Sinemanın beyaz perdeden “çevrimiçi”ne dönüşümü, pandemiyle değişen tüketim alışkanlıklarının belki de en dikkat çekici olanı. Sinema salonlarının ölümünü ilan etmek için hala çok erken ama yeni eğilim, sektörün yönünü dijital yayın servislerinden yana çevirdiğini gösteriyor.
Bu yılın başlarında Wuhan’da tespit edilen yeni bir virüse bağlı olarak ortaya çıkan salgına dair haberler duyulur olmaya başladığında bunun çok büyük ölçekli küresel bir krize dönüşeceğini kimse öngörmüyordu. Ve şimdi 10 ay sonra bile yeni koronavirüse dair bildiklerimiz çok sınırlı ve tamamen güvenli, etkili olduğu teyit edilmiş bir tedavi yöntemi veya aşı bulunmuyor.
Sağlık krizi olarak başlayan COVID-19 salgını kısa bir sürede ekonomik, sosyal ve hatta kültürel bir krize dönüştü. Bildiğimiz dünya ayaklarımızın altından kayıp giderken “yeni normali” mümkün kılmak için gündelik pratiklerimizi, tüketim kalıplarımızı, çalışma ve sosyalleşme örüntülerimizi neredeyse tamamen değiştirmek zorunda kaldık. Dolayısıyla bu bir sistem krizi ve “sistem” dediğimiz kapitalizme işaret eden bu gücün, yeni tüketim ve satın alma kalıplarını krizin ortasında bile yeniden tasarlama ve topluluklara dikte etme hızı dikkat çekici.
Dijital yayın servisleri altın çağında
Bu hız içinde tüketim alışkanlıklarının en çok değiştiği alanlardan biri de kuşkusuz kültür ve sanat oldu. Sergiler, müzeler, konserler, filmler ve daha fazlası için mecra, fiziksel olandan “çevrimiçi”ne kaydı. Bu yıl 39. İstanbul Film Festivali (https://film.iksv.org/) ve 2020 Engelsiz Filmler Festivali’nin (https://eff2020.muvi.com/tr) çevrimiçi olarak gerçekleşmesi de buna bir örnek.
Özellikle sinemadaki bu dönüşüm aslında pandemiden çok daha önce başlamıştı. Bir süredir internet üzerinden yayın sunan dijital servisler (stream platformlar) sinema izleyicisi tarafından giderek daha sıklıkla tercih ediliyordu. Sinema salonlarının ölümünü ilan etmek için hala çok erken ama yeni eğilim, sektörün bu platformlara daha çok bütçe ayırmaya başladığını gösteriyor. Nitekim 2017 verilerine baktığımızda ABD ve Kanada’da stream’in yaygınlaşmasına bağlı olarak sinemaya gitme sayılarının 1992 yılındakine kadar düştüğünü ve hatta dibe vurduğunu görüyoruz.
Dünyaca ünlü yönetmenler de filmlerini dijital yayın servisleri üzerinden izleyicisine sunmayı tercih edebiliyor. Üstelik bu tercih prestijli sinema ödüllerinde yarışmaya da engel değil. Martin Scorsese tarafından çekilen; Al Pacino ve Robert DeNiro gibi büyük oyuncuların boy gösterdiği “The Irishman” (2019) stream platformlar arasında en popüler olan Netflix’te yayınlandı ve sinema salonlarda vizyona girmedi. Aynı şekilde Alfonso Cuarón tarafından ABD Meksika ortaklığıyla çekilen ve dağıtımı Netflix tarafından yapılan “Roma”, (2018) 76. Altın Küre’den “en iyi yönetmen” ve “yabancı dilde en iyi film” ödülleriyle döndü. Noah Baumbach tarafından Netflix için çekilen “Marriage Story” (2019) de çok konuşulan filmler arasında yer aldı.
Ev izleyicisinin artık daha fazla seçeneği var
“Stream” alışkanlığı Türkiye’de Netflix ile yaygınlık kazandı ama Blutv, Puhutv gibi yerli girişimler de pazardan kısa sürede ciddi bir pay koparabilmeyi başardı. 2007 yılında sinema filmi değerlendirme ve inceleme sitesi olarak kurulan ve ayrıca adının anılmasını hak eden “Mubi Platformu” da yayınladığı festival filmleriyle özellikle pandemi döneminde sinema severler için oldukça cezbedici oldu. Dünyaca ünlü alışveriş sitesi Amazon’un stream platformu Prime Video’nun Ekim ayı içinde Türkiye’de faaliyete başlaması da bu platformlara ilginin giderek arttığının bir başka örneği.
Pandeminin sinema sektöründe yarattığı bu dijital dönüşüm, ev izleyicisi için daha çok seçenek demek olsa da bu kadar fazla seçenek “ne izlemeliyim” araştırmasına, izlenecek filmden daha çok zaman ayırmaya sebep olabiliyor. Ben de bir ev izleyicisi olarak; Ayrancım Gazetesi okurları için çevrimiçi platformlardan küçük bir seçki yaptım. Keyifli seyirler!
I’m Thinking of Ending Things (2020)
Platform: Netflix
Yönetmen Charlie Kaufman’ın 5 yıllık uzun bir aranın ardından çektiği ilk filmi. Kaufman sinemasından beklenen çok katmanlılık, zihinsel süreçlere sıkışmış bireyler, zekice diyaloglar, ilişki çıkmazları, garip bir mizah anlayışı bu filmde de var ama alışkın olduğumuzdan biraz daha karanlık bir sunumla. Film bir kitap uyarlaması; Jake ve ondan ayrılmayı düşünen ama fikirlerini kendine saklayan kız arkadaşının Jake’in taşradaki anne ve babasına yaptıkları akşam yemeği ziyaretini konu alıyor ama filmin büyük bir kısmında kamera kar fırtınası içinde yol alan arabayı ve içindeki 2 yolcuyu takip ediyor. Bu da filmi tiyatral bir anlatıya dönüştürüyor. Sembolik ögelerle süslü bu filmi anlatmak gerçekten zor ve kolay bir seyirlik sunmadığını söylemek isterim. Hiç değilse arkanıza yaslanın ve çok farklı konularda fikir teatisi içeren şiirsel diyalogların tadını çıkarın.
The Report (2019)
Platform: Prime Video
Stream platformlarında ABD’nin kendi karanlık siyasi tarihini ve insan hakları ihlallerini konu eden yapımlarda ciddi bir artış var. Scott Z. Burns tarafından yazılan ve yönetilen The Report da, 11 Eylül saldırılarının ardından CIA’in işkence uygulamalarını konu ediniyor. Film, senatoda çalışan Daniel Jones’un El Kaide militanlarına yönelik kayıtlara geçen 6 bin sayfalık işkence raporunu kabul ettirme sürecine odaklanıyor. Tahmin edilebileceği üzere CIA, ABD Senatosu ve Beyaz Saray arasındaki bürokratik gelgitler ve örtülü, açık diyaloglar filmin iskeletini oluşturuyor. Doğru olanı yapmak için gösterilen ve yer yer kurumsal kültürle çelişen kişisel çabaların anlamlı ve değerli olduğuna dair mesaj taşıyan film, işkenceden sorumlu kişilerin hala CIA’de görevli olduğunu hatırlatarak misyonun tamamlanmadığına da dikkat çekiyor.
Hungry Hearts (2014)
Platform: Blutv
2014 Venedik Film Festivali’nde Adam Driver’a “En İyi Erkek Oyuncu”, Alba Rohrwacher’a “En İyi Kadın Oyuncu ödülü” kazandıran Hungry Hearts, (Aç Kalpler) türler arası enteresan bir izleme deneyimi sunuyor. Bir çiftin ilk görüşte aşkıyla başlayan ve evlilikle tamamlanan romantik süreç, çocuklarının doğmasıyla adeta gerilime dönüşüyor. Annenin vegan tercihlerini yenidoğana dayatması ve çocukta gelişen büyüme bozukluğuna karşı babanın almaya çalıştığı önlemler konu ediliyor ama filmin odağı aslında bu da değil. Film herhangi bir ideolojik, politik gözlükten okunmamalı. Çift arasında oluşan gerginlik de filme çok iyi yansıtılmış, bu durum görüntüyü deforme edecek kadar geniş açılarla yer yer desteklenmiş. Özgün ve sorgulatıcı bir öykü.
Manifesto (2015)
Platform: Mubi
36. İstanbul Film Festivali’nde yer alan “Manifesto” oldukça deneysel ve özgün bir yapım. Aslında video enstalasyonları olarak planlanıp uzun metraja evrilmiş bir proje. Ödüllü oyuncu Cate Blanchett’in insan üstü bir performansla 13 farklı karakteri canlandırdığı film boyunca Blanchett; tuhaf bağlam ve mekanlarda son yüzyıla damgasını vurmuş felsefi ve sanatsal manifestoları söze döküyor. Marksizm, Dadaizm, Fütürizm, Dogma95 ve daha fazla akıma ait mikro/makro manifestolar farklı parçalarla ama bir bütünlük halinde seyirciye aktarılıyor. Bir ailenin öğle yemeği öncesinde ettiği dua, bir ilkokul öğretmeninin sınıfta anlattıkları, cenazede yapılan bir konuşma veya evsiz bir adamın kendi kendine mırıldandıkları bir manifestoya denk düşüyor. Tüm manifestoların, ortak paydada idealist, öfkeli ve “vurdumduymaz” olduğunu görüyorsunuz. Bu sorumsuzluk, her bir manifestonun sonucu umursamayan ve yapı bozan bir eylem çağrısı olmasından kaynaklanıyor. Zihni körelten geleneksel kalıpların ve bu kalıpların neden olduğu yozlaşmanın reddi, anlam dediğimiz şeyin çarpık bir inşa olduğu kabulü genel olarak tüm manifestoların iskeletini oluşturuyor. Manifestolarla paralel şekilde soyut çağırışımlar taşıyan ama bazen de “sıradan” mekanlar filmde çok özenli bir görüntü yönetmenliğiyle birleşiyor.