlü tasarrufta bulunamazsın. Bunun genele bir faydasının olması lazım. Bunu denetleyecek olan da devlet. Devletin asıl amacı bu, o denetleyecek. Bu denetimi “onu da sen yap” diye devrettiğin zaman işte böyle oluyor. İmar barışı denilen “yapıdan maliki sorumludur” noktası, devletin kendini reddetmesidir. O olamaz. Binlerce yıldır her türlü kuralda var kamu yararı kavramı. 

Portakal Çiçeği Parkı’nda bir garip hela hikayesi

Bir garip hela hikayesi yaşıyoruz. Semtimizde, Ankara’nın en güzel manzaralı tuvaletlerine sahip olacağız! Portakal Çiçeği Vadisi gözlerden uzak, bir o kadar güzel harika bir Doğal Park. Ayrancı ve çevresi olarak böyle bir parka sahibiz ama bir de Ankara’nın en güzel manzaralı tuvaletine sahip olacağız ki akıllara ziyan. Portakal Çiçeği, dünyanın en güzel kokularından birine sahiptir. O enfes kokuyu içine çekmiş bir insan olarak söylüyorum. Gerçekten benim için çok özel bir esanstır. Bu güzel parka verilebilecek en güzel isimdir.

Portakal Çiçeği Vadisi ile tanışmam 1988 yılına denk gelir. O yıllar gazetecilik mesleğinin başındayken burada harika bir vadide ağaçlar arasında, gecekondularında yaşayan insanların buradan çıkarılmak istemelerine ve direnişlerine tanıklık etmiştim. E tabi sonunda dayanamadılar ve polis, zabıta baskısıyla buradan teker teker uzaklaştırıldılar. Yıllar içinde, tepesine dikilen iki tane devasa kule gökdelenin gölgesinde yaşadı vadi. Sağına soluna sıra sıra binalar dikildi. Büyük kısmı beton dökülerek gasp edildi. Ama büyük bölümü park olarak kaldı. Yıllardır Ayrancılıların güzel zamanlar geçirmesine ev sahipliği yapıyor. 

Ankara’da yabancıların da en çok gittiği parklardan da birisidir. Bölgedeki yabancı nüfusunun fazla olması da bunda etkili, parkın güzelliği de… 

Asıl konumuza gelirsek, yıllar önce 2 tane seyyar tuvalet kurulmuştu. Uzun süre de orada özellikle çocukların, ebeveynlerinin ve yaşlıların hizmetini gördü. Sonra nedense onlar kaldırıldı. Oysa temizlik konusunda da sorun yaşanmıyordu. Parkı kullanan insanlar da doğal olarak tuvalet ihtiyacı duyuyorlar, hem ihtiyaçlarını gidermek için hem temizlik için.

Tuvaletin temeli ve subasmanı atılırken
Tuvaletin bitmiş hali

Birden koca bir alanda hem de parkın tam göbeğinde, başköşesinde, gözünün bebeğinde diyebileceğiniz bir yerde tuvalet inşaatı için kazı başlatıldı. Ankara Büyükşehir Belediyesi Park Bahçeler Müdürlüğü görevlileri tarafından seçilen bu yer son derece yanlış. “Herhalde güvenlik görevlilerinin gözünün önünde olması isteniyor” diye düşündüm. Ama kaygı ne olursa olsun oraya tuvalet olmaz, bu güzelim parka yakışmaz.

Hemen 20 metre ilerisinde daha önce 2 seyyar tuvaletin yer aldığı, şu an çöp konteynerinin bulunduğu yer tuvaletler için uygun olur. Ayrıca bu kadar büyük bir tuvalete ihtiyaç olduğunu sanmıyorum. 2 kabin yeter. 

Evet bir tuvalet lazım ama hem yeri yanlış, hem de gereğinden fazla büyük.

Elçilik bahçelerini mahalleye katmak

Büyük yaşıyoruz. Günlük tüketim malzemelerimizi, telefonumuzu, (toplu taşım yerine) arabamızı, işimizi, evimizi, çekirdek aile nüfusumuzu, içinde yer aldığımız sosyal/politik çabaları, işletmelerimizi, belediyeyi, devleti… Yaşamımızın tüm parçalarını büyütüyoruz. Para, borsa, ekonomi ve politika, “büyüme” kelimesinin başat unsurları. Mutsuz ama büyük yaşıyoruz. Hayat nicelik-baskın bir hale geldi dayandı.

Dünyanın her yerine girmiş, gezmiş, görmüş, dokunmuş, değiştirmiş, yol yapmış, maden açmış, konut bölgesi haline getirmiş, fabrika kurmuş durumdayız. Oralardan yaşadığımız yerlere bir takım yeni şeyler de taşıyoruz. Ve bu büyük yaşamanın sıkıntılarından biriyle karşı karşıyayız şu günlerde. Farklı coğrafyalardaki farklı (doğal) yaşamların parçası ama vücudumuzun tanışık olmadığı bir protein (virüs), bizim aracılığımızla yaşadığımız her yere taşındı ve dahil oldu. Bizle birlikte yaşamayı tanımadığı için de, yaşayabilmesi gereken bizim vücutlarımızı yok edebiliyor, çünkü tanımıyor vücudumuzu. Öğrendiğinde bizle yaşamı, biz yaşayacağız ama o asimile olmuş, doğalını yitirmiş olacak.

Peki basit/küçük yaşamak mümkün mü? Basit/küçük yaşayarak da bu hayattan keyif almak mümkün olamaz mı?

Çokça bu konuda düşünüyorum/düşünüyoruz son iki yıldır. 16 yıl Bahçelievler’de yaşadıktan sonra 2 yıl önce geldiğimiz Ayrancı’da da bunu nasıl sağlayabiliriz, mahalle ölçeğinde hayatı nasıl güzel kılabiliriz üzerine düşünüyoruz.

Şili Meydanı

Yan sokağımızda Lavanta Kafe’de (eski Dem) oturmak, Şili Meydanı’nda Afet İnan Parkı‘nda Itır’ı gezdirmek, Kuğulu Park’a/Botanik Parkı’na gitmek, Tunalı’da yürümek, Güvenlik Caddesi esnafından alışverişimizi yapmak ve karşımızdaki Fransız Elçiliği bahçesine bakarak çayımızı yudumlamak.

Bu çerçevede yaşamak nasıl olur”u düşünürken de, karşımıza sürekli yukarıdan görebildiğimiz ama yanında yürürken (güvenlik sebebiyle) ağaçlarını/bahçesini göremediğimiz elçilik bahçeleri çıkıyor, aklımız orada takılı kalıyor.

Fransız Elçiliği’nin bahçesi

Mahallemizin neredeyse 1/3’ü elçilikler ve bahçeleri. Ve biz bu bahçeleri, duvarlar + duvarlarının üzerindeki plastik (flexi-glass) yüzeyler sebebiyle göremeden yürüyor ve yaşıyoruz.

Güvenli bir mahallenin (Ayrancı) parçasıyız ama (onlar da haklılar ki) elçilik bahçeleri o ülkelerin toprağı ve günümüz güvenlik öncelikli dünyasında, güvenliklerini sağlamak zorundalar.

 Acaba bu (elçilik) bahçeleri(ni) görerek yürüyebildiğimiz, baĞzı zamanlar mahallelinin de dahil olduğu etkinliklerin bu bahçelerde yapıldığı, çocuklarımızın bu yeşil alanları kontrollü bir şekilde kullanabildiği (örnek Fransız Elçiliği bahçesi) bir düşünce/model geliştirebilir miyiz birlikte? Elçilikler o flexi-glass yüzeyleri kaldırıp, (güvenlik sistemleri oldukça gelişmiş durumda artık) dijital güvenlik aletleri ile güvenliğini sağlayıp, ağaçların yanında, göre/dokuna yürümemiz sağlanamaz mı?

Fransız Elçiliğinin bahçesi

Bunu daha da açmak mümkün, elçilik alanları neden o ülkenin toprağı? Neden o toprak ve o ağaçlar hepimizin değil, dokunamıyor, göremiyoruz. Muhtarlarımız başta, yerel belediye, şehrin devlet kurumları ile elçiliklerle görüşerek bir formül üretmek mümkün olabilir mi?

Sınırların, anlamı yok ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Hepimizin birlikte yaşadığı, mekanlarında birarada oturduğu, yollarında rastgeldiği mahallede (eskiden) fiziksel, (şimdi) görsel ve fiziksel sınırlar doğala hapis uygulaması içeriyor. Bunu değiştirecek bir yol, sınırları değil sevgiyi ve doğalı birlikte kucaklayacağımız bir yaşam mümkün.

Bir ahir zaman mahallesi: Ayrancı

1998’de evlenip Balgat’a yerleşmiştim. Hala Balgat sakini olduğum ama parti merkezli, kilo ile et-mangallı, nargile kafeli mahallenin arsız gözünü üzerinizden eksik etmeyen o keşmekeşten kurtulmak istediğim, bir ev alabilecek mütevazı bir bütçeye sahip olduğum günlerin birinde, ablamla Ahmet Mithat Efendi Sokak’taki meşhur bir pastaneye, Cocinella’ya yolumuz düştü. Hiç unutmuyorum, Ankara için bahar başlangıcı sayılabilecek bir Nisan sonuydu. Araya taraya bulduğumuz sokağa daha adımımızı atar atmaz büyülendik. Asırlık çınarlar ve çamlarla, apartmanların muhtemelen çoğu artık hayatta olmayan en eski sakinlerinin diktiği, kokusuyla sarhoş eden capcanlı leylak ağaçlarıyla, akasyalarla, iğdelerle bezeli, semtin en eski apartmanlarının bahçelerinden rengarenk kır çiçeklerinin boy verdiği, kapıcıların bu bahçelerle birlikte bahçelerin sokağa taşan kısımlarını bile her gün silip süpürdükleri bir yerdi burası. Olmayacak bir hayale kapıldım o gün: keşke burada yaşayabilsem.

Aradın yıllar geçti ve ev sahibi olma çabaları, uzak semtlerdeki arayışlar ve hayal kırıklıklarıyla sürdü. Ta ki, mucizevi bir şekilde alım gücümün artması ve bir emlakçı aracılığıyla benim için rüya olan o sokaktan bir ev buluncaya kadar. 

Gençliğimde varlığından haberdar olmadığım bu sokaklar, Hakan Bıçakçı’nın deyimiyle “orta sınıfın otopark sorunu”nun kurbanı olmuş ve sakinleri, şehir merkezinden uzak, zamanın ruhuna uygun otoparklı, avm’lere komşu sitelere göç etmişlerdi. Burada artık düzenini bozmayı göze alamayan veya gücü yetmeyen eski kuşak kalmıştı ve genç nüfustan boşalan dairelere mimarlık ve mali müşavirlik ofisleri, dershaneler ve dernekler yerleşmişti. Yıllar önce içimi yaşama sevinciyle dolduran bahçelerin bir kısmı bakımsızlıktan tarumar olmuştu fakat asırlık ağaçlar henüz kentsel dönüşüme kurban gitmemişlerdi, kısa boylu, ihtiyar apartmanların önlerinde olanca haşmetleriyle boy gösteriyorlardı hala. 

7-8 yıl önce taşındığımız apartmanın arsa sahibi üst katımızda yaşıyordu. Eşini kaybedince taziye için ziyaret ettiğimizde tatlı tatlı sohbet ettik kendisiyle. Buraların İmparatorluk Ankarasının sayfiye yerlerinden biri olduğunu, bağ evlerinin ve bahçelerin önemli bir kısmının Ermenilere ait olduğunu zaten biliyordum. Fakat sohbet esnasında asırlık ağaçların sahipleri birer birer arz-ı endam ettiler zihnimizde. Salon penceresinden görünen apartmanın arsasında bir Ermeni terzinin, arka pencereden görünen apartmanın arsasında bir Ermeni kuyumcunun, ortasında cumbalı eviyle birlikte bağları vardı bir zamanlar.

İmparatorluk döneminin çokkültürlü sayfiyesi, Cumhuriyet’in buluğ çağında başkentin en itibarlı yerleşimi haline gelmişti oysa. Elçiliklerin, sosyalleşme mekanlarının bu semte yerleşmeye başlaması da semtin ederini ve itibarını arttırmıştı. Eski bağlardan kalan doğal dokusu, şimdi üstünden asfalt geçen dereleri ve onların oluşturdukları vadilerle yeşil bir kuşaktı burası.

Çankaya yokuşuna teyellenen Ayrancı semti, bir orta sınıf gettosu gibi çoktandır. Oto park sorunu, binaların eskiliği ve mahalle kültüründen, şehir merkezinden kaçmak isteyenlerin çoğalması sebebiyle kiralar ve satılık ev fiyatları düştü. İmparatorluk döneminin çokkültürlü sayfiyesi, Cumhuriyet’in buluğ çağında başkentin en itibarlı yerleşimi haline gelmişti oysa. Elçiliklerin, sosyalleşme mekanlarının bu semte yerleşmeye başlaması da semtin ederini ve itibarını arttırmıştı. Eski bağlardan kalan doğal dokusu, şimdi üstünden asfalt geçen dereleri ve onların oluşturdukları vadilerle yeşil bir kuşaktı burası. O günlerden miras, semtin kerteriz noktası olduğunu düşündüğüm Seğmenler Parkı, Botanik ve Portakal Çiçeği Parkları; Ayrancı’ya omuz veren Dikmen Vadisi manzarası semti doğal doku zenginliği bakımından hala diğer birçok semtten ayrıcalıklı kılıyor. Cumhuriyet mimarlığının rüştünü ispat ettiği yılların ürünü Cinnah 19 numara, kıymetli bir parçasını Polonya Elçiliği’ne kaptırmış olmasına rağmen Ankara deyince akla gelenlerden olan Kuğulu Park, iş çıkışı bir kadeh şarap içilebilen Kavaklıdere Şarap Evi’nin arsasına yayılan Karum, dolmuşların dura kalka, oflaya puflaya çıktıkları Hoşdere yokuşu, caddelerin sayılara teslim olduğu bir çağda şair-yazar isimleriyle gönül çelen sokaklar, Amerikalı subayların, istihbarat çalışanlarının, idari personelin hikayeler bıraktığı Kavaklıdere sokakları, üçüncü nesil kafeler, sahaflar, avm’lere karşı cengaver butikler, terziler Ayrancı semtinin sınırlarına fiziksel olarak değilse bile sembolik olarak giriyorlar. Ortalama bir Ayrancı sakininin bilişsel haritasında yerleri var. 

Semtin nüfus yapısının kozmopolitliğine katkıda bulunan yabancı elçilik mensupları, sokaklarda farklı dillerin, insan tiplerinin ve kültürlerin duyulur, görünür olmasına vesile olarak kültürlerarası karşılaşmalarla zenginleşen bir atmosfer yaratıyorlar. Çoktandır birçok semtinde kadınlar için zaman bütçesinin ve mekânsal dolaşımın kısıtlandığı şehirde, Ayrancı kadınlara ve lgbti bireylere de görece bir özgürlük imkanı veriyor. Hemen hemen her apartmanın bir kedisi olduğunu ve sokaklarda kendini sevdirmeye hevesli köpeklerin dolaştığını da hesaba katacak olursak, mahalle türü örgütlenmelerin çözüldüğü bir dönemde, hatırı sayılır sakini Ayrancı Ahalisi adlı facebook hesabından haberleşen, komşuluk eden Ayrancı’ya bir ahir zaman mahallesi diyemez miyiz?

Ayrancı’nın tek Manolya ağacı can çekişiyor

Koklamaya doyamam, benim güzel manolyam

Ayrancı semtimizin ilgi çekici ama çoğunlukla bilinmeyen sürprizlerinden birini paylaşmak istiyorum sizlerle. Hani sokağında defalarca turlasak da gözümüze ilişmeyen, mağrur, sessizce duran mahallemizin tek Manolya Ağacı

Manolya ağacımız türünün Ankara’da yaşayabilen ilk ve en sağlıklı bireyi olma özelliğine sahip. Sadece ılıman deniz kıyılarında yaşayabilen bu türün, kentimizde 35 yılı aşan bir zamandır varlığını sürdürmesi de çok ender bir durum. Bunun için de çok değerli bizler için. Bu özelliklerinden dolayı da ‘Anıt Ağaç’ olarak tescil edilmiş durumda.

Ağacımız yanından geçenlerin bile fark etmediği ama bembeyaz kocaman çiçekler açtığında mahallelinin hayranlığını üzerinde topladığı, Paris Caddesi altı numaralı apartmanın karşı cephesindeki otoparkın hemen kenarında yaşamaya çalışıyor. Çalışıyor diyoruz çünkü son yıllarını gayet ihmal edilerek, unutularak geçirmekte ama sessizce direnmekte yine de, kendisine yapılan vefasızlığı hoş görürcesine. 

Konuyla ilgili bilgi almak için konuştuğumuz Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Derneği üyesi Dendroloji uzmanı Ahmet Demirtaş, manolya ağacıyla tanışma öyküsünü anlattı bize. Geçtiğimiz sene hem dernek olarak hem de Kavaklıdere Muhtarı’yla beraber ilgili kurumlara konuyu açıklayıp yardım talebinde bulunsa da ilgilenen olmamış.

Manolya ağacımız SGK’nın bahçesinde yaşarken birden bire otopark yapılması için yıkılan iki katlı binanın hafriyatından zarar görmüş, anıt ağaç plaketi kaybolmuş, dalları kırılmış. Son beş yılını yaklaşık 1.5 metre derinliğinde molozlara gömülmüş durumda yaşamakta, otopark olarak kullanılan bu arazide deyim yerindeyse can çekişmektedir. 

Semtimizin güzide ağacına gereken kıymeti vermek ve eski güzel günlerine döndürmek için, gelin hep birlikte uğraşalım. Sonra da beraberce gidip onu ziyaret edelim, başına gelenlerden dolayı hiç sızlanmadan bizi kucaklayacağına eminim.

Kıymetini bilecek o kadar az şeyimiz kaldı ki bu dönemde, haydi dostlar…

AHMET DEMİRTAŞ / Dendroloji uzmanı 

Ahmet Demirtaş
Ahmet Demirtaş

Derneğimiz adına Ankara’da anıt niteliği taşıyabilecek ağaçları bulmak için araştırmalara başladığımız 2001 yılında karşılaştım bu ağaçla. Ancak ılıman kıyı bölgelerimizde yaşayabilen Manolya ağacını burada görmek çok değerli. O zaman yirmi yaşına yakındı. Kendisi anıt ağaç olacak yaşta değilse de Ankara ikliminde gayet sağlıklı olarak yetişmiş olması biz ormancılar açısından mucize sayılacak bir şeydi ve bu nedenle o sene belirlediğimiz 56 anıt ağaçtan birisi olarak belirlendi ve 2005 Şubat ayında anıt ağaç olarak tescillendi. Dolayısıyla koruma altında bulunuyor. 

Ağaç şimdi yıkılmış bulunan SSK kreş evi olarak kullanılan evin bahçesindeydi. Müdüre hanım birisinin Ege kıyılarından getirip diktiğini söyledi bana. Ancak bu bina 4-5 sene önce Kamu Denetleme Kurumu tarafından yıkılarak otopark yapıldı. Bu yıkım esnasında ağaç da hasar gördü, molozlar kök çevresine dolduruldu. Bundan sonra Ankara’nın başka yerlerinde de Manolya ağacı görülmeye başlandı. Hatta bir tanesi Meclis duvarının hemen arkasında, ama çok sağlıklı görünmüyor. Sonuç olarak anıt ağaç tescili olan bu nadide Manolyamız tehdit altında. Acilen molozlardan arındırılıp uygun çevre düzenlemesi yapılmalı diye düşünmekteyiz. Kavaklıdere muhtarı ile birlikte Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na başvurup korunması talebinde bulunduk. Bunu yapacak olan bakanlığa bağlı Tabiat Varlıkları Koruma Komisyonu’dur. Bu ağacımız ortama çok iyi adapte olduğundan kendisinden çoğaltılacak fidanlarla yeni bireyler yetiştirmek de çok yerinde olacaktır.

Hafıza mekânsaldır: Yüksel Sokak*’taki memur heykeli üzerine

Ekim 2016. Mart 2018. Temmuz 2018

Yukarıdaki fotoğrafların ilkini Ekim 2016 tarihinde çektim. Yüksel Sokak’taki memur heykelinin arkasında 2017 yılının son haftalarında yıkılacak olan Mülkiyeliler Birliği Misafirhanesi’ni görüyoruz, Mart 2018 tarihli ikinci fotoğrafta ise boşluk. Bina yıkılmış, birçok kişi bu yıkıma karşı çıkmış ve üzülmüş “yenisi yapılacakmış; ama giden hatıralar ne olacak?” diyenler var. Birkaç ay içinde gerçekten de yenisi yapılıyor ve yeni bina bugün Mülkiyeliler Kültür Merkezi olarak işlev görüyor.  Kısacık bir zaman dilimi içinde sadece bir parselde duranlar, yıkılanlar ve yeniden yapılanların hızı benim başımı döndürürken, yaşananlar memur heykelinin pek de umurunda olmuyor. Fon değişse de o hala aynı yerinde, duruşu aynı, bakışı aynı.  Önünden gelip geçenler, selfie çekmek için sarılanlar, etrafında durup konuşanlar, ona hiç bakmayanlar ve sokağın diğer tüm ritimlerini uçup gitmesinler diye sabitliyor heykel. Kendi ayakları gibi yere çakıyor, bizden aldıklarını ve böylece sokağın ve sokaktakilerin hafızasını biçimlendiriyor.

Hafıza, kent mekânı anlamında bıçak sırtı bir konu. Öyle ki unutmak, yenilenmek ve zamana ayak uydurmak ihtiyacı karşısında ait hissetme, sürekli olma ve bağlılıktan birlikte söz etmek gerekiyor. Örneğin, Marc Augé, Oblivion (Unutmak-2004) kitabında, bireyin ve toplumun sağlığı adına, günü yaşamak ama aynı zamanda geçmişi de kavrayabilmek için unutmak gerektiğini söyler. Ancak hafıza yük olduğu kadar hafifliktir de. Kentsel mekânın eskiyi hatırlatan ya da yeni hatırayı yaratan iki yönü vardır. Günümüzde artan hızımız ve bilgi fazlalığımızın yarattığı karmaşanın yanında sokak isimleri, anıtlar, cephe renkleri, bir ağacın köşesini görüp kendimizi “yerinde” hissetmek içimizi rahatlatır. Bir kayıp ya da çözünme olmadığı sürece bu rahatlamayı her an düşünmeyiz; fakat insan hafızası mekânsaldır ve mekanlar gibi inşa edilir, zaman içinde şekillenir. Peki Mülkiyeliler Misafirhanesi örneğinde olduğu gibi birkaç ay içinde değişen ve dönüşen yapılı çevre şehirlerimizde bir aidiyet ve süreklilik yıkımını tetikliyor mu?

Kamusal mekanımızda tutunacağımız somut ögeler yok oldukça, onlara pamuk ipliğiyle bağlı olan anılar da ya kopma noktasına geliyor ya da kopmaya direnerek acı çekiyor. Halbwachs (1992) diyor ki; mahallelerimizde fiziksel bir yapıyı ve gündelik hayatı değiştiren durum orada yaşayanlar için yüksek politika kararlarından daha doğrudan etkileyici olabiliyor. Özellikle de hızlı dönüşüm ve sürekli kayıp zamanlarında kendilerine tanıdık gelen kişi ve şeylere tutunmak oldukça insani bir ihtiyaçken, tutunmamak üzere verilmiş bir söz gibi olan şehrimiz Ankara’da gözden kaçması imkânsız gibi görülen durumlarda bile hatalar yapılıyor.

Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir
“…
Ankara Ankara
Bir kent değil burası, bir acenta dizisi,
Bir işhanı, bir umumi mümessizlik belki,
Büyük mağazalar, bahçeliğe özenen süpermarketler
Tutulmamak üzere verilmiş bir söz gibi.
…”

Cemal Süreya

Bu konuda son dönemde ilk ilgimi çeken Sakarya Caddesi girişindeki, 1992 tarihli Danimarkalı heykeltıraş Jorgen Haugen Sorensen’in Taşankara heykelinin sokağın bakım çalışmaları sırasında kaldırılması oldu. Heykelin yerine bu çalışmalar sonunda bir havuz yapıldı ve Taşankara ise Sakarya’nın bitişi denebilecek, daha durağan bir noktasına yerleştirildi. Mekanıyla ve olduğu yerle, yıllardır insanlar için tanınırlık, hatırlama ve hatırlatma görevini sırtlanmış bu esere gösterilen tavrın ne sanatı, ne mekanı ne de mekan-hafıza sürekliliği dileyen insanları önemsemediğini, daha da kötüsü bir an bile düşünmediğini görüyorum.

Taşankara
Taşankara – 2016 (Kişisel arşiv)

Memur heykeline geri geleceğim. Çankaya Belediyesi Başkanı 14 Şubat 2020 günü “Amcamız Yüksel Caddesi’ne geri döndü” diye bir paylaşım yaptı. Sokakta devam eden çalışmalar sırasında çıkarılan heykelin dönüşünü müjdelemesi gereken bu haber ile birlikte paylaşılan fotoğrafta, memur heykelinin eski yerinden biraz uzağında yönü ve yeri değiştirilmiş gösteren halini gördük. Gördük de ne olacak ki, değil mi? Sonunda geri dönmüş işte.

Sanırım öyle değil. 90’ların başında Yüksel Yaya Bölgesi’ni sanatsal ve kültürel anlamda desteklemek adına yapılan heykellerden birinin yerini 30 yıl sonra değiştirdiler. Heykel eski yerinde bir duraklama mekânı yaratıyordu. Bunun ötesinde konumu ve ölçeği ile yürüyenlerin dikkatini çektiğinde sokak boyunca hâkim olan aşağı-yukarı yürüme akışının tekdüzeliğini kırıyor, bazen boynuna bir kolla dolanarak selfie’lere “poz” veriyordu. Şimdi ise, bir ağacın önünde neredeyse saklanmış, hatta ayak altından kaldırılmış gibi duran “amca” farkına bile varılmayan bir mekânsal hafıza yıkımı darbesine doğru bakıyor, ayaklarında hızlıca çalışılmış çimento izleri, düzeltilmeyi bırak daha kurumadan alelacele çekilmiş fotoğrafına yüz vermemek için belki de. 

Bu değişim ve benzerlerini fark etmeyenlere bir hatırlatma ile bitirmek isterim. Hafızayı romantik veya nostaljik diye hor gören tüm yansıtmaların arkasında, mekânın üretimindeki rolünü ve fikirlerini bu tür “küçük” ve görünmez operasyonlarla güçlendiren bir düzen var.

* Yüksel için “cadde” değil, “sokak” tanımı bilerek kullanılmıştır.  Sokak ve cadde ayrımı, bu mekanların genişliklerine bakılarak Büyükşehir ve ilçe belediyeleri arasında yetki dağılımını belirler. Genişliği 15 metre altındaki yollar genellikle “sokak” olarak isimlendirilir ve ilçe belediyeleri sorumluğuna girer. 15m ve üzeri yollar, ya da “cadde, bulvarlar” ise büyükşehir belediyeleri sorumluluğu altındadır. Kısacası, sürekli değişen bu genişlik ölçütü ve yetki karmaşası atında Yüksel’e cadde demek onu fiziksel ve sosyal tanımından koparıp “idari” bir tanım karmaşasına mahkûm etmektir. Yüksel, toplumsal hayatın odağı ve fiziksel temsili olan bir kentsel sokaktır.

Ankara’da ilk şarap üretimi nasıl başladı?

1929’da Kavaklıdere şarap imalathanesi adıyla kurulur. Kuruluş hikâyesi çok ilginçtir. Kemal Bağlum’un “Beşbin Yılda Nereden Nereye Ankara” adlı kitabında Tunalı Hilmi Bey’in oğlu, 1925 Ankara doğumlu Uğurlu Tunalı anlatır:

“(imar faaliyetlerinde çalışan) Yabancı işçilerin bir sorunu vardı. O da ülkelerinde alıştıkları şarap hasreti idi. Genellikle Macar ve İtalyan ustalar tarafından yapılan görkemli binalar Alman Holzmann firmasında inşa ediliyordu. Bu firmanın sorumlusu da Herr Zaggerber idi. Zaggerber, Macar ve İtalyan ustalarının her üç ayda bir ülkelerine tatile gitmelerinin nedenini araştırdı.

Ustaların memleketlerini özlemekten ziyade şarap alışkanlıklarını gidermek için seyahat ettiklerini öğrenince, çareyi İstanbul’dan vagonla şarap getirmede buldu. Ancak bu da somut bir sonuç vermedi. Çünkü vagonlarda fıçılarla taşınan şaraplar yolda kazaya uğruyor (müslüman işçiler deliyor) ve şarap Ankara’ya ulaşamıyordu.

(…) Zaggerber’in aklına kendisinin şarap üretmesi fikri gelmiş. Macar ustalar arasında şarap yapmasını bilen kişinin bulunup bulunmadığını araştırırken Balaj Usta’yı bulmuş. Kalıpçı olan bu usta, şaraptan anlamadığını, ancak çok iyi şarap fıçısı ustası olduğunu söylemiş. Bunun üzerine Zaggerber, Balaj ustayı üç aylığına Almanya’ya göndererek şarap yapma işini öğrenmesini sağlamış. İlk iş, Ziraat Bankası’nın kasa dairesini oluşturan bölümlerde şarap üretimine geçilmiş. Böylece Zaggerber, Macar ve İtalyan ustaların tatil için ülkelerine gitmelerini önlediği gibi para kazanmaya da başlamış. Zaggerber bu işi iki yıl sürdürmüş. Ziraat Bankası yükselmeye ve kasa dairesinin de şekil almaya başlaması üzerine, bugün Ayrancı’da Amerikan Büyükelçisinin konutu olarak kayıtlı bulunan yerdeki (Yazanlar Sokak) bir bağ evinde zaggerber şarap üretimine devam etmiş.

Bugün Ayrancı’da Amerikan Büyükelçisinin konutu olarak kayıtlı bulunan yerdeki (Yazanlar Sokak) bir bağ evinde Zaggerber şarap üretimine devam etmiş.

“(…) Bir gün eniştem Cenap And Bey, Ulus’tan bugün Kavaklıdere Şarap Fabrikası’nın bulunduğu yere (bugün Sheraton Oteli) kaptıkaçtılarla gelirken bir yabancı ile şoför arasında ağız kavgası yapıldığını görmüş. Eniştem Cenap Bey Almanca ve Macarca bildiğinden yabancıya yardım etmek istemiş. Birlikte kaptıkaçtıdan inip aynı yöne doğru yürürken Macar Usta kendini tanıtmış.”

Cenap Bey ile Balaj Usta’nın, imalathanenin kuruluşuyla sonuçlanan tanışmaları böyle gerçekleşmiş… / 

(Kaynak: www.kavaklıdere.com)

1952 tarihli Ayrancı haritası

Ayrancı’nın yüzleri, sokakları ve hikâyeleri

“Ankara’nın olağanüstü özelliklerini göstermedeki bu isteksizliğinin de belli bir evrensel niteliği vardır. Ankara’da gezinirken nerede olduğunuzu hiç bilemezsiniz: Çankaya Buenos Aires’teki bir alışveriş semti olabilir; Tunalı civarı Manhattan’ın üst doğu yanını andırır; şehir merkezine doğru indikçe Ulus insana Paris’in Gare du Nord’unun arkasındaki telaşı hatırlatır; köyümsü canlı Kızılay, Berlin’deki sakin, iki yanı ağaçlı Kreuzberg’i getirir akla. Ama daha derinden bakmaya, daha yavaş yürümeye başladığınızda (yürümenin mümkün olduğu yerlerde, çünkü Ankara’nın öyle büyük bölümü arabalar tarafından devralınmış ki), bir kafede oturup insanları gözlediğinizde, Ankara kendini başka bir şey olarak ortaya koyar, Ankara’nın ayırt edici özellik eksikliği, kendi içinde ayırt edici bir hal alır”.
A. Manguel-Tanpınar’ın İzinde: Beş Şehir, s.16

Bana kalırsa Ankara için de uzun yürüyüşlerin ve parkların kenti diyebiliriz. Bir yere gitmenin en kolay yolu yürümektir burada. Dört mevsim yokuşlar aşınır, sokaklar geride bırakılır; herkes hep bir yürüme halindedir. Çoğu zaman kaotik olmayan, kendi halinde bir rutini olan bir yürüyüş ritmiyle. Yürümenin halleri en çok edebiyatta kendini belli eder. Ankaralı has edebiyatçı Barış Bıçakçı’nın karakterleri mesela önemli bir karar arifesinde hep yürüyüş halindedirler, “Herkesin Herkesle Dost” olduğu ve tüm karşılaşmalara açık alanlarda birbirlerinin hayatlarına teğet geçerler. Tüm bu anlar Ankara sokaklarında ve yürüyüş halinde gerçekleşir. Geniş bulvarlar, kaldırımlar ve uzun, kesintisiz güzergahlar… Dolayısıyla Ankara bir yanıyla yürüyüş rotalarıyla da meşhurdur. Örneğin, Cebeci’den Kızılay’a yürümenin her daim farklı bir güzelliği vardır. Bu hat üzerinden gerçekleşen kesintisiz yürüyüş anında, kafada biriken sorulara yanıt bulabilir ve sonrasında Kurtuluş Parkı’nda bir ağaç gölgesi altına dinlenebilir.  Bir başka yürüyüş rotası hiç kuşkusuz Ayrancı semtidir. Ankara’nın en eski ve henüz tam olarak bozulmamış semtlerinden biridir burası. Yukarısı ve Aşağısı olmak üzere iki ayrı istikameti vardır. Bir rivayete göre bölgenin ismi eskiden burada yaşamış Rumlara Ayrancı denilmesinden geliyormuş. Peki şimdi Rumlar neredeler? Artık yoklar sanırım, olsa muhakkak yolda karşılaşırdık. 

Yürüme için mevsim seçimi önemlidir.

Ayrancı, Meclis Parkı’ndan başlayıp, Hoşdere’nin devasa yokuşuyla kesişen Atakule’yi de içine alan büyük bir alana yayılmıştır. Yeşilliği bol, çok katlı apartmanların yer almadığı, kafayı yukarı kaldırınca gökyüzünün görülebileceği nadir semtlerinden birisidir. Burası için iyi bir yürüyüş rotası demiştik. Doğrudur, geniş kaldırımlar ve uzun kesintisiz yollara sahiptir. Ayrancı; yokuş sevmeyenler için zaman zaman bir işkenceye dönüşse de yürümek ve parklarında dinlenmek için en güzel rotalardan birine sahiptir. Hem de Hoşdere’nin dik yokuşunu tırmanmayı başaranlar, yolun sonunda Ankara’nın en özel mimari yapılarından Danyal Çiper imzalı “Gemi Ev”le karşılacaklar. “Gemi Ev” modernist bir üslupla yapılmış ilhamını Frank Lloyd Wright’tan alan bir yapıdır. Yani binaya bakınca kıtalararası mimari bir yolculuğa çıkmak da mümkündür. Laf aramızda Danyal Çiper, binanın “Gemi Ev” olarak anılmasından pek de hoşlanmazmış. İşin özü Ankara’da deniz yoktur ama Gemi Ev vardır; zaten böyle şeyler sadece Ankara’da olur. 

Gemi ev
Ankara’nın özel mimari yapılarından Mimar Danyal Çiper imzalı Gemi ev

Yürüme için mevsim seçimi önemlidir. Bilenler bilir, Ankara ayazı meşhurdur aylak yürüyüşe engeldir. Nietzsche’i çileci ve varoluşçu yürüyüşçülere engel değildir elbette bu. Onlar çıktıkları bu derin içsel yolculukta istikametlerini yaz-kış fark etmeden Kuğulu Park’a oradan da Cinnah yokuşuna doğru götürebilir, yolun çaprazında kalan boş Yunanistan Büyükelçiliği topografyasına bakıp, varoluşsal bir sorgulamaya gidebilirler. Büyükelçilik tabelası yerinde lakin içeride bina yok. Geldik bulamadık.  Sonra da soluğu Botanik Park’ta alabilir, soğuktan ıssızlığa gömülmüş parkta yolculuklarına bir mana arayabilirler. 

Botanik Parkı
Botanik Parkı

Lakin herkesin bildiği yürüyüşün keyfi bahar mevsiminde çıkar. Güneşin tepede hükümranlığını ilan ettiği güzel hafta sonu Meclis Parkı’nda ağaçların altında yazan kimlik bilgileri ezberlenebilir. Hava bu kadar güzel iken yürüyüş bitmez hiç şüphesiz. Güvenlik Caddesi’nden biraz aşağıya inilip her ayın ilk günü kurulan Çankaya Antika Pazarı’na gezmeye gidilebilir. Plaklardan, kitaplara, eşi benzeri bulunmayan antika eşyalara hatta Deniz Baykal’ın yer aldığı SHP seçim afişine varana dek birçok şeyle karşılaşılabilir burada. Murat Meriç ve Hakan Kaynar buranın müdavimleri arasındadır, dikkatli gözler kendilerini asla kaçırmazlar.

Ayrancı Antika Pazarı

Hem Ankara’da eskiden sokağa kravatsız çıkılmazdı.  

İlla bir şey yapmak için yürünmez elbette, aylaklık etmek, hareket etmek ya da biriken zihinsel yorgunluklara çare bulunması için de yürünür. Ayrancı belki de bu yüzden en iyi yürüyüş rotalarından biridir. Hem herkesin herkesle cidden dost olduğu, tanışık olduğu bir yer olması, hem eski Ankara’nın izlerini bir şekilde koruyabilmesi hem de yürüyüşçü dostu mekânlara ve parklara sahip olmasından ötürü kıymetlidir. Zaman burada farklı akar bir anlamda. Sokaklarını arşınladığınız yerler sizleri bir başka zaman dilimine de götürebilir. Örneğin Paris Caddesi’nde Fransız Büyükelçiliği’nin önünden Bastille Günü kutlamaları esnasında geçiyorsanız kendinizi 1789’da Fransız Devriminin tam ortasında bulabilir; yolun biraz aşağısına yürüdüğünüzde ise bu sefer de Amerikan Büyükelçiliği önüne gelirsiniz. Her daim Ortadoğu’da kartların yeniden dağıtılmasına, küresel krize ve Trump’ın tivitleri aklınıza gelebilir. Beş adımda dünyayı dolaşabilirsiniz. Bu rota da sizi ister istemez ciddiyete davet eder. Hem Ankara’da eskiden sokağa kravatsız çıkılmazdı.  

Her yürüyüş farklı anların deneyimlerine açık bir eylemdir. Zamanın rutin akışı içerisinde yürüyorsanız göreceğiniz şeyler de bir o kadar biriciktir o ana mahsustur. En nihayetinde yürümek sadece hareket değil aynı zamanda zihinsel de bir yolculuktur. Felsefe tarihinin pek çok ismi uzun yürüyüşlerle de anılmaktadır. Gerek doğa yürüyüşleri gerekse de kentin içerisinde gerçekleşen gezintiler, felsefecilerin olmaz olmaz rutinlerinden biridir. Bu doğrultuda kentler ve yürüyüşçü arasında da kopmaz bir bağ vardır. Baudelaire’in kahramanı Paris’in içerisinde aylaklık eder, önüne konulan rutinin dışında özgürce gezer mesela. İlhami Algör’ün Müzeyyen’e meftun kahramanı peki, o da kafasının içerisinde binlerce imgeyle tüm kaotik zihin bulanmalarıyla İstanbul’u arşınlar.

Her sokakta, her mekânda insan kendi hikâyesini yaratır, saklar, yürürken geleceğe kendinden ufacık izler bırakır, biri gelir bulur okur diye… Ayrancı da böyle bir yer; arşınlanan her sokak yeni hikâyeler biriktirdiği gibi eskileri de peşine takıyor, hikâyeler birbirine karışıyor. Yeni yürüyüşçülerin adımlarını bekliyor.