Ayrancım Derneği’nin de içinde yer aldığı Ankara Mahalle Dernekleri makalesi yayınlandı

Koç Üniversitesi – Vehbi Koç Ankara Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin (VEKAM), yılda iki kez yayınladığı hakemli bir dergi “Ankara Araştırmaları Dergisi“‘nin 2025-1 sayısında akademisyen Rasim Özgür Dönmez ile araştırmacı Burcu Albayrak Dönmez‘in ortak makalesi “Ankara Mahalle Dernekleri: Örgütsel Kapasiteleri ve Yerel Demokrasi” başlığıyla yayınlandı.

Aralarında Ayrancım Derneği‘nin de bulunduğu beş mahalle derneğiyle yapılan görüşmelerin sonuçlarının yer aldığı makalede derneklerin örgütsel kapasiteleri inceleniyor.

Açıklama bölümünde çalışma şöyle özetlenmiş.

Bu çalışmanın amacı, mahalle derneklerinin demokrasi inşasında örgütsel kapasitelerini ve sınırlılıklarını analiz etmektir. Bu amaçtan yola çıkarak çalışma, Ankara ili Çankaya ilçesinde kurulmuş mahalle derneklerinden beş tanesinin temsilcisi ile yarı yapılandırılmış mülakatlara dayandırılmıştır. Belirtilen üç kritere göre, mahalle derneklerinin, mahalli idare ile toplum arasında önemli bir arabulucu işlevi olduğu görülmüştür. Ancak finansal yetersizlikler, ortak çalışma kültürünün çok güçlü olmaması, gençlerin bu derneklerde görev alma isteksizlikleri, vb. nedenler mahalle derneklerinin etkin bir şekilde işlemesini ve yerel demokrasiye katkılarını oldukça sınırlamaktadır.

ABD’nin eski büyükelçiliği ne olacak?

“Semtin dokusunu bozar”

Dilek Metin Sert (49)

Sanat Tarihçi/Kültür Sanat Direktörü

Semtin dokusunu bozar diye düşünüyorum. Trafik artık genel bir sorun Ankara’da. Toplu taşıma konusu ne yazık ki oturtulamadı, bundan sonra da düzeleceği konusunda soru işaretlerim var. Dolayısıyla orada bir otel, hastane vb. yapılması elbette olumsuz anlamda çok etkileyecektir mahalleyi.

“Herşey oldu bittiye getiriliyor, Ayrancı için kaygı verici bir durum”

Hüseyin Kalkan (33)

Esnaf

Ayrancı’nın bilinirliği açısından bir katkı sağlayacağını düşünmüyorum. Zaten Ayrancı, Ankara’nın en önemli yerlerinden birisi. Kendine has bir oturumu, kendine has bir toplumu var. O yüzden bilinirlik açısından Ayrancı’ya bir katkı sağlamaz. 

Altyapı sorununa gelince, altyapısının kaldırmayacağı çok aşikar. Bir anda Ayrancı’ya hiç ait olmayan bir hareketliliğin mahallemizin altyapısınca sorunsuz kabul edilmesi çok olası değil. Bir sürü yeni problemle uğraşmak zorunda kalacağız.

Trafik zaten Ayrancı için –ara sokaklar dahil olmak üzere– çok büyük bir problem. Ana caddelerde zaten yoğun bir trafik var. Ulaşım altyapısı anlamında çok büyük yeni problemler getirir.

Bunun öncelikle iyice bir hesaplanıp ondan sonra projelendirilmesi gerekirdi. Ama maalesef ülkede her şeyde olduğu gibi bu konuda da bir plansızlık var. Her şey oldu bittiye getiriliyor.

Böyle önemli bir arazinin satışının bile çok sonradan ortaya çıkması, bir şeylerin el altından yapıldığını gösteriyor. Ayrancı için kaygı verici tabii ki. Rant uğruna bütün yeşil alanlar talan ediliyor. Biz isteriz ki orada sosyal bir ortamın sağlanabileceği, insanların vakit geçirebileceği bir kültür merkezi, bir konser alanı gibi şeyler yapılsın.  Ama tabii ki yine halka bir şey sormuyorlar.

“Ayrancı’ya yeni sorunlar ekleyeceği kesin”

Tülay Kılıç (51)

Ayrancı’nın zaten birçok sorunu var, bunlara yenileri eklenir. Trafik iyice kitlenir, otobüs gelecek, taksi gelecek diye günümüz beklemekle geçer.

Birincisi trafik sorunu, ikincisi o büyüklükteki bir yerin gürültüsü açısından olumsuz bir etkisi olacağı kesin. Ayrancı bir emekli semti. Buranın düzenini bozacak.

Yani buraya çok hitap etmez öyle bir şey bence. Buradaki insanlar yolda zor yürüyoruz. Yollar dar, kaldırımlar dar. Güven hastanesi bile burada otopark sorununu artırdı. Bu büyüklükteki bir yer Ayrancı’yı kilitler.

“Kesinlikle çok katlı kullanıma açılmamalı”

Can Çokçalışkan (51)

Veteriner hekim

Olumsuz etkiler, bu alanın kamuya ait bir park, yeşil alan olması gerekirdi. Ancak bir kişiye satıldığı ortaya çıktı. Kesinlikle çok katlı otel, konut ya da hastane olmaması gerekir. Bulunduğu yerin halka açık, ağaçları ve yeşil alanı korunmuş, düşük katlı restoran, kafe vb. olarak kullanılmasını isteriz.

“Arsa sahibinin sözünü tutmasını beklerim”

Çiğdem Tiftikçi (44)

Fizik Öğretmeni

Bu arazi Atatürk Bulvarı ile Ayrancı sınırında bir doğal bariyer görevi görüyor, alçak katlı yapılar doğal habitata müsade ediyor ve içinde, berisinde, gerisinde onlarca kuş türünün yaşamasına imkan sağlıyor. Sadece güven hastanesinin bile trafiğe, park yerine nasıl bir yük oluşturduğunu bizzat tecrübe ettik. Arazi sahibinin “Ayrancı’nın dokusuna zarar vermeyecek bir yapı üretme” sözünü tutmasını isterim. Az katlı konutlar ve bol yeşillik benim hayalim..

“Trafiği ve ulaşımı felç eder”

Ceren S. (23)

Mühendis

Otel gereksiz, hastane olursa zaten yoğun olan trafiği ve ulaşımı daha da felç eder. Zaten yakında Bayındır ve Güven Hastaneleri var.

ABD’nin eski büyükelçiliği ne olacak?


Elçilik taşındı, Ayrancı girişindeki binası satıldı

Ankara’nın Ayrancı semtinde uzun yıllar boyunca hizmet veren ve kent hafızasında büyük bir yeri bulunan ABD Büyükelçiliği binası, satışa çıkarıldı ve yeni sahiplerine kavuştu. 

Büyükelçilik binası hem mimarisi hem de Ankara’nın kent belleğinde diplomatik tarihinde oynadığı rol nedeniyle büyük bir sembolik öneme sahipti. 1950’li yıllardan itibaren nice diplomatik görüşmelere, uluslararası etkinliklere ve çeşitli kültürel faaliyetlere ev sahipliği yapan yapı, birçok Ayrancı sakini için de semtin önemli bir simgesi haline gelmişti. ABD yönetimi, 2013 yılında Ankara’nın Kavaklıdere semtindeki büyükelçilik binasına düzenlenen intihar saldırısının ardından, elçilik yerleşkesinin daha güvenli bir bölgeye taşınması için arazi talebinde bulunmuştu. Ayrıca ABD’nin Ankara Büyükelçiliği Konsolosluk İşlerinden Sorumlu Elçi Müsteşar Başkonsolos Jayne Howell açıklamasında eski binada vize ve konsolosluk işlemleri için yeterli bekleme alanı olmadığını belirtmiş ve yerleşecekleri yeni binanın, başvuru sahiplerine daha iyi hizmet sunmak ve bekleme sürelerini azaltmak için tasarlandığını söylemişti ardından elçilik binasının Çukurambar’a taşınmasıyla birlikte eski binaya ne olacağı merak konusu olmuştu.

20 Mayıs 1955 tarihli Ecnebi Devletlere Ankara’da Sefarethane ve Konsoloshane İnşa Etmek Üzere Meccanen Arsa Tahsisi Hakkında Kanun

Nasıl başladı, nasıl bitti? 

1919-1927 yılları arasında görev yapan Amerika Birleşik Devletleri’nin temsilcisi Amiral Bristol Ankara’ya geldiğinde, henüz elçiliklerin kiralanmadığı zamanlarda istasyondaki bir vagonda kalıyordu. O dönemler Ankara’da konut ve otel sıkıntısı bulunmasından dolayı Bristol’ın kaldığı vagon ABD’nin büyükelçilik yapısı olur. 12 Ekim 1927 tarihinde Gazi Mustafa Kemal’e itimatnamesini teslim eden Joseph C. Grew göreve yeni başladığında Ankara İstasyonuna çekilmiş olan vagonu elçilik bürosu olarak kullanmaktaydı.

Ankara’daki ilk Amerikan Sefareti olarak kullanılan tren vagonu (Hayat Dergisi) Koray Özalp ve Tolga Aydoğan, Ankara’daki Diplomatik Misyonlar 1920-1970 (Ankara: Galata Yayıncılık, 2022),

1920’lerden itibaren Ankara’nın başkent ilan edilmesiyle birlikte yabancı devletlere diplomatik temsilciliklerini inşa edebilmeleri için çeşitli imkanlar verilmiş, ancak bu süreci resmî bir çerçeveye oturtan düzenleme 20 Mayıs 1955 tarihli Ecnebi Devletlere Ankara’da Sefarethane ve Konsoloshane İnşa Etmek Üzere Meccanen Arsa Tahsisi Hakkında Kanun olmuştur.(1) Sonraki dönemlerde ABD Büyükelçiliği Ankara’da üç ayrı bina kullanır. Bunlardan ikisi Mimar Kemalettin ile Mimar Vedat Tek Bey’in yaptığı günümüzde İstiklal Caddesi üzerinde bulunan ve şimdi ise Radisson Blu Otel ve Merkez Bankası’nın bulunduğu alanda inşa edilen on bir evden oluşan Evkaf Evleridir.

Koray Özalp ve Tolga Aydoğan, Ankara’daki Diplomatik Misyonlar 1920-1970 (Ankara: Galata Yayıncılık, 2022)

Elçilik binası burada 1924-1936 yıllarında hizmet verir. Öte yandan ABD Temsilciliğinin eş zamanlı kullandığı diğer binası ise Cebeci’de yer alır.(2) O yıllarda Gürcistan, Afganistan, Azerbaycan ve SSCB’nin de ortak kullandığı ABD Musiki Muallim Mektebi’nin yakınında iki katlı bir binada işlevine devam eder ve 1939 yılında Ankara Kavaklıdere’de iki katlı bir binaya taşınır.(3) Ancak, artan diplomatik ihtiyaçlar ve güvenlik gereksinimlerine ek olarak daha büyük ve modern bir yerleşkeye duyulan ihtiyaç sonucunda, Abidin Mortafoğlu ve Eggers-Higgins tarafından tasarlanan yeni büyükelçilik binasının yapımına 1948 yılında başlanır.(4)

ABD Evkaf Evleri’ndeki binasını boşaltarak Şubat 1939’da Kavaklıdere’deki iki katlı binaya taşı-nır. (Koray Özalp Arşivi)

Haymil Construction şirketi tarafından inşa edilen bu yeni bina, 1957 yılında tamamlanır ve ABD Büyükelçiliği Kavaklıdere’deki bu yerleşkeye taşınarak faaliyetlerine burada devam eder. 2010’lu yıllara geldiğimizde ABD Dışişleri Bakanlığı’nın dünya genelindeki diplomatik misyonlarının güvenliğini artırmak amacıyla uyguladığı çeşitli programlar kapsamında birçok elçilik binasını yenileme veya taşıma kararı almasıyla birlikte Ankara’daki Ayrancı binasının da yeni yer arama süreci başlamış oldu. 

Eski binanın, terör saldırılarına karşı yeterli fiziksel korumaya (patlamaya dayanıklı camlar, yüksek çevre duvarları) sahip olmaması ve özellikle 2013’teki Ankara saldırıları (ABD Büyükelçiliği yakınında patlama) sonrası endişeler arttı. Ayrıca eski binanın, artan personel kapasitesi ve teknolojik altyapı eksiklikleri nedeniyle de yeteriz hale geldiği belirtildi. Bu doğrultuda, elçilik için daha güvenli ve modern bir yerleşke inşa edilmesine karar verildi. 2017 yılında resmi olarak yeni binanın inşaatına başlandı. Ennead Architects tarafından tasarlanan bina, ABD hükümetinin küresel elçilik projeleri çerçevesinde modern, güvenli ve sürdürülebilir bir yapı olarak inşa edildi. Proje, yenilenebilir enerji kullanımı ve çevreci tasarım anlayışıyla öne çıkarken, güvenlik standartları ve teknolojik altyapısıyla da dikkat çekti. Ayrıca o dönem Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi’nde, ABD’li Müslüman siyasetçi ve insan hakları savunucusu Malcolm X’in adının, Ankara Çukurambar’da inşa edilen yeni ABD Büyükelçiliği’nin bulunduğu 1478. Cadde’ye verilmesine karar verildi.() Büyükelçilik, 2022 yılı sonunda tamamlanan yeni binasına taşınma sürecine başladı. 2023 yılı itibarıyla Ankara’daki tüm büyükelçilik operasyonları resmi olarak Çukurambar’daki yeni yerleşkeye taşınmasıyla birlikte Kavaklıdere’deki tarihi bina boşaltıldı.

2023 yılında taşındığı Çukurambar’daki ABD Büyükelçiliği yerleşkesi

ABD Büyükelçiliği’nin Çukurambar’a taşınması yalnızca bina değişikliği olarak değerlendirilmemesi gereken, mekânın yeniden örgütlendiği ve diplomatik alanların yeniden şekillendiği bir dönüşüm sürecidir. Kavaklıdere’de uzun yıllar boyunca diplomatik merkezlerden biri olan eski büyükelçilik binasının boşaltılması, bölgenin kentsel işlevlerinde dönüşüm ihtimalini gündeme getirdi. Yeni elçilik binasının yer aldığı Çukurambar ise, artan güvenlik önlemleri, yoğunlaşan diplomatik hareketlilik ve bölgedeki trafik düzenlemelerinin etkisiyle farklı bir boyut kazandı. Geniş arazi kullanımı ve güvenlik protokolleri nedeniyle, yeni büyükelçilik çevresindeki kamusal alanlar ve erişim olanakları kısmen değişirken, bölgenin diplomatik kimliği güçlendi. 

Satış detayları ve yeni planlar

ABD Büyükelçiliği’nin Ayrancı’daki eski binası, yapılan ihale sonucunda Aşhan Şirketler Grubu’na satıldı. Satış bedeli açıklanmasa da binanın ve arazisinin yüksek değeri göz önüne alındığında, önemli bir anlaşma gerçekleştirildiği tahmin ediliyor. Aşhan Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Şemsetdin Hancı, Patronlar Dünyası Platformu’na yaptığı açıklamada, satışla ilgili detaylara değinerek şu ifadeleri kullandı: “Ciddi bir rakama mal oldu, ancak gizlilik sözleşmemiz nedeniyle bu konuda bilgi paylaşamıyorum.” Ayrıca bina ve arazi kullanımı için henüz bir proje oluşturmadıklarını belirterek “Oradaki kent dinamikleriyle de istişare ederek bir adım atacağız. Ankara’ya yakışır bir proje yapma niyetimiz var. Ankara’nın çok özel bir noktası orası, 100 yılda bir düşer böyle bir yer. Ama kupon arazi olduğu için herhangi bir proje oluşturmadan aldık” diye konuştu.

Aşhan Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Şemsetdin Hancı

Uzmanlar, binanın gelecekte bir kültür merkezi, müze ya da özel bir işletme olarak değerlendirilmesinin mümkün olduğunu ifade ediyor. Semt sakinleri ise bölgenin dokusunu bozacak projelerden kaçınılması gerektiğini vurgularken Ayrancı semtinde yaşayan birçok kişi, binanın kamusal bir işlevle halkın kullanımına sunulmasını talep ediyor.

Semt sakinlerinin görüşleri

Semt sakinleri, eski büyükelçilik binasının geleceği konusunda endişeli ve sürecin Ayrancı’nın dokusuna zarar vermeden ilerlemesini istiyor. Binanın bulunduğu alanın Atatürk Bulvarı ile Ayrancı sınırında doğal bir bariyer görevi gördüğünü belirten mahalle sakinleri, yoğun yapılaşmanın doğal habitatı tehdit edebileceğini dile getiriyor.

Özellikle alana yapılacak olan çok katlı otel, konut veya hastane gibi projelerin semtin trafiğini artıracağını, park yeri sıkıntısını derinleştireceğini ve bölgenin dokusunu bozacağını düşünenler çoğunlukta. Mahalle sakinleri, bu alanın kamusal bir işlevle halka açık kalmasını, ağaçların ve mevcut yeşil alanın korunmasını talep ediyor. Düşük katlı yapılar, yeşil alanlar, kültürel ve sosyal faaliyetlere imkan sağlayacak kullanım talepleri öne çıkıyor. Trafik ve toplu taşıma sorunlarının mevcut haliyle bile ciddi bir yük oluşturduğunu vurgulayan semt sakinleri, yapılacak projelerin bu sorunları daha da büyütmemesi gerektiğini düşünüyor.

Kent hafızası 

Kent hafızası, kentin geçmişten bugüne taşıdığı fiziksel, sosyal ve kültürel izleri taşır. Tıpkı insanların hafızasında sakladığı anılar gibi, kentler de sokakları, binaları, anıtları, gelenekleri ve yaşanmışlıklarıyla bir “hafıza” oluşturur. Bu hafıza, kentin kimliğini şekillendirir ve miras olarak geleceğe aktarılarak o kenti zenginleştirir. 

Kent hafızası, bir şehrin ruhudur. Bu ruhu korumak, yalnızca binaları değil, insanların onlarla kurduğu duygusal bağlarını da yaşatmak demektir. Ayrancı’daki eski elçilik binası, kent hafızasının somut örneği olmakla birlikte yalnızca bir taş yığını değil, Cumhuriyet’in diplomasi tarihini ve kent kimliğini yansıtan belgedir.

Ne yapılabilir?

Binayı yıkmak veya salt ticari amaçla kullanmak yerine, kültürel mirası koruyan ve kamusal fayda sağlayan projelerle canlandırmak mümkün. Binanın bir bölümü, hızla değişen kent dokusunda sosyal ve siyasi açıdan geçmişin izlerini korumak amacıyla kent arşivine dönüştürülebilir ya da Ankara’nın kültürel diplomasi potansiyelini geliştirmek amacıyla kullanılabilir. Ayrıca binanın mimari dokusu, sanatsal üretim için ilham verici bir ortam sunarak hem işlevine katkı sağlayabilir.

Ayrancı’daki eski büyükelçilik binasının dönüşümünde kullanımlar çeşitlendirilebilir ancak temel ilke, tarihi dokuyu koruyarak kamu yararını üstün tutan ve kent hafızasını zenginleştiren bir yaklaşım benimsemek olmalıdır. Bu yapı, ne salt bir müze ne de yalnızca ticari bir mekân değil; Ankara’nın geçmişiyle geleceği arasında köprü kuran, toplumsal katılımı teşvik eden ve sürdürülebilirliği önceleyen çok işlevli bir kamusal alan olarak tasarlanmalıdır. Restorasyonda mimari kimlik korunurken, kültürel etkinliklerden sosyal girişimlere kadar projelerle hem semt sakinlerine hem de kente bütüncül bir değer katılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, tarihi yapılar ancak “yaşayan” mekânlara dönüştüklerinde anlam kazanır. 

Dönüşüm sürecinde, katılımcı bir yaklaşım benimsenmeli, binanın nasıl kullanılacağı konusunda gerekirse yeni sahipleri ile işbirliği yapılarak sivil toplum örgütleri, meslek odaları, akademisyenler ve diğer ilgili paydaşlar, karar alma mekanizmalarına öncülük ederek sürecin şeffaf, demokratik ve kolektif bir şekilde ilerlemesine katkıda bulunmalıdır. Ancak bu şekilde, yapı sadece fiziksel olarak değil, toplumsal bellekte de yaşayan bir mekâna dönüşebilir.

Dipnotlar

[1] Türkiye Cumhuriyeti Kanunları. (1955, 27 Mayıs). Ecnebi Devletlere Ankara’da Sefarethane ve Konsoloshane İnşa Etmek Üzere Meccanen Arsa Tahsisi Hakkında Kanun (Kanun No: 6593). Resmî Gazete (Sayı: 9013). Erişim adresi: https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc037/kanuntbmmc037/kanuntbmmc03706593.pdf

[2] M. Nazmi Özalp, Bir Başkent’in Anatomisi 1950’lerde Ankara, haz. Haluk İmga (Ankara: İdeal Kent Yayınları, 2016), 239, akt. Koray Özalp & Tolga Aydoğan, Ankara’daki Diplomatik Misyonlar 1920-1970 (Ankara: Galata Yayıncılık, 2022), 42.

[3] Özalp, K., & Aydoğan, T. (2022). Ankara’daki Diplomatik Misyonlar 1920-1970. Galatya Yayınları.

[4] Ankara Büyükşehir Belediyesi. (2007). Cumhuriyet ve Başkent Ankara. Ankara: Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayınları.

[5] Ankara Büyükşehir Belediyesi. (2025, Şubat 26). Büyükşehir Belediye Meclisi. Ankara Büyükşehir Belediyesi Resmi Web Sitesi. https://www.ankara.bel.tr/haberler/buyuksehir-belediye-meclisi-11733

Ayrancı’da yaşamanın ve yaşlanmanın keyfekeder hüzünleri

Yazanlar Sokağı’nda Sadi Hoşses

1980 yılıydı. Aşağı Ayrancı’daki Yazanlar Sokağı’nda yaşayan besteci Sadi Hoşses, Ankara Arı Sineması’nda jübilesini yapmaya hazırlanıyordu. Ardından İzmir’e taşınacaktı. O yıl, Olgunlar Sokağı’nda bir haber ajansında 19 yaşında acemi bir muhabir olarak çalışıyorduk. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askerlerin sabrını ve hasretini anlatan “Sabret Gönül”, “Bu Hasret Biter” adlı eserlerin bestecisi Sadi Hoşses ile bir röportaj yapmamız istenmişti.

Sadi Hoşses’in aynı mahallede TSM çalışmaları yapan dershanesi yerine, iki arkadaş Kızılay Güvenpark’tan eski marka taksi dolmuşlara binerek, evinde ziyaret etme acemiliğinde bulunmuş, Sadi Hoşses’in kapısını randevusuz çalmıştık. Kapıyı açtığında üzerinde eşofman türü bir giysi vardı. Amacımızı öğrendiğinde “buyrun çocuklar sizi salona alalım” kibarlığıyla izin istedi sonra kravatlı takım elbise giyinmiş haliyle salona girdi. Eski Ankara beyefendisinin bu davranışıyla büyük bir sanatçıdan büyük bir nezaket dersi almıştık.

Şadi Hoşses, 1982 yılında Ayrancı Yazanlar Sokağı’ndan ayrılarak İzmir’e yerleşti ve 1994’te vefat edene kadar orada yaşadı. 1988’de, Avni Anıl’ın Sadi Hoşses ile ilgili hazırladığı TRT programında, eşi Ayrancı’daki dostlarını çok özlediğini dile getirmişti.

Şu sıkıntılı günlerde dilimize Hoşses’in “Gülmedi şu bahtım gülmedi gitti” şarkısı denk düşse bile, şimdi oradan geçerken, Yazanlar Sokağı’ndaki o evden bir zamanlar terennüm edilen “Yıldızlı semalarda haşmet ne güzel şey” şarkısı gelir aklımıza ve ağlamaklı olur insan şu Ayrancı’da.

Sadi Hoşses ve Ziya Taşkent

Mesnevi Sokağı’nda Ziya Taşkent ıslığı

1999 Marmara Depremi’nde eşi, kızı ve iki torunuyla birlikte aramızdan ayrılan besteci Ziya Taşkent, 1980’lerde Mesnevi Sokağı’nda yaşardı. Akşama doğru, Karyağdı Sokağı kavşağındaki marketten alışveriş yapar, tanıdıklarıyla şakalaşırdı. Bazen dilinde pelesenk olmuş bir şarkıyı mırıldanır, bazen de bestelemeyi düşündüğü yeni bir eseri ıslıkla çalarak evine dönerdi. Şimdi oralardan geçsem Taşkent’in bestesi “Gücüme gidiyor böyle yaşamak” şarkısı düşer gönlümüze. 

Gazete sayfalarını paylaşarak okurlardı

Yeşilyurt kavşağından Kuzgun’a tırmanırken üçüncü apartmanın yüksek giriş katında oturan bir çift idiler. Sabahın erken vakitlerinde gözlüklü, takım elbiseli yaşlı beyefendi, Yeşilyurt’un köşesindeki fırından sıcak ekmek ve gazetesini alırdı. Eşi onu hep yoldan görünen giriş kapılarında karşılar, elindeki poşetleri alırdı. Ve o yaşlı beyefendi de yaşlı eşinin sırtını okşar, teşekkür ederdi. Kuzgun Caddesi’ne bakan pencerenin önünde gazete sayfalarını paylaşarak kalın çerçeveli okuma gözlükleriyle okurlardı. Perdeleri hep açık olurdu. Cam göbeği rengindeki eski Volkswagen arabaları apartmanın önünde hep park halinde durur, ara sıra yakın yerlere gezintiye çıkarlardı. Onlar gençlikteki aşkın, yaşlılıkta büyük bir sevgiye dönüştüğü en güzel örneklerdendi.

Bir gün apartmanın önünde bir kalabalık toplanmıştı. “Beyefendi kalp krizi geçirdi” dediler. Evlatları annelerini alıp götürdüler, kaplumbağa arabayı da bir daha gören olmadı. Şimdi oradan eve dönerken o pencereye bakarım hep, zihnmde onlar hâlâ orada gazete okumaktadırlar. 

Her gün traşını olur, kuşları yemlerdi

Kuzgun Sokağı’nda Mesnevi’ye yakın apartmanın yola bakan girişin üstündeki dairelerinde oturan evlatları olmayan yaşlı ve mutlu başka bir çift hatırlarım. Yaşlı adam her gün sinekkaydı tıraşını olur, artan ekmekleri ufalayıp yakındaki boş arsaya konan kuşlara götürür, sürü güvercinlerin arasında tebessümle gelene geçene selam verirdi. Hanımefendi ondan daha önce vefat edince, her gün tıraş olan tebessümlü beyefendinin önce sakalları uzadı. Hayata küstü. Gelene geçene selam veremez bezginliğe düştü. 

Bazen Hüseyin Onat Sokağı’ndaki Bahar Evi’nde tavla oynarken görüldüğünde yaşam ile yeniden barıştığı duygusu uyandırırdı fakat giderek içine kapandı. Münzevi görüntüsüyle ona sarhoş diyenler de oldu. Birkaç gün ortalıklarda görünmeyince onu evinin yatak odasında bir daha uyanmayacak halde buldular. Şimdi o eski binaları yıkılan boş arsaya ne zaman güvercinler sürü halinde toplansa her gün sinekkaydı tıraş olmuş yaşlı adamı ararlar ve gelmeyince de uçar gider kuşlar, insana bir hüzün çöker. 

Hoşdere’ye tırmanan merdivenler

O merdivenlerden her sabah birimiz çıkarken, birimiz inerdi. Artık sık sık rastlaşınca Ayrancı halkı birbirlerine selam vermeye başlarlardı. O yıllarda 20’li yaşlardaydık. Esmer, saçları uzun, müşfik yüzlü genç hanım gülümseyerek selam vermeden geçmezdi. İnsan sevgisinin erdemiyle mahalle kültürünün asaletini oluştururdu. 

Şimdi ömür saatimiz yarım yüzyılı on dört geçiyor.  Ahmet Haşim’in “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinden güneş rengi bir yığın yaprak / Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak” diye başlayan Merdiven şiirindeki gibi, Yeşilyurt’tan Hoşdere’ye çıkan merdivenleriyle birlikte gelip geçmekte olan yaşamı sorguluyorlar.

Uzun saçlı, esmer müşfik yüzlü genç kadın ve o adam, geçen her yılın yüze yapıştırdığı çizgiden imzalarla şimdi aynı merdivenlerden çıkıp inerken “Yıllar ne çabuk geçti o günler arasından” adlı hicaz şarkıyı duyar gibi birbirlerine bakıyorlar.

Sonra yaşadığı zamanda şairlerin sultanı olarak bilinen Şair Bakî’nin; “Avezeyi bu aleme Davut gibi sal / Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” mısraları Aşağı ve Yukarı Ayrancı’nın her köşesinde sağlıklı ve mutlu ömürler için yaşanılan anın tüm olumsuzluklarını unutturmaya başlar.

Ayrancı’nın dereleri nerede?

11 yıl önce Ankara/Ayrancı’ya ilk taşındığımda semtin topoğrafyası beni şaşırtmıştı. Açıkçası bu kadar yokuşlu bir kent beklemiyordum. Nispeten daha düz olan Eskişehir ve Konya’ya kıyasla Ankara tam bir vadiler kenti. Bir zamanlar bu vadilerden şimdi sokaklara adını veren derelerin aktığını yüksek lisans tezimi yazarken öğrendim. Ankara’nın yerleşim örüntüsüne yön veren bu derelerin nasıl kaybolduklarını ve tekrar gün yüzüne çıkarılıp çıkarılamayacağını merak ederek tezimi 2020’de bitirdim. Kent merkezinde 100 km2 alana odaklanan çalışmamda yüzeyden yaklaşık 56 km akarsuyun yok olduğu sonucuna ulaştım ve Kayıp Dereler Haritası oluşturdum. Su yaşamı canlandırdığı gibi aslında şehir hayatını da canlandırmaktadır. Ankara’da bir akarsu boyunca yürümek, oturmak, sohbet edebilmek suyun akışını herhangi bir kötü koku olmadan yakından izleyebilmek ne güzel olurdu değil mi? Fakat Ankara’nın dereleri şuan yerin altında menfezlerden akıyor ve daha nicesi yürürlükteki mevzuatlara göre beton kanallar içine alınarak ıslah ediliyor.

Ankara’nın dereleri nasıl kayboldu?

Derelerin kayboluşu Cumhuriyet Ankara’sının da tarihi aslında. Ankara il sınırının çok büyük bölümü Sakarya Havzası içindedir. Hatip Çayı, Çubuk Çayı ve İncesu; Bu akarsular birleştikten sonra Ankara Çayı adını alır ve batıya Sakarya Çayına doğru ilerler. Ankara’nın jeomorfolojik özellikleri, bu dört akarsuyu besleyen birçok küçük suyoluyla şekillenir. Bu derelerin kuru dere yani mevsimsel akışa geçen dereler olduğunu belirtmek gerekir. Ankara iklimi ve yer şekilleri itibariyle konveksiyonel (kırkikindi) yağışlar almaktadır. Dolayısıyla düşük debili bu kuru dereler ilkbaharda yüksek debi ile akar ve havza ekosistemini besler.

Kalenin etrafını dolanan Hatip Çayı kentin evsel ve ticari su ihtiyacını uzun süre karşılamıştır. Üzerine Romalılar tarafından inşa edilen ‘bent’ baraj görevi görmüş ve suyu şehrin belirli bölgelerine cazibe  (yerçekimi) ile taşımak için kullanılmıştır. Bu nedenle Hatip Çayı, “Bentderesi” olarak da anılmaktadır. Diğer derelere nispeten daha yüksek debide akan Hatip Çayı üzerinde buğday vb. öğütmek üzere kurulmuş değirmenler, deri yıkamak için Tabakhane denilen dükkânlar bulunmaktaydı. 1900’lerin başında İncesu deresi ise Ankara Garı önünde taşarak geniş bataklık alanlar oluştururdu. Bu durum sıtma hastalığının artmasına sebep olurdu. Ankara başkent olduktan sonra kentsel gelişimini yönlendiren Jansen Planında bu bataklık alanlar, açık-yeşil sistemler olarak planladı. Gençlik Parkı, Stadyum ve Hipodrom gibi spor ve rekreasyon alanlarının Gar önündeki düzlükte planlanması bir tesadüf değildir. Bu yeşil koridor Abdi İpekçi ve Kurtuluş Parkına doğru uzanmaktadır. İlerleyen dönemde İncesu dere yatağı daraltılmıştır. 1944 Ankara Haritasında İncesu deresinin taşkın önlemek amacıyla Sıhhiye pazarı ve Atatürk Bulvarı boyunca Kazım Özalp caddesine kadar kanal içine alındığı görülür. 

Ayrancı’nın dereleri

Ankara’nın üç ana deresi dışında, şehirde mevsimsel olarak akan irili ufaklı birçok dere vardır. 1944 Çankaya Haritasında, İncesu deresinin batı tarafında sırasıyla Büyükesat, Kavaklıdere, Hoşdere, Dikmen deresi ve Kirazlıdere gözükür. Hoşdere, o dönemde Orta Ayrancı ve Yukarı Ayrancı olarak gösterilen vadiden –Portakal Çiçeği Vadisi– aşağı doğru bugünkü Kuzgun sokak boyunca Meclis bahçesine doğru akmaktadır. Kavaklıdere ise kaynağını Çankaya Köşkü yakınından alarak Seğmenler Parkı içinden geçip bugünkü Tunus Caddesi boyunca ilerler ve İncesu deresine kavuşurdu. Günümüzde Kavaklıdere Seğmenler Parkı içinden halen açıktan akmaktadır, ancak Seğmenler Parkı alt kotunda menfeze girer, Kuğulu Parkın altından geçerek Tunus Caddesi boyunca yolun altından akar ve İncesu menfezi ile birleşir. 14 km uzunluğu bulan Dikmen Çayı ise Dikmen Köyü Camii’si civarından başlayarak vadiden geçer ve Kara Harp Okuluna doğru devam ederek bugünkü Saraçoğlu Mahallesine doğru akardı. Trajik bir şekilde bugün dere, vadi içerisindeki menfezde, yer altından akarken üstünden yapay havuz akar. Sonrasında Çetin Emeç Bulvarı altında bulunan sel kapanına (su tutma alanına) girer ve Cemal Süreya Parkına doğru Dikmen Caddesi altından geçerek Kirazlıdere menfezi ile Necatibey metro istasyonu civarında birleştirilir, son olarak Ankara Çayına yönlenir. 

Ayrancı’nın dereleri

Derelerin kaderini değiştiren seller 

11 Eylül 1957’de Hatip deresinin ve de kentin kaderini değiştiren büyük bir sel meydana gelir. Erman Tamur’un “Suda Suretimiz Çıkıyor” eserindeki anlatımıyla il merkezinde yağmur bile yağmamışken Hatip Çayı’nın su toplama havzasında yer alan Hasanoğlan, Lalahan, Kayaş ve Mamak bölgeleri 1,5 saat yağış almış, su, derenin taşma debisini aşarak Kayaş-Dışkapı güzergâhındaki taşkın yatağında bulunan her şeyi önüne katıp sürüklemiştir. Önceki yıllarda da Hatip, İncesu ve Dikmen derelerinde seller meydana gelmiş ise de bu seferki sel, 20 milyon lirayı aşkın hasar ve 165 kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. O yıl erken seçime giden Türkiye’nin siyasi gündemi de çok hareketliydi, öyle ki selle aynı gün mecliste Seçim Kanunu değişiklikleri yapılmaktaydı ve sel meclis gündemine ancak gece girebilmişti. Sel sonrası Hatip Çayı’nın ıslahı DP’nin bir seçim propagandası olmuş ve akabinde bir kısmı (bugünkü Bentderesi Caddesi) yer altına alınarak Hatip Çayı kapatılan ilk dere olmuştu. 

Ankara’nın 11 Eylül 1957 Sel Felaketi

Dereler altyapısız başkentin kanalizasyon hatlarına dönüşürken, seller derelerin kapatılmasının bahanesi olmuştur. Hâlbuki seller politikacıların söylediği gibi asrın felaketleri değildir, insan müdahalesinin ve yetersiz altyapının bir sonucudur. Zira 1963 DSİ Raporunda taşkınların sebebi şu şekilde açıklanmıştır: “Kontrolsüz iskân derelerin tahliye kapasitesini azaltmıştır… Derelerin drenaj alanlarının bitki örtüsünden mahrum bulunması, arazinin yanlış kullanılması, herhangi bir şekilde toprak muhafaza tedbiri alınmadan tarım yapılması ve mecralara muhtelif artıkların dökülmesi…” Yani sellerin ana sebebi, yoğun nüfus artışı, dere kenarlarındaki gecekondulaşma ve altyapı yetersizliğiydi. Jansen Planı’nda 1980 için öngörülen nüfusa 1950’lerin başında ulaşan Ankara için yeni bir master plan (Yücel-Uybadin, 1957) yapılmış, plan raporlarında İncesu ve Bentderesi’nin kanalizasyon sisteminin bir parçası olduğuna değinilmiştir. 1963 DSİ Raporuna göre, şehrin yalnızca 1/10’unda atıksu ve yağmursuyu sistemi vardı, kalan yerlerde septik tanklar kullanılırdı veya atıksular arıtılmaksızın derelere deşarj edilirdi. Hatta 1950’lerde belediyeler, muhtarlara beton büzler dağıtmış halkın iş birliği ile atıksu hatları döşenmesi sağlanmıştır. Ancak bilgisizlik ve yönetim eksikliği nedeniyle yine DSİ Raporuna göre PTT’nin telefon menholüne bile kanalizasyon bağlantılarının yapıldığı görülmüştür. 1970’lerde Anadolu’nun büyük kısmı fosseptik çukurlarına insan dışkısını biriktirir, daha sonra gübre vb. olarak yararlanır ya da boş arazilere dökülürdü. Bu evsel atık anlamında çevre kirliliğini geciktiren olumlu bir durumdu aslında, çünkü 90’larda kanalizasyon bağlantısı arttıkça arıtma tesisi oranı yok denecek kadar az olduğundan içme suyu havzalarını tehdit eden kirlilik yüksek seviyelere ulaşmıştır. 

Atatürk Bulvarı’nın Sıhhıye bölümünden açıktan akan İncesu Deresi (1970)

Kanalizasyona dönüşen dereler

Büyük selden sonra Hatip Çayı’nın kent içerisinde kalan kısımları da 60lı yıllar boyunca DSİ tarafından kapatılmıştır. Böylelikle Hatip Çayının dere yatağı kamu yararına kullanılmak yerine ranta kurban edilerek özel mülkiyete geçmiş, şehir dışında yeni rekreasyon alanları (sel kapanları) inşa edildiği düşünülerek gözden çıkarılmıştır. İncesu ise açık bir kanalizasyon hattına dönüşmüştür. Raporlara göre yazın dereden gelen koku başkentin merkezine yakışmayacak şekilde ağır kokmaktaydı. Nitekim 1972-76 yılları arası İncesu deresinin kent merkezindeki büyük bölümü menfeze alınarak üstü kapatılmıştır. 1961’de kent merkezindeki sellere önlem almak için Dikmen deresi önüne büyük bir sel kapanı (bugün Çetin Emeç Bulvarı altındadır) yapılmıştır. Tamur’un anlatımıyla Dikmen deresi küçük bir dere olmasına karşın, mevsimsel sellere neden olurdu. Dere, Saraçoğlu Mahallesine doğru akarken yönünü değiştirip Anıtkabir-Bahçelievler tarafına yönlendirilerek Kirazlıdere ile birleştirildi, böylece sellerin önüne geçilmesi planlandı. Ankara Taşkın Projesi Tatbikatı (1968) kitabında İbrahim Batukan İncesu deresinde yapılan hatanın Kirazlıdere de yapıldığını, hemen Anıtkabir’in yanından bugünkü M. Fevzi Çakmak Caddesi altından akan Kirazlıdere’ye Beşevler boyunca birçok apartmanın kaçak olarak kanalizasyonlarının bağladığı belirtilmektedir. Yıllar içerisinde Dikmen deresinde de aynı hata yapılacaktı. 1957 Yücel-Uybadin İmar Planında vadiler (Seğmenler, Botanik vd.) koruma altına alındıysa da Dikmen Vadisi kontrolsüz yapılaşmaya uğramıştır. 1989’da Ankara Büyükşehir Belediyesi “Dikmen Vadisi Konut ve Çevre Geliştirme Projesi” adı altında bölgeyi yeniden ele almış, kentsel dönüşümün ilk örneklerinden birini gerçekleştirmiştir. Projede dere ıslah edilerek menfeze alınmış ve havza ekosistemi, geri dönüşümü olanaksız değişikliklere uğramıştır.

Dikmen Vadisi Çetin Emeç Bulvarı tarafından görünüşü 1990

90’lardan günümüze 

1980lerde Ankara Çayı’na arıtılmaksızın verilen kanalizasyon hatları neticesinde içme suyu havzalarındaki kirlilik yüksek seviyeye ulaştı. 1989’da ayrık kanalizasyon sistemi ve arıtma tesisi içeren Büyük Ankara Kanalizasyon ve Yağmursuyu Projesi (BAKAY) planlandı. 1997’de Sincan-Tatlar’da son teknoloji bir Arıtma Tesisi inşa edildi. Ancak, ABB, 2017’de BAKAY projesinin sadece %54ünün tamamlanabildiğini belirtmiştir. BAKAY Projesine göre yağmur suyu taşıması planlanan kapalı veya açık derelerin çoğu halen atıksu da taşımaktadır ve bu hatlara atıksu bağlantıları yapılmaktadır. Bu durum, 2016’da DSİ için hazırlanan havza raporlarında belirtilmiştir. Diğer taraftan IV. Sınıf yani çok kirli olan Ankara Çayı ve Sakarya Nehri tarımsal sulamada hatta içme suyunda kullanılmaktadır. 

Mansur Yavaş’ın da birçok kez dile getirdiği gibi bugün Tatlar Arıtma Tesisi yetersiz kalmaktadır, çünkü giren su miktarı çok fazladır. Nüfus artışı yanı sıra özellikle derelerin ve yağmursularının tesise maliyeti çok yüksektir. Dereler ve yağmur suları atıksu hatlarından ayrılarak, olabildiğince yeraltı suyuna sızdırılmalı ve bunun için klasik bir yöntem olan daha fazla boru döşemek yerine doğa-tabanlı çözümlere geçilmelidir. Yağmursuyu hasadı, yeşil çatılar, biyotutma sistemleri, geçirgen yüzey döşemeleri vb. sürdürülebilir drenaj sistemleri ile sadece su krizine değil kentlerin ısınmasına da çözüm üretebiliriz. Derelerin tekrar açılması bir hayal değil aslında ekolojik ve ekonomik bir gerekliliktir. 

Çankaya Sineması, Ayrancı’nın en unutulmaz mekanı 

İnsanlar ve kentler birbirlerini hatırlar, birbirlerinin kimliklerinin oluşmasına etkide bulunurlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkmayı hatta onları geçmeyi hedeflediği ülkenin başkentidir, Ankara. Sanatın bu kadar ticarileşmediği dönemlerde Türkiye’de sanatın da başkentiydi, Ankara. Benim gençlik yıllarım, sinemalar açısından günümüzden çok farklıydı.

Korkarım yakın bir gelecekte AVM’ler dışında çok az sinema ayakta kalmayı başaracak. Evet, bu alışveriş merkezlerindeki sinemaların bir kısmı gerçekten çok yeni teknoloji ile donanmış, ses ve görüntü kalitesi iyi olan salonlar. Bu alışveriş merkezlerinde film izlemek ayrı bir keyif olabiliyor zaman zaman. Ama maalesef eski sinemaların kokusu ve dokusu bulunmuyor. Eskiden biz de sinemaya giderken evden tamamen bu amaçla çıkardık. Hangi filme gideceğimizi önceden belirlemiş ve günlerce belki haftalarca bunun hayalini kurmuş olurduk, Sinema sadece eğlence aracı değil bir kutsal bir ritüeldi bizim kuşak için.

Gençlik ve olgunluk yıllarım Ankara’da geçti. 70’li, 80’li yıllarda en önemli sosyalleşme aracı büyük ve özenle inşa edilmiş ihtişamlı salonlarda sinema seyretmekti. Amacım nostalji yapmak ya da geçmiş yıllara bir güzelleme değil. Bizden bir üst kuşağın döpiyes ve takım elbise giyerek tiyatroya gittikleri gibi, benim gençlik yıllarımın en önemli sosyal faaliyeti olan sinemalara giderken yaşadığımız bizim kuşağın heyecanını aktarmak.

Günler öncesinden gazetelerdeki ilanlara bakarak, hangi filme gideceğimizi belirler, arkadaşlarla durumu tartışarak bir karar verir, biletlerin bulunmama ya da iyi yerlerden olma ihtimali için birini erkenden sinemaya gönderirdik. Sinemanın önünde buluşma saatimizi belirler, gişedeki takım elbiseli yaşlı amcaya bakarak kapıdaki yelekli ve papyonlu biletçiye tüm biletler uzatılır ve kişi sayımız söylerdik. Numaraların tek mi, çift mi oluşuna göre sinemanın fuayesinde konum alır, saatine daha çok varsa bir sigara yakar, teşrifatçıya doğru yönlenilirken bahşişi hazırlardık. Koltuklara yerleşirken etraftakilere bakar, tanıdıklar görülürse onlar selam verir, ilk gong çalıp, kadife perde ağır ağır açılırken kendimize bir çeki düzen verir, film izleme moduna geçerdik.

1967 yılında Elazığlı müteahhit Mehmet ve Refik Erdoğan kardeşler tarafından Ankara Paris Caddesi, Şili Meydanı’nda açılan Çankaya Sineması 1987 yılına kadar Ankaralılara hizmet vermişti. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün katıldığı açılış ile hayata başlayan Çankaya Sineması 850 kişilik koltuk kapasitesi ile dönemin en gözde mekânlarından birisi olmuştu. 

Çankaya Sineması’nın içi başka bir hayal dünyası. Görkemli avizesi ve ferah yan balkonlarıyla Ayrancı’nın sinemasıydı, Çankaya. Kocaman bir salonu vardı ya da bana öyle gelirdi. Balkonu yoktu ama her iki yanından basamağa benzer balkon gibi iki bölüm yükselirdi. Çankaya Sineması gong ile açılır, ilk gongun ardından üzerinde Ziraat Bankası yazan kalın, ağır, kadife perdeleri yavaş yavaş açılırdı. Ankara’nın birçok sinemasında olduğu gibi, Çankaya Sineması’nda cumartesi sabahları Ziraat Bankası Çocuk Filmleri oynardı. Her cumartesi günü sinemanın önünde anne ve babalarıyla bir sürü çocuk.

O yıllarda, Atatürk Bulvarı’ndan Cinnah’a doğru çıkarken meydanın oradaki boş arsada, hep Çankaya Sineması’nın vizyondaki filmleri tahta panolara asılmış halde olurdu. Önünden her geçişimde mutlaka afişlerine bakıp hayal kurardım. 70’li yıllarda en güzel Türk filmleri; Türkan Şoray’ın “Buğulu Gözler”i, tüm Yumurcak filmleri ve Kartal Tibetli Tarkan filmleri. Yanılmıyorsam ‘84 yılıydı. O zamanların gözde aktristi Brooke Shields’in, Ankara’da ilk kez gösterilecek olan “Sahara” filmi için Çankaya Sineması’na gitmiştik. Erkenden sinemaya gelmemize rağmen bırakın o seansı, o günü, üç gün sonrasının bile biletlerinin bittiğini öğrenince hayretler içinde kalmıştık. Ama Spilberg’in Üçüncü Türden Yakınlaşmalar, Sam Peckinpah’in Şeref Madalyası filmini Çankaya Sineması’nda izlemiştim. O yılların gençliğini hayli etkileyen Grease filmi de Çankaya sinemasındaydı.

Yine 80’li yıllarda Hüsnü Kuruntu oyununa bilet almıştım. Gazanfer Özcan’ı ilk kez sahnede izleyişim. Ahmet Gülhan, Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın kurduğu tiyatro topluluğu olan Devekuşu Kabare, Kent Oyuncuları, Haldun Dormen bu sahnede oyunlarını seyirciyle buluşturdular. 80 darbesinin karanlık dönemlerinde hayranı olduğum Timur Selçuk Çankaya Sineması’nda verdiği konseri izlemiştim. Öyle yaşayan bir salon daha görmedim. İnsan seli Şili Meydanı’na taşmıştı. Karantinalı Despina, İspanyol Meyhanesi, Beyaz Güvercin, Ekonomi Tıkırında. Gidemediğim ve gazetelerden takip ettiğim Barış Manço konserini de hatırlıyorum.

Bazı mekânlar bulundukları yerle özdeştirler. Çankaya Sineması’nı da Ayrancı’dan, Paris Caddesi, Şili Meydanından, hele hele Kilim Pastanesinden ayıramaz, koparamazsınız. Çankaya Sineması ve Kilim Pastanesi yapışık iki kardeş gibiydiler. En lezzetli sunumu kazandibiydi, bana sorarsanız bozası da çok nefisti.

Güven Turan’ın ilk romanı Dalyan, bir pastanede başlar. Aslında romanda bir şehir adı filan anılmaz. Romanın başlangıcı; “… her zaman geldiği, her şeyini çok iyi bildiği bu pastane, kokularıyla, ışıklarıyla, kişileriyle, daha önceki günlerin bir benzerini yaşıyor.” Roman kahramanı tek başına oturmuş, pastanede kitap okuyor. Sonra birdenbire hareketlenecek ortalık “Sinemadan çıkanlar dolduruyor pastaneyi.” Hangi sinema bu, hangi pastane?

Çankaya Sineması ve Kilim Pastanesi, adeta onun bir parçasıydı. Sinemaya gitmek için buluşanlar, filmin başlamasını bekleyenler, sinemadan çıkanlar, daha çok gençlerin toplandığı bir yerdi Kilim. Güven Turan’dan birkaç cümle daha; “Sinemadan çıkanlar dolduruyor pastaneyi. Müzik dolabı birbiri ardından gümbürdetiyor, müzik dolabı en yeni parçaları çalıyor. Hemen herkes çok genç, uzun saçlı kızlar, oğlanlar blue-jeanler, koyun postu kaftan benzeri uzun mantoları, paltolarıyla, bağıra çağıra konuşuyor, müzik dolabının çevresinde toplanıyorlar.

Evet, jukebox vardı bir köşede. Sinemayla bağlantılı ikinci kapının yanında dururdu, Kilim Pastanesi’nde. Yirmi beş kuruş atılır, kutunun önündeki butonlara basılır, plağın A ya da B yüzündeki parça seçilir, biraz da oradakilere hava olsun diye bak, ben neleri dinliyorum, edalarıyla pastanedeki masanıza dönülürdü. 

Çankaya Sineması; 1986 yılının son aylarına kadar açık kalmış önemli sinemalardan biriydi. Sahipleri de bir süre sonra perdeyi indirdiler. Televizyon ve video kaset çağı başlamış, bağımsız sinema salonları çağı sona ermişti. Belki, o olay da tuzu biberi olmuş bir süre sonra da Kilim Pastanesi de kapanmıştı. Bir dönem Airport Disko olan sinema binası, en son Çakıl Gazinosu olarak kullanıldı. Kısaca; sinema önce diskotek, sonra gazino;, pastane de meyhane oldu. Çağa ayak uydurmak bu olsa gerek.

Yapının özüne dönerek, tekrar sanatsal faaliyetlerde kullanılması için yapılan girişimler sonucunda, 2019 yılının son çeyreğinden itibaren Çankaya Sahne adını alarak başta tiyatro olmak üzere çeşitli kültür sanat etkinlikleriyle Ankaralıların hizmetine tekrar girdi. Yeni haliyle sahneyi ilk gördüğümde, yakın bir dönemde inşa edilmiş olmasına rağmen, bulunduğu yerin nostaljik yapısına oldukça uygun olarak düzenlendiğini gözlemledim. Şimdi güzel bir tiyatroya dönüşmüş sinema, umarım uzun yıllar da öyle kalır.

İnsanlar ve kentler birbirlerini hatırlar, birbirlerinin kimliklerinin oluşmasına etkide bulunurlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkmayı hatta onları geçmeyi hedeflediği ülkenin başkentidir, Ankara. Sanatın bu kadar ticarileşmediği dönemlerde Türkiye’de sanatın da başkentiydi, Ankara. Benim gençlik yıllarım, sinemalar açısından günümüzden çok farklıydı. Çünkü sinema salonları kaliteli değildi. O yıllarda en büyük amaç sinemaya gidip filmi izleyebilmekti. Şimdiki gibi AVM’lerde yemek arası sinema anlayışı yoktu. 

Korkarım yakın bir gelecekte AVM’ler dışında çok az sinema ayakta kalmayı başaracak. Evet, bu alışveriş merkezlerindeki sinemaların bir kısmı gerçekten çok yeni teknoloji ile donanmış, ses ve görüntü kalitesi iyi olan salonlar. Bu alışveriş merkezlerinde film izlemek ayrı bir keyif olabiliyor zaman zaman. Ama maalesef eski sinemaların kokusu ve dokusu bulunmuyor. Eskiden biz de sinemaya giderken evden tamamen bu amaçla çıkardık. Hangi filme gideceğimizi önceden belirlemiş ve günlerce belki haftalarca bunun hayalini kurmuş olurduk, Sinema sadece eğlence aracı değil bir kutsal bir ritüeldi bizim kuşak için.

Benim gençliğimin sinemaları çocuklarımın AVM sinemaları ile rekabet edemeyerek yenik düştü. Benim çocuklarımın sineması olmadı, onların AVM’leri vardı. Oysa benim gençliğimin sinemaları; Ankara’nın ünlü AVM’lerinde, tuvaletlerde ihtiyaç giderirken göz hizanıza ekran koyarak salonlarında oynayan filmlerin fragmanını gösteren modern sinemalara karşı hâlâ direniyorlar. Başkentte bir zamanlar kapılarında bilet kuyruklarının olduğu, yerlerin fenerle gösterildiği, arada filmin kopması, bazı sahnelerin alkışlanması gibi ilginçliklerin yaşandığı, çalınan “gong” sesinden sonra, gazozlar, kuruyemişler eşliğinde filmlerin izlendiği tarihi sinemalar artık gerçekten “tarih” oldu.

Oysa ne kadar keyifli sinemaydı.

Ayrancı’nın sineması; Çankaya. 

Özledim, çok özledim…

KAYNAKLAR

BOZYİĞİT Ali Esat, “Eski Ankara Sinemaları”, Kebikeç, Sayı; 9, 1999

ESEN Selim, https://www.gercekedebiyat.com/yazi/ankara-nin-anilarda-kalan-3-sinemasi-10218.html – google_vignette

KAYA ÇAYIR Çiğdem, “Zamana Yenik Düşen Ankara Sinemaları IV: Müstakil ve Sinemalı Apartmanlar Dönemi”, Lavarla, 2021.

yavuziscen.blogspot.com

Bir Ankara hayali: Şehrin eski yüzüne bakmak

Çoktandır hepimiz aynı kentte yaşıyor gibiyiz malum. Şehir planları, mimari üsluplar (ki bunlara üslup denemez bile), sosyalleşme ve alışveriş mekânları, rekreasyon alanları vb. birbirinin aynı neredeyse. AVM’lere teslim olmuş bir boş zaman kültürü peydah oldu. Kentsel dönüşümün bir rant kapısı olduğu, bu kapının da partileri siyasi ikbale taşıdığı düşünülürse bu gelişmeye şaşırmamak gerek.

Kentsel dönüşüm mahalle kültürünü yutuyor

Ankara için de benzer bir durum söz konusu. Kentsel dönüşüm acımasız, estetik kaygılardan yoksun ve kâr güdüsüyle önüne çıkanı deviren bir canavar gibi. Acı olan; bu tür bir dönüşümün toplumun kayda değer bir kesimince bir tür sınıf atlama, prestijli bir yaşam alanına sahip olma gibi algılanması ve bu konuda çok hevesli olunması. Ucuz ama gösterişli malzemeden yapılmış çok katlı binalar; yeşil alanları, küçük esnafı, mahalle kültürünü yutuveriyor.

Yerleşimlere kişiliğini kazandıran, geçmişe dair hikâyeler anlatan mimari ve doğal dokunun silinmesi yahut görünmez kılınması kent kimliğinin, özgünlüklerin yitirilmesi anlamına geliyor. Ankara için bir hayal kuracak olsam, bu yerleşimden gelip geçmiş tüm medeniyetlerin bıraktıkları mirasın görünür olduğu bir kentsel doku tasavvur ederdim. Bu mirasın zaman içinde ne kadar cılızlaştığını bilmeme rağmen, aylakça yürüyüşlerimde önüme çıkan tek tük ipuçlarının tarihsel sürekliliği ve şehrin kimliğindeki yerine referansla görünür hale getirilmesi çok göz alıcı ve maalesef şimdilik epey uzak bir ihtimal değil mi?

Ankara Yahudi Mahallesi

Şehir yoktan var edilmedi

Çok isabetli “Kim var imiş biz burada yoğ iken?” sorusuna cevap mahiyetindeki bu hayali mekânsal düzen, kadim uygarlıkların şehirde bıraktıkları izleri takip ederek, başkentin hikâyesinin yıllarca bize anlatılageldiği kadar sönük olmadığını gösterebilir. Kimsenin yolunu düşürmediği fakat şehrin merkezinde yer alan Roma Hamamı, yakında basamaklarına ilişmeyi hayal ettiğimiz Roma Tiyatrosu, Hacı Bayram Camii ve Türbesi’ne omuz vermiş Augustus Tapınağı, yüzyıllar öncesinden kalan ve ince işçilikleriyle dikkat çeken camiler, türbeler, Yahudi Sinagogu‘nun hâlâ ayakta kalabildiği eski Yahudi Mahallesi, Ankara Ermeni ve Rumlarının yaşadıkları diğer mahalleler, Kale’nin bedenine yerleşmiş kitabeler, heykeller farklı inançların, uygarlıkların bir arada yaşayabildiklerini göstermesi bakımından çok değerli. 

Benim kent hayalim, kentin kuş uçuşu beş dakika uzaklıktaki yerleşimlerine batı şehirlerinden daha yabancı Ankaralıların çok katmanlı kentsel dokunun izini sürebilecekleri ve şehrin “yoktan var edilmediğini” fark edebilecekleri bir çevre düzenlemesi üstüne. 

Ankara’nın fotoğraflı hafızası: Dericizade Faruk Küçük

Sahip olduğumuz kentin mekânlarını, kent belleğini, kültürünü ve tarihini geçmişten geleceğe aktarmak için ne tür çalışmalar yapıyoruz? Sahip olduğumuz bir mesleği devam ettirmek ve asırdan asıra sürdürmek için sahip çıkıyor muyuz?

Bu ayki röportajımızı bir Ankara sevdalısı olan Faruk Küçük’e ayırdık.

Dericizade’nin onursal başkanı Faruk Küçük babadan oğula geçen dericilik mesleğini uzun yıllar yaparken Ankara sevdasıyla Ankara’ya ait fotoğraflar, gazeteler ve kitaplar biriktirmeye başlamış. Yaşadığı kente kendi tarzı ve bakış açısıyla sahip çıkmayı kendisine hedef belirlemiş. Ankara’nın en büyük çatı kuruluşlarından Başkent Ankara Meclisi’nin üstün hizmet başarı ödülünü almaya hak kazanmış ve Ankara’nın Başkent oluşunun Cumhuriyetin 100. yılı etkinliği kapsamında Türk Tarih Kurumu Konferans Salonu’nda, Dericizade Faruk Küçük koleksiyonunu yapılan bir törenle Türk Tarih Kurumuna devretmiştir.

Dericizade Faruk Küçük

Dericizade’de işçi, usta, yönetim kurulu başkanı ve değerli koleksiyon ustası olarak hikayenizi bize anlatır mısınız? Mesleğe nasıl başladınız?

Derici bir babanın derici en büyük oğluyum. 1947 Haymana Yeniköy doğumluyum. Bizimki bir Türkmen köyü, Oyacı’ya, Dereköy’e yakın. Asrın Kürk Deri firmasının kurucusuyum. Bizim aile üç kuşaktır dericilikte uğraşmaktadır. 1960’lı yıllardan beri deri ve kürk işleme, imalat ve satıcılıkla uğraş verdik. Babamın zamanında dericiliği Haymana’da yapıyorduk. Dört kardeş bir de babam. Haymana bize dar gelince 1960’da Atpazarı’na geldik. Ankara’da ticaretin merkezi bizim zamanımızda Atpazarı, Samanpazarı, Çıkrıkçılar yokuşu ve Ulus civarıydı. 

İlk deri atölyelerini nerede açtınız?

Bizim zamanımızda Polonya’dan ustalar gelmiş sığır derisi işliyorlardı. Ankara’da da kuzu, koyun, keçi derisi işliyordum, aksesuar ve namazlık yaptırıyordum. Kürkçü ve dericilere satıyordum. 

İlk tabakhanemizi İskitler’de sonra Siteler’de açtık. İskitler ufak geliyordu. Sitelerde, Samsun yoluna cepheli Demirhendek caddesindeki caminin yanında büyük, modern bir fabrika vardı. Devrediyorlardı, oraya taşındık, 100 kişi filan çalışanımız vardı. Belediye çok yüksek tutarda arıtma bedelleri talep edince yürütemedik orayı, Uşak’a gittik.

Uşak, merkezi geldi bize. Antalya, İzmir, İstanbul’un ortası. İki tane Türkiye’nin en modern deri fabrikasını açtık. Birisinde kütiçi tüylü, dışı derili– işleniyor. Birinde zikkumaş gibi deri– işleniyor. İki fabrika 1997’ye kadar aile şirketi olarak gitti. 1997’de sonra ayrıldık. Asrın Kürk Deri’nin kurucusu bendim, iki kardeşim onu alıp orada kaldı. Biz de Dericizade diye devam ettik. 

Babamın çevresi çok genişti, işimizi genişlettik. Babam derdi ki: “Sözünü gününde yerine getireceksin ve işini iyi yapacaksın

O dönemde deri satış işleri kışın rağbet görse de yazın çok düşüyordu. Bu nedenle, turizm işine girdik ve Alanya’da ilk otelimizi açtı

Kızılay maceranız nasıl başladı? 

Büyükçarşı 1976’ya kadar sinemaydı. Sonra kapandı ve çarşı haline getirilip küçük dükkanlara bölündü. Büyükçarşı’nın sahipleri Kazım Rüştü Güven ve Hamdi Başaran kardeşlerdi. Hamdi Başaran, gaz şirketi HABAŞ’ı kurmuştu. Kazım Rüştü Güven’in de İskitler’de buzhanesi varmış. Sudan buz üretiyor, buz satıyormuş. Vehbi Koç, “size gıpta ediyorum, biriniz havadan biriniz sudan para kazanıyor” diyordu onlara.

1977’de hasbelkader Büyükçarşı’da birisi dükkan satıyor diye duyduk. 225 bin lira hava parası vererek oradan 30 metrekare küçük bir dükkana taşındık. Sandalyeleri özel yaptırdık, 2 sandalye sığacak yere 3 kişi otursun diye sandalyeleri böldürüp 3 sandalye koydurduk. O kadar küçük, dar. Her yere dolaplar yaptık, küçük masa yaptırdık yer kaplamasın diye.

İskitler’de tabakhanemizde işliyoruz deriyi. Fevzi Çakmak Sokak’ta atölyemiz var, orada da dikiyoruz. Büyükçarşı’da satıyoruz. 

Deri işleri, kürk işleri sesli, gürültülü işler. Onun için her yeri tutamıyoruz. Ancak bodrum katında olacak. Bodrum katı da havasız oluyor, işe giren birkaç ay kalıyor ayrılıyor. Sonunda Fevzi Çakmak’taki bodrum katından ayrılıp Ihlamur Sokağı’nın başına geldik. Orası da bir paşanındı, 2. katta büyük bir yer tuttuk. Dükkanın geleni gideni arttı, müşteriyi oraya çektik. 

Kızılay’da sosyal hayat nasıldı bu yıllarda, Ankara’nın gözde mekanları nerelerdi?

Kızılay civarında bizim gidip geldiğimiz yerler de vardı. Ökkeş Ağa’nın Yeri vardı; Menekşe Sokağın başında, Onur Çarşısı’nın karşısında pizza restoranıydı. Onur Çarşısı’nın öbür tarafında Demirtepe’de Diyarbakırlıların lokantası vardı. 

Şimdiki GMK bulvarıyla Fevzi Çakmak Sokak köşesinde İş Bankası’nın vakıf yeri var, orada da Çarkoğlu Lokantası vardı. Orası meşhurdu, rezervasyonla gidilirdi. Elgün Sokakta bizim dükkanın altında Hopalı meşhur Papila ailesinin Liman Lokantası vardı. Hasan Papila başındaydı, ilk defa canlı alabalığı onlar yaptılar. Ihlamur Sokakta da Zafer İşkembecisi vardı.

Piknik tabii meşhurdu, herkes oraya gidemezdi. Memurların, üst kademe bürokratların gittiği yerdi. Piknik’in yanında bir de Bekir’in Yeri vardı. Garsonlar papyonlu giyinecek, her gün tıraşlı olacak, yüzleri hep gülecek. Bu Bekir o zaman Elgün Sokakta otururdu. Büyük Çarşı’nın 1. katında bir yer vardı Hamsiköy, 1970’lerin başlarında mini etekli kız garsonlar koymuşlar oraya, herkesin çok ilgisini çekmişti. 

Cevat Restoran vardı, Kantin Cevat dedikleri. Sahibi İbrahim Bizden, Ayrancı’da Turizm bloklarında otururdu. O Ankara’nın 3-5 tane restoranından birisiydi. Onların yerleri önce Soysal Çarşı’nın oradaydı. Ondan sonra Gima’nın yanına geçiyor, oradan da Yüksel Caddesi’nin başına. Boşnak, üç kardeşlerdi bunlar 1900’lerin başında gelmişler. Yabancı dil de biliyorlar, o nedenle burada elçilikten kim gelirse onlarla konuşup, ilişki kurabiliyorlar. Be nedenle elçiliktekiler genelde onlardan alışveriş ediyorlar. 

Ankara’nın meşhur Merkez Lokantası vardı. Atatürk kurmuştu çiftlikte. Kapanmaması lazımdı. Orası Ankara’nın bir değeriydi, ne anılar, ne fotoğraflar var orada. Şimdi kebapçı oldu, üzülüyoruz öyle şeylere. Hatta Gazi İstasyonu’nu da bunlar satın almışlar.

Burayla ilgili bir anım var. Bir arkadaşım aradı beni bir gün İzmir’den. Gürcistan’dan sanatçı bir arkadaşı varmış. Şarap meraklısı. Ankara’ya gelecekmiş. İyi şarap nerede var, bir öğren, onu oraya götürelim dedi. 

Ben de araştırdım, Merkez Lokantası’na götüreceksin dediler. Atatürk Orman Çiftliği “Boğa Kanı” diye bir şarap veriyormuş oraya 200-300 şişe. Hepsini onlar alıyormuş. Özel misafirlere veriyormuş.

Bunlar geldiler. İzmir’den Mehmet Emin Yılmaz, bir de o Gürcistandan gelen Ramas, bir de ben üçümüz gittik. Eskiden Ankara’nın ünlü yuva kavunu vardı. Mehmet Emin Yılmaz’ın babası yuva kavununu at arabasıyla getirip Merkez lokantasına veriyormuş. Babasının bir gözü de kör olduğu için Kör Mehmet derlermiş. Emin kendini Kör Mehmet’in oğluyum diye tanıttı. Onlar da tanıdılar, sohbet koyulaştı. Boğa Kanı şarabı söyledik. Getirdiler boğa kanı şarabı. Benim tabii şarap kültürüm yok. Şarabı koydular, bardağı şöyle bir çalkaladı Ramas. Biz tabii dikkatle bakıyoruz. “Haraşo” dedi, Rusça da “iyi” demekmiş. Mimiklerinden de belli oluyordu, çok hoşuna gitti Atatürk Orman Çiftliği’nin o şarabı. 

Marmara Oteli’nin olduğu yerde Atatürk’ün Marmara Köşkü vardı. Yabancılar gelince Ankara’da yemek yiyecek yer de pek yok. Türkiye böyle geri kalmış demesinler diye gelen turistleri oraya götürüyorlar. Turistlerde orada yiyip içiyor Ankara’da böyle yüzlerce lokanta var zannediyor.

Ihlamur Sokaktaki AST’ın yeri de sizin miydi?

Oranın sahibi bir büyükelçiymiş. Kültüre, sanata çok düşkünlerdi. Orayı idare etti öyle. AST’ın başında Rutkay Aziz vardı. Kızı Doğa, bizim çocuklarla arkadaştı, birlikte büyüdüler. Bizim dükkana da sık geliyordu.  Oranın sahipleri bir ara sıkışmışlar, Rutkay Aziz’e demişler ki; biz burayı size satalım. Rutkay Aziz bizim şu an paramız yok demiş. O arada kardeşim, ben alayım, siz paranızı bana verirsiniz size devrederim demiş. Ama parayı bir türlü toplayıp, alamadılar. Kardeşim Ankara Sanat Tiyatrosu‘nun yerini satın almış oldu. Onun yanında da dükkanımız var. 

Oranın komple yıkılıp otel yapılma projesi vardı. Çankaya Belediye Başkanı da, Ankara Büyükşehir Belediyesi de Ankara Sanat Tiyatrosu yaşasın diye burayı satın almak istediler. Fakat diğer daireler için birşey demeyince öylece kaldı. Şimdi depo olarak kullanılıyor ama otel yapılacak.

Koleksiyonerlik nasıl başladı?

1997’den sonra 2000’li yılların başında kardeşlerim ile işlerimizi ayırdık. Ben İzmir caddesindeki işyerimde bir yandan dericilik işlerime devam ederken bir yandan da Ankara‘ya hizmet için koleksiyonerlik çalışmalarıma devam ettim. Ahilik geleneğinden gelen dericiliğin son temsilcilerinden bir ben kaldım. Ankara‘ya vermiş olduğum bu hizmetler karşılığında birçok kurum ve kuruluştan ödüller aldım. Tarihi Ankara fotoğrafları, Ankara kitap, dergi ve gazeteleri ve Ankara’ya dair belgeler koleksiyonuna sahip oldum. Bence, iş insanları, servetleriyle kazandıkları şehre, bölgeye, ülkeye yatırım yapmalıdır. Bu yatırımın ekonomik olması kadar kültürel olması da önemlidir. Koleksiyonumla kendi adıma bu konuda bir adım attığımı düşünüyorum. Elimdeki fotoğrafları da kendime saklamıyorum, onları insanlarla paylaşmak beni mutlu ediyor. Bugüne kadar 100’den fazla sergi açtım.

Sahip olduğum koleksiyonun maddi değerini söyleyebiliyorum ama manevi değerini söyleyemem. Bu parayla ölçülmez.

Koleksiyonda neler vardı?

12 bin 500 fotoğraf, 2 bin 500 kitap dergi ve gazeten oluşan koleksiyon Türk Tarih Kurumu’na bağışladım.

Genellikle Ankara ile ilgili kim eski fotoğraf bulursa, bana ulaşır. Sahaflarda ve ilgili yerlerde Dericizade poşetim olur. 10 günde veya 20 günde bir sahafları ve ilgili mekanları gezerim ve çay kahve sohbetlerine katılırım. Ziyaret ettiğim yerlerdeki arkadaşlardan topladıkları fotoğrafları satın alırım. Tasnif ederim. Fotoğraf alıp satanlar da beni bulur. Ankara albümü de gelir. Özellikle müzayedelere de katılırım.

Hemşerimiz ünlü gazeteci Selahattin Duman bizim koleksiyondan da faydalanarak “Kasabadan Başkente, Başkentten Metropole Ankara” adlı altı bölümlük bir belgesel yaptı.

Ayrancı’ya nasıl geldiniz?

Haymana’dan Ankara’ya ilk geldiğimizde Saimekadın’da oturduk. Çocuklarımız olunca, bize dediler ki; burada çocuk yetiştirilmez, Çankaya’ya gidin, Çankaya’da elektrik, su kesilmez. Biz de Çankaya’da ev araştırmaya başladık. 

Ayrancı’da siyasetçiler, sanatçılar, tiyatrocu, ses sanatçıları yaşardı. Yetmişli yılların başında, Cinnah caddesinde Mavi Apartmana yakın kürkçü bir arkadaşım vardı, onunla ilk defa Meneviş sokağın Güvenlik caddesiyle kesiştiği köşede “Çankaya Aile Bahçesi”ne geldik. Gözleme ve çay içilen bir yerdi. Sahibi Taylan Bey’di, ismini hiç unutmam. 1975’de Yaylagül sokağında Derya Apartmanı’nda oturduk. Hüseyin Onat sokağında Çağdaş Market’in olduğu yer eskiden pazardı, onun tam karşısındaki apartmanda oturduk sonra. Yakınımızda Necdet Calp otururdu. Sonra Portakal Çiçeği Sokak’taki evi satın aldık ve burada kaldık. 

Ayrancı’dan hatırladığınız kimler var?

Aşağıdaki Necmettin Erbakan oturuyordu. Bu Nimet ekmeğin karşısında. Ondan sonra Lütfü Doğan, Diyanet İşleri Başkanı orada oturuyordu. Şair Nedim Sokakta Balıkçı Ayabakanlar oturuyordu. Ondan sonra şarkıcı Süreyya Davulcuoğlu, sonra Tamer Karadağlı aynı sokakta oturuyordu. Ankara’nın en iyi aileleri buradalar. Mesela Börekçiler, Ayrancılar, Yağcılar, Mıhçılar… Kazım Mıhçıoğlu mesela çok önemli biridir. Şimdiki Dafne’nin yerini bağışlamıştı.

Buranın kıymetini herkes bilmiyor. Çok iyi bir mahalle. Burada çok sanatçı, tiyatrocu yetişmiş. Şarkıcılar yetişmiş. Eskiden yaşayanların çocukları Çayyolu, Ümitköy tarafına taşındı. Şimdi çoğunlukla emekli bir kesim kaldı. Eşim Ayşen Küçük, Sincan’ın yerlisidir, oranın iyi bir ailesi olan Koç’lardandı. Eşim çok seviyor burayı, “ille de mahallem, ille de Ankara” der eşim, ne satarız ne başka yerde yaşarız. Başka semtlerde evimiz var ama kendimizi ait bulduğumuz yer Ayrancı.

Soldan sağa Ali Necati Koçak, Hande Yeşilbaş, Dericizade Faruk Küçük, Seval Nuray Başgül.

Ankara’nın Milka’sı

1992 yılının kış aylarında, Ankara sokaklarında “Bulvar Palas Ankaralı kalmalı, Bulvar Palas’ı istiyoruz; Palas yıkılmamalı” sloganları duyulurken TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Ankaralı çevreci gençlerle bir arada eylemlere başlamış, Anakent Belediyesi Gençlik Konseyi’nin sokak gösterileri ile başlayan bu süreç, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin Kültür Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Büro Müdürlüğü’ne 23 Aralık 1992’de verdiği koruma kararı istemli bir dilekçeyle de resmi nitelik kazanmıştı.

Dilekçede, sahipleri tarafından yıkım kararı alınan 1952 yılından günümüze kalan Bulvar Palas’la birlikte Milka Pastanesi’nin Ankara ve Türkiye mimarisi için önemi anlatılıyordu:

“Bulvar Palas, 2. ulusal mimari döneminin örneklerinden birisi olup art arda yaylar çizen balkonları ile Vakıf Apartmanı’na gönderme yapan yapı, çevresindeki binalardan farklıdır. Ankara’nın toplumsal yaşamında önemli bir yeri olan Bulvar Palas, kentsel mekânda insanların belleğinde yer almış bir imgeye sahiptir. Bununla birlikte 1929’lardan günümüze kalan Milka Pastanesi, I. İnönü Meydanı’ndan Kavaklıdere’ye kadar uzanan kamu yapılarının arasında bölgenin bahçeli evler olduğu yıllardan kalmış üç örneğinden birisidir. Ayrıca, 1930’ların modernist dönemine ait kendi türünde tek örnektir.”

Bu başvurusuna bir yanıt alamayan TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Koruma Kurulu’na 2 ay sonra yeniden başvurarak, durumun özellikle de Bulvar Palas ve Milka Pastanesi açısından aciliyetini belirtmişti. Bu istem üzerine, çıkan koruma kararı, henüz tebliğ edilemeden ne yazık ki Milka Pastanesi yıkılmıştı.

1929’dan 1993’e

Bakanlıklar ile Kavaklıdere arasında, Atatürk Bulvarı No:67’de, TBMM’nin neredeyse tam karşısında, sefarethanelerin yakınındaki bir konumda, büyükçe bir bahçe içerisinde konumlanan bu iki katlı, farklı geometrik formların bir arada kullanıldığı, özellikle de silindirik kütlesi, bol pencereleri ve teraslarıyla dikkat çeken betonarme karkas Ankara Villası, TMMOB Mimarlar Odası’nın dilekçesinde de belirttiği gibi 1929’larda inşa edilmişti. Tam da bu noktada villanın kimin için ve kim tarafından tasarlandığı konusu ise bir muamma. 1955’ten sonra uzun yıllar boş kalan ve zaman içerisinde harap olan Milka Villası, Büyük Ankara Oteli tarafından uzun yıllar boyunca satın alınmak istenmiş, ancak villayı 1966 yılında Ankara’nın ünlü eğlence mekanlarından Klüp 47’nin sahibi Yunus Reyhan ve ünlü Hülya Pastanesi’nin işletmecisi amca oğlu İbrahim Reyhan satın alabilmişlerdi. Harap haldeki villayı satın alan ortaklar, binada yapmak istedikleri onarım ve revizyonlar için istedikleri ruhsatın gecikmesi yüzünden uzun süre beklemek zorunda kalmışlar, ruhsatı aldıktan sonra da kapsamlı bir onarım yapmış ve 1972 yılında pastane ve kokteyl salonu olarak hizmete açmışlardı.

1972 yılında pastane ve kokteyl salonu olarak hizmete açılan Milka.

Çocukluk ve gençlik dönemlerini Ankara’da geçiren, 1969 yılında ODTÜ İşletme Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, babası Ahmet Gültan ve babasının kuzeni Haydar Ertan’ın 1954 yılında açmış olduğu Bulvar Palas Oteli’nde 1993 yılı sonuna kadar çalışan Hasan Gültan’a Kültür Bakanlığı’nda çalışan bir arkadaşından bir telefon gelmiş ve telefondaki kişi ona bir evraktan bahsetmişti. Evrakta “Bulvar Palas ve Milka Restaurant’ın bulunduğu binanın anıt eser olup olmadığının kendilerine bildirilmesi” gerektiği yazılıydı. Milka Restaurant’ın sahibi İbrahim Bey, bu durumdan dolayı üzüntü duymuş, personelin parasını verip içindeki eşyaları satarak restoranı kapatmıştı. Bir gece bir yıkım ekibi gelmiş ve Milka Restaurant’ı yerle bir etmişti.

1993 yılında yıkılan Milka Restaurant’ın arsasına daha sonraki yıllarda bugün TV8 Ankara Merkez Binası olarak hizmet veren, çirkin bulduğum ve Ankara’ya yakışmadığını düşündüğüm bir iş hanı, villanın arkasındaki uzun bahçe parseline de Dünya Göz Hastanesi inşa edilmişti.

1993 yılında yıkılan Milka Restaurant’ın arsasına yapılan iş hanı.

‘Ankara’da bugün ayakta kalmış o devrin tek villası…’

1950-1990 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli kademelerde görev almış Büyükelçi Mehmet Yalçın Kurtbay, henüz yıkılarak Ankara’nın kent belleğinden silinmeden önce (yazının sonundaki telefon numarasından yola çıkarak yazının 1988 yılından öncesine ait olduğunu söyleyebilirim) Güneş Gazetesi’nin Pazar eklerinde kaleme aldığı ‘Yemek-İçki’ başlıklı köşe yazılarından birinde Milka’yı şöyle anlatmıştı:

“Ankara’yı tanıyanlar bilirler Milka bir lokanta için ‘mutena’ bir yerdedir. Bakanlıklar’da Atatürk Bulvarı üzerindedir. Büyük Ankara Oteli’nin yanı başında, yabancı diplomatik misyonlarla bankaların birçoğunun ortasındadır. TBMM’nin adeta karşısındadır; yakınında bir sürü büyük iş merkezi ve şirket bulunmaktadır. Buna şanslı bir konum da diyebiliriz. Bu yüzdendir ki müşterilerinin çoğunluğunu iş adamları ile yabancılar oluşturmaktadır. Bunların önceliği bu gün de sürmektedir. Ancak bana kalırsa, Milka’nın çarpıcı özelliği ‘mekânı’dır, içinde bulunduğu binadır. Bu 1930’lu yılların bir villasıdır. Sanırım Ankara’da bugün ayakta kalmış o devrin tek villasıdır. O zamanların tanımıyla ‘kübik’ iki katlı, beton bir villa değişik formları, bol pencere ve teraslarıyla ‘hasretimizi’ depreştiren, o devri yaşamamış olanların da mimari özellikleriyle ilgilerini çeken bir bina; Kızılay’dan Çankaya yönüne giderken herkesin hemen gözüne çarpan ufacık bir yapı. Bütün bu güzel özelliklerin, hiç olmazsa başlangıç yıllarında Milka’cıları epeyce üzüp uğraştırdığı da bir gerçek. Belediye uzun yıllar gerekli müsaadeyi vermedi, plan değişikliğini ‘Demokles’in Kılıcı’gibi başlarında tuttu. Büyük Ankara Oteli de uzun yıllar binayı almaktan vazgeçmedi. Milka’cılar sonunda güçlükleri yenmeyi başardılar. Bu hem Ankara’ya bir lokanta hem de devrinin özelliklerini taşıyan hiç olmazsa bir örneğin hayatta kalmasını sağladı.

1929 yılında yapılmış olan bu binayı, amca çocukları Yunus ve İbrahim Reyhan, 1966 yılında satın almışlar. Bina 1972 yılında pastane ve kokteyl salonu olarak kullanılmaya başlanmış, 1982’de de Lokanta haline getirilmiş. Yunus Reyhan’ın bu gün yoklar arasına karışmış Klüp 47, İbrahim’in de ünlü Hülya Pastanesi deneyimleri vardır arkalarında. O tecrübedir ki, bu lokantanın 10 yıldır aynı düzeyde sürmesine yardımcı olmaktadır. Milka’nın baş aşçısı Osman Güney’dir.

Milka’nın klasik bir lokanta olduğunu söylemeliyim. Yemek listesi de bunu aksettirmektedir. Size sunulanlar Türk ve yabancı mutfakların varlıkları herkesçe bilinen ürünlerdir. Bunlar size çok geniş bir seçenek vermekte ve hepsi itina ile hazırlanmaktadır şüphesiz.

Değişik yemekten hoşlananlara, yaratıcılığı sevenlere, düş kırıklığına uğramamaları için ‘Fırında Sütlaç’ tavsiye ederim; piliç, lokantanın özelliği olan taş fırında patates, mantar, soğan ve domatesle pişirilmektedir. Önereceğim tatlı ‘Parfe Triano’dur. Ancak, bunu seçenlere güzel parfenin tadını, yanında verilen çikolata sosuyla bozmamalarını tavsiye ederim. ‘Peynir-Mantar sufle’ biraz kalınca olmakla beraber antre olarak seçilebilir. Milka’nın spesiyaliteleri de var. Bunların başında ‘Milka Sürpriz’ geliyor; sürprizliğine helal getirmeden ipucu vereyim: Doldurulmuş ve gratine edilmiş dana etidir bu. Lezzetli ve değişik bir yemek. Bu defa tatmadığım, ancak bildiğim klasik ‘Kağıtta Levrek’ aynı güzelliğini koruyormuş. Milka’da antre, et veya tavuk ile tatlıdan oluşan bir yemeği 30-40.000 TL. arasında yiyebilirsiniz.

Ankara’nın güzel yaz gecelerinden birinde arka bahçede yemek yeme zevkini, fırsat düştüğünde tatmanızı dilerim. Milka Restaurant, Atatürk Bulvarı, 185–Ankara Telefon: 115 66 77 – 125 40 48.”

Zeki Müren’li yıllar

O yıllarda, havaların güzel, günlerin uzun olduğu mevsimlerde, çalıştığım Kuğulu Park’ın köşesindeki Cenap And Evi’nin hemen yanı başında ona oldukça benzeyen sarı renkli iki katlı villadan mesai saatleri bitiminde bir arkadaşımla birlikte hemen hemen her Ankaralının yaptığı gibi aheste bir şekilde sohbet ede ede Kızılay’a kadar yürürdük. Bu piyasa saatlerinin bazısı Milka’da verilen bir aperatif arasıyla kesilir, sonra yürüyüşe tekrar devam edilirdi. Arkadaşım müdavimlikten tanınırdı, garsonlar ve şefler arasında, ben de bu tanışıklığın keyfini sürerdim. Genellikle üst kat balkonunu tercih eder, hem hava alır hem de gelen geçeni izlerdik. Şef garson, bir süre sonra müptelası olduğumuz bir kokteyl ile tanıştırmıştı bizi, sonraki zamanlarda tek tercihimiz o olmuştu; tekila bardaklarının kenarının tuzlanması gibi kenarları çekilmiş kahve ile kaplanmış viski bardağında, yanında kavrulmuş badem ile birlikte sunduğu bu serinleten mis gibi kahve kokulu kokteyle Beyaz Rus (White Russian) adını vermişti. 4 cl Moka Kahve Likörü, 2 cl Votka, 3 cl soğuk sütü shakerda hazırlayıp, buz parçacıklarıyla birlikte servis ederdi. Bazı günler balkonun komşu olduğu yuvarlak salonun açık pencerelerinden neşeli konuşmalar ve kahkaha sesleri gelirdi, bilirdik ki “Sanat Güneşi” yine burada.

Ankara’da sahne aldığı zamanlarda mutlaka Milka’ya uğrardı Zeki Müren.

Ankara’da sahne aldığı zamanlarda, beraberinde kucağında iki köpekçiği ile dolaşan Erkan Özerman ile birlikte mutlaka Milka’ya uğrardı Zeki Müren. Hep de ikinci kattaki yuvarlak salonu tercih eder, hoş sohbeti ile dostlarını kırar geçirir, etraftaki masalarla şakalaşır, bir yandan da pilli cep radyosunu açarak kendi reklam saatlerini izlerdi. Onun olduğu günlerde yuvarlak salon ona ayrılmış gibiydi zira o varken pek kimse oraya oturmaya cesaret edemezdi. Kazara genç bir çift kuytu diye o salonda oturmayı düşünse ve tercih etse, bir süre sonra havada uçuşan esprilerden kızın yüzü kızarır, erkek de eğer biraz da yakışıklı ise, Zeki Müren ve dostlarının şakacıktan da olsa çapkın bakışlarından ve muzip sataşmalarından bîzâr olur, ter içinde kalırdı.

Bauhaus’un kübik mimari anlayışına uygun tasarlanan Milka Villası.

Milka Villası, Bauhaus’un kübik mimari anlayışına uygun biçimde tasarlanmıştı

1928-29 ve 1929-30 tarihlerinde Hacettepe’den, Çankaya istikametine doğru, hemen hemen aynı noktadan çekilmiş iki fotoğrafta henüz Milka’nın inşa edilmemiş olduğu, öte yandan 1939 yılına ait hava fotoğraflarında da Milka’nın inşa edilmiş olduğu görülebilmekte. Bu da bize en azından villanın 1930-39 tarih aralığında inşa edildiği bilgisini vermektedir ki bu da yazının başında Mimarlar Odası’nın yapmış olduğu açıklamadaki 1929 tarihinin doğru olmadığını göstermektedir.

Milka Villası, Bauhaus’un kübik mimari anlayışına uygun biçimde, düz çatılı olarak, birbirine dik olarak yerleştirilmiş biri üç katlı dikey, diğeri iki katlı yatay iki dikdörtgen prizmanın birleşim noktalarında iki katlı silindirik üçüncü bir kütlenin eklenmesiyle oluşmuştur. İki katlı dairesel kütlenin etrafı geniş olmayan bir balkon ile çevriliydi. Yapının girişi, silindirik kütle ile 2 katlı yatay kütlenin birleştiği köşede yer almaktaydı. Milka Villası’nın bu kübik, yalın formunun dışında sadece kapı numarası tabelası ile bahçe ve garaj girişinin ferforje kapılarının formu bile Bauhaus anlayışına uygun tasarlandığının açık göstergeleridir.

Kaynak: https://lcivelekoglu.blogspot.com/2019/12/isvicrenin-milkasn-cok-iyi-bilirsiniz.html

Dediler zamanla hep çoğalırmış sevgiler

TBMM taş duvarlarından Portakal Çiçeği’ne kadar tırmanan Kuzgun Caddesi’nin Mesnevi Caddesi yukarısında kalan, bahçesi bakımlı ve çiçekli apartmanlarının birinde dillere destan bir şarkının öyküsü yaşanmış, sonra da ölümsüz Türk Sanat Müziği eserleri arasına girmiştir.

Fotoğraf Sanatçısı ve bürokrat Zeynel Yeşilay, şair-yazar İlter Yeşilay ve oğulları Volkan Yeşilay.

Bu şarkının şiiri/güftesi Kuzgun Sokağı’nda yaşayan şair-yazar İlter Yeşilay ile eşi fotoğraf sanatçısı Zeynel Yeşilay arasında evliliklerinin ilk yıllarında yaşanan bir tartışma sonucunda İlter Hanım tarafından yazılmıştır. Yeşilay çifti yıllar sonra bir gün hava kararmadan, Mesnevi sokaktan dönüp Kuzgun’daki evlerine kol kola giderken caddenin başındaki bir pastanede kahve için mola vermişler, birleştirilen masada sohbet koyulaşınca konu elbette o şarkıya gelmişti. Öyküsünü şöyle anlatmıştı İlter Hanım: 

Bu şiiri 1990 yılında daha yeni evliyken eşimle ilk kavgamızdan sonra yazdım. Çok genç bir yaşta evlendim, dolayısıyla henüz olgun davranmayı beceremiyordum. Eşimle ilk kavgamızda suç biraz bendeydi, epeyce üzülmüştüm. O zamanki aklımla aramızdaki her şeyin bittiğini sandım. Şiir defterimi alıp bu şiiri yazdım. Sonra o sayfayı yırtıp, yatak odasının kapısına yapıştırdım. Belki eve dönmez ama gelirse okusun beni affetsin diye. Geç bir vakitte eve döndü, bu şiiri okudu ve barıştık.”

Sonraki yıllarda Başbakanlığı döneminde Bület Ecevit’in Özel Kalem Müdürlüğü’nü yapacak olan, fotoğrafları ülkemizin uluslararası tanıtımlarında kataloglarda yer almış Zeynel Yeşilay’ın, kapıda okuyup gönlünü yumuşatan İlter Hanımın şiiri şöyledir: 

Dediler zamanla hep azalırmış sevgiler
Olsun bana seninle geçen yıllarım yeter
Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu? 
Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?

Dediler ki gün gelir unuturmuş gidenler,
Olsun bana aşk dolu geçen yıllarım yeter
Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu? 
Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?  

İlter Hanımın masumca “Olsun, bana seninle geçen yıllarım yeter” kabullenişinin boyun büküklüğü, “Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?” yakarışıyla sorgusu, genç bir kızın heyecandan yanaklarını allaştıran “Olsun, bana aşk dolu geçen yıllarım yeter” tevazusunun çarpıcılığı o kadar derinden etkilidir ki, Yeşilay ailesinde yenilenmiş bir yeni hayat başlatır. 

Şarkının bestecisi Bilge Özgen, Zeynel beyin arkadaşıdır. Buluşmalarında konu şiirlerden açılınca eşinin şiir yazdığına değindiğinde Bilge Özgen, İlter Hanımın şiirini merak eder, İlter Hanım bu şiiri telefonda okur. Etkilenen Bilge Özgen, “Kızım, ben bu şiiri besteledim bile.” diye büyük bir heyecan duyar. 

Zeki Müren, dönülmez akşamın ufkundayız diye başlayan Yahya Kemal Beyatlı’nın Rindlerin akşamı adlı şiiri için “bazı şiirler daha yazılırken bestenmiş gibidir.” derdi. İlter Yeşilay tanımında da ‘güfteler akılda kalıcı sloganlar içeren, dinleyicilere gönül rehberi olan, imgelerle, simgelerle edebî oyunları olmayan, anlaşılması zorlaştırılmayan, insanların hissedip de dile getiremeyecekleri en hassas noktasına kılavuzluk eden’ içerikte olmalıdır. Besteleneceği düşünülerek yazılmayan bu şiirin ünsüz ve ünlü harf yinelemeleri (aliterasyon-asonans) kendiliğinden kıvamlı bir ahenk taşımaktadır. O anki duyguların doğallığı dillerden düşmeyecek bir şarkıda ödüllenmiştir.  

Şarkı bestelenince başta Zeki Müren olmak üzere, bütün değerli sanatçılarımız tarafından seslendirilmiş, 1990 yılında Milliyet Gazetesi Yılın Şarkıları ve TRT müzik ödüllerini almıştır. Kuzgun Caddeli komşumuzun bu şarkısı her gün sayısız dost meclisindeki fasıllarda söylenmektedir. Bir gün elinde bir zarf Yeşilay’ların kapısını biri çalar. Zarfın içinde Zeki Müren’in gönderdiği bir sanat eserini yaratan kişinin, bu eserden doğan haklarının vefalı karşılığı bulunmaktadır.  

Ayrancı’da Kuzgun Sokağındaki komşularımız İlter&Zeynel Yeşilay ailesinden doğan bu şiir ve şarkı, sarsıntı geçiren bir evliliğin kurtarıcısı olarak imdada yetişmiş, dokunaklı etkin sözleriyle kavgaları yatıştırarak hizaya çeken bir iksir, bir ilaç olarak gönüllere dokunup şifalar vermeyi sürdürmektedir. 

İlter Yeşilay’ın Kuzgun Caddesi’nde evinde yazdığı Yağmur Taşı ve Aşk Vazgeçmez adlı romanları, Dediler Zamanla Azalarmış Sevgiler ve Zeytinin Tuzu adlı şiir kitapları bulunmaktadır, pek çok şiiri de bestelenmiştir. Uluslararası toplantılarda Türk edebiyatını ve şiirini anlatan konferanslar vermekte, seminerlere konuşmacı olarak katılmaktadır. 

Özellikle “Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?” mısrasının büyüsüyle her görüldüklerinde yeni evlenmiş imajı veren Yeşilay çiftinin, şimdi Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı’nda görsel iletişim uzmanı olarak çalışan oğulları Volkan Yeşilay da bu şarkının bir imzası olmuştu. 

Ayrancı Kuzgun Sokaklı bu güzel ailenin tüm sanatsal etkinlikleri ve çalışmaları bilişim ağında bolca yer almaktadır. 

Mesnevi Sokak’ta o şarkının öyküsünü İlter&Zeynel Yeşilay’dan dinleyen Ayrancı komşularla birlikte.