Ayrancı benim vatanım
Tarihçi Hakan Kaynar‘la 100 dublede Cumhuriyet tarihi
Haziran ayında Meneviş Sokağı’nda bulunan Ant’i kafenin sosyal medya hesaplarında gördüğüm paylaşımda Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olan, Radyo Arkadaş’ta programlarını dinlediğimiz, Gençlerbirliği Spor Kulübünde basın sözcülüğüne tanıklık ettiğimiz Hakan Kaynar‘ın yeni kitabı “100 Dublede Cumhuriyet Tarihi” imza günü yapılacağı söyleniyordu. Daha önce YouTube da Uğur Mumcu A.G. Vakfı tarafından hazırlanmış videolarını izlemiş, gene Ant’i kafede Mayıs ayındaki “Ankara Rüzgarı” isimli konuşmasında dinlemiş ve aklımın bir köşesine kayıt etmiştim. Kitabın isminin yarattığı merakla hemen satın aldım. Ablam kitabı alıp incelemeye başladığında tesadüfen Hakan’ın amcası Uğur Kaynar’a ait bölüm gözüne çarptı, heyecanla bana halk odasından arkadaşım Serap’ın eşi olmalı dedi. 1980 darbesi öncesi Güleryüz Sokağı’nda bulunan Halk Odası ile ilgili sohbet etmeye başladık. Ablamın o zamanki arkadaşları Serap, Uğur Kaynar ile Hatice de Erdal Ayrancı ile evlenmişti. O zaman çok yakın olan bu dört kişi arkadaşlıklarını yıllarca devam ettirmiş ne yazık ki Uğur Kaynar ve Erdal Ayrancı Madımak’ta yitirdiğimiz 35 canlarımızdan ikisi olmuştu. (İleride o zamanki Ayrancı Halk Odasında emek veren kalbi soldan atan devrimci büyüklerimiz başka yazının konusu olacak.)
İmza gününde Hakan Kaynar önce kitabından seçtiği iki bölümü okudu. Bu bölümler “akranım sandığım” dediği Sevgi Soysal ve amcası Uğur Kaynar’a atfedilen bölümlerdi ki, her ikisi de benim ilk okuduğum bölümler olmuştu.
Kitabımı “aynı vatanı paylaştığım komşumuz Seval Başgül‘e” diye imzaladı. O kavramın da verdiği merakla kitabı okudum. Ayrancı’ya vatanım diyen birini tanımayan tüm komşularımın da tanımasını istedim. İmza gününde sözleştiğimiz röportaj öngöremediğimiz koşullar nedeniyle bu sayımıza kaldı. Aradan geçen bu üç ay içinde Hakan Kaynar yeni kitabını yayına hazırlamış. İsmini şimdilik yazmadığım o kitabı da Ekim ayında ikincisini gerçekleştireceğimiz Ayrancı Festivalinde tanıtmak dileğimizdir.
Kitabın editörü Mesut Ergün “Bu sofranın konuğu sizsiniz. Sohbeti Hakan Kaynar hazırladı” diyor, buyrun sohbete…

Kitabınızın ilk tanıtımını ve imza gününü vatanım dediğiniz Ayrancı’da gerçekleştirdiniz, sanırım bu bilinçli bir seçimdi.
Evet Ayrancı’da yaptık. Ant’i kafede, çünkü Ant’i kafe benim çok eskiden beri tanıdığım bir arkadaşımın. Ayrancı’da uzun süredir bir kafeler dönemi açıldı ya, belki onlara bir nazire olsun diye o küçük kitapçı ve çay ocağının adını Ant’i kafe koydu. Kitabı ilk çıktığında heyecanla alıp, bir günde ne kadar okunabilirse o kadarını okudu ve kitabı bizde tanıtalım hatta imza günü yapalım dedi. O sırada kitap henüz Dost Kitabevi’ne bile gelmemişti. Hem Ayrancılılar hem eş dost geldi, o küçücük mekanın içini kalabalık sayılabilecek şekilde doldurdu. Benim daha önce de söyleşilerde söylediğim gibi Ayrancı güzel, sonra da arkadaşlarım böyle şeyler söylüyorsun Ayrancı‘da kira fiyatları artıyor diye kızıyor. Bu memleketin derdiyle hemhal olunca üzülmektense bu vatan kavramını Ayrancı‘ya kadar daralttım ama Ayrancı’da da üzülmeye başladık orası ayrı konu, birazda onun için kitabın ilk tanıtımını ve imza gününü Ayrancı’da yapmak benim hoşuma gitti.
Kitabı hazırlayan arkadaşımız Metin Solmaz’da uzun bir aradan sonra Ayrancılı oldu.
Metin Solmaz kitabı basan yayınevinin sahibi. Böyle bir kitap olsa nasıl olur diye ilk öneriyi getiren de o. Uzun süre Ankara’dan uzakta yaşadı. İstanbul, Bodrum, sonra da büyük gürültü çıkartarak Ankara’ya göç etti. Önce Çayyolu taraflarında oturdu sonra oranın şehir olmadığını anladı. Aslında Ankara’nın Ankara’yı hissederek oturulacak birkaç semti var. Gide gele, gide gele Ayrancı‘nın Ankara’da sevilerek oturulacak birkaç semtten biri olduğunu kavramamış olmalı ki sonradan Ayrancı’ya gelebildi. Zamanı tam hatırlamıyorum ama Ayrancı‘ya yakın bir yerde oturduk, sohbet ettik. O böyle bir hayalinden bahsetti benim de uzun zamandır bir meydan okumaya ihtiyacım vardı, uzun süreli bir çalışmayı gerektirecek bir mesainin içine girmek istiyordum. Bu yeni telefon dünyası yani dikkatimizin sürekli dağıldı bu zamanlarda uzun soluklu bir iş yapmak zor aslında. Hani bir deadline olursa birisi beni zorlarsa yapmanın mümkün olduğunu düşünüp, bir iş tamamlamış olayım diye yazmaya istekli oldum. Hikayede böyle başladı.

Kitabın çıkış öyküsüne önsözünde değiniyorsunuz ama az çok kitabı satın almayanlar için merak uyandırması açısından biraz kitabının o Metin Solmaz’la konuşup karar verdiğiniz yolculuğunun nasıl olduğunu anlatır mısınız? Çünkü değişik bir tarihi anlayışı var ve tarih kitabından insanlar genelde ürker ama kitabın anlatımı o şekilde değil. Biraz bu serüveni anlatabilir misiniz? Cumhuriyetin 100. yılına gelmesi de hoş olmuş.
Aslında kitabın yayınlanması 102. yılı buldu. Metin’le benim buluşmamız gecikti. İlk başta planlarımız da mizaçlarımız da Metin Solmaz’la uyuşmadı. İlk önerisi katı kronoloji 1923, 1924, 1925 akla ilk gelse de, ben de öyle yazmaya başladım fakat belli bir süre sonra bölümler uzadı. Bu işin doğası gereği 1924 1924’te kalmıyor, belli mevzular nedeniyle on yıl önceye gidiyor 1924’ten sonra olanları zihnimiz biliyor bilmiyormuş gibi davranamıyor. Sonra ikinci denemede ben her yıldan herhangi bir konuyu seçeyim onu yazayım diye konuştuk. Bu seferde o konularla benim ilişkim aramızdaki mesafe kültürel sermayem bildiklerim bilmediklerim etkili oldu, sevdiğim konular sevdiğim insanlar dolayısıyla olmadı. 1937’yi yazarken Orhan Veli ve arkadaşları 20 sayfa oldu. Hemen arkasından 1938 Atatürk’ün ölümü 20 sayfadan az olabilir mi? Dolayısıyla kitabın hacmi giderek artmaya başladı. Bir taraftan da belli bir tarihe yetiştirmek lazım, belli bir noktada şöyle düşündüm şu yaşadığımız zamanın bir yapısı bir özelliği var. Rakı sohbetlerinde bile insanlar uzun uzun karşısındakinin anlattığını dinlemeye tahammül edemiyor.
Genelde beni çok tanımayan, çok vakit geçirmemiş insanlarla yaptığım sohbetlerde tanıyan arkadaşlarım “ya sen de bir konuyu çok uzun anlatıyorsun, kısa kes en etkili söylemek istediğini söyle de iş bitsin” diyorlar. Hani elimizde olsa şu telefonda açtığımız pencereyi kapatmak için bir hareket var ya konuyu değiştir diye yüzüne doğru o hareketi yapacağız ya da burnuna dokunacağız. Bununla çok da inat etmemek lazım, yok ben eski konvansiyonel anlatım biçimlerine sadık kalarak yazacağım, bu da bir tercihtir ama bunun sonucunda yazdığımız az okunabilir ve bunu da göze almamız gerekir. Ama kabul edelim ki Instagram Twitter şu bu bize gösterdi ki; annemiz babamız ya da onlar yaşındaki insanlar bile görünmek, beğenilmek ve fark edilmek istiyorlar. Bu yeni sosyal medya araçlarıyla ortaya çıkan bir mesele gibi görünse de, bu her zaman böyleydi biz farkında değildik. Ezel Akay o çok güzel filmi “Hacivat Karagöz‘ü neden öldürdü” ile ilgili Kült Kavaklıdere‘de bir tarihçi ile söyleşi yaptı. Orada dinledim ve anladım ki tarih metodolojisine dair isabetli bilgi seçimi tarihçilerden ziyade sanatçılardan gelebilir. Niye bunu söylüyorum filmi hatırlarsanız çok başarılı bir kostüm seçimi var, rengarenk herkesin orasından burasından ipler sarkıyor vs. Sanat yönetmeni gelip Ezel Akay’a demiş ki insan görünmek ister. 13. yüzyılı düşündüğümüzde adamın elinde sadece bir giysisi var, yıkayıp tekrar giyecek yıkayıp tekrar giyecek. Dolayısıyla o tek kurşununu da isabetli kullanmak zorunda. O kıyafet zenginliği beni etkilemişti. Dolayısıyla ben bu yeni dünya ile mücadele etmektense buna eşlik edebilir miyim noktasına geldim. Bir bölümün adını “tarihi TikToklamak” koyacağım diye Metin’e ilettim beni ciddiyetsiz buldu. Oysa ben ceket gömlek gezen biriyim, o şort crocs, ben crocslara hamam terliği diyorum, bu tezata rağmen beni ciddiyetsiz buldu ama benim hala çok hoşuma gidiyor, çünkü reelsde öyle çalışıyor, Twitter’da, yani daldan dala, yani herhangi bir konuda uzunlamasına kalmıyoruz maruz kaldığımız hikayeler sürekli değişiyor. 1950’lere kadar gelmiştim. Sonra kendime dedim ki bütün bunları bu mantıkla tekrar yazabilir miyiz? Ve oturdum başladım TikToklamaya. O son cümle bizi nereye götürürse. Ara başlıklar da var ama onlar biten cümleyle başlayan cümleyi bağlama görevi görüyor. On yıl oldu 70 sayfa, hepsini böyle yazsam 1500 sayfa. Sonra Metin dedi ki hayatta bitmez böyle, bitse de ben nasıl basayım yeni bir şey bulmalıyız dedi. Ben de on gün düşündükten sonra bu haline karar verdik. Tamam deyince o zaman paragraftan paragrafa değil bölümden bölüme, ama bu yaptığımı bazı bölümlerde içerde de yapacağım, o daldan dala atlama aslında rakı masasının da usulüdür. Baştan kararlaştırmış olsanız dahi yönetilemez, oradaki muhabbet oradan oraya gider. Dolayısıyla kitabın belli bir noktasına kadar bunu yapabiliyorum. Diyelim ki araya haziran ayı girdi masadan ve kitaptan uzaklaştım tekrar masaya oturduğunda o refleksimi unutup eski usul devam ediyorum, neticede buradaki her bölüm bir deneme, başlığı tarih diye attık ama tarihçiler ne kadar tarih der. Bir şairin şair olduğuna şairler karar verir, şüphesiz bir yazarın tarihçi olup olmadığına da tarihçiler karar verir. Niyetim kitabın bir yerinde de söylediğim gibi tarihten önce her zaman yazar olmayı istedim.

Geri dönüşler nasıl? Basının insanların ilgisi nasıl?
Kitabın basımı talihsiz bir döneme geldi. Memleket her zaman böyle imiş bir taraftan. Geçen İstanbul’a gittiğimde Ara Güler Müzesi’ne gittim. Ara Güler’in ellili yıllarda çektiği İstanbul fotoğraflarında en az beş altı tanesinde gazete okuyan insanlar var. Vapurda tramvayda gazete okunmasına alışılmış olabilir ama bir pazar yerinde, bankta. Artık çok az gazete satan yer kaldı ama yeniliğe uyum sağlama konusunda maharetli bir toplumumuz. Siyaset Türkiye’de çok önemli yer tutuyor. Her zaman büyük olan meselenin küçük olanı yutması durumu nedeniyle bizim kendi gündemimiz kalmıyor neredeyse. 23 Mart’ta babam öldü, o gün Ekrem İmamoğlu cumhurbaşkanlığı adaylığı için oy veriliyordu, kitabım o gündemin devam ettiği günlere denk geldi. O ağır gündemde kimsenin küçük balıkları düşündüğü yok. Benim birkaç yakın arkadaşım yani yakın okuma yapan, okuyup geçmemişti de yazıyla hemhal olan arkadaşım var. Onların söyledikleri benim açımdan daha önemli, onlardan gelen eleştiriler olumluydu. İçlerinden birisiyle uzun yıllar sonra buluştuk. Hemen kâğıt kalem çıkardım. Söylediklerini önemsiyorum unutmamak da istiyorum not alacağım. Birbiriyle ilişkisi olmayan meselelerin sadece edebiyatla bağlanabileceğini düşünürdüm, sen bunu tarihle yapıyorsun bu yeni bir şey deyince ben kağıdı kalemi bıraktım.
Oksijen dergisinde şair Haydar Ergülen’in kitabınızla ilgili “şiir gibi akıp gidiyor, her tarafında neşe, şenlik, açıklık yağan kitabı da yudum yudum okumanın, bakmanın zevkine doyamam.” demiş. Medyascope‘ta Müge İplikçi ile söyleşiniz benim gözüme çarpanlardı. Her ikisi de çok başarılıydı.
Müge İplikçi gerçekten çok iyi okumuş, çok güzel sorular hazırlamış ona rağmen ilk röportaj teklifi ilk imza günümde sizden gelmişti.




























