Yabancı seyyahların gözünden eski Ankara: Tournefort

Fransa kralı XIV. Louis tarafından doğu ülkelerine (Levant) seyahat etmek için görevlendirilen botanikçi Tournefort 19 Ekim - 3 Kasım 1701 tarihleri arasında Ankara’yı ziyaret eder. Seyyah kentin tarihi eserlerinden ve dünyaca ünlü moher kumaşının kaynağı olan tiftik keçilerinden çok etkilenir.

Yazar Hakkında

+ Yazarın diğer yazıları

Fransa kralı XIV. Louis tarafından doğu ülkelerine (Levant) seyahat etmek için görevlendirilen botanikçi Tournefort(1) 1700-1702 yıllarında gezdiği ülkelerin halklarını, kasabalarını, şehirlerini, ürünlerini ve imalatını gözlemleyerek raporlar hazırladı.

19 Ekim – 3 Kasım 1701 tarihleri arasında Ankara’yı ziyaret eden, kentin tarihi eserlerinden ve dünyaca ünlü moher kumaşının kaynağı olan tiftik keçilerinden çok etkilenen seyyah, notlarını(*) şöyle aktarıyor: 

Joseph Pitton de Tournefort [1656-1708]

19 Ekim 1701 

Tuzlu bölgeden ayrılarak çok çeşitli meşelerin bulunduğu vadilere ve ovalara girdik. Yedi saatlik bir yürüyüşten sonra Beglez (bu günkü Balışeyh) köyünün iyice yakınında kamp kurduk. Ertesi günkü yol, boyları bizim baltalıkları aşmamakla birlikte yaprakları bizimkilere benzeyen meşe ağaçlarıyla bezeli tepelerle kesilen ovalarda on iki saat sürdü. O gün, geçit yerinden Halys’i ya da Türklerin Kızılırmak’ını geçtik; ana yolun tam karşısında yer alan büyük bir dağ, ırmağın çığırının kuzeye yönelmesine yol açıyordu. Kızılırmak derin değildi, ama Sen ırmağının Paris’teki hali kadar genişti ve Kayseri’ye bir günlük yolda akmaya devam ettiği söylendi bize. Dağın doruğundan korkunç bir dibe indik ve Kurbağa köyünde durduk. Buradan Ankara’ya iki mil yaklaşıncaya kadar bütün arazi çorak ve sevimsiz. Ünlü Ankara kentine, dört saatlik bir yürüyüşten sonra, bazı yerleri çok iyi ekilmiş bir vadiden geçerek 22 Ekimde ulaştık. 

Angora ya da bazılarının telaffuz ettiği biçimiyle Angori ve Türklerin verdiği adla Engür, Doğu’daki bütün diğer kentlerden daha çok hoşumuza gitti. Bir zamanlar Toulouse çevresine ve Cevennes ile Pireneler arasında kalan bölgeye egemen olan yiğit Galyalıların kanlarının bu yöre halkının damarlarında hâlâ akmakta olduğunu düşündük. 

Tzetzes,(2) İmparator Augustus’u kentin kurucusu olarak belirttiğine göre, imparator belki de Ankyra kentini güzelleştirdi ve burada yaşayan halk da bir şükran borcu olarak hâlâ Asya’da bulunan bu en büyük anıta onun adını verdi(3). Bu anıtın tamamı iri parçalı beyaz mermerdendi ve bugün de ayakta olan duvarları köşelerde dik açılı olarak almaşık biçimde birbirine geçen tek tek parçalardan oluşur ve bunların kenarları üç ya da dört ayak uzunluğundadır. Ayrıca bu taşlar, yerleştirildikleri deliklerden de anlaşılacağı üzere, bakır kancalarla birbirine bağlanmış. Ana duvarlar hâlâ otuz ya da otuz beş ayak yükseklikte. Cephe duyan nerdeyse bütünüyle yok olmuş; yalnızca bol aracılığıyla eve girilen kapı hâlâ ayakta. Kare biçimli bu kapının yüksekliği yirmi dört ayak, eni dokuz ayak iki parmak; her biri yekpare olan dikmelerinin kalınlığı iki ayak üç parmak. Bezeklerle dolu bu kapının yanında, bin yedi yüz yılı aşkın bir süre önce, güzel bir Latinceyle ve güzel bir yazıyla Augustus’un yaşamı kazınmış. Yazıt sağda ve solda olmak üzere üçer sütun; ne var ki, silinen satırların yanı sıra top güllelerinin açabileceği nitelikte büyük deliklerle dolu; köylülerin kancaları sökmek için açtıkları bu delikler harflerin yarısını yok etmiş. Taşların kaplamaları çok özenle yapılmış, kenarları eşit olmayan ve bir parmak çıkıntı yapan dörtgenlerden oluşuyor. Hol sayılmazsa, yapı elli iki ayak uzunluğunda, otuz altı buçuk ayak genişliğinde. Yapıdan geriye, parmaklıklı, bizimkilere benzeyen büyük mermer karolu üç pencere kalmış. Bu karoların hangi maddeden olduğunu, saydam taştan mı yoksa camdan mı olduğunu bilmiyorum. Yapının çevre duvarlarının içinde önemsiz bir Hıristiyan kilisesinin yıkıntıları, bunun yakınında da iki üç harap ev ve birkaç inek ahırı görülüyor. İşte Ankyra anıtından geri kalanlar: Kalıntılar aslında bir Augustus tapınağı değil, bu kentte gerçekleştirilen halka açık oyunların yapıldığı, büyük şölenlerin verildiği (Neron, Caracalla, Decius, Yaşlı Valerianus, Gallianus ve Salonina’nın madalyonlarında bu durum açıkça görülmektedir) bir kamu yapısı ya da eski bir prytaneum.(4) 

Duvarların dış yüzlerine kazınmış Yunanca yazıtlar okunabilmiş olsaydı, bu yapıya ilişkin daha ayrıntılı bilgiler elde edilebilirdi; çünkü bu yapı belki de diğerlerinden bağımsız bir yapıydı. Bu yazıtlar, şu anda, sırtlarını sağdaki ana duvara yaslamış bazı evlerin ocaklarında, yağla kaplanmış bir halde bulunuyor. 

Ankara şu anda Anadolu’nun en iyi kentlerinden biri ve eski görkemli dönemlerinin izlerini taşımakta. Sokaklarında sütunlara ve eski mermerlere rastlanmakta; bunlar arasında, Marsilya yakınındaki Pennes’de bulunanlara benzeyen beyaz benekli, kırmızıya çalan lal renkli bir tür de görülmekte. Ayrıca Ankara’da, Languedoc’takine yaklaşan, iri kırmızı ve beyaz lekeli bir alacalı akik parçasına da rastladık. Sütunların çoğu düz yüzeyli ve silindir biçimli, bazılarıysa sarmal yivli; en dikkat çekicileri, ön ve arka yüzleri oval biçimli düz silmelerle bezenmiş; aynı düz silmeler ayaklıklarda ve başlıklarda da görülmekte. Silmeler, gravürlerini yaptırmaya değecek kadar güzel göründüler bana; sanırım başka hiçbir mimar bu düzeni kullanmamıştır. Bir caminin kapısındaki basamaklı sekiden daha şaşırtıcı bir şey yoktur dünyada; sekinin birbiri üstüne konmuş mermer sütun kaidelerinden oluşan on dört basamağı var. Günümüzdeki evler kerpiçten yapılmış olsa da duvarlarda çok güzel mermer parçaları da kullanılmış. 

Kentin surları alçak ve harap mazgallarla son buluyor(5); ne var ki, surlarda, özellikle de kulelerde ve kapılarda, hiçbir ayırım yapılmaksızın, duvarcılık malzemeleriyle yan yana kullanılmış sütunlar, baştabanlar, sütun başlıkları, sütun kaideleri ve diğer antik parçalar var; bununla birlikte kuleler ve kapılar güzel değil: Kuleler kare planlı, kapılarsa çok basit. Yazıtların bulunduğu yanda birçok mermer parçası kullanılmış olmasına karşın, çoğu Yunanca, bazılarıysa Latince, Arapça ya da Türkçe olan yazıtlar hala okunabiliyor. 

Ankara kalesi üç surlu ve duvarları büyük beyaz mermer bloklarından ve kızıl somakiye benzeyen bir taştan yapılmış. Kalenin her yanına gitmemize izin verdiler ve -iddia edildiğine göre- bin iki yüz yıl önce yapılmış, Haç adını taşıyan ve birinci surun içinde yer alan bir Ermeni kilisesine götürdüler bizi. Kilise çok küçük ve karanlıktı: Perdahlanmış kaymaktaşına benzeyen ve talk gibi pırıldayan mermerler döşenmiş bir odaya baktığı için bir ölçüde gün ışığı alan bir pencereyle aydınlanıyor; ama içerdeki ışık donuk; içeriye sızan ışıksa biraz kızılımsı ve akik bulunsun çalıyor.(6) 

Kentin dışında, Ermenilerin Meryem Ana manastırının (7) çevresinde bulunan güzel antik mermerlerin arasında yer alan sütunlarda, baştabanlarda, sütun başlıklarında ve kaidelerinde (bunlar küçük Çubuk ırmağının yakınındadır) birçok yazıt var. 

Ankara paşasının otuz altı kese geliri var. Kentteki yeniçeriler bir serdarın buyruğu altında, ama sayıları ancak üç yüz kadar. Kentin nüfusu kırk bin; Türklerin yanı sıra dört ya da beş bin Ermeni ve altı yüz Rum var (8). Meryem Ana manastırı dışında, kentte yedi Ermeni kilisesi var. Rumların kentte bir, kalede bir kilisesi bulunuyor. 

En kısa yoldan gidildiğinde, Ankara Karadeniz’e dört günlük yoldadır. Ankara’dan İzmir’e giden kervanlar bu yolu yirmi günde alırlar; Türklerin Kütahya adını verdikleri eski Cotyaum kenti, Ankara ile İzmir arasında, yan yoldadır. Kervanlar Ankara’dan Bursa’ya on günde, Kayseri’ye sekiz, Sinop’a on, İzmit’e (eski Nikomedia) dokuz, İstanbul’a on iki ya da on üç günde giderler. 

Ankara keçileri

Dünyanın en güzel keçileri Ankara’nın köylerinde beslenir. Ankara keçileri, beyaz renkleri, ipek kadar ince, doğal olarak kıvırcık, sekiz dokuz parmak uzunluğundaki kıllarıyla göz kamaştırır. Bu keçilerin kıllarıyla birçok güzel kumaş, özellikle de soflar dokunur; ne var ki, iplik haline getirmeden, keçinin postunu kentin dışına çıkarmak yasaktır, çünkü kentin insanları yaşamlarını bu işten kazanmaktadır. Sanırım Strabon bu güzel keçilerden söz ediyor. Söylediğine göre, Kızılırmak dolaylarında yünü çok kalın ve yumuşak olan koyunlar besleniyormuş; dahası, başka yerlerde bulunmayan keçiler de varmış. Her neyse, günümüzdeki bu güzel keçiler Ankara’ya dört ya da beş günlük yoldaki yerlerde ve Beypazarı’nda da bulunuyor; keçiler daha uzaklara götürülecek olurlarsa kıl verimlerinde bozukluklar ortaya çıkmaktaymış. Keçi kılı, okkası dört liradan on iki, on beş liraya kadar satılmakta; okkası yirmi, yirmi beş ekü olanlar bile var; ne var ki, bunlar sadece Padişah sarayının sofları için kullanılmakta. Ankara’daki işçiler sof üretimlerinde bütünüyle saf keçi kılı ipliği kullanırlar; oysa Brüksel’de, bilmediğim bir nedenden ötürü, dokumalara yün ipliği de katılır. Ankara’da keçi yapağısı peruklara katılır, ama eğrilmemiş olması koşuluyla; keçi kılı Ankara’nın zenginlik kaynağıdır, bütün varlıklar keçi kılı ticaretiyle uğraşırlar. Ankara keçisi kılının, eski İconium kenti olan Konya keçisi kılma yeğlenmesinin haklı nedenleri var: Çünkü Konya keçileri ya tümüyle kahverengi ya da tümüyle siyah. 

2 Kasım 1701

Bursa’ya gitmek için Ankara’dan yola çıktık; yanımızda yalnızca bir Türk arabacı ve Fransızca anlamayan bir Rum hizmetkâr var; bu yüzden kendi hizmetimizi kendimiz görmek zorunda kaldık. O gün, yalnızca dört saat boyunca, düz ve iyi işlenmiş bir arazide yürüdük. Geceyi, berbat bir köy olan Susuz’da (10) geçirdik ve burada Kayseri’den Bursa’ya giden birkaç kişiye katıldık. 

3 Kasım 1701

Yalnızca Aias’ın (11) ötesinde tek bir tepe yükseltisi kapsayan güzel bir ovada yedi saat yürüdük; oldukça güzel bir kent olan Ayaş bir çukurda yer alıyor; bahçeleri çok güzel ve kentte eski mermerler de var. Ertesi gün, dokuz saatlik bir yürüyüşten sonra Beypazarı’na vardık.

 Beypazarı oldukça dar bir vadide, hemen hemen eşit olarak dağıldığı üç tepenin üstünde kurulmuş. Evleri iki katlı, oldukça iyi tahtadan yapılmışlar; ne var ki, sürekli olarak yokuş çıkmak ya da inmek gerekiyor (12). Beypazarı çayı, birkaç değirmenin çarkını döndürdükten ve meyve bahçelerinin, bostanların bulunduğu geniş bir bölgeye bereket dağıttıktan sonra Aiala’ya (13) kavuşur. İstanbul’da Ankara armudu adıyla satılan armutlar işte buradan gelir; ne var ki, bu armutlar çok geç yetiştiğinden tatma zevkine erişemedik. Bütün bu yöre kurak ve -meyve bahçelerini saymazsak- çıplaktır. Keçiler burada yalnızca ot yerler ve -Busbecq’in (14) de dikkati çektiği gibi- iklim ve otlak değiştirildiğinde niteliklerini yitiren yapağılarının güzelliğini sağlayan da belki budur. Beypazarı’ndaki ve Ankara’daki çobanlar keçileri sık sık tararlar ve çaylarda yıkarlar. Bu yöre bana Titus Livius’un ormansız topraklarını anımsatıyor; Titus Livius’un sözünü ettiği topraklar Beypazarı’ndan çok uzak olmasa gerek, çünkü Sangaris [Sakarya] Irmağı buradan geçiyor; Asya’nın birçok yerinde yapıldığı gibi, burada da yalnızca tezek yakılıyor.(15) 

Dipnotlar

(1) Joseph Pitton De Tournefort, 2005. Tournefort Seyahatnamesi, Kitap Yayınları. 

(2) loannes Tzetzes, 12. yüzyıl Bizans yazarı. 

(3) İmparator Augustus’un bir çeşit siyasal vasiyetnameyi olan ve bir bölümü hâlâ bulunduğu yerde aynen korunan büyük yazıt “Monumentum Ancyranum”. 

(4) Eski Yunanda, devletin bakımını üstlendiği kişilerin kaldığı ev 

(5) Burası hem Pococke’un (1739), hem de “altmış yıllık” olduğunu söyleyen Lucas’ın (1705) tarihlendirdiği aşağı kentin surlandır, Evliya Çelebi-1648’de buradan geçerken de bu surlar vardı. 

(6) “Kale adı verilen mahalledeki bir Rum kilisesinde bulunan bir taştan bu ülkede çok söz edilir; bu taş, Tanrının kendisine iman edenlere imanlarını tazelemeleri için her gün gösterdiği Tanrı mucizesi olarak kabul edilir. […] Ne var ki, yalnızca kalın duvardaki deliği bana gösterdiklerinde ve delikten bakıp bir kaymaktaşı gördüğümde olağanüstü şaşırdım” (Lucas, 1703). Pococke da bir Rum kilisesinden söz eder. Polonyalı Simeon’a göre (1618), kaledeki kilise Rum kilisesiydi ve Meryem Ana’ya adanmıştı. 

(7) “Genellikle Ermenilerin başpiskoposunun oturduğu, Ankara’ya bir mil uzaklıktaki manastırdayım. Kilisesi en güzel kiliselerden biri; kesme taştan yapılmış, kubbesi yüksek ve özenle işlenmiş” (Lucas). “[Kale] yakınından geçen ırmak, kentin batısından geçen Insveh [ince] adı verilen başka bir dereyle birlikte, Ermenilerin manastırın yakınında, kentin bir mil uzağında bulunan büyük bir ırmağa, Çubuksuya katılır” (Pococke). “Aynı zamanda başpiskoposluk merkezi olan ve kente iki mil uzaklıkta bulunan Meryem Ana Ermeni manastırı, bu ülkede gördüğüm en iyi manastırdı” (Aybry de la Mortraye, 1700). 

(8) Simeon, 1618’de, 500 Ermeni ailesi olduğunu söylüyor. Pococke, 1739’da, nüfusu abartmalı biçimde 100 bine çıkarıyor, bunların 1.500’ünün Rum, 8.500’ünün Ermeni olduğunu, ayrıca 40 kadar Musevi ailesi bulunduğunu belirtiyor. Kiliselerin sayıları konusunda verilen bilgiler birbirini tutmaktadır. 

(10) Bugün Ankara-İstanbul yolu üzerindedir. 

(11) Ayaş, “aynı adı taşıyan ırmağın kıyısındadır ve 600 ev kapsamaktadır. Gümüş ve bakır madenleri; yılda bin sığır satar. Yöre pamuk ve pirinç üretir ve 45.000 keçi besler.” (Gardane, -1807). Evliya Çelebi kentte 1000 ev olduğunu söyler. 

(12) “… Kent birçok küçük dağın üstünde kurulmuştur ve bu özellik onu uzaktan bakıldığında olduğundan çok daha büyük gösterir; her cumartesi kentte Pazar kurulur ve gelen çerçiler çok güzeldir” (Lucas). “1000 ev; kentin çevresindeki ovayı, daha sonra Sakarya’ya kavuşacak olan Aladağ çayı sular. Yılda 4.000 kentale varan pirinç hasadı yapılır” (Gardane). 

(13) Tournefort’un Aiala’sı, Gardane’ın da belirttiği gibi (bkz. önceki dipnot) Sakarya’ya kavuşan Aladağ’dır.  

(14) Avusturyalı diplomat Ogier Ghislain de Busbecq, Roma Germen İmparatorluğu’nun Osmanlı Devletindeki büyükelçisiydi (1555-1562). Bir anlatı kitabı vardır. 

(15) De Turnefort (2005), s. 227-233.

  • 153.061
  • 322
Ücretsiz E-Bülten Abonesi Olun

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir