Can Öktemer: Ama ben Ankara’yı hep sevdim

Can Öktemer ile Ankara’nın gizli başrolde olduğu ilk romanı “Hayat, Evren ve Sezen Hakkında” üzerine Ayrancım Gazetesi için söyleştik. Sadece ilk romanı ile değil iflah olmaz bir Ankaralı olarak bugüne dek yazdıkları, yaptıkları, yürüyüş rotaları, kente dair yazıları, flanörlüğü ile Ayrancı’ya, Ankara’ya ve hayata edebiyatın izleğinden bakan Can Öktemer ile Cemal Süreya Parkı’nda bir araya geldik. Yürüyerek kamusal alanlara, açık havaya, gökyüzüne, toprağa, mahallemize karışarak yaptığımız bu söyleşiyle gazete okurlarımız için kent ve edebiyatın penceresini araladık.  

“Ama ben Ankara’yı hep sevdim.” Kitabınızda geçen bu cümle ile başlayalım ve soralım. Ankara sizin eviniz mi yuvanız mı? Neden?

Evim diyebilirim. Sembolik olarak en rahat ettiğin, dönmek istediğin bir anakara gibi düşünürsek evi, ne zaman bir yere gitsem dönmek istediğim için rahat ettiğim bir yer olarak Ankara’ya evim diyebilirim.

Fotoğraf: Büşra Bozdemir

Ankara’nın çimentosunda rutinler var

“Şehrin çimentosuna karıştım” diyorsunuz. Bu kentte, özelinde Çankaya, detayında Ayrancı’da hayata ve evrene nasıl karıştınız? Ne var Ankara’nın harcında? 

Kitaptaki bu söz, karakterlerden Pena Yavuz’un mağlubiyet hissiyle de söylediği sözdü. “Benden bir şey olmayacak, ben yenildim zamana sen git” diyerek Cem Taner’e tavsiyede bulunuyordu. Hayat, Evren ve Ayrancı diye bağlarsak; savaşlar, pandemi ve türlü siyasi, ekonomik krizlerin ortasında dünya ahvalinin küçük bir semtten nasıl göründüğünün, karakterler üzerindeki etkisinin hikayesiyle yola çıkmıştım. Kitabın ismini de Douglas Adams’a selam göndererek, saçmalıklar ve anlamsızlıklar üzerinde inşa olan modern hayatın gündelik hayatımıza yansımalarıyla dalga geçmek için seçmiştim. 

Ankara’nın çimentosunda ne var? Alışkanlıklar ve rutinler var. Bunlar büyük kentlerde zor bulunan özellikler. Keşmekeştir aslında metropoller ve insanlar birbirinden uzaktır ama Ankara, yarı metropol yarı taşra gibi davrandığı için harcında karşılaşmalar, alışkanlıklar, hayatı küçültmek, mahallede gibi davranmak var. Eşinizle dostunuzla tesadüfen plansız programsız karşılaşma ihtimali sunan bir kent. İstanbul’da bunu yapabilmek zor. Herkes herkesle bir yerden tanışık gibi olunca da insan ilişkilerindeki bağlar sağlam olabiliyor. Harcı sağlam. 

Ankara’nın hangi mahallelerinde, apartmanlarında yaşadınız? Çocuklukta, gençlikte, yetişkinlikte Ankara’ya dair kolektif hafızanızdaki anı paylaşır mısınız?

Biz hep Emek ve Bahçeli’de yaşadık; açıkçası çok enteresan bir hatıram yok apartmanlarla ilgili ama hep mahalle ortamı vardı. Mahallenin sözlük tanımıyla uyumlu insanların birbirini tanıdığı birbirinden kopuk olmayan bir bağ vardı. Sanırım hâlâ da öyle. 

Sizin romanı yazmaya başlamanız; bir vedanın hatırasını görünür kılmak için burnunuzun ucundakini görmeye başladığınız, “hikayenin çok yakında” olduğuna inandığınız an mı başladı?

İkisinin tam ortası sanırım. Yüksek desibelli bir duygu durumunun yansıması da olabilir. Esasen bu hikâyenin ham kısmını Lavarla’da yazmışım. 10 yıl kadar olmuş. Hakan Kaynar Hoca bana yürümeyi sevdiğim, sosyal medyada da paylaştığımdan hareketle bunları yazmalısın demişti. Cebeci’den Kızılay’a kadar yürürken ne gördüysem bir denemeci gibi yazıyordum. Yazdıklarım birikmeye başladı. Hikaye yazabilir miyim diye düşündüm, biraz kişisellikler de vardı; yarı gerçek yarı kurgu diyebileceğim, oyun da yaptığım şekilde yazmaya başladım. Bunun aslında alt türü varmış; autofiction deniyor. Biyografi gibi değil işin içerisinde kurgunun da otobiyografik ögelerin de olduğu, ikisinin muğlaklaştığı bir şekilde düşünülebilir. Zaten romanda da biraz öyle ne zaman Leonard Cohen geliyor ne zaman işte siz gerçekten yürüyorsunuz ya da kim o sözü söylüyor. O söz Can’ın sesi mi yoksa müzisyenin dinletisindeki etki mi bazen muğlaklaşıyor. Hoşuma giden bir şey oldu. Cem Taner ben miyim değil miyim, insanların bunu sormasını istedim. Kafa karışıklığı yaratmak da bir oyuna dahil olsun diye düşündüm.

Fotoğraf: Büşra Bozdemir

Bavulunda sıklıkla sıkıntı taşıyan biriyim

Ortaçgil şarkısındaki gibi “Bir Eylül Akşamı” başlayan roman yazarlığınızda “İnsanların yanında evimi, evimde insanları özlüyorum” diyorsunuz. “Bavulunda sıkıntı taşıyan adam” olarak mı yazdınız bu romanı? 

Bavulunda sıklıkla sıkıntı taşıyan biri sayılabilirim. Ankara’dan ara ara sıkılıyorum herkes gibi. Özellikle pandemi döneminde eve kapandığımız zaman özellikle artık yaşanmaz hale geldi. Ankara vaatkarlığını yitirmişti. Arada sırada bir şehri aniden nedensizce terk edip geri gelmek gerekiyor bence; nefes almak için. 

Bir de neredeyse gün be gün artan 15 yıllık siyasi baskının da bir yabancılaştırma etkisi var hiç şüphesiz. Tansiyonu yüksek siyasi atmosfer, derinleşen ekonomik kriz, kamusal alandaki ifade özgürlüğün daraldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu vaziyet insanları mekânla, yaşadığı yerle yabancılaştırdı. Herkes bir elinde bavul diğerinde pasaport önünde atlas gidilecek yer arıyor. İşin ironisi gitmek istediğimiz yerlerdeki insanlar da kendilerine başka yerler arıyor. Mevcut müesses nizam koltuklarımızın altına çivi koydu. Şu an evimiz neresi bilmiyoruz. Ankara özelinde konuşacak olursak, etrafımdaki birçok kişi taşındı, yurt dışına gitti, veda etti.  

Belirli yaş bariyerini aştığınızda hayatınızda yapabileceğiniz ani dönüşler, alacağınız virajlar zorlaşıyor. Böyle durumlarda bir karar vermek gerekiyor galiba. Ankara’da yaşamaya tamam demek de bunlardan biri. Tüm lanet durumlara, sinir bozucu olaylara rağmen, eşin, dostun, alışkanlıkların hatırına şerefli mağlubiyeti kabul ederek devam etmek de bir tercih. Romanda tüm bu yaşadıklarımızı, yabancılaşmaları roman içine katmaya çalıştım; kaybolma anını ruhsal olarak iyisiyle kötüsüyle bu yaşadığım yeri kabul edip devam etmeye karar bir kahramanın portresi bir anlamda.  Karakterin tercihi mağlubiyet midir kazanmak mıdır bilemem tabii ama hayatla bir yerde sulh içinde olmak lazım çünkü her şeye rağmen “gelecek uzun sürer” 

Yabancılaşmayı bir yana bırakarak “Anıların boşluğundan faydalanıp şimdiki zaman işgali” olarak tanımladığınız boş zaman var. Siz boş zaman yaratabildiğinizde, kendinize döndüğünüzde mi yazdınız? Yazı serüveninize hangi mekânlar tanık oldu?

Daha çok evde yazıyorum. Özellikle gece yarısından sonra hayatın yavaşladığı anlarda. Eskiden dışarıda yazamazdım dikkatim kolay dağılırdı ama son zamanlarda kafelerde de yazmayı öğrendim. Öyle bir rutinde de ilham verici şeyler olabiliyor. 

Romanınız “Yerdeki kelimelere basmamaya dikkat ederek” “kendi zaman dilimine bıraktığınız kalabalıklar” arasında “düşünerek yürürken” mi? Yoksa edebi anlatılar için söylenegeldiği üzere, bir şehre bir “adam” gelince ya da bir “kadın” evden çıkınca mı başladı?

Her gün yazan birisi değilim. Çok düşünüyorum, uzun uzun yürüyorum yazmaya başlamadan önce, sonra eve gelip kapanıp topladıklarımı yazmaya başlıyorum. Kelimelerin asfalta düşmesi hikayesi Cebeci’deydi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin önden gidip biraz sağa döndüğünüz zaman bir taraf askeri taraf bir taraf hastane bir tarafta öğrenciler aynı yerde ve zamanda. Dolayısıyla o kadar kozmopolit insanlar o sırada oradan öyle telaşla gidiyorlar ki hepsi ayrı ayrı konuşuyor, söylüyor. Bağıra çağırıp konuşuyorlar işte askerler, öğrenciler, insanlar. İnanılmaz kelime baloncukları oluşuyor. 

“Hayat, Evren ve Sezen hakkında” kitabınızın ana karakteri Ankara mı yoksa herkesin Sezen Aksu zannettiği Sezen mi?

İkisi birden diyebilirim. Açıkçası Ankara biraz daha gizli başrol, Sezen de hikayenin ana dönüştürücüsü. James Joyce’un Dublin’i çok sevdiği için sürgündeyken yazdığı Ulysess’ten ilham aldım. Hakikaten Dublin’e aşkla yazılan bir romanda tüm sandalyeleri, kokuları, yemekleriyle capcanlı bir kent var, hayat var. Mesela romandaki “dandirik” bir limon kolonyacısı şimdilerde Dublin’de turistik seyahatlerin uğrak mekânı olmuş durumda. Romanımda, Sezen dönüştürücü karakter olarak ise kitabın ikinci bölümünde sahnede. En nihayetinde “Bir şehri sevmek aşka sebep aramaksa” Sezen de Cem Taner için bu sözü gerçek kılıyor.  

Roman iki bölümden oluşuyor ve ikinci bölümde sahneye tüm ışığıyla Sezen giriyor. Bir şehir, “aşk”la mı anlam kazanıyor? Kentin sokakları, merdivenleri, köşeleri, meydanları, parkları ve kuğuları aşkla mı direniyor tükeniş ve yok oluşa? 

Yüzde yüz ben de böyle düşünürüm. Bence, yolu tek başına yürümekle birisiyle yürümek arasında fark var. O yüzden kitap iki bölümden oluşuyor. Birlikte yürümek de yaşama meydan okumak da iki kişiyle mümkün olabiliyor. İnsanı hayatın içinde hissettirecek anlar, durumlar vardır. Birine aşık olmak da böyle bir şey. Hayattayım, yaşıyorum hissi verdirebilir hakiki bir aşk hali. Sokakların, mekânların, kaldırım taşların anlam kazanabilmesi bazen birine ihtiyaç duyabilirsiniz. İçinden çıkmak istemeyeceğiniz bir karenin içinden dünyaya bakmak; bu da bir şey çoğu zaman da çok şey demek. 

“Yaşam bizim için dibi görülmeyen bir deniz.” Peki ya aşk, dalgalarla boğuşarak çıkılan bir kıyı diyebilir miyiz? Bu kitabın adı ve parçası olarak evrenin dehlizlerinde kaybolmamak için rotayı nereye çevirmeliyiz?

Diyebiliriz. Karakterler de böyle bir ailevi mücadeleden çıkıp bir de hayat şartlarıyla mücadele edip kendine düzen kurmaya çalışıyorlar. Ne kadar kurduklarını bilmiyoruz ama o mücadele gemiyi karaya çıkartmak için önemli bir güç noktası olabilir. Hayatın belirli zorlukları var. Yönümüzü bulmak, rotayı hesaplamak sandığımızdan zorlu olabiliyor. Bu yüzden bir şekilde devam edebilmemiz önemli, çünkü sadece yola çıkabilecek cesarete sahip olanların hikâyesi olur. 

Yol hikayesi gibi ama uzak mesafe değil

Denizi olmayan bir kentte rota nasıl mümkün ise… Belki şehre “deniz” gelir diyerek bağlayalım mı?

Bir arkadaşım demişti kitabım için bir yol hikayesi gibi ama uzak mesafe değil. “Kahramanın Sonsuz Yolcuğu” kitabı yazıyla hemhal olan herkese önerilir. Campbell’in kitabında biliyorsunuz küçük bir yerde yaşayan maceraya atılma konusunda gönülsüz bir kahraman vardır; bilge birisi gelir ve onu bir maceraya davet eder, küçük hayatlardan büyük maceralara atılırlar ve sonunda olgunlaşıp başka forma dönüşürler. Benim karakterim de işte küçük bir yerden başlayıp olağanüstü büyük hayatlar yaşamasa bile dönüşüm yaşayarak bir olgunluk seviyesine geliyor. İşte biraz o Sezen’in varlığıyla olabilecek bir durum, sembolik bir rota arayacaksak? Sezen ile beraber, en azından sisleri kaldıracak bir hat ve rota olabilir diye düşünüyorum.

Plakçı Kamil’den Pena Yavuz’a, Ankara İletişim İguana’sından Kıtır’a, Cebeci’den Meneviş Sokak’a, Tunalı Hilmi’den Kuğulu Park’a, insanlar kadar mekânların da özgünlüğüyle yaşatıldığı bir Ankara anlatısı diyebilir miyiz?

Evet bu roman bir Ankara anlatısıdır. Karnaval gibi ortam yaratayım, endemik, az bulunan tipleri ortaya çıkarayım istedim. Örneğin takıntılı plakçı karakter, Pena Yavuz, arada anlatıya girip çıkan Leonard Cohen gibi az bulunan tipler bu yönüyle endemiktir. Ankara gibi kasvetli, gri gibi görünen, memur kenti olmasıyla dalga geçilen bir yerde böyle insanların da olduğunu göstermek istedim. Güzel manzara aldatıcıdır önemli olan o manzarada kimlerin olduğudur bence. 

Pena Yavuz gibi karakterler kolay kolay her yerde karşınıza çıkacak insanlar değil. Yaptıkları işlere ve rutinlere takıntılık seviyesinde bağlılar ve bundan asla sıkılmıyorlar, her gün aynı hayatı yaşıyorlar bu bana çok ilginç geliyor. 

Ankara’da kalanlar, sevdiği için kalıyor

Müdavimlik kültürünün adresi midir Ankara?

Alışkanlıklara çok bağlı Ankara’daki insanlar. Özellikle böyle küçük mahallelerde, Ayrancı gibi bir yerdeyseniz aynı çeperde, güneşin etrafında döngü gibi aslında bir yılı tamamlıyor insanlar. Aidiyet hissetmenin enerjisi elbette var. Burada kalan sevdiği için kalıyor aslında; Ankara bir tercih meselesi. Bence diğer şehirlerle burayı ayıran nokta tam da bu. Mesela İstanbul’a maddi imkanlar için gidenler, İzmir’e ben denizi özlüyorum dayanamıyorum diye gidenler oluyor. Buradan gidenler oluyor ama burada iyisiyle kötüsüyle nefret ettiğin şeylere rağmen inatla sevdiğin için kalıyorsun. 

Renklerin en grisine hapsedilen Ankara’da yaşamak yerine “Gözün belleğini şaşırtmak için” gitmek mi gerekir bazen? Aynı evde, mahallede, semtte on yıllarca yaşamak klişe midir? Yoksa bulunduğumuz işte bu çemberde üçgende yaşadığımız yerde gözün belleğini şaşırtmak için yıllarca yaşadığımız yerde de arada uzaklaşıp geri dönerek bu şaşırtmayı kendimiz için yapabilir miyiz?

Yapmak lazım, arada gitmek lazım. Kenti özlemek güzel. Kitapta atıfta bulunduğum “Gözün Belleği”ni ben Kant’tan almıştım. Kant, yaşadığı yerden hiç çıkmayan biri. Her gün aynı rotada yürüyüp, çalışmalarına odaklanıyor. Sanırım bir defa rutini bozuluyor onda da Jean – Jaques Rousseau’nun kitabını almak için. Hep aynı döngü içinde yaşıyor belki ama felsefe tarihinin en çığır açıcı eserlerinden birini de yazıyor. Mekânsal ferahlama ve gitme biraz tercih meselesi. Bana kalırsa arada çıkıp denize kıyısına inmek lazım. İmkanım olsa şimdi mesela deniz kıyısında olurdum, sonra tekrar yazın Ankara’ya gelirdim. 

“İnsan bazen bir şehri aniden terk etmek isteyebilir.” Aniden terk etme isteğini ne zaman uyandırır Ankara? O isteğe rağmen dönüp geleceğimize dair duyduğumuz güvenin adresi bir yuva mıdır yoksa?

Kentin rutinlerinin, tekrarlarının vaatkarlığını yitirdiği anlarda terk etme isteği gelebilir. En azından benim için öyle. Şehri terk etmeyle, gitme isteğiyle ilgili kitaptaki bir bölüm vardı; barın içindeki bir yazıhane bölümü… Yaşanmış bir olaydan ilham alarak yazmıştım o bölümü. Halen de gitmekten çok hoşlandığım bir barın içinde bir zamanlar otobüs yazıhanesi vardı. Barda oturup bir şeyler içiyorsunuz, arada insanlar geliyor ve ve asla bara oturmak gibi bir dertleri yok, bir yere gitmek için, barın içine içeri girip Afyon’a, Kayseri’ye bilet alıp tekrar dışarı çıkıyor. Bilet almak gidebilmek için barın içine girmek zorundasın. Metaforik olarak gitme isteğiyle ilintili… O an sıkılma hasıl olduysa arkada yazıhane var yazıhanede bilet kesiliyor, hafif çakırkeyif olununca gözümü açtım Bozburun’dayım denilebilir mi düşündüm. 

“Neden eve dönmekten ibarettir hayat?” diye bir sorgulama vardı kitapta. Bu bağlamda eve dönüş ve gidişle, yollarla mı ilgili yeni çalışmanız?

Eve dönmekle ilgili çok düşünüyorum. Ben çok az hareket eden birisiyim ama arkadaşlarım başka ülkeye gitmek durumunda kaldılar, deneyimleri sürekli yer değiştirme, sürekli ev değiştirme, sürekli bir yerden bir yere gitme. Onlarla konuştuğu zaman da evi arıyorlar. Belki de aradığımız bizim evimiz, coğrafi bir yer değil belki; topografyayı aşan bir şeyi arıyoruz aslında, böyle bir koltuk belki rahat bir koltuk “oh, dünya varmış” diyebileceğim. Dışarıda zaten çok rahatsız edici olabiliyor hayat. Burada da kafanın üstünden helikopterler geçiyor çok gürültülü bir yer Evin bir sığınak olduğunu bilmek ama hayatın sokakta aktığını hissederek yaşamak gerekiyor bence. 

Yeni yerler kadar yeni türlere de açık mısınız yoksa yeni tür de roman mı olacak? 

Eve dönmek kavramıyla ilgili bir de müzik hikayesi kafamda ama galiba evle ilgili olan ağır basacak. Bizim ailemizin bir bölümü yörük, git gel fazla olmuş. Köklerimiz öyle. Hani tarihin ilk romanı burada yazılmış ki o da eve dönmek ile ilgili: Odysseia. Bu toprakların kadim meselesi demek ki eve dönmek. 

“Bazı şeyleri kabullenmekten” söz ettiğiniz romanda “gökyüzünü ileri itmenin zamanı” derken “göğe bakma durağındaki” biz semt sakinleri için neyi öneriyorsunuz?

Gökyüzünü itmekle kastettiğim, hayatın riskleri karşısında ipleri kendi elinize alarak mümkün olabilir. İlerleyebilmeniz için ancak sıkıntı halinde şikayet ederek, düşe kalka, yaraları saklamadan, büyüyerek, olgunlaşarak,  hayatın kontrolünü ele alıp devam etmek. Hayattayım, yoluma devam ediyorum demek gerek. Çünkü bir adım diğerine geldiğinde yeni bir ihtimal çıkabilir. 

Ankara’da kabullenmesi en zor olan uğurlamaktır

Ankara’da kabullenmesi en zor olan nedir? Kitapta da izi sürüldüğü üzere gitmek mi, kalmak mı, uğurlamak mı?

Ben uğurlamak derim. Ankara zaten hepimiz gibi tarihi de kaderi de böyle. Kalmak isteyen hakikaten kalıyor ama burası öğrencisinin çalışanlarının dışarıdan geldiği, bir süre sonra döndüğü, bu çerçevede uğurlayan da bir yerdir. Hep de uğurlarız biz. Ama kalan da sonuna kadar kalır. 

Son olarak “Yeni yerler keşfetmek için “bırakmak ve ayrılmak mı? Ayrancımızın “mutlu sakinleri olarak kalalım mı? Ayrancı’ya akın olmasın, bu haliyle kalsın diye mi çalışalım?

Bence böyle kalınsın. Hatta herkes gelmesin diye evler eski ısınma problem var, apartmanlar asansörsüz, binalar eski filan denebilir. Semt havası Ayrancı’da hala bozulmadı, evler güzel, yaşanabilir yer. Hep cazip Ayrancı, merkezi bir yerde… O yüzden insanlar kendisine karşı boş değiller. 

O zaman herkes olduğu yerde mutlu olmayı denesin diyelim ve soralım: Sizin Ayrancı’ya dair anınız var mı? 

Paris Caddesi’ne Yazanlar Sokak’a yakın zamanda kaybettiğim halama özellikle bayramlarda sıklıkla gelirdik. Evleri Fransız Sefareti’nin karşısındaydı. O sokak ne zaman gelse farklı ve değişik gelirdi. Şehrin keşfedilmeyi bekleyen koca bir tarihi var. Sonradan yıllar sonra öğrendim ki, halamın evinin tam paralelinde Mülkiyeli şair Ergin Günçe oturmuş. Şair Cemal Süreya’ların, Turgut Uyar’ların, Enis Batur’ların geldiği bir binaymış. Ayrancı’da böyle bir hafıza mekânı olması kıymetli…  

Ankaramızda gerçek hayatımızda çok bürokratik olan dairelerle, kurumlarla idari yapılanmalarla rutinin içindeyiz. Kitabınızda gerçek hayatta karşılaşmadığımız çok farklı isimleri olan departmanlar kurmuşsunuz: Pişmanlık Departmanı, Kolektif Hafıza Birimi… Son olarak böylesi birimlerin olduğu bir mahalle, semt, kent yaşamı hayal etmek mümkün mü diye sormak istiyorum.

Gelecek henüz yaşanmadı. İhtimaller açık. Şu anda gelecek negatif görünse de hayatın diyalektiği var. Her şey her zaman böyle gitmeyebilir dünyada. Umarım biz görürüz. 

Ayrancı, Ankara ve hayat hakkında… Spolier vermeden romandan alıntılarla izini sürdüğümüz bu özel söyleşi için çok teşekkürler. 

Beni davet ettiğiniz için ben teşekkür ederim.

Periler gerçek midir?

Periler gerçekten var mıdır, nerelerde yaşarlar, ne yer ne içerler, ne iş yaparlar? Ayrancı semalarından görülürler mi? Sorular, sorular yıllardır hep zihnimde dolaşıp duran sorular. Ama sonunda gerçek ortaya çıktı işte. Evet evet gerçek olduklarını öğrendim artık, aramızda yaşıyorlar, sizin benim gibi hayatları var. Nereden mi biliyorum, biliyorum işte hikayemi anlatınca siz de bana hak vereceksiniz. 

Kahramanımız, biz ona Ahmet diyelim, (eğer ismi gerçekten böyleyse büyük tesadüf olur) evet ne diyorduk Ahmet bir şirkette çalışmaktadır, şirkette çalışanların sağ koludur, her yere yetişir, her şeye yetişir. Herkesin eli ayağıdır, herkesin sevdiği biridir. Gel gör ki, günün birinde hastalanır, öyle böyle değil, ciddi bir hastalığın pençesine düşmüştür, hastaneye yatması tedavi olması gerekmektedir. Tedavi ise masraflıdır, ailesi doğal olarak bu duruma çok üzülmüş, çaresiz kalmış, perişan olmuşlardır. İşte tam da bu anda bir peri kanatlarını çırparak süzülerek gelir, bütün hastane masraflarını üstlenir, her gün ziyaretine gelir, ailesi ile sürekli ilgilenir, maddi manevi her konuda yardım eder.

Uzun süren tedavi sonunda perinin kanatlarının gücünden midir bilinmez, günden güne toparlanır ve sonunda tamamen iyileşir, eski sağlığına kavuşur. Periye büyük minnet duymaktadır, ona yeni bir hayat vermiştir, ne yapsa ne etse onun hakkını ödemesinin mümkün olmadığını düşünür. Günlerce düşünür, düşünür aklına gelen hiçbir fikri beğenmez, yeterli bulmaz. Sonunda bütün bu düşüncelerinin üzerinde bir şimşek çakar, gözleri parlar işte bulmuştur, peri onun ikinci kez hayata gelmesine sebep olmamış mıdır, ikinci annesi sayılmaz mı? O halde yaklaşan anneler gününde ona özel bir armağan vermelidir, perinin resmini yaptırmaya, ofisteki odasına koyup ona sürpriz yapmaya karar verir.

Eline kurtarıcısının sevgili köpeği ile birlikte olan fotoğrafını alır ve o fotoğraftan resmini yapacak bir ressam aramaya başlar. Kuveyt Caddesi’ndeki antikacı “böyle bir ressam tanıyorum” der, adresini verir, Ahmet adresi bulur, bu ressam o yıllarda İç Sokak’ta oturan Çiğdem Buçak Telli’den başkası değildir, komşumuz yani.

Hemen öyküyü anlatır, Çiğdem olan bitenden çok etkilenir, sanatçı duyarlılığı ile konuya farklı bir bakış açısı getirir ve Ahmet’in patronunu yani onu yeniden hayata döndüreni peri olarak resmetmeye karar verir, zaman kaybetmeden çalışmaya başlar, gece gündüz çalışır, çalışır ve sonunda resim anneler gününde periye armağan edilmeye hazırdır.

Demiştim değil mi, periler gerçektir diye 

Ve tabii ki Ayrancı semalarından da görülürler.

Ayrancı’nın damadı İlhan İrem’e saygı duruşu

“Aynı gemide değiliz, biz ışıl ışıl bir Cumhuriyet gemisindeyiz”

İlhan İrem
Usta sanatçı İlhan İrem

Daha önceki yazılarımı okumuş olanlar hatırlayacaktır, Güvenlik Caddesi ile Güven sokağının (şimdiki Kuveyt Caddesi; ama o ismi kullanmayı hiç sevmiyorum) kesiştiği köşe bizim mabedimizdi. Okul sonrası arkadaşlarımızla buluşma yerimiz olan o köşede otururken akşam üstleri beline kadar sapsarı saçları, renkli gözleri, omuzunda her zaman değişik heybeleri, cıvıl cıvıl renklerde şık kıyafetleri ile biraz hippi, biraz bohem bir tarzı olan alımlı bir kız geçerdi. Albay Kayhan amca ile Suzan teyzenin kızı olan Hansu Atbiner, bizden 3-4 yaş büyüktü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Psikoloji Bölümü’nde okuyordu, sohbetlerimize katılmazdı, sokakta rastladığımızda hayran hayran izlerdik. 

Hansu Atbiner, 27 Eylül 1964’te dünyaya geldi. İstanbul Heybeliada doğumlu olan Hansu İrem, çocukluk ve gençlik dönemini Ankara’da geçirdi. İlk, orta ve lise öğreniminin ardından ODTÜ Psikoloji Bölümü’nden mezun oldu. Eğitim hayatının ardından psikolog olarak görev yaptı. 

Ben seni bulamam, sen beni bul!

Sanırım 1990 yılıydı, o köşedeki duvarın üstünde otururken önümüzde bir araba durdu. Arabadan inen, Güven sokağının güzeller güzeli kızı Hansu’ydu. Yüzünde muzip bir gülümseme ile önümüzden geçip evine doğru ilerledi. Biz Hansu’yu bırakan kimmiş diye merakla arabaya bakınca İlhan İrem ile göz göze geldik. Birbirimize şaşkın şaşkın bakarken araba uzaklaştı. Doğru mu gördük, gerçekten İlhan İrem miydi diye hararetli bir tartışmaya başladığımızı hatırlıyorum. Tüm şarkılarını ezbere bildiğimiz, kasetlerini plaklarını aldığımız, Hey ve Ses mecmuasında verilen posterlerini duvarlarımıza astığımız İlhan İrem öylece önümüzden geçmişti. Daha sonra fısıltı gazetesi çalışmaya başladı, o zamanki konuşmalardan öğrendiğimiz kadarını size aktarayım:

Yıllar önce, henüz küçücük bir kız çocuğuyken İlhan İrem’i rüyasında gören Hansu İrem, yıllarca onun hayranlığını içinde büyütmüş. Çiftin tam manasıyla telepatik olan tanışma hikayelerinden çok önce olan bu rüyasında hayranı olduğu adam ona şöyle sesleniyor: “Ben seni bulamam, sen beni bul!

Bu rüyanın ilhamı ile İlhan İrem’in Ankara’ya gelmesini fırsat bilerek konserine gitmiş. Konser sonrası İlhan İrem’in eline “Magnafantagna’nın Ölümü” kitabını tutuşturarak kalabalığın arasında kaybolup uzaklaşır. Hansu İrem, kitabın içine de İlhan İrem için isim ve adres olmayan bir not bırakmış. Notta sadece şu cümle yazılıymış; ‘sözcüklerin büyütülmesinin bazen sessizlik olduğunu ve neşenin büyütülmesinin bazen gözyaşları…

Hansu İrem ve İlhan İrem’in tanışmalarına aracılık eden Wendy Lichtman’ın öykü kitabı Magnafantagna’nın Ölümü; bir kız çocuğunun ölümü keşfedişini anlatıyor; ölümün gerçek olduğunu bilmekle, yaşam her nasılsa daha değişik görünüyor.

Kaçmak istediğim sessizliğin çağrısı gibiydi…

İlhan İrem’in Ankara konseri uzun bir turnenin ilk durağıydı. 40 gün sonra Anadolu’dan İstanbul’a dönüşte bir magazin gazetesine elinde Hansu İrem’in verdiği Magnafantagna’nın Ölümü kitabı ile turneyi anlatan bir röportaj verdi; ‘Ankara konserinde bu kitabı bana veren kızla evleneceğim’ dedi.  Bu duygusunu “kaçmak istediğim sessizliğin çağrısı gibiydi” sözleriyle ifade etmişti. 

Daha sonra pop star olmanın yoğunluğu ile bir koşuşturma içine giren İlhan İrem her şeyi unutur. Üç yıl sonra, bir başka Ankara konserinde tekrar karşılaşırlar. Sadece birkaç saniye gördüğü halde Hansu’yu hemen tanır. Konserden sonra asistanını kalabalığın arasına göndererek kulise davet eder. Adının Hansu olduğunu öğrenir ve telefonunu alabilir. Ertesi gün Gölbaşı’nda yürüyüşe giderler. 

Hansu aslında kendi verdiği kitap ile yapılan röportajı görmüş ama o zamanlar iletişim olanakları sınırlı olduğu için bir şey de yapamamış. Gölbaşı yürüyüşünde İlhan İrem’e rüyasını anlatmış. Sonra da İlhan İrem röportajda onu çağırdığı halde tanımadığı için ilgilenmemeye karar verdiğini söylemiş. 

Soğuk Ankara ve gölün sessizliğinden sonra “zamansız bir masal gibi” olan bu buluşma sona ermiş ve İlhan İrem İstanbul’a yoğun hayatına dönmüş. 

Hansu’nun İstanbul’daki cadı kazanına girmesini istemediği için uzun yıllar kimselerin bilmediği telefon görüşmeleri ile süren bir arkadaşlıkları olmuş. Bu arkadaşlık sonra ikisi için de aşka ve hayat arkadaşlığına dönüşmüş. 1 Ekim 1991’de sadece ailelerin bulunduğu bir törenle İda Dağları’nda Chalet Chopin’de evlendiler. Mumların ve fenerlerin aydınlattığı bahçede hazırlanmış uzun masada sadece altı kişi vardı; Hansu İrem, İlhan İrem, Suzan Atbiner, Kayhan Atbiner, Mesude Aldatmaz, Nahit Aldatmaz, Ata Nirun ile eşi Serap Nirun.

Bu metafizik tanışma hikayesi sonucu Hansu İrem’e uzun zaman  “Kozmik Yenge” lakabı takıldı. 

1 Ekim 1991’de evlenen Hansu İrem ve İlhan İrem’in düğünü

Söz yazarlığını, sanat yönetmenliği yaptı

Hansu İrem, İlhan İrem’in son dönem eserlerinin pek çoğunun şiirlerini yazmış, aynı zamanda albümlerinin kapak fotoğraflarını çekmiştir. İlhan İrem’in sanat yönetmenliği yapan Hansu İrem, klip yönetmeni olarak da çalıştı. 1988’de çekilen “Anlasana”, “İşte Hayat” ve “Konuşamıyorum” gibi şarkıların klip yönetmeni Hansu İrem’di.

Usta sanatçı İlhan İrem’in cenazesi 30 Temmuz Cumartesi günü 12.00’de Atatürk Kültür Merkezi’nde yapılan anma töreni ardından vasiyeti üzerine Aşiyan Mezarlığı’nda toprağa verildi. 

İlhan İrem sanat yaşamı boyunca 6 kez Altın Plak olmak üzere pek çok ödül aldı. Aralarında Hey ve Ses de olmak üzere çeşitli dergi, gazete ve kurumlar tarafından pek çok kez “Yılın Erkek Sanatçısı” ve “Yılın Sanatçısı” ödüllerine layık görüldü. Birçok şarkısı ve albümü çeşitli dergi, gazete ve kurumlar tarafından “Yılın Şarkısı/Yılın Albümü” seçildi. 

1988 yılında Yeşiller Partisi kurucularından olan İlhan İrem, şimdilerde asbestli gemi ile tekrar gündeme gelen Aliağa’ya termik santral yapılmasını durduran çevre direnişinin sembol isimlerindendi. “Aynı gemide değiliz biz ışıl ışıl bir Cumhuriyet gemisindeyiz” diyen usta sanatçıya saygıyla…

Ayrancı’da bir gezgin kadın

Bugün sizleri mahallemizden bir gezginle tanıştırmak istiyorum. 

Çocukluğu Aşağı Ayrancı’da geçen, daha sonra Yukarı Ayrancı’ya taşınan arkadaşım Nur Canoğlu ile…

Doktorluk mesleğini sürdürürken gelirinin çoğunu dünyanın ve Türkiye’nin farklı yerlerini gezmek için ayıran, 1984 yılından bugüne kadar gezdiği 90’a yakın ülkedeki anılarını ve fotoğraflarını “Kara Kafalı Bir Türk Kızının Gezi Anıları” ile “Sarı Kafalı Bir Türk Kızının Gezi Anıları” isimli iki kitapta derleyen Ayşe Nur Canoğlu ile gezginlere rehber niteliği taşıyan kitapları ve gezginlik ruhunu konuştuk.

Amacının gençlerimizin, özellikle kızlarımızın dünyayı gezmesine, dünya gençliğiyle kaynaşmasına katkıda bulunmak olduğu söyleyen Nur Canoğlu “Gezme virüsü bulaşmış bir kere, bu virüsün tek tedavisi ise gezmek.” diyor.

İstanbul Çapa Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Bartın Devlet Hastanesi ve Kurucaşile Sağlık Ocağı’nda zorunlu hizmetini yaptıktan sonra TEK, Çankaya Belediyesi ve son olarak da yirmi beş yıl ODTÜ Sağlık Merkezi’nde çalışarak emekli olmuş. Emekliliğinde rahat rahat gezme planları yaparken pandemi nedeniyle gezilerine ara vermiş. 

Seyyahlığın yanı sıra heykel, seramik, resim, çini, keçe gibi çok sayıda hobisi de olan Nur Canoğlu tam bir sinema tutkunu. Canoğlu “Her gezi sonuna o ülke ile ilgili bildiğim, genelde sevdiğim, izlemesi kolay ya da önemli filmleri de yazdım. Filmler; ülkeler, halklar hakkında çok ipucu veriyor” diyor.

Merhaba, kaç yıllık Ayrancılısınız?

1967’den beri hem Aşağı hem Yukarı Ayrancılı oldum. Arada üniversite için 6 yılı İstanbul’da ve zorunlu hizmeti 2 yıl Bartın’da geçirdim, sonra yine koşup geldim. Ahmet Vefik Paşa İlkokulu’na yürüyerek gider gelirdim, üçgen meyve suları içip, leblebi tozu yiyerek. Sonra Namık Kemal, Ankara Kız Lisesi’ne de yürüdüğüm çok olmuştur. Chevrolet dolmuşlarımız vardı, Şimşek Sokağı o kadar boştu ki torbalarla kayardık karda, amma eskiymişim…

İstanbul’un Ankara’ya dönüşünü sevenlerdensiniz yani?

Evet öyle. Özellikle trenle.

Peki, ne zamandan beri gezginsiniz? Kaç ülke gördünüz? 

Yurt dışında 1984’ten beri geziyorum. 88 ülke gördüm. Tabii bazısını yüzeysel, bazısını didik didik gezerek.

Oralarda kalmak istediniz mi? Bundan sonra ister misiniz?

Ayrancı’ya koşmam gibi gezilerimden hep Türkiye’ye de koşup geldim. Hiçbiri vatanımdan daha cazip gelmedi. Ama Slovenya Bled’de biraz aklım kaldı doğrusu. Daha çok kalmak ama yine dönüp gelmek isterim. Gerçi son yıllarda herkes gibi benim de kafam karıştı.

Ayrancıyı en çok neden tercih edersiniz?

Her şey elimin altında. Harika bakkalım, pideci, kafeler, elektrikçi, sucu, fırın, kuaför, eczane vs. Pandemide, kapanma sürecinde çok faydasını gördüm. Büyük alışveriş merkezinin onları yutmasını istemiyoruz. Kısa sürede, hatta yürüyerek Kızılay’a, Tunalı’ya ulaşabilirim. Ben şehir merkezi sevenlerdenim. Kısa sürede birçok işimi halledip eve dönebiliyorum. Hatta heykel, çini, mozaik gibi birçok hobiyi de semtimizde yapabiliyoruz. Bir de belediyenin kursları var.

Gezi anıları ve fotoğraflarınızı iki kitapta değerlendirdiniz, ne zaman buna karar verdiniz?

1980’lerde gittiğim çalışma/gençlik kamplarını gençlere, özellikle kızlarımıza anlatmak, gezmeye teşvik etmek istiyordum. Bu nedenle not tutmaya başladım. Ama bir türlü kitaba dönüştürmeye vaktim olmadı, emekliliğe kaldı. 

Kitapların adları neden böyle ilginç? 

İsveç’te Türklere, Faslılara vs. “Kara Kafalı” denmesinden çok rahatsız olmuştum, o yüzden kitabımın adı “Kara Kafalı Bir Türk Kızının Gezi Anıları” oldu. Çok kalın ve ağır olunca ikiye ayırmak gerekti, “Sarı Kafalı” olanı da ikinci kitap oldu. Böylece “Ak Saçlı…”nın da yolu açılmış oldu, gezmeye devam edebilirsem…

En çok etkilendiğiniz ülkelerden bahsedebilir misiniz?

Eyvah, uzun bir liste olabilir. Mesela, ağaçların arasından fırlamış tapınaklarıyla Guatemala ve Meksika, müthiş tepelerin arasından teknelerle saatlerce gidilerek ulaşılan Angel Şelalesi ile Venezuela, buzulları, sıcak suları, kuzey ışıkları ve şelaleleriyle İzlanda, Bled gölü ve çevresiyle Slovenya, insanları ve meydanlarıyla Polonya, Nil Nehri’ni saran müthiş tapınakları ve piramitleriyle Mısır, başta Venedik olmak üzere tarih ve sanat  kokan şehirleriyle İtalya, ileri teknolojiyle Japonya, Çin Seddi ve toprak askerleriyle Çin, sıcak insanları ve şahane çinileriyle İran, harika doğası ve hayvanlarıyla Nepal, çeşit çeşit tapınaklarıyla Hindistan, mavi başta olmak üzere renk renk Fas, dans, dostluk ve güzel mimarisiyle Küba, görkemli eserleriyle Özbekistan, kumsalları, tepeleri ve şelaleleriyle Brezilya, sanat kokulu İspanya, denize uzanan eserleriyle Portekiz, özgür hayvanlarıyla Kenya, hem tarihi hem modern binalarıyla Azerbaycan, şelalesiyle Zimbabve, güzel insanları ve tarihi eserleriyle Suriye… Tabii çoğunun başka güzellikleri de var, çoğunda harika insanlar tanıdım. Hepsini sıralamadan bitireyim artık.

En çok nelerden etkilendiniz? 

En çok, en fakir ülkelerin bile tarihi binalarını korumasından etkilendim. Mimar olmak isterken kazara doktor olduğumdan güzel binalara takıntılıyım zaten. Her yerde bol bol park olmasından, doğayı korumalarından da etkilendim. İnsanların aslında her yerde aynı olmasından, hiç tanımadan dost olabilmekten etkilendim. Hiç hoşlanmadığım Amerika’nın 1985 yılında bile her yeri engellilere uygun düzenlemesinden etkilendim. Bence gelişmişliğin belirtisi bunlar. 

Türkiye’de de geziyor musunuz?

Tabi ki. Türkiye de dünya gibi gez gez bitmiyor. Pandemide daha çok kendi kendime ev içi gezileri yapıyorum ama en son Hakkari’yi gezdim bayıldım. Daha görmediğim yerleri de var. 

Kitaptaki film önerileri de ilginç. Sinemayı seviyorsunuz…

Sinemayı seviyorum, bazı ülkeleri, halkları filmlerden tanımayı da seviyorum. O yüzden her bölüm sonuna o ülkelerle ilgili film tavsiyelerimi yazdım. Gitmeden önce seyredilse ne güzel olur. Hatta bilenler bana da önerse. 

Bu kadar gezmiş biri olarak semtimizde, çevremizde nelerin eksikliğini hissediyorsunuz?  

Bizde de engellilerin daha çok düşülmesini, evlerinden yardımsız çıkabilmelerini, parklara, her yere gidebilmelerini, yayaların karşıya daha kolay geçebilmesini isterdim. Farklı atıkların farklı konteynerlere atılmasını, parklarımızın bakımlı ve çok olmasını, eski güzel evlerin kolayca yıkılmamasını, yeni evlerin altında park yeriyle yapılmasını, metronun çok artmasını hayal ediyorum… 

Kitaplarınızı nereden bulabiliriz? 

Akdoğan yayınevinde var ama imzalı ve elden almak isteyenler instagram’dan bana yazabilir. Ayrancı’nın güzel kafelerinden birinde buluşup verebilirim.

İnstagram’da “n.u.r.c.a”yım. 

Ayrancı hikayeleri-3: Bir küçük dut meselesi

Haziranın son günleri, saat sabahın altı buçuğunda üzerinde pembe yağmurluğu, ayağında parlak turuncu ayakkabıları ile yürüyüşe çıkmış. Ankara ona takılan lakabın hakkını verir gibi gri bir gökyüzü ile selamlıyor onu. Bir süre önce hafif bir yağmur çiselemiş, ıslak sokaklardan buram buram toprak kokusu yükseliyor. Ömür Sokağı’ndan Kuzgun Sokağı’na dönüp evleri izleyerek dolaşıyor. Sorarsanız size sabah yürüyüşünde olduğunu söyler ama sanki akşam yemeği sonrası keyif yürüyüşüne çıkmış gibi aheste aheste atıyor adımlarını. 

Kuzgundokuz’un önünden geçerken “Akşam üzeri uğrayıp keklerden birkaç dilim alayım” diye yazıyor aklının bir köşesine. Misafirlerine ikram etmek için tatlı yapmakla uğraşmak istemiyor.

Sabahın dinginliğinde önünden geçtiği apartmanların balkonlarına, o balkonlardaki rengarenk saksılara, apartman bahçelerine bakıyor uzun uzun. Aslında ne kadar yeşil bir semt burası diyor hayretle, sanki bu sokaklardan hiç geçmemiş gibi yeni bir gözle bakıyor etrafına. Aslında tüm bu farkındalık yağmurun marifeti, biliyor. Yağmur geçtiği her yerde renkleri daha parlak, daha görünür kılıyor. Sanki yıllardır el değmemiş tozlu bir eşyaya dökülen su gibi. O yüzden bu sabah kapalı havaya rağmen sokaklar daha yeşil, saksılardaki çiçekler daha renkli geliyor ona. Arada maskesini açıp derin nefesler alarak ıslak toprağın kokusunu içine çekiyor.

Tomurcuk Sokağı’nı geçip köşedeki taksi durağına vardığında Örgü Sokağı’ndan aşağı doğru yürüyen bir başka kadınla karşılaşıyor. Kadının üzerinde pembe bir yağmurluk ayaklarında da parlak mavi ayakkabılar var. Yaptığı eyleme oldukça sadık, hızlı adımlarla önünden geçip Güvenlik Caddesi’ne doğru yürüyüşüne devam ediyor. Sabahın bu saatinde kendiyle aynı renklerde giyinmiş bir başka yürüyüşçü görmek onda tuhaf bir neşe uyandırıyor. Keyfi adımlarla başladığı yürüyüşünün temposunu artırıp Ant Dairesi’nin önünden Kuzgun Sokağı boyunca yürümeye devam ediyor. 

Birkaç apartman sonra yıllar önce, öğrenciyken ilk kedisini aldığı binanın önüne gelip bir süre duruyor. Ne çok sevmişti o minik kediyi. Kuzgun Sokağı denilince aklına hâlâ o kedi geliyor. Ne yazık ki ömrü uzun olmamıştı miniğin, sahiplendikten birkaç ay sonra hastalık nedeniyle kaybettiği hatırlayınca yüreğine yine o tanıdık hüzün çörekleniyor. Az önce kadını görünce yükselen yürüyüş temposu minik kedisinin hatırası ile tekrar yavaşlıyor. Yeşilyurt Sokağı’nın Hoşdere’ye çıkan merdivenlerini tırmanırken aklından birbiriyle alakasız bir sürü düşünce geçiyor. Asıl niyeti Hoşdere’den yukarı tırmanıp Portakal Çiçeği’nden tekrar aşağı doğru yürümek iken, hafif hafif başlayan yağmur yüzünden fikrini değiştirip Selimiye Caddesi’ne doğru gidiyor. Muhtarlık binasının önünden geçip Güleryüz Sokağı’na dönüyor. Yerlerde ağaçlardan dökülen dutlara basmadan seke seke yürüyor. Elinden geleni yapmış olmasına rağmen dutlardan kaçamıyor. Ayakkabısının altına yapışan dutlar onun adımlarını ağırlaştırıyor. Ayak tabanını kaldırımın kenarına sürterek ezilmiş meyveleri temizlemeye çalışırken bir anlığına kafasını çevirip tepesindeki ağaca bakıyor. Koca bir ağaç, dalları meyvelerin ağırlığı ile sarkmış ona bakıyor. Ağacın dallarındaki meyveleri görünce aklına kendi oturduğu sokaktaki diğer meyve ağaçları geliyor. Ne çok var dut ağacı var Ayrancı’da! Ve ne kadar da çok çocuk var aslında. Ayakkabılarını kaldırıma sürtmeyi bırakıp yürümeye devam ediyor. Çocukken tepesinden inmedikleri, komşusunun bahçesindeki o heybetli dut ağacı aklına geliyor. Yaz boyu damlardan atlayarak o ağaca tırmanıp, nasıl bütün gün karınları ağrıyana kadar yediklerini hatırlıyor. Ağaçtaki son meyve bitene kadar hiçbir çocuğun rahat bırakmadığı ağacı hatırlayınca Ayrancı’da, meyvelerle ağırlaşmış dallarına tek bir çocuğun dahi dokunmadığı bu ağaçlara üzülüyor. 

Neden?” diyor kendi kendine; “Neden bu kadar çocuk tek bir ağaca bile dokunmuyor? Apartman sakinlerinden mi çekiniyorlar? Ya da pek çok ağacın dallarının sarktığı sokaklardan hep araçlar geçiyor diye aileler mi izin vermiyor çocuklara?” Sonra içini çekip “Ama ben bile dokunmuyorum ki artık meyve dolu ağaçlara kaldı ki çocuklar meyve toplasın…” diyor. Dut ağaçları hakkında düşünürken Tomurcuk Sokağı’nın köşesinden kendine doğru gelen birini fark ediyor. Önce az evvel gördüğü pembe yağmurluklu kadın zannediyor ama sonra bu seferki yürüyüşçünün ayağında siyah ayakkabılar olduğunu görüyor. Haziranın son gününde üç pembe yağmurluklu kadın yürüyüş yapıyor. Yüzündeki maskenin ardından gülümsüyor. Kendisine doğru yaklaşan kadın yağmurluğunun ucunu katlamış içinde bir şey taşıyor gibi. Kadın iyice yaklaşınca yağmurluğun içindeki şeylerin dut olduğunu görüp şaşırıyor. Kesesinde taşıdığı şeyin ilgi çektiğini gören kadın yaklaşıp coşkulu bir sesle “Günaydın!” diyor. “Aşağıda parkta yürürken topladım, bir sürü dut dökülmüş yere. Güzelim meyveler ezilip gidiyor, zayi oluyor.”

Büyük bir sevinçle cevap veriyor;

“Ne iyi yapmışsınız! Sokaklarda hep ezilmiş dutlar var yazık oluyor. Çocuklarda yemiyor eskisi gibi.”

“Öyle ya, şimdiki çocuklar dalından bir meyve koparıp yemenin tadını bilmediklerinden kimse el uzatmıyor, buncağızlar öylece eziliyor.” 

Cevap olarak “Doğru, çok doğru…” diye mırıldanıyor. Sonra karşısındaki ufak bir selam verip yürümeye devam ediyor kucağındaki iri dut taneleri ile. 

Keşke,” diyor “Apartmanlar en azından toplayıp binadakilere dağıtsa güzelim meyveleri.” Ya da keşke ben bir yolunu bulsam…Sonra çocukken izlediği bir çizgi film geliyor aklına. O yıllarda çocuk olan herkesi bildiği süper güçleri olan kızların hikâyesi.

Şimdi,” diyor “Elimi havaya kaldırsam ve haykırsam; pembe yağmurluğun gücü, harekete geç! Sonra ben ve bu sabah gördüğüm iki kadın bir anda pembe renkli kıyafetler içerisinde süper kahramanlara dönüşsek. Amacımız düşmanlarla savaşmak değil de mahallemizi daha da güzelleştirmek olsa. İlk işimiz ise olgunlaşmış meyveleri toplayıp çocuklara ikram etmek olsa!” Gözünün önünde ışıldayan pembe kıyafetler içinde üç kadın beliriyor. Neşe içindeki çocuklara avuç dolusu meyveler ikram ederken görüyor kendini. Arkada Ayrancı’nın emeklileri toplanmış onlar hakkında konuşuyor. Herkes neşeli, hiçbir meyve ezilmemiş. Herkes onlardan konuşuyor; “pembe yağmurluklu kadınlar yine günü kurtardı diyorlar…” 

Kendi hayallerine dalmış yürürken ne önünden geçtiği ağaçların ne de ayaklarının altında ezilen dutların farkına varıyor.

Ayrancı hikayeleri-2: Gökteki kelimeler

Evden çıktığımda aklımda yürüyüş için bir rota yoktu. Uzun süredir yaptığım yürüyüşlerde sokağın beni istediği yöne taşımasını dert etmediğimden yine ona güvenerek attım kendimi yola. Tirebolu sokağın Elçi sokakla kesiştiği yere gelince bir süre durup bir aşağı bir de yukarı doğru baktıktan sonra bugünkü yolculuk için aşağıya doğru gitmeye karar verdim. Ayrancı pazarına doğru yürümeye başladım. Yol üstündeki küçük dükkanlara göz atarak köşeye geldiğimde pazar tarafına değil de sağa dönüp yürümeye devam ettim. Yüksek duvarları yüzünden içerisini görmediğim ama bende nedense hep sevimli bir yer olduğu hissi uyandıran kıraathanenin önünden yolun karşısına geçtim. Bugünkü yürüyüş rotam Cemal Süreya parkı içindeki üç yüz metrelik parkur olacaktı belli ki.

Parkın baş tarafındaki çocuk oyun alanını geçip egzersiz aletlerinin olduğu yerin kenarından yürüyüş parkuruna adım attım. Kulağımda evden çıkarken dinlemeye başladığım yabancı bir polisiye kitap kahramanın sözleri ile biraz ilerledim. Öğle vakti olduğu için park oldukça kalabalıktı. Birkaç sokak ötedeki karakolda görevli polisler, yakınlardaki işyerlerinde çalışan takım elbiseli ciddi insanlar, arkadaşlarıyla görüşmek ya da torunlarıyla vakit geçirmek için parka gelmiş ihtiyarlar… Ayrancı’da tanık olabileceğiniz her çeşit insan vardı yine burada. Demlik Kafe’nin yanından geçerken içerde kasaların üstünde uyuklayan kediye bakıp güldüm. Ayrancı sokaklarının en güzel yanı bu tüylü çocuklardı sanırım, ha bir de ağaçlar tabii. Kafenin hemen yanındaki köpeklerin serbestçe dolaştığı alanda koşturan neşeli patilere bakıp, tabii bir de köpekler dedim. Köpekleri nasıl unuturum!

Ben düşüncelere dalmış ağır ağır yürürken yanımdan koşar adım geçen bir kadın ufak bir baş selamı verip yoluna devam etti. Her öğlen bu saatlerde kendisi ile karşılaştığımız için bir nevi yürüyüş arkadaşı olmuştuk sanırım. Onun tempolu adımları benim ağır adımlarım ile her kesiştiğinde yüzümüzde ufak bir tebessüm olurdu önceleri. Şimdi suratımızdaki maskeler yüzünden gizlenen tebessümlerin yerini minik baş selamları aldı.

Parkurun cadde tarafına denk gelen kısmında, köpek gezdirme alanına yakın, ağaçlardan oluşan o ufak tünelden geçerken adımlarımı iyice yavaşlatıp bu minik yeşil duvarların keyfini çıkardım. Tünelin bitiminde Demlik Kafe’nin önünde oturmuş öğle arasını açık havada geçiren çalışanların neşeli hallerini görünce kulaklıklarımı çıkardım. Bugün duymak istediğim sokağın sesiydi. Cemal Süreya heykelinin caddeye bakan yüzünün önünde durmuş poz veren gençlere tebessümle baktım. Sonra başımı heykelin arkasındaki havuzun etrafına doluşmuş koşturan küçük çocuklara çevirdim. Babasının yardımıyla pembe bisikletinin pedallarını çevirip heyecanla “Bak baba sürebiliyorum!” diyen küçük kızın sesini duyunca bir süre yürüyüşe ara verdim. Kenardaki banklardan birine oturup etrafı izlemeye başladım.

Küçük kızın az önceki neşeli sözcükleri hafif esen bahar rüzgârı ile gökyüzünde savrulup karşı tarafta oturan ihtiyar bir kadının kucağına düşüverdi. Kadın, kendini olanca ağırlığı ile kucağına bırakan bu kelimeleri alıp bir uğur böceğini sevgiyle üfler gibi yeniden gökyüzüne savurdu. Ardından yanındaki arkadaşına dönüp “Her şeyin tadını yine en iyi çocuklar çıkarıyor” dedi. Kadının bu sözleri hafifçe savrulup hemen yan bankta tek başına oturan başka bir kadının yüzüne dokunup geçti. Sözlerin dokunduğu kadın hafifçe iç çekip “Bisiklet sürmeyi bana da babam öğretmişti, yine altmış yıl önce burada, Ayrancı’da…” dedi. Diğer kadınlar bu sese kulak verip ona dönerek “O zaman buralarda hep bağ evleri varmış diyorlar, keşke o günlerde Ayrancı’yı görebilseydik.” diyerek anıların yad edildiği, Ayrancı’nın bağ evleriyle dolu içinden derelerin aktığı güzel zamanlara dair bir sohbet başlattılar.

Anıların ağırlığını taşıyan sözcükler bu ağırlık yüzünden yavaşça süzüldüler gökyüzüne. Kelimelerin izlerini takip ederek başımı gökyüzüne doğru kaldırdım. Gökyüzü sanki bir sığırcık sürüsü varmış gibi bir sürü kelime ile kaplanmıştı. Şimdiye kadar nasıl olup da bu kelimeleri görmediğime hayret ettim. Söylenen her sözcük anlatılan her hikâye tepemizde asılı kalıyor, rüzgârla sağa sola savruluyordu. Kimisi neşe dolu hafif, kimisi eski günlerden kalma ağır sözcükler. Bazıları çok tanıdık bazılarıysa artık unutulmaya yüz tutmuş kelimeler, sırlar, dedikodular, hayaller… Gördüğüm her kelimeyi okumaya çabalarken yıllardır doğru dürüst gökyüzüne bakmadığım aklıma geldi. Başlarımız ekranlara dönük yaşamaya o kadar alışmıştık ki etrafımızda olan biten şeylerden hiç haberimiz yoktu.

Ben böyle düşünceli bir hâlde göğü seyrederken “Ne çok hikâye var değil mi? Epeydir kimse toplamıyor bunları” dedi yakınımda bir ses. Başımı çevirip bakınca yanımda yaşlı bir beyefendinin oturduğunu gördüm. Kelimeleri kovalarken onun yanıma geldiğini fark etmemiştim.  “Eskiden kelimeleri toplayanlar mı vardı?” dedim şaşkınlıkla. “Elbette,” diyerek gülümsedi ve ekledi; “Eskiden insanlar sohbetlerle havaya karışan kelimeleri yakalar onları işler, yoğurur ve yeni hikâyelerde kullanılsın diye yeniden gökyüzüne salardı. Şairler, yazarlar başları hep göğe dönük en güzel kelimeleri toplama yarışına girerler, kazanan topladığı kelimelerden daha görkemli hikâyeler yaratıp onu arkadaşlarını kıskandırmak için yeniden göğe salardı.

“Peki sonra ne oldu?”

Yaşlı adam hüzünle bakışlarını yere indirip “İnsanlar karşısındakini dinlemez olunca kelimeler de görünmez oldu.” dedi. “Ruhlar, sokağın sesleri yerine kendi ceplerinden yükselen müziğe kapılınca tüm kelimeler, tüm hikâyeler havada asılı kaldı. Bir de üstüne bu salgın belası gelince zaten görünmez olan kelimeleri maskelerin ardından yakalamak daha da zorlaştı.

Kimse toplamazsa onlara ne olacak?” diye sordum gözlerimi gökyüzündeki kelimelerin dansından ayırmadan.

Bazıları onu var eden ağız ölünce unutulacak, bazıları rüzgârla uzak diyarlara savrulup kendisini yakalayacak bir ruh bulacak ama pek çoğu burada süzülüp havayı giderek ağırlaştırıp bizlerin üzerine çöküp kalacak.

Üzerimize çökecek kelimelerin ağırlığı düşüncesiyle irkildim. Tam yeni bir soru sormak üzereyken küçük bir çocuk önümüzde durup elinde tuttuğu şeyi heyecanla bize doğru salladı. “Bakın ne yakaladım!” diye cıvıldadı. Yaşlı adam elini uzatıp çocuğun salladığı şeye bakıp gülümsedi. “Anlamını biliyor musun?” diye sorunca çocuk ışıl ışıl gözlerle “Evet.” diye yanıtladı.  Ben elindeki şeyi tam göremeden yakınlarda bir kadın sesi çocuğa seslendi. Küçük kız koşarak uzaklaşırken elini yumruk yaparak korumaya çalıştı yakaladığı şeyi. Annesinin yanına varınca yine aynı neşeli sesiyle “Anne bak, bir kelime daha yakaladım!” diye coşkuyla bağırdı. Annesi gülümseyerek başını okşayıp “Bu seferki kelime ne güzelim?” diye sorunca çocuk küçük yumruğunu açıp elinde tuttuğu sözcüğü göğe savurdu. “Umut,” dedi “Bu sefer yakaladığım kelime umut!

Kadın uzaktan onları izleyen bizlere bir baş selamı verip kızı ile parktan uzaklaşırken yanımdaki yaşlı beyefendi de yavaşça ayağa kalkıp başını yine göğe doğru çevirdi. “Çoğumuz göğe bakınca artık kelimeleri göremiyoruz ama çocuklar, onlar hâlâ hikayeleri kovalıyorlar. O yüzden sen sormadan ben söyleyeyim, çocuklar göğün başıboş kelimelerle ağırlaşıp üzerimize çökmesine asla izin vermeyecekler.” Başını bana doğru çevirip iyi günler diledikten sonra ağır adımlarla uzaklaştı.

Öğle molası biten çalışanlar yavaşça parkı terk ederken ben Cemal Süreya heykelinin yanına gidip gökyüzünden kelimeler topladım. Bir sonraki hikâyede onları kullanıp yine göğe salmak için…

Ayrancı hikayeleri-1: Bir tatlı huzur

Ayağında yeni aldığı spor ayakkabılarla heyecanla sokağa çıkıyor. Yasaklı hafta sonundan sonra dışarı ilk  kez çıktığı an bu. Sokağa sanki yıllardır karşılaşmamış gibi özlemle bakıyor. Bahar bazı ağaçları ziyaret etmiş bile. Başını sağa çevirip sokağın ilerisindeki pespembe çiçeklerle bezeli olan ağaca selam veriyor. Saat daha çok erken. Sokakta çiçeklerden ve ondan başka kimse yok, ha tabi bir de kedilerden başka.

Tirebolu sokağın yukarısına doğru yürümeye başlıyor. Aklında yapılacak bir yığın şey var. Her bir düşünce ona doğru uzandığı an sabundan yapılmış bir baloncuk gibi patlayıp yok oluyor. Anlaşılan bugün hiçbir şeye odaklanamayacak. Elçi sokağın Tirebolu ile kesiştiği yere geldiğinde bir selam da dükkanını erkenden açmış olan market sahibine verip yoluna devam ediyor.  

Ayağındaki yeni ayakkabılar hafif bir sızı ile varlığını hissettirmeye başlarken o girişini çok sevdiği o apartmanın önünde durup bekliyor. Kapısı ve bahçe duvarları metalden papatyalarla bezeli bu eski Ayrancı apartmanına bakıp gülümsüyor. Ömrümce yazıyor kapının üstünde, papatyaların yapıldığı aynı metal malzeme ile eklenmiş girişe. O yazıya bakınırken derinden bir ses fısıldıyor ona;

Ömrümce hep bahar olacak bu apartmanda, çünkü papatyalar var benim dört bir yanımda…” O da kendince bir türkü tutturup bu sözleri mırıldanarak yoluna devam ediyor. 

Papatyalı apartmanın hemen ilerisinde sağda Huzur apartmanını görüyor. Ayrancı’ya gelmeden önce başka bir semtte o da Huzur apartmanında otururdu. Beş senesini geçirdiği o apartman beliriyor gözlerinin önünde. Huzur apartmanı onları huzursuz etmeye başladığında oradan ayrılıp Ayrancı’ya taşınmışlardı. Şimdi Gül isimli bir apartmanda oturuyor. Apartmanın girişi baharda güllerle dolu olur hep. Güller aklına gelince yine gülümsüyor. Doğanın insanı mutlu etme gücü inanılmaz. Apartmanlarının isimlerinin doğayla olan uyumu da onu hep çok mutlu ediyor bu sokaklarda. İçi coşkuyla doluyor. Derin bir nefes almak, baharı içine çekmek istiyor ama yüzündeki iki kat maske onu şimdiki zamanın gerçekliğine döndürüyor. Yüzü asılıyor. Ne zaman bitecek bu eziyet? Maskenin, mesafenin, sevdiklerinden uzak olmanın getirdiği bir mutsuzluk dalgası sarmaya başlıyor bedenini. Baharı bile gölgede bırakan mutsuzlukla boğuşurken karşısına ikinci bir Huzur apartmanı çıkıyor. Aynı sokakta iki tane Huzur! Az evvel hissettiği karamsar duygular bu tatlı tesadüf sayesinde dağılmaya başlıyor. Sanki apartman ona kendi huzurundan biraz vermiş de onu düşmek üzere olduğu karamsarlık batağından çekip çıkarmış gibi hissediyor.

Huzur apartmanının beyaz tabelasına ufak bir baş selamı verip Salih Alptekin Ortaokulu’nun köşesinden Hoşdere’ye doğru dönüyor. Hafif yokuşu çıkarken yüzündeki maskelerin altında nefes nefese kalıyor. Muhtarlığın önündeki banka çökmüş sohbet eden iki kadına ufak bir bakış atıp yokuşu çıkınca durup nefesleniyor. Rotasını belirlemek için etrafına bakınıp sağa doğru devam etmeye karar veriyor. Caddedeki ışıklara gelince ani bir kararla Reşat Nuri tarafına dönüyor. Gözü apartman tabelalarında, aklı sabun köpüğü düşünceler arasında gidip gelirken iki tabelaya takılıyor gözleri. Yanyana iki apartman biri Ahenk, diğeri Uyum isminde. 

İsimlerinin yazıldığı tabelaların benzerliği dışında iki bina arasında uyumlu ya da ahenkli hiçbir şey görünmüyor. Sonra yine derinden gelen o sesi duyuyor. Bu sesi tanıyor. Ne zaman yeni bir hikaye filizlense zihninde bu ses haber verir kendisine. 

“Anlat.” diyor sese. “Nedir Uyum ve Ahenk için aklında beliren hikaye?” 

Yürüyüşüne devam ederken ses usul usul bir hikaye anlatıyor ona. İlk kez Ursula Le Guin’den öğrendiği isimlerin gücü hakkında bir hikaye. “Ama bu Le Guin’in hikayesi değil.” diyor ses. “Bu isimler hakkında başka bir hikaye. Bir şeyin gerçek ismini bilirsen onun gücüne sahip olabilirsin.” diyor. Sonra uzun uzun Uyum ve Ahenk apartmanlarının gerçek olmayan hikayesini anlatıyor. Bir süre düşünüyor sesin ona söylediklerini. Sonra aklını kurcalayan o soruyu soruyor.

“O halde, neden her apartman yazmış gerçek adını önlerine? Hiçbiri korkmuyor mu güçlerini kaybetmekten? Ya ben tüm uyum ve ahengi almışsam şimdi onlardan? Anlamını kaybetmiş kelimelerden ve gücünü yitirmiş beton bloklardan geriye ne kalacak kendilerine?”

“Onlardan güçlerini tamamen alamazsın.” diyor ses. “Onlar kendi istekleriyle paylaşıyorlar bilgeliklerini seninle. Gönüllü olarak sunuyorlar bunu sana, yürekten verilen hiçbir şey eksilmez, aksine daha da çoğalır. Paylaşmak seni güçlü kılar. O yüzden bu sokaktan bin kere de geçsen asla tüm güçlerini alamazsın onlardan. Ama her seferinde o gücü hissedersin kendinde, tıpkı şimdi olduğu gibi.”

Tıpkı şimdi olduğu gibi, diye tekrar ediyor sesin sözlerini. Şimdi hissettiği şey ne onu düşünüyor bir süre. Yere vuran adımların yankısını, etraftaki araba seslerini, kuşların cıvıltısını, yeni uyanan sokağın mahmur tınısını düşünüyor. Bir uyum var diyor şu an da. Dünya ile bu sokak arasında bir uyum.

 “Sanırım sen haklısın.” diyor sese. Ama ses çoktan kendi anlattığı hikayenin derinliklerinde kaybolup gitmiş. 

Yüzünde sonunda her şeyi anlamış insanlara özgü o tebessümle köşeyi dönüyor ve eski bir tabela üstünde yazan yazıyı görünce tebessümü kocaman bir gülümsemeye dönüşüyor. Karşısında yükselen Huzur apartmanı ona bilgeliğini sunuyor. Adının gücünü yüce gönüllülükle onunla paylaşan apartmana içten bir şekilde selam veriyor. Sımsıcak bir huzur içini kaplarken isimlerin gücüne, bu hikayeyi kendisi ile paylaşan o sese teşekkür edip yoluna devam ediyor.