Ayrancı hikayeleri-2: Gökteki kelimeler

Gördüğüm her kelimeyi okumaya çabalarken yıllardır doğru dürüst gökyüzüne bakmadığım aklıma geldi. Başlarımız ekranlara dönük yaşamaya o kadar alışmıştık ki etrafımızda olan biten şeylerden hiç haberimiz yoktu.

Yazar Hakkında

Tasarımcı - Yazar |  + Yazarın diğer yazıları

Evden çıktığımda aklımda yürüyüş için bir rota yoktu. Uzun süredir yaptığım yürüyüşlerde sokağın beni istediği yöne taşımasını dert etmediğimden yine ona güvenerek attım kendimi yola. Tirebolu sokağın Elçi sokakla kesiştiği yere gelince bir süre durup bir aşağı bir de yukarı doğru baktıktan sonra bugünkü yolculuk için aşağıya doğru gitmeye karar verdim. Ayrancı pazarına doğru yürümeye başladım. Yol üstündeki küçük dükkanlara göz atarak köşeye geldiğimde pazar tarafına değil de sağa dönüp yürümeye devam ettim. Yüksek duvarları yüzünden içerisini görmediğim ama bende nedense hep sevimli bir yer olduğu hissi uyandıran kıraathanenin önünden yolun karşısına geçtim. Bugünkü yürüyüş rotam Cemal Süreya parkı içindeki üç yüz metrelik parkur olacaktı belli ki.

Parkın baş tarafındaki çocuk oyun alanını geçip egzersiz aletlerinin olduğu yerin kenarından yürüyüş parkuruna adım attım. Kulağımda evden çıkarken dinlemeye başladığım yabancı bir polisiye kitap kahramanın sözleri ile biraz ilerledim. Öğle vakti olduğu için park oldukça kalabalıktı. Birkaç sokak ötedeki karakolda görevli polisler, yakınlardaki işyerlerinde çalışan takım elbiseli ciddi insanlar, arkadaşlarıyla görüşmek ya da torunlarıyla vakit geçirmek için parka gelmiş ihtiyarlar… Ayrancı’da tanık olabileceğiniz her çeşit insan vardı yine burada. Demlik Kafe’nin yanından geçerken içerde kasaların üstünde uyuklayan kediye bakıp güldüm. Ayrancı sokaklarının en güzel yanı bu tüylü çocuklardı sanırım, ha bir de ağaçlar tabii. Kafenin hemen yanındaki köpeklerin serbestçe dolaştığı alanda koşturan neşeli patilere bakıp, tabii bir de köpekler dedim. Köpekleri nasıl unuturum!

Ben düşüncelere dalmış ağır ağır yürürken yanımdan koşar adım geçen bir kadın ufak bir baş selamı verip yoluna devam etti. Her öğlen bu saatlerde kendisi ile karşılaştığımız için bir nevi yürüyüş arkadaşı olmuştuk sanırım. Onun tempolu adımları benim ağır adımlarım ile her kesiştiğinde yüzümüzde ufak bir tebessüm olurdu önceleri. Şimdi suratımızdaki maskeler yüzünden gizlenen tebessümlerin yerini minik baş selamları aldı.

Parkurun cadde tarafına denk gelen kısmında, köpek gezdirme alanına yakın, ağaçlardan oluşan o ufak tünelden geçerken adımlarımı iyice yavaşlatıp bu minik yeşil duvarların keyfini çıkardım. Tünelin bitiminde Demlik Kafe’nin önünde oturmuş öğle arasını açık havada geçiren çalışanların neşeli hallerini görünce kulaklıklarımı çıkardım. Bugün duymak istediğim sokağın sesiydi. Cemal Süreya heykelinin caddeye bakan yüzünün önünde durmuş poz veren gençlere tebessümle baktım. Sonra başımı heykelin arkasındaki havuzun etrafına doluşmuş koşturan küçük çocuklara çevirdim. Babasının yardımıyla pembe bisikletinin pedallarını çevirip heyecanla “Bak baba sürebiliyorum!” diyen küçük kızın sesini duyunca bir süre yürüyüşe ara verdim. Kenardaki banklardan birine oturup etrafı izlemeye başladım.

Küçük kızın az önceki neşeli sözcükleri hafif esen bahar rüzgârı ile gökyüzünde savrulup karşı tarafta oturan ihtiyar bir kadının kucağına düşüverdi. Kadın, kendini olanca ağırlığı ile kucağına bırakan bu kelimeleri alıp bir uğur böceğini sevgiyle üfler gibi yeniden gökyüzüne savurdu. Ardından yanındaki arkadaşına dönüp “Her şeyin tadını yine en iyi çocuklar çıkarıyor” dedi. Kadının bu sözleri hafifçe savrulup hemen yan bankta tek başına oturan başka bir kadının yüzüne dokunup geçti. Sözlerin dokunduğu kadın hafifçe iç çekip “Bisiklet sürmeyi bana da babam öğretmişti, yine altmış yıl önce burada, Ayrancı’da…” dedi. Diğer kadınlar bu sese kulak verip ona dönerek “O zaman buralarda hep bağ evleri varmış diyorlar, keşke o günlerde Ayrancı’yı görebilseydik.” diyerek anıların yad edildiği, Ayrancı’nın bağ evleriyle dolu içinden derelerin aktığı güzel zamanlara dair bir sohbet başlattılar.

Anıların ağırlığını taşıyan sözcükler bu ağırlık yüzünden yavaşça süzüldüler gökyüzüne. Kelimelerin izlerini takip ederek başımı gökyüzüne doğru kaldırdım. Gökyüzü sanki bir sığırcık sürüsü varmış gibi bir sürü kelime ile kaplanmıştı. Şimdiye kadar nasıl olup da bu kelimeleri görmediğime hayret ettim. Söylenen her sözcük anlatılan her hikâye tepemizde asılı kalıyor, rüzgârla sağa sola savruluyordu. Kimisi neşe dolu hafif, kimisi eski günlerden kalma ağır sözcükler. Bazıları çok tanıdık bazılarıysa artık unutulmaya yüz tutmuş kelimeler, sırlar, dedikodular, hayaller… Gördüğüm her kelimeyi okumaya çabalarken yıllardır doğru dürüst gökyüzüne bakmadığım aklıma geldi. Başlarımız ekranlara dönük yaşamaya o kadar alışmıştık ki etrafımızda olan biten şeylerden hiç haberimiz yoktu.

Ben böyle düşünceli bir hâlde göğü seyrederken “Ne çok hikâye var değil mi? Epeydir kimse toplamıyor bunları” dedi yakınımda bir ses. Başımı çevirip bakınca yanımda yaşlı bir beyefendinin oturduğunu gördüm. Kelimeleri kovalarken onun yanıma geldiğini fark etmemiştim.  “Eskiden kelimeleri toplayanlar mı vardı?” dedim şaşkınlıkla. “Elbette,” diyerek gülümsedi ve ekledi; “Eskiden insanlar sohbetlerle havaya karışan kelimeleri yakalar onları işler, yoğurur ve yeni hikâyelerde kullanılsın diye yeniden gökyüzüne salardı. Şairler, yazarlar başları hep göğe dönük en güzel kelimeleri toplama yarışına girerler, kazanan topladığı kelimelerden daha görkemli hikâyeler yaratıp onu arkadaşlarını kıskandırmak için yeniden göğe salardı.

“Peki sonra ne oldu?”

Yaşlı adam hüzünle bakışlarını yere indirip “İnsanlar karşısındakini dinlemez olunca kelimeler de görünmez oldu.” dedi. “Ruhlar, sokağın sesleri yerine kendi ceplerinden yükselen müziğe kapılınca tüm kelimeler, tüm hikâyeler havada asılı kaldı. Bir de üstüne bu salgın belası gelince zaten görünmez olan kelimeleri maskelerin ardından yakalamak daha da zorlaştı.

Kimse toplamazsa onlara ne olacak?” diye sordum gözlerimi gökyüzündeki kelimelerin dansından ayırmadan.

Bazıları onu var eden ağız ölünce unutulacak, bazıları rüzgârla uzak diyarlara savrulup kendisini yakalayacak bir ruh bulacak ama pek çoğu burada süzülüp havayı giderek ağırlaştırıp bizlerin üzerine çöküp kalacak.

Üzerimize çökecek kelimelerin ağırlığı düşüncesiyle irkildim. Tam yeni bir soru sormak üzereyken küçük bir çocuk önümüzde durup elinde tuttuğu şeyi heyecanla bize doğru salladı. “Bakın ne yakaladım!” diye cıvıldadı. Yaşlı adam elini uzatıp çocuğun salladığı şeye bakıp gülümsedi. “Anlamını biliyor musun?” diye sorunca çocuk ışıl ışıl gözlerle “Evet.” diye yanıtladı.  Ben elindeki şeyi tam göremeden yakınlarda bir kadın sesi çocuğa seslendi. Küçük kız koşarak uzaklaşırken elini yumruk yaparak korumaya çalıştı yakaladığı şeyi. Annesinin yanına varınca yine aynı neşeli sesiyle “Anne bak, bir kelime daha yakaladım!” diye coşkuyla bağırdı. Annesi gülümseyerek başını okşayıp “Bu seferki kelime ne güzelim?” diye sorunca çocuk küçük yumruğunu açıp elinde tuttuğu sözcüğü göğe savurdu. “Umut,” dedi “Bu sefer yakaladığım kelime umut!

Kadın uzaktan onları izleyen bizlere bir baş selamı verip kızı ile parktan uzaklaşırken yanımdaki yaşlı beyefendi de yavaşça ayağa kalkıp başını yine göğe doğru çevirdi. “Çoğumuz göğe bakınca artık kelimeleri göremiyoruz ama çocuklar, onlar hâlâ hikayeleri kovalıyorlar. O yüzden sen sormadan ben söyleyeyim, çocuklar göğün başıboş kelimelerle ağırlaşıp üzerimize çökmesine asla izin vermeyecekler.” Başını bana doğru çevirip iyi günler diledikten sonra ağır adımlarla uzaklaştı.

Öğle molası biten çalışanlar yavaşça parkı terk ederken ben Cemal Süreya heykelinin yanına gidip gökyüzünden kelimeler topladım. Bir sonraki hikâyede onları kullanıp yine göğe salmak için…

  • 153.088
  • 89
Ücretsiz E-Bülten Abonesi Olun

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir