Bir Ankara efsanesi: Süleyman Bağcıoğlu

Sırtında gitarı, üzerinde Hard-Rock Ankara kot gömleği, ayağında yaz-kış çıkarmadığı kovboy çizmeleri ile çalacağı mekâna grup arkadaşlarından en önce gelir, efsanevi Fender’ini özenle kılıfından çıkarır ve alâmetifarikası olan gitarının tonunu cerrah titizliğinde ayarlar. Sahne ışıkları açılır. Gözlerini kapar, müzik başlar, solo kısmında sahnede ufak adımlar atar ardından kot pantolonun arkasında yakılmak üzere hazır bulunan sigarasını yakar, onu da gitarının tellerine sıkıştırdığı an başka bir dünyanın kapıları ardına kadar aralanır. Bu sahne Ankara’da uzun yıllardır değişmedi. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en yetenekli gitaristlerinden Süleyman Bağcıoğlu’ndan bahsediyorum. Sadece Ankara’da değil, Türkiye’de dinleyeni giderek azalmakta olan bir müzikal geleneğin son temsilcilerinden. Kendisi müziğin bu çağda hala idealist bir şekilde yapılabileceğinin en somut kanıtı bence.

Süleyman Bağcıoğlu

Efsanevi A-Bar ve Blues Express günleri

Süleyman Abi, müzikal yaşamına dokuz yaşında abisinin gitarını gizli gizli çalarak başlar. Beatles, Rolling Stones plakları ilk dinlenen plaklardır. Bu plaklar sayesinde rock müzik de Bağcıoğlu‘nun hayatına girmiş olur. Zaten bu istikametten de hayatı boyunca hiç sapmaz. Müzikal anlayışını hep bu hattan yana çizer. Kabataş Lisesi’nde okurken ilk müzikal denemelere başlar. Zaten kısa bir süre sonra Kabataş Lisesi’nde Milliyet gazetesinin düzenlediği yarışmada, arkadaşları ile kurduğu grupla birinci olur. Kabataş Lisesi’nde sonra 7 senelik bir memuriyet macerası olur. Tahmin edilebileceği üzere memuriyet Bağcıoğlu’nu pek sarmaz, dolaptan kovboy çizmeleri yeniden dışarı çıkartılır ve müziğe kesintisiz olarak geri dönüş yapar. 1980’lerin başında Ankara’da rock müzik çalacak mekân olmadığı için bir ara Amerikan Üssü’nde müzik yaparlar kısa bir süre de Siyah Beyaz’da çalarlar sonra da efsanevi A-Bar günleri başlar. “O zaman zaten, İstanbul’da da yoktu böyle canlı müzik barı. Ankara’da A Bar tekti. A Bar’ın açıldığı ilk iki sene, inanılmazdı Ankara. İngiltere falan halt etmişti, çok ciddi söylüyorum, acayipti. İki sene öyle gitti…” A-Bar günlerinden sonra efsanevi Blues Express günleri gelir. Teoman’ın bile dinlemek için İstanbul’dan kalkıp geldiği bir gruptur Blues Express. Maalesef bu grubun ömrü de çok uzun olmaz. Kısa bir Bulutsuzluk Özlemi dönemi sonrası ağırlığı Ankara’ya ve bar gruplarına verir. Uzun yıllardır devam ettiği In Rock ve Kendinden Prensli At grupları bu dönemlerde kurulur. 

Süleyman Bağcıoğlu için yapılacak en doğu tanım tüccar değil, harbi müzisyen olsa gerek. Kendisi tüm endüstriyel faaliyetlerden uzakta sadece kendi sevdiği sanatçıların ve grupların parçalarını kendi stiliyle çalan bir müzisyen. Deep Purple, Led Zeppelin, Pink Floyd, Jimi Hendrix, Dire Straits, Süleyman ağabeyin geçmişten bugüne kadar hiç değiştirmediği playlisti mesela. Böyle bir işi de bu kadar uzun yıl sürdürebilmenin altında da müzikle kurduğu bu naif ilişkide yatıyor sanırım. Bar ortamında, sürekli değişen mekanlar arasında inatla sadece sevdiği müziğin peşinden koşan nadir müzisyenlerden bence. Ayrıca gece 03.00’te bitirilen Yavuz Çetin’in Yaşamak İstemem parçasından sonra grup elemanları ekipman toplamaya yeltenirken mikrofonun başına geçip “Bu parçadan sonra Jimi Hendrix çalınır abi” diyecek motivasyona ve enerjiye de ekstradan şapka çıkarmak gerek. Süleyman Abi, motive olmak için salt seyircinin teşvikine gerek duymayan biri –elbette seyircinin teşviki onun o günkü gitar çalışına pozitif bir şekilde yansıyor– enstürmanına ve müziğe duyduğu derin aşk onu motive etmeye yetiyor artıyor bile. Pink Floyd’dan Coming Back to Life parçasını çalarken ya da çalarken çok keyiflendiği vücut dilinden anlaşılan bir Jimi Hendrix parçasının solo kısmında gözlerini kapatır, o an onu dinleyen beş kişi bile olsa, onlarla birlikte müziğin ruhani boyutuna geçer ve o anın tadını çıkarır.

“Abi, eyvallah”

Süleyman Abi, Ankaralı değil ama sıkı bir Ankaracı. İstanbul’a kıyasla Ankara’nın kendisine müzikal anlamda beslediğini sık sık röportajlarında da belirtiyor: “Ankara’nın enerjisi daha başka yani… Elbette her yörenin kendine ait bir enerjisi var. İstanbul çok farklı bir yer hakikaten. Oradan memnun olanı var, olamayanı var. Ama ben mesela İstanbul’daki hayattan beslenemiyorum. Ankara’nın enerjisi farklı yani…” 

Kendisi aynı zamanda Ankara rock kültürünü de başlatan adamlardan. 70’li yılların sonunda A-Bar ve Siyah Beyaz’da çaldığı gruplarla rock gruplarıyla, Ankara’da birçok genci gitara başlatanlardan birisidir. Ankara rock dinleyicisi her zaman için Bağcıoğlu’nu çok özel bir yere koymuştur, bar sahiplerinin birçok kez “bu çaldığınız müzik de para yok” demesiyle, sık sık mekân değiştirir, ardında bir avuç insanla beraber yollara düşer. Ankara’nın son yıllarda  hızla değişen kent kültürünün etkilerinden Süleyman ağabey ve grupları da etkilenir. Müziklerini icra edecek ortam bulmakta zorlanırlar. Son yıllarda Sakarya Caddesi neon ışıklı kötü Türkü barlarla çevrelenmiştir mesela ya da Kızılay’ın bir başka yeri birbirine benzeyen kahveci ya da tavuk dönercilerle… Bağcıoğlu da bu vaziyetten sonra gitarını alıp bu ortamdan uzaklaşma kararını alıp kendine başka mekanlar arayıp, bulmaya devam ediyor. Süleyman Bağcıoğlu yaşanılan tüm bu zorluklar karşında hiç pes etmez, müziğini yapabildiği her yer onun için mutluluk vericidir zaten. 

Bana kalırsa kendisini dinleyici nezdinde özel kılan müthiş tevazusudur. Sahnede hayranlıkla izlenen ve çalınması gerçekten çok zor olan bir Deep Purple veya Led Zeppelin parçasının solosunun ardından yanına öbeklenen ve ona methiyeler düzen izleyicisine hep aynı tepkiyle karşılık vermiştir: “Abi, eyvallah

Ankara’da sıkıcı bir cumartesi günü yapılacak hiçbir şey olmayan ve boş boş dolaşılan gecelerde kulaklara çarpan nefis bir Pink Floyd solosunun ardına düşülür ve karşınıza elbet Süleyman Bağcıoğlu çıkar. Orada kendisi ve nefis grubu size artık canlı dinleme olasılığının neredeyse imkânsız gruplardan parçalar çalarlar ve bir nebze olsa mutlu kılarlar. Zamana karşı direnmek zor; bazı insanları zamansız yapan, hayata karşı duruşları, idealizmleri veya tutkuları oluyor. Süleyman Bağcıoğlu’nun da en azından benim hayatımdaki karşılığı tam olarak bu. İnatla, sevdiği şehirde sevdiği şarkıları çalmasında. Gerek sahne duruşu, gerek tevazusu gerek müthiş müzikal yeteneğiyle Süleyman Bağcıoğlu hala aynı heyecanla müzik yapmaya ve Ankaralı ufak azınlığı mutlu etmeye devam ediyor… İyi ki varsın Muhteşem Süleyman!


Bu yazı 2012 yılında Agos’ta yayımlanan Bir Ankara Efsanesi: Süleyman Bağcıoğlu yazsının revize edilmiş halidir. 

Kaynak: http://filucusu.yektakopan.com/kendinden-gitarl-adam-suleyman-bagcoglu/

Ayrancı’nın damadı İlhan İrem’e saygı duruşu

“Aynı gemide değiliz, biz ışıl ışıl bir Cumhuriyet gemisindeyiz”

İlhan İrem
Usta sanatçı İlhan İrem

Daha önceki yazılarımı okumuş olanlar hatırlayacaktır, Güvenlik Caddesi ile Güven sokağının (şimdiki Kuveyt Caddesi; ama o ismi kullanmayı hiç sevmiyorum) kesiştiği köşe bizim mabedimizdi. Okul sonrası arkadaşlarımızla buluşma yerimiz olan o köşede otururken akşam üstleri beline kadar sapsarı saçları, renkli gözleri, omuzunda her zaman değişik heybeleri, cıvıl cıvıl renklerde şık kıyafetleri ile biraz hippi, biraz bohem bir tarzı olan alımlı bir kız geçerdi. Albay Kayhan amca ile Suzan teyzenin kızı olan Hansu Atbiner, bizden 3-4 yaş büyüktü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Psikoloji Bölümü’nde okuyordu, sohbetlerimize katılmazdı, sokakta rastladığımızda hayran hayran izlerdik. 

Hansu Atbiner, 27 Eylül 1964’te dünyaya geldi. İstanbul Heybeliada doğumlu olan Hansu İrem, çocukluk ve gençlik dönemini Ankara’da geçirdi. İlk, orta ve lise öğreniminin ardından ODTÜ Psikoloji Bölümü’nden mezun oldu. Eğitim hayatının ardından psikolog olarak görev yaptı. 

Ben seni bulamam, sen beni bul!

Sanırım 1990 yılıydı, o köşedeki duvarın üstünde otururken önümüzde bir araba durdu. Arabadan inen, Güven sokağının güzeller güzeli kızı Hansu’ydu. Yüzünde muzip bir gülümseme ile önümüzden geçip evine doğru ilerledi. Biz Hansu’yu bırakan kimmiş diye merakla arabaya bakınca İlhan İrem ile göz göze geldik. Birbirimize şaşkın şaşkın bakarken araba uzaklaştı. Doğru mu gördük, gerçekten İlhan İrem miydi diye hararetli bir tartışmaya başladığımızı hatırlıyorum. Tüm şarkılarını ezbere bildiğimiz, kasetlerini plaklarını aldığımız, Hey ve Ses mecmuasında verilen posterlerini duvarlarımıza astığımız İlhan İrem öylece önümüzden geçmişti. Daha sonra fısıltı gazetesi çalışmaya başladı, o zamanki konuşmalardan öğrendiğimiz kadarını size aktarayım:

Yıllar önce, henüz küçücük bir kız çocuğuyken İlhan İrem’i rüyasında gören Hansu İrem, yıllarca onun hayranlığını içinde büyütmüş. Çiftin tam manasıyla telepatik olan tanışma hikayelerinden çok önce olan bu rüyasında hayranı olduğu adam ona şöyle sesleniyor: “Ben seni bulamam, sen beni bul!

Bu rüyanın ilhamı ile İlhan İrem’in Ankara’ya gelmesini fırsat bilerek konserine gitmiş. Konser sonrası İlhan İrem’in eline “Magnafantagna’nın Ölümü” kitabını tutuşturarak kalabalığın arasında kaybolup uzaklaşır. Hansu İrem, kitabın içine de İlhan İrem için isim ve adres olmayan bir not bırakmış. Notta sadece şu cümle yazılıymış; ‘sözcüklerin büyütülmesinin bazen sessizlik olduğunu ve neşenin büyütülmesinin bazen gözyaşları…

Hansu İrem ve İlhan İrem’in tanışmalarına aracılık eden Wendy Lichtman’ın öykü kitabı Magnafantagna’nın Ölümü; bir kız çocuğunun ölümü keşfedişini anlatıyor; ölümün gerçek olduğunu bilmekle, yaşam her nasılsa daha değişik görünüyor.

Kaçmak istediğim sessizliğin çağrısı gibiydi…

İlhan İrem’in Ankara konseri uzun bir turnenin ilk durağıydı. 40 gün sonra Anadolu’dan İstanbul’a dönüşte bir magazin gazetesine elinde Hansu İrem’in verdiği Magnafantagna’nın Ölümü kitabı ile turneyi anlatan bir röportaj verdi; ‘Ankara konserinde bu kitabı bana veren kızla evleneceğim’ dedi.  Bu duygusunu “kaçmak istediğim sessizliğin çağrısı gibiydi” sözleriyle ifade etmişti. 

Daha sonra pop star olmanın yoğunluğu ile bir koşuşturma içine giren İlhan İrem her şeyi unutur. Üç yıl sonra, bir başka Ankara konserinde tekrar karşılaşırlar. Sadece birkaç saniye gördüğü halde Hansu’yu hemen tanır. Konserden sonra asistanını kalabalığın arasına göndererek kulise davet eder. Adının Hansu olduğunu öğrenir ve telefonunu alabilir. Ertesi gün Gölbaşı’nda yürüyüşe giderler. 

Hansu aslında kendi verdiği kitap ile yapılan röportajı görmüş ama o zamanlar iletişim olanakları sınırlı olduğu için bir şey de yapamamış. Gölbaşı yürüyüşünde İlhan İrem’e rüyasını anlatmış. Sonra da İlhan İrem röportajda onu çağırdığı halde tanımadığı için ilgilenmemeye karar verdiğini söylemiş. 

Soğuk Ankara ve gölün sessizliğinden sonra “zamansız bir masal gibi” olan bu buluşma sona ermiş ve İlhan İrem İstanbul’a yoğun hayatına dönmüş. 

Hansu’nun İstanbul’daki cadı kazanına girmesini istemediği için uzun yıllar kimselerin bilmediği telefon görüşmeleri ile süren bir arkadaşlıkları olmuş. Bu arkadaşlık sonra ikisi için de aşka ve hayat arkadaşlığına dönüşmüş. 1 Ekim 1991’de sadece ailelerin bulunduğu bir törenle İda Dağları’nda Chalet Chopin’de evlendiler. Mumların ve fenerlerin aydınlattığı bahçede hazırlanmış uzun masada sadece altı kişi vardı; Hansu İrem, İlhan İrem, Suzan Atbiner, Kayhan Atbiner, Mesude Aldatmaz, Nahit Aldatmaz, Ata Nirun ile eşi Serap Nirun.

Bu metafizik tanışma hikayesi sonucu Hansu İrem’e uzun zaman  “Kozmik Yenge” lakabı takıldı. 

1 Ekim 1991’de evlenen Hansu İrem ve İlhan İrem’in düğünü

Söz yazarlığını, sanat yönetmenliği yaptı

Hansu İrem, İlhan İrem’in son dönem eserlerinin pek çoğunun şiirlerini yazmış, aynı zamanda albümlerinin kapak fotoğraflarını çekmiştir. İlhan İrem’in sanat yönetmenliği yapan Hansu İrem, klip yönetmeni olarak da çalıştı. 1988’de çekilen “Anlasana”, “İşte Hayat” ve “Konuşamıyorum” gibi şarkıların klip yönetmeni Hansu İrem’di.

Usta sanatçı İlhan İrem’in cenazesi 30 Temmuz Cumartesi günü 12.00’de Atatürk Kültür Merkezi’nde yapılan anma töreni ardından vasiyeti üzerine Aşiyan Mezarlığı’nda toprağa verildi. 

İlhan İrem sanat yaşamı boyunca 6 kez Altın Plak olmak üzere pek çok ödül aldı. Aralarında Hey ve Ses de olmak üzere çeşitli dergi, gazete ve kurumlar tarafından pek çok kez “Yılın Erkek Sanatçısı” ve “Yılın Sanatçısı” ödüllerine layık görüldü. Birçok şarkısı ve albümü çeşitli dergi, gazete ve kurumlar tarafından “Yılın Şarkısı/Yılın Albümü” seçildi. 

1988 yılında Yeşiller Partisi kurucularından olan İlhan İrem, şimdilerde asbestli gemi ile tekrar gündeme gelen Aliağa’ya termik santral yapılmasını durduran çevre direnişinin sembol isimlerindendi. “Aynı gemide değiliz biz ışıl ışıl bir Cumhuriyet gemisindeyiz” diyen usta sanatçıya saygıyla…

“Öpüşenler” bir eser, bir sanatçı ve binbir doğru

2016 yılının sonlarıydı yanılmıyorsam, İlhan Koman’ın Seğmenler Parkı’ndan kaybolan heykeli* ile ilgili bir meclis vekilinin Kültür Bakanlığı’na soru önergesi vermek istemesi ve danışmanının destek istemesi üzerine koştur koştur bir gece geçirmiştik.

Sabah soru önergesini hazırlamış ve bitirmiş, (çoğuna yanıt alamadığımız) sorularımızı da şöyle sıralamıştık;
– Heykelin yapılış yılı ve konma zamanı,
– Esere ve eser sahibine ilişkin mevcut bilgilerin neler olduğu,
– Heykelin hangi kamusal idarenin kontrolünde olduğu,
– Kaybolmasına ilişkin bir bilgi/gelişme olup olmadığı,
– Türkiye’deki taşınmaz -heykel, rölyef, …- eserlerimizin bir envanterinin olup olmadığı…

İlhan Koman’ın Seğmenler Parkı’ndaki kaybolan heykeli

Ve anladık ki, Ankara’da da, Anadolu genelinde de; hem açık alanda ve kamusal yapıların içindeki (1960-80’ler arasında yapılan birçok kamu yapısında, bina içi rölyef, heykel gibi pek çok türde eserle karşılaşmak çok olasıdır) hem de özel mülkiyet alanlarındaki taşınmaz sanat eserlerimizin bir envanteri yok. Varsa bir kaydı, bu sefer de bir bilgisi eksiği var, kimlik kartı yok.

İlhan Koman’ın Seğmenler Parkı’ndaki eseri kaybolur/çalınırken, Ankara’nın ana omurgası olan; Ulus heykel, Kızılay Güvenpark, Kuğulupark aksının bitimindeki, tasarım ve üretimi Metin Yurdanur’a ait “Su Perilerinin Dansı” heykeli de (yoksa şiiri mi demeliydik veya masalı mı) 2000’lerin başından geçtiğimiz Eylül ayına kadar susuz bir şekilde, sessizce bir köşede beklemişti. Neyse ki 17 Eylül 2021’de yeniden dans etmeye başladı.

Metin Yurdanur’a ait “Su Perilerinin Dansı” heykeli

İşte, Su Perilerinin Dans ettiği köşenin karşısında, İlhan Koman’ın yerine geri konulan eserinin 500 metre aşağısında, Kuğulupark’ın tam da köşesinde, kentin çok önemli bir an-yerinde sessizce öpüşen; bir hayalgücü anıtı, metal estetiği, modernist bir form izlettiren bir heykel daha var: “Öpüşenler”.

Konu üzerine yazılmış makalelere baktığınızda, dijital ansiklopedilere göz gezdirdiğinizde, internet ortamında araştırdığınızda, kentin bilenleriyle sohbet ettiğinizde, ’maalesef’ birçoğumuzun Muzaffer Ertoran’a ait olduğunu sandığı bu heykele ilişkin doğru bilgiler ve eserin gerçek yaratıcısı heykeltraş Attila Onaran bugünkü konumuz.

Geçtiğimiz ay, Attila Onaran’ın kızı ve torununun bizlerle temasa geçmesiyle, Ayrancım Gazetesi’nin yayın hayatına yeni başladığı aylarda (2020’nin Haziran’ı, 2. sayı), yazarlarımızdan birisinin, bize “Öpüşenler” heykeli ve Kuğulupark’ı anlatırken, sanatçı Attila Onaran’a ait “Öpüşenler” heykelini, Muzaffer Ertoran’a atfettiğini ve yapım/konuluş yılını da 2005 olarak ifade ettiğini anlamış olduk. Ve bir dizi iletişim süreci ile de Attila Onaran’ın ufkuna, eserlerine, sanatçı öznelliğini derinlemesine barındıran kimliğine tanıklık ettik.

Attila Onaran

Peki Attila Onaran kimdir 

(Arkadaşları Salih Acar, Şadi Çalık ve Turhan Gürkan’dan);

1932 yılında İstanbul’da doğan Attila Onaran, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirir. Araştıran, sanatın tüm alanlarına giren, döneminin ötesini arayan çalışmalara soyunan, aklının tüm sınırlarını zorlayan ve bir artist olmak için tüm enerjisini harcayan bir insan. Bundan sonrası ise oldukça ilginç ve bir roman gibi. İş arayışları olumsuz sonuçlanan Onaran; piyano akortçuluğu, bir fıçı içinde dönerek motorsikletle cambazlık, şemsiye gibi açılan salıncak, dekoratörlük, … gibi sayısız işe soyunur, dünyayı gezer ve bunları maddi anlamda zor günler geçirerek yapar. Yeniden ülkeye döner ve ülke dışında geçirdiği zamanda biriktirdiği bilgi ile bir atölye kurar ve paslanmaz çelik ile üretimler yapar. Sonrasında, 1962 yılında Choromolux paslanmaz çelik firmasını kurarak ülke sanayisinde de atılımın parçalarından biri olur.

Paslanmaz ve mutfak sanayisindeki emeğinin ve madene, metale hakimiyetinin ardından yeniden heykele, plastik sanatlara dönüş yapıp, çeliğe, demire, bakıra olan hakimiyetiyle, heykel sanatında öncü, maddeye istediği formu ve karakteri veren, akımlarüstü bir sanatçı olur. Balmumu gibi kullandığı paslanmaz çelikle, teknik ve estetiğin birleşimini arayan sanatçı, özcü (abstrait) ve duygu yüklü eserler üretmek için emek harcar.

Onaran, anne tarafından Macaristan’a uzanan kökleri ile de Türkiye – Macaristan arasında kültürel bir köprü olmak için emek vermiştir. Alba Regia (Beyaz Krallık) eserinin, büyükbabasının şehri olan Szehefehevar’ın belediye meydanına dikilmesi, formalite bolluğunda mümkün olmamıştır.

(Kendi deyişiyle) “İçindeki eksikliği kapatmak, yalnızlığına son veren bir dalı kendi elleriyle yeşertmek için” Kasım 1974-Ekim 1975 arasında ürettiği 12 paslanmaz çelik eserini, 1976 yılında, Odakule’de sergilemek için hazırlamışken, maalesef sergi açılamadan yaşamını yitirir.

Ardında büyülü ve modernist çok güçlü 12 eser bırakmış Onaran. Bu eserlerinden “Öpüşenler” Kuğulupark’ta, “Göktaşı” Beyoğlu Odakule’de, “Uzay Hayvanı” Taksim Intercontinental Oteli’nde, “Balerin” heykeli ise İTÜ Maslak’ta iken, 4 eseri ise eşinde bulunmakta. Maalesef 2 eseri çalınan Onaran’ın, 1 eseri de kayıp. İşte o 12 eserin kısa künyesi de şöyle:

– Heykelin iç dünyası (çalındı)
– Bir damla gözyaşı (kayıp)
– Embriyo (mezarında)
– Duman halkası (eşinde)
– Öpüşenler (Kuğulupark)
– Uçan at (eşinde)
– Şaka (eşinde)
– Balerin (İTÜ Maslak)
– Göktaşı (Beyoğlu Odakule)
– Alba Regia (eşinde)
– İki gönül arasındaki pencere (çalındı)
– Uzay hayvanı (Taksim Intercontinental Oteli)

Sırasıyla; Balerinler, Göktaşı, İki Gönül Arasındaki Pencere, Öpüşenler,
Uçan At (Pegasus), Alba Regia (Beyaz Krallık), Embriyo,

Öpüşenler Heykeli’nin doğru hikayesine geçersek

1977 yılı ocak ayında, dönemin Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay ile Attila Onaran’ın avukatı Gökşin Sanal’ın mektuplaşması sonucunda (eserlerini “sokaklarındır” diye ifade eden) Onaran’ın Öpüşenler Heykeli’nin Ankara’ya gelme süreci başlar. Bu mektuplaşma ve telefonlaşma trafiği sonrasında, Attila Onaran’ın varisleri ile Ankara Belediyesi arasında bir protokol imzalanır ve Öpüşenler heykeli Ankara Belediyesi’ne hibe edilerek, Kuğulupark’taki yerine konulur.

Protokolde; heykelin parkın uygun bir yerine dikileceği… maddi değeri olmakla birlikte, aile tarafından hibe edileceği… heykelin herhangi bir sebeple başka bir yere nakli söz konusu olursa, ailenin (varislerin) muvaffakatının alınacağı ya da heykelin –isterlerse- aileye geri teslim edileceği… protokolün 10 yıl geçerli olduğu ve yenisi hazırlanmadığı sürece bir on yıl daha aynı şartlarda devam edeceği… kayıt altına alınmış.

Ve “Öpüşenler” heykeli 1977 yılında, Kuğulupark’taki yerine dikilmiş.

Kuğulu Park Öpüşenler Heykeli / Fotoğraf: Tanju Gündüzalp

İnanılmaz bir süreç gerçekten. Kimlik kartı olmayan, kentteki bir heykelimizin yaşadığı bilgi kirliliği sürecinin hazin bir hikayesi. Ve unutmadan; Onaran’ın “Öpüşenler” heykeli, sanırım Abdi İpekçi Parkı’ndaki Metin Yurdanur’un “Eller” heykeli ile birlikte, kentte yanında durup arkadaşlarımızın objektifine en çok poz verdiğimiz heykellerden. Ve bu aidiyeti, bu kentsel belleği, kime ait olduğunu bilmeden, sanatçıya ve esere ilişkin 3 cümle bilgi olmadan yaşıyoruz.

Fotoğraf: Aile arşivi

Kıssası

Bir güzelliğe, bir esere bakarken ve onu anlatırken; nereden geldiğini, ne zaman konduğunu, kime ait olduğunu doğrulayabilmek adına, sözlü tarih ve yazılı kaynağın yanına mutlaka belge ve (varsa) envanter katkısı koyarak, bilerek ve söyleyerek anlatalım. Öpüşenler’i de, Akasya zannettiğimiz (kentimizde çoktur) Japon Sofora ağacını da, (Eymir Gölü’nde) Karabatak sandığımız Sakarmeke’yi de…

Ve; bu kentin, şu coğrafyanın, sanat/kültür envanterini bir an önce yapalım. Ayrancı’dan yürüyüp, Çankaya’dan başlayıp, Ankara’ya bakıp, sonra tüm Anadolu genelinde, sokaklarda, caddelerde, parklarda, meydanlarda bulunan sanat eserlerimizin kaydını ve kimlik kartını acilen oluşturalım. 

Unutmayalım ki; her bir sanat eseri/edebi eser, insanlığımızın yeniden yeniden yazılmış masallarıdır.

*: 1978 yılında heykeltraş İlhan Koman’ın Paris’te bir tiyatro oyununun sahne maskelerini yaparken tasarladığı eser, 30 Aralık 1986 tarihinde Koman’ın hayatını kaybetmesinin ardından, Abidin Dino, Koman Ailesi ve Galeri Nev tarafından İtalya’da İlhan Koman’ın planladığı gibi bronza dökülmüştür. Heykelcik, İtalya’da bir atölyede büyütülerek 31 Aralık 1991 tarihinde Ali Artun’un tasarladığı kaidenin üzerine yerleştirilerek Ankaralılara yeni yıl sürprizi olarak Seğmenler Parkı’na konulmuştur. 2016 yılı mayıs ayında aniden ortadan kaybolan eser, heykeltraş Erdal Duman’ın çabaları ve Mimarlar Odası Ankara Şubesi ile Galeri Nev’in ortaklaşa yaptığı bağış kampanyasında toplanılan parayla İtalya’dan getirilen orijinal kalıbına, heykeltraş İbrahim Şafak ve Selim Kamer tarafından yeniden dökülmüş ve 11 Mayıs 2019 tarihinde, ait olduğu yere yeniden konulmuştur.

Ankara’nın caz tarihi üzerine-2 

Türkiye’de dinledikleri müzikler Dave Brubeck Orkestrası’nı etkiler

“Kentte Türk-Amerikan Kültür Derneği kurulması da önemlidir. 1 Şubat 1958 günü Türk-Amerikan Derneği’nin yeni binasında Erol Pekcan Orkestrası’nın verdiği konser İlhan Mimaroğlu’na göre Türkiye’de Türk müzisyenleri tarafından yapılan caz tarihimizin en önemli olayıdır. Aynı sene Dave Brubeck Orkestrası Büyük Sinema’da konser verir. Türkiye’de dinledikleri müzikten etkilenen orkestra, ertesi sene caz tarihinin ilk aksak tartımların kullanıldığı ‘Time Out’ albümünü çıkarırlar. Take Five ve Blue Rondo a la Turk, ilk aksak tartımlı besteler olarak tarihe geçer. Yalnız Ankara’da değil tüm Türkiye’de caz müziğinin tanınması Erol Pekcan’ın sayesinde olmuştur diyebilirim. Amerikalı müzisyenlerle ilişkileri çok iyidir. Ünlü kontrbasçı Murat Ulus, Erol Pekcan’ın Çevre Sokak’taki evinde dinlediği caz plaklarından bahseder.” 

Selçuk Sun, Dave Brubeck, Melih Gürel, Paul Desmond, Erol Pekcan, 1958. Kaynak: İnanç, 1996

Gençlik Parkı içindeki Göl Gazinosu, Sakarya Caddesi’ndeki Bira Parkı, Hatay Sokak’ta Derya Kulübü caz yapılan yerlerdir

Bestekâr Sokak’taki Babylon’da ise Okay Temiz arkadaşlarıyla çalar. İzmir Caddesi’nde açılan Barıkan ve Balin otellerde de caz çalınmaktadır. 1950’li yıllarda açılan gece kulüpleri ve otellerde çalınan caz müziği, 1960’lı yıllarda aynı yerlerinde devam eder.

Tülay German, 1962’de Barıkan Otel’de, 1964’te İntim Pavyon’da caz söyler. Süheyl Denizci Orkestrası İntim’de çalar. Süreyya’da ise Jose Montalban Orkestrası ve sonraki yıllarda Kanat Gür Orkestrası vardır. 1963 yılında Duke Ellington’ın, orkestrasıyla CSO’da vereceği konser Kennedy suikasti nedeniyle iptal edilir. 

Sıhhiye’deki Orduevi de müzisyenlerin çaldığı yerlerden birisidir. Okay Temiz ve Metin Gürel 1964 yılında askerliklerini orada yaparak ve beraber çalma fırsatını yakalarlar. Balin Otel’de Okay Temiz ve Metin Hamurabi müzik yaparlar. Kavaklıdere kavşağında bahçe içinde bir evde Kulüp 47 açılır. Okay Temiz burada da çalmaktadır. 

Gençlik Parkı içindeki Göl Gazinosu, Sakarya Caddesi’ndeki Bira Parkı, Hatay Sokak’ta Derya Kulübü de caz yapılan yerlerdir artık.

Ankara Göl Gazinosu (karşıda)    Kaynak: 3kurus.blog

“1960’lı yılların önemli olaylarından birisi Hava Kuvvetleri Dans ve Caz Orkestrası’nın kuruluşudur. Orhan Sezener orkestra şefi olur. İlk büyük orkestra sayılan bu gurup konserler verir, radyo programlarına katılır. 1960-1967 yıllarında Officers’ Club’ta Erol Pekcan’a zaman zaman Atilla Özdemiroğlu, Füsun Önal da eşlik ederler. Erol Pekcan’ın yerini Metin Gürel Orkestrası alır dört yıl boyunca. 23 Kasım 1969 tarihinde Türk Amerikan Derneği’ndeki konser de çok önemlidir. Canlı kayda alınıp ‘Live in Ankara’ ismiyle Sonet Records şirketi plak yapmıştır. Konser Don Cherry, İrfan Sümer, Selçuk Sun ve Okay Temiz tarafından verilir. Albümde Muvaffak Falay’ın aranje ettiği geleneksel Türk müziğinden parçalar da yer alır.”

Live in Ankara albümü, 1969

Caz artık ekranlarda…

70’li yıllarda radyolar eski önemini kaybetmekle birlikte TRT devreye girer. Bu programlar Erol Pekcan öncülünde yapılır. Caz, evlerde izlenilmeye başlar.

Officers’ Club’ta, Karpiç’te çalan Zeki (Jack) Ataman’ın oğlu Naki Ataman, Metin Hamurabi, Murat Ulus gibi müzisyenler çalar. 1970 yılında trompetist İlhan Feyman’ın, Olgunlar Sokak’ta açtığı kulübün adı Feyman’dır. Tuna Ötenel, Metin Gürel, Aşkın Arsunan, Kudret Öztoprak orada çalışmışlardır. 1970-1971 arası Balin Otel’de Metin Gürel ve Murat Ulus çalarlar. Büyük Ankara Oteli’nde çalmaya başlayan Tuna Ötenel, Kudret Öztoprak ve Erol Pekcan’dan oluşan trio o yılların en önemli caz etkinliğidir.

Kapanan Süreyya yerine Bestekar Sokak’ta Yeni Süreyya, Gökdelen’de Kulüp X açılır; Erol Pekcan, Metin Hamurabi, Tanju Okan, Metin Çotal Orkestrası burada sahne alırlar. 1970’li yılların ikinci yarısında Cinnah Caddesi’nde açılan Altınnal Gazinosu’nda Pepe, İlhan Torgul, Metin Hamurabi, Murat Ulus, Anny Berrier yer alır. 1978 yılında çok önemli bir albüm yapılır. ‘Jazz Semai’ ismindeki albüm, Erol Pekcan, Tuna Ötenel, Kudret Öztoprak tarafından çalınan dokuz özgün, bir geleneksel eserden oluşmaktadır. Geleneksel eser, ‘Ali’yi Gördüm Ali’yi’ sözleri Kul Himmet’e ait bir nefes’tir. Özgün eserleri ise Tuna Ötenel besteler.

Büyük Ankara Oteli, Erol Pekcan Orkestrası: Nejat Cendeli (p), İlhan Torgul (b), Özgür Güney (g), Coradi Ubaldo (s), Erol Pekcan (d). Kaynak: İlhan Torgul Arşivi.

“Yıllarca aynı mekanda caz yapma devri bitti”

“ABD’nin 200. kuruluş yıldönümü kutlaması için Benny Carter Quintet konseri düzenlenir, 1975 yılının Aralık ayında, Türk-Amerikan Kültür Derneği’nde. 1980 sonrası caz kulüp kavramı, içinde dans müziği çalınmayan sadece dinlenen yeri ifade eder oldu. 

80’li yıllarda artık epey değişim yaşanmaktadır. 12 Eylül darbesi müziğe de darbe vurur. Öte yandan iç göç ile toplumsal yapısı değişen Ankara’da mekan algıları da dönüşür, kulüp zihniyeti tamamen değişir. Eski dinleyici kitlesi kaybolur. İçinde benim de olduğum 85’li yıllardan sonra Tuna Ötenel en etkili figür. Uzun zaman onsuz aktivite gerçekleşmedi diyebilirim kalburüstü yerlerde. Her müziğin kendi mekanları açıldı. Rock dinleyicisi için rock barlar, türkü sevenler için türkü barlar ortaya çıktı. 

90’lı yıllarda Mimarlar Derneği’nde caz yapılırdı. Tuna Ötenel ile epey çaldık. Yahya Dai, Sibel Köse, Kamil Erdem, Murat Ulus, Amerikalı Alan Ginter var daha çok o yıllarda.

Çevre Sokak’ta Manhattan Bar vardı caz çalınabilen. Biraz da otellerde yapılırdı. 2000’li yıllar için Tenedos, Ruhi Bey, Xir aklıma ilk gelen yerler. Samm’s, Cafe Bien ve June Pub da önemli caz mekanlarından sayılabilir. Şili Meydanı’nda uzun zamandır devam eden Siyah Beyaz da önemlidir. Çevre Sokak’ta açılan L’avare’de caz grupları sahne alıyor. Ayrıca eski ve yeni CSO binalarında pek çok konser veriliyor bu günlerde. 

Ankara Caz Festivali de 25 yıldır hiç durmadan düzenleniyor Özlem Oktar Varoğlu ve Caz Derneği üyelerinin çabaları sayesinde. Az da olsa devam eden bu mekanlarda hala caz yapılıyor ama yıllar boyu ayakta kalan kulüpler yok artık. Ankara müzisyen çıkarmaya devam ediyor fakat bir caz sanatçısı için mekan alternatifi eskiye göre çok az ve yıllarca aynı mekanda caz yapma devri çoktan bitti.” 

Kaynakça:

Ankara Araştırmaları Dergisi 2021, Cilt:9, Sayı:1 VEKAM

gokhanakcura.blogspot.com/2014/03/istanbulda-bir-siyah-rus-yllar-once.html

Ankara’nın caz tarihi üzerine-1 

Bu sayımızda sizi Ayrancılı bir caz sanatçısı ile tanıştırmak istiyoruz. Bilmeyenler için söyleyelim, Sayın Canan Aykent 30 yıldan fazladır vurmalı çalgılar çalıyor. Kendisi, lise çağlarında ilgi duymaya başladığı caz müziğinde zamanla ilerlemiş, 90’lı yıllardan başlayarak Pepe Cursi Orkestrası, Tuna Ötenel Beşlisi, Meserret Orçan Trio, Kaan Bıyıkoğlu Trio, Yıldız İbrahimova’nın Çocuk Şarkıları, Yahya Dai ve Murat Arkan’la trio, Murat Arkan’la duo, Akis gibi çeşitli caz gruplarında yer almış yetenekli bir sanatçı.

Canan Aykent, Ayrancılı bir caz sanatçısı. Otuz yıldan fazladır vurmalı çalgılar çalıyor.

Canan Aykent ile söyleşimizde kısaca hem sanat yaşamını hem de Ankara’nın 100 yıllık caz tarihi içinde neler yaşandığını öğrenme fırsatı bulduk:

“1974 yılından beri Ayrancı’dayım ve hep aynı apartmanda oturmaktayım. Birkaç akrabam da komşu apartmanda bulunuyorlar. Ortaokul zamanında vurmalı çalgılara merak duymaya başladım ama nerede öğrenebilirim diye düşünüyordum. Fırsat oluşmamıştı. Lise sonda Tuna Ötenel ve eşi ile tanıştım tesadüfen. Eşi bir gün bana, Kemal Eroğlu’nun Kızılay’daki müzik dershanesine gitmemi önerdi. Orada Kemal Amca’dan davul dersleri aldım. Davula notayla başlamış oldum. Kendisinin kurduğu kızlar orkestrasında çalmaya başladım. Daha sonra yine tesadüf eseri Tuna abiye eşlik etmeye başladım. Benim için böylesi bir ustayla çalışmak büyük şanstı gerçekten. 80’li yılların sonunda caz yapmaya başladım diyebilirim.  

30’lu yaşlarda konservatuarın modern bale bölümünde eşlikçilik yaptığım sırada müzikoloji bölümünde yüksek lisansa girdim. 2002 yılından beri Ankara Türk Dünyası Müzik Topluluğu’nda geleneksel müzikler çalıyorum.”

Caz müziğinin ülkemize ilk girişi yüz yıl öncesine kadar uzanıyor

1900’lü yılların başında Beyoğlu’na gelen Beyaz Ruslar’ın içinde Frederick Thomas adında ABD asıllı siyahi bir göçmen de bulunur. 19 yıl yaşadığı Moskova’da, çeşitli mekanlar işlettikten sonra 1913 yılında Maxim gazinosunu açarak oldukça ünlenmiş ama Ekim Devrimi’nden sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a kaçmak zorunda kalmıştır. Thomas’ın girişimiyle Osmanlı topraklarında ilk caz kulübü 1919 Haziranı’nda Şişli’de Stella ismiyle açılır. Oldukça tutulan bu mekanın ardından 1921 yılında Sıraselviler Caddesi’nin başındaki Majik Sineması’nın altında Maxim’i de açar. Burada Palm Beach Orkestrası ile caz müziği çalındığı söylenir. İstanbul’da cazın sultanı ünvanı ile anılır.

Frederick Thomas

“Tabii ki müzik denince gayrimüslimler bu işin içinde. Onların Avrupa ile bağlantıları çok önemli. Dünyada ün yapmış zil üretiminde bulunan Zilciyan ailesi de çok mühim mesela. En ünlü senfoni orkestraları bu zilleri kullanıyor o dönemde. İşte ilk caz kültürü o Rumlar, Ermeniler ve Beyaz Ruslar üzerinden gelişiyor. O dönemde gelişen bir cazbant deyimi var, İngilizce’de. “Caz Orkestrası” anlamına kelen bu kelimeyi biz dönüştürmüşüz. Artık insanlar ‘dün gece cazbant’a gittik’ diyorlar. Çalınan müzik o zamanlar fokstrot, çarlistonlar, tangolar hatta bizim kantolar… İşte dönemin müziklerini çalan orkestraya yani içinde nefeslilerin, piyanonun, kontrbasın, davul setinin, akordeonun olduğu orkestraya cazbant demişiz ve onların çaldığı müziğe de cazbant deniyor o zamanlar. 

İstanbul’da belli süreli çalışmaya gelen yabancılar var, bizdeki gayrimüslimler var, bunlar üzerindendir ilk cazla tanışmamız. Ardından bazı okullarda müzik grupları oluşmaya başlıyor yavaş yavaş. Galatasaray okulundaki grup buna ilk örneklerden. Sonrasında karşıda Kadıköy, Moda ekibi çıkıyor.”

Caz Ankara’ya ise 1928 yılında giriyor. Ankara Palas başkentin en önemli sosyal kulübü, Cumhuriyet balolarıyla başlayan etkinlikler yerini yerli ve yabancı orkestraların düzenli programlara bırakır. Palas’ın bahçesinde cazbant çalmıştır. Ünlü Karpiç Lokantası’nda da kalburüstü müzisyenler çalar. 1937 yılında açılan Gar Gazinosu Ankara müziğine güç katar. 

Ankara Palas Kaynak: sanatinyolculugu.com

“Ben bu döneme pre-caz dönemi diyorum, 1940’lı yıllara kadar devam ediyor” 

“Şöyle kurgulandırıyorum o dönemi; şimdi Ankara’ya yeni gelen politikacılar, yabancı temsilciler Ankara Palas’ta kalıyor, Meclis’te mesai geçiriyor, Karpiç’te yemek yiyor. Buralarda müzik dinliyor. Cumhuriyet’in ilk döneminde her şey Ulus’un bu güzergahında olup bitiyor. Gar Gazinosu’na hep yabancı revüler, orkestralar geliyormuş. Doğu turnelerinde trenle Sofya, İstanbul, Beyrut’a giden bu revüler Gar’da bir gazino açılınca buraya da gelmeye başlamışlar. Bu revü dönemi epey devam etmiş, 50-60’lı yıllarda falan varlarmış yani. Ayrıca müzik alanında Ankara’da Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası da bulunmakta. Tabii ki yeni kurulan konservatuarın öğrencileri de var. Muvaffak Falay gibi ünlü trompetçiler çıktı o okuldan.

Ankara Palas Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi Tarih: 02 Mart 2018

1940’lı yıllarda ilk caz faaliyetleri başlar 

“Ankara Radyosu’nda hem tango hem caz orkestrası kuruluyor. Sanatçı yokluğundan her ikisinde de aynı sanatçılar var. Birinde keman çalan diğerinde saksofon çalıyor mesela. Sevinç ve Sevim Tevs kardeşler de Voice of America Radyosu’nda dinledikleri şarkıları ezberleyerek o yıllarda vokal yapıyorlar Radyo Caz Orkestrası’nda. Swing içeren şarkılar söylemişler. 

1944 yılında Ankara Radyosu’nda plaktan dinletilen ilk açıklamalı caz programı, Halil Bedii Yönetken tarafından yapılıyor. Ankara’daki ilk caz konseri de 1946 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde; Hasan Kocamaz ve hukuk öğrencisi İlhan Mimaroğlu ağız armonikası çalarlar. Konsere dönemin başbakanı Recep Peker’in geldiği söyleniyor.

Dinlediği Charlie Parker-Dizzy Gillespie plağı ile caza başlayan Muvaffak Falay, kemancı ve piyanist Erdoğan Çaplı ile ilk ciddi caz denemelerini yapar. 50’li yıllar Ankara cazı için çok önemli bir dönemdir. Pek çok yabancı müzisyen gelir kente. Yerli caz sanatçıları için rol model olurlar. Birlikte çalma olanağı bulurlar. Ankara için İstanbul’u geçtiği yıllardır bu dönemler diyebiliriz. 1950’li yıllarda Ankara’da NATO üyeliği sonrası askeri üsler, haber alma merkezleri kurulur ve bunlara bağlı olarak dernek, kulüp gibi yerler açılır. Pek çok asker, teknisyenler çalışmaya ve sosyal tesisleri aileleriyle beraber kullanmaya başlar. Amerikalı askerlerin sosyal tesisi Officers’ Club açılır şimdiki Atakule’nin olduğu yerde. Erol Pekcan orada çalar bir süre sonra. Orada çalmak büyük bir prestij meselesiymiş. CSO’da çalmak gibiymiş. İzmir Caddesi’nde Amerikan ürünlerinin satılmaya başladığı mağazalardan caz plakları bulmak mümkün olur.”  

 Bu yıllarda Ankara caz hayatına renk katacak olan İtalyan orkestralar çeşitli kulüplerde müzik yapmaya başlamışlardır. Soysal Apartman’ın alt katındaki ünlü Süreyya Pavyon’da, Gar Gazinosu ve Ankara Palas’ta sahne almışlardır. Ünlü Happy Boys Orkestrası Ankara Palas’ta, Süreyya’da Renzo Bonaveri ve Mario Cavaceppi Orkestrası, Gar Gazinosu’nda ise Nico D’Agostino Orkestrası çalmışlardır. 

“Maltepe’de Muvaffak Falay’ın çaldığı İntim Pavyon pek çok caz severi kendine çeker o dönemlerde. 1950’li yıllarda piyanist Yaşar Güvenir, İzmir Caddesi’nde kendisinin de sahne aldığı Kulüp Yaşar’ı açar. Nisan 1956’da Dizzy Gillespie Orkestrası’nın Ankara’ya gelmesi de çok heyecan verir. Havaalanında minik bir karşılama töreni yapar Ankaralı müzisyenler. Gillespie, Büyük Sinema’da 3 konser verir. Türk-Amerikan Derneği’nin bahçesinde verdiği konserde ise dışarıdaki gençler içeri alınana kadar sahne almaz. Son gün İntim’de yerel müzisyenlerle jam session yapar.”

Dizzy Gillespie, Muvaffak Falay, Süheyl Denizci, Sabahattin Doğangöz 1956. Kaynak: Bengi, 2016.

İngiliz Albay’ın gözünden 1876 Ankara’sı

İngiliz Albay Frederick Gustavuz Burnaby (1842-1885)kıvrak zekasıyla öğrendiği 7 yabancı dil, yazı kabiliyeti ve maceracı ruhu sayesinde savaş bölgelerinde muhabirlik görevlerinde bulundu. Almanya, İspanya, Amerika, Fas, Rusya, Orta Asya’yı gezen Burnaby, Sudan’da çatışma sırasında hayatını kaybetti. Burnaby, Osmanlı topraklarında Rus yayılmacılığının tehlikesinin büyüdüğü dönemde, ülkesi adına istihbarat için Anadolu’ya seyahat ederek gözlemlerde bulundu. 1876 yılında İstanbul’dan Batum, Kars, Van’a kadar beş ay sürecek yolculuğa çıkarak Osmanlı’nın gücünü, İstanbul ve özellikle Kafkasya sınırlarındaki sosyo-ekonomik durumu inceleyerek Rusya ile savaş durumunda bölgenin direncini rapor etmeye çalışan Burnaby’nin bu zorlu yolculuğu sırasında tuttuğu notlar, dönemin Ankara’sına dair değerli bilgilere de ışık tutuyor. Burnaby’nin notlarından aktardıklarımız şöyle:

Tahılla geçinen 400 evli Nallıhan

Tahılla geçinen 400 evli Nallıhan’a vardığımızda hava kararmıştı. Kaymakamın evine davet edildim. Ermeni, Türk, Çerkezlerden oluşan bir grup beni soru yağmuruna tuttu. Ruslarla savaş tehlikesi üzerine konuştuk. Ertesi gün rengarenk tepelerin arasından giderek Aladağ Irmağı’nda köprüden geçtikten sonra Çayırhan Köyü’nde bir çiftlik evinde geceledik. Bereketli ama ekilmemiş geniş arazilerden geçerek ulaştığımız Beypazarı’nda eski bir handa konakladık.  Gün doğarken çıktığımız yolda küçük Çekme Çayı’nı geçtikten sonra İstanos’a (Yenikent) doğru yol aldık. Bizden önce bir haberci oradakilere bir İngiliz gezginin geleceğini söylediği için kadı ve jandarma yolda bizi karşıladı. Yarısı Türk, yarısı Ermeni olan 400 evli bir köy olan İstanos azametli bir kayanın yamacında, akarsuyun kıyısında bulunuyordu. Kayanın içinde mağaralar vardı. Kaymakamın evinde halktan ileri gelenler toplanmıştı. Ruslar hakkında düşüncelerimi ve İngiliz Hükümeti’nin Ruslarla savaş çıkarsa ne yapacağına dair sorular sordular.  

Ertesi sabah İstanos’tan ayrılırken kaymakam ve iki oğlu bize eşlik ettiler. Ermeni papaz da evinin önüne çıkmıştı. Köy sakinleri de erken saat olmasına rağmen damlara çıkmış bizi selamlıyorlardı. Kaymakam ‘ulusunuzu seviyorlar’ dedi bana; ‘Kırım Savaşı’nı anımsıyorlar ve Ruslar’a karşı bize yine yardıma geldiğinizi sanıyorlar.’ 

‘Bir İngiliz’in Ankara yolunda olduğunu duydum ve konuğum olmanıza karar verdim’

Nehir kıyısı boyunca yol aldık. İyi inşa edilmiş kırk metrelik taş köprüden (Akköprü) geçerek eskiden Timurlenk’in savaştığı geniş ovanın bir ucundaki tepe sırasının üstünde Ankara görünüyordu. Harap durumdaki mazgallı duvarlarıyla, azametli minareleri dikkat çekiyordu. Kent, bayırın üstündeydi. Dar bir sokağa saptığımızda bir zaptiye bizi karşıladı ve Süleyman Efendi’nin bizi ağırlamak istediğini söyledi. Birçok kirli ve dar sokaktan geçerek ucunda büyük ve güzel bir bina olan geniş bir meydana geldik. Binanın avlusunda Süleyman Efendi bizi karşıladı. Zengin İran halılarıyla kaplı, sandalye ve divanın olduğu odaya geçtik. Benimle divanda oturdu, konuklar da halının üstüne geçtiler. Kendisi başındaki fes hariç Avrupai tarzda giyinmişti. İyi Arapça konuşuyordu; ‘Bir İngiliz’in Ankara yolunda olduğunu duydum ve konuğum olmanıza karar verdim’ dedi.

Burada başka İngiliz olup olmadığını sorunca konsolos yardımcısının kentte yaşadığını öğrendim. Kendisi duvardaki dolaptan çıkardığı sürahiden bir bardak dolusu içkiyi ilaç niyetine bir defada içti. Ardından resmi üniformasıyla konsolos yardımcısı geldi. Bana İstanbul’dan gelen telgrafta anayasa ilan edildiğini ve ertesi akşam kentte top atışı ile kutlama yapılacağını söyledi. 

Ertesi sabah konsolos yardımcısının evine gittim. Eşi piyanosunu göstererek ‘Türk hanımları şaşkınlıkla oturup çaldıklarımı dinliyorlar saatlerce’ dedi. Ardından paşanın saray bahçesinde anayasayla ilgili telgrafı okumasını dinlemeye gittik. İnsanlarla dolu avludan binaya girdik. Paşa hemen bizi kabul etti. Ardından güzel Fransızca konuşan oğluyla tanıştım. Bana, ‘Ankara’da tek bir topumuz var, zavallının 101 kere ateşlenmesine dayanamayacağından korkuyoruz’ dedi. Sonra merdivenlerden avluya indik. Yeşil entarili katip halkı davet etti. Paşa bundan sonra, padişahın, halkına daha fazla özgürlükler bahşetmekten mutlu olduğunu, şimdiki otokratik hükümet modelinin yerine yeni bir anayasanın kabul edildiğini duyurdu.  Bu sözlerin ardından imamın ‘amin’ sesi duyuldu.

Birlikte girdiğimiz odada anayasa üzerine konuşurken atılan top sesleri pencereleri sallarken dışarıda ise halkın alkış ve tezahüratları yükseliyordu.

Paşa, bizi arabasıyla bırakmayı teklif etti. Eski ve garip görünen yaysız arabasıyla eve gidene kadar kemiklerim yerinden çıkacaktı. Sürücüsü dört yıldır burada yaşayan bir İrlandalıydı. Yalnızlık ve yabancılıktan dolayı morali çok bozuktu. O gün Noel olduğu için kendisine viski ikram edilince yüzü biraz güldü. 

Konsolos yardımcısı evindeki Noel kutlamasına davet etti. Kestaneli hindi yapıldığını, eşinin Türk hizmetkarlara Noel pudingi yapmasını öğrettiğini ve Ankara’nın ünlülerinden bazılarını da davet ettiğini söyledi. 

Stanos Kasabası  (Zir/Yenikent)

‘Kentin önemli ticaret metası keçiler…’

Ermeni bir davetli, paşanın sabahleyin, kentin dirlik düzeni hakkında konuşmasının tersine şekilde kentte hüküm süren bir hırsızlık çetesinin halkı huzursuz ettiğinden ve bazı ileri gelenlerin bunlarla ilişkisinden yakındı. Bir başkası Ankara’dan dört yılda on paşanın gelip geçtiğini, bunun da otorite boşluğu yarattığını söyledi. Ayrıca kenti perişan eden 1873-74 kıtlığının etkilerinin devam ettiğini öğrendim. Vilayette 18 bin kişinin öldüğü, ardından 25 bin kişinin de dolaylı nedenlerle öldüğü söylendi. Kentin önemli ticaret metası keçiler başta olmak üzere tüm hayvanların yüzde altmışı kıtlık döneminde ölmüşler. 

Ertesi gün ev sahibim Süleyman Efendi’nin kardeşi Hacı Tevfik Efendi beni görmeye geldi. Aşırı kavgacı görünen bu ilahiyatçı bey savaş çıkmasını istiyordu; ‘Rus ajanları, eyaletlerimizdeki halkları bize kışkırttılar durmadan. Bulgaristan’daki kıyımların nedeni de budur. Gazeteleriniz niçin doğranan Bulgar kadınlarıyla, çocuklarını yazıyor da Bulgarlarca katledilen Türk kadınlarını veya Hersek’te asilerin katlettiği askerleri yazmıyor?’

Bu arada Hacı Tevfik Efendi’nin beş, Süleyman Efendi’nin tek karısı olduğunu öğrendim.

Akşam başka bir eve davet edildik. Avlunun içindeki evde Türkler, Ermeniler, Rumlar, bir Bulgar, kentte doktorluk yapan İtalyan Gasparani Bey ve konsolosumuz vardı. Sedirlerle kaplı odanın ortasındaki masada Ermeni yapımı kırmızı ve beyaz şarap, rakı, mastika, konyak, likör duruyordu. Şişman ve çok esmer olan ev sahibi bir yandan bardağına içki koyarken öte yandan Gasparani’ye sindirim problemlerinden şikayet ediyordu. Doktor bana İtalyanca olarak, ‘Bu Türkleri tedavi etmek imkansız, her şeyi birbirine karıştırıyorlar, sonra da iyileşmeyi bekliyorlar’ dedi. Konukların bolca içki, sigara, nargile içmesinin ardından yemek odasına geçildi. Burada telli sazları olan üç çalgıcı çok farklı Türk ezgileri çalmaya başladı. Düzgün ölçülere sahip Avrupa müziğinin tam aksiydi ve derin bir keder vardı. Müzisyenler hızlanan ritme uygun başlarını sallıyor, konuklar da eşlik ediyordu. Ezgi birden durdu, bir müzisyen ağır ve kasvetli ağıt çalmaya başladı. Bu da uzun sürmedi, parçanın en kederli bölümünde orkestranın ani çıkışıyla parça son buldu. 

Türk misafirperverliği

Konuklardan biri, ‘Türk müziği, Türk yemekleri gibidir. Bir dizi sürprizdir. Orkestra andante’den ani bir yarış temposuna geçer. Yemekler de öyle, bal kadar tatlı bir yemekten sonra gelen çok ekşi bir sos sizi şaşırtır. Bir an balık yerken, ardından muhallebi gelebilir. Derken, önümüze konan sebze bitmeden tatlı bir çorba servis edilir.’

Kalabalık hizmetkar ordusu biri bitmeden hemen başka bir yemek servisi için koşuşturuyordu. Masanın etrafına Avrupalı konuklar onuruna sandalyeler konmuştu. Parmaklarımızla yemek yiyorduk. Konsolos yardımcısı ile İtalyan doktor uzun zamandır Doğu’da yaşamalarından dolayı parmaklarını çatal, bıçak gibi ustalıkla kullanıyorlardı. Sofrada sosyal statüye önem veriliyordu. Üstte olan parmaklarını tabağa daldırmadan diğeri başlamıyordu. Yemek faslı nihayet sona erdi, meyveler, kuru üzüm ve incirler, salatalarla kremalar, tabak tabak sebzeler, koca bir kase pilav ve tatlılar, kırmızı şarap eşliğinde tüketilmişti.

Ev sahibi, ‘Allah’ım, sana çok şükür!’ diyerek ayağa kalktı, konuklar da onu izledi. Bir hizmetkar mevki sırasına göre herkesin ellerine su döktü. Bir başka odaya geçince kahve, çubuklar ve nargile servis edildi. Konsolos, konukseverlik hakkında söze girdi; ‘Bir yabancı her nereye giderse gitsin, büyük bir konukseverlikle karşılanır. Birkaç yıl önce gezgin dostum Thompson, Karadeniz’den Ankara’ya seyahati sırasında bir handa konaklamak ister ama han dolu olduğu için oda bulamaz, pelerininin üstüne avluya uzanır. O sırada oradan geçmekte olan yaşlı bir Türk ona bir yabancının dışarıda kalmasına izin verilemeyeceğini söyleyerek evine davet eder. Onu ağırlar, doyurur karşılık istemeden. Bir Türk, İngiltere’de benzer bir durumda kalsaydı, hiç tanımadıkları bir yabancıya karşı aynı şekilde davranacak kaç İngiliz çıkardı dersiniz?’

Türklerle Hristiyanlar uyum içindeydi

Ertesi sabah bazı Ermenileri evlerinde ziyaret ettim. Evleri ev sahibiminki gibi döşenmişti. Yerlerde kalın halılar, duvar dibinde sedirler, bunların önünde nargileler vardı. Duvarlar çıplak ve beyaz badanalıydı. Tablolar ve aynalar ender bulunuyordu. Giysileri de Türklere benziyordu. Kadınları örtülü ve peçeli sokağa çıkıyordu. Evlenmeden önce birbirlerini görmüyorlardı. 

Türklerle Hristiyanlar uyum içindeydi. Birinin sofrasında mutlaka diğer gruptan insanlar olduğunu gördüm. Bu durumun Anadolu’nun başka yerlerinde olup olmadığını sorduğumda ise Ermeniler, aynı olmadığını, özellikle Sivas’ta Hristiyanlara kötü davranıldığını, hapishanelerin onlarla dolu olduğunu söylediler. 

Oysa İzmit’te kaldığım sıra bana Ankara’da Hristiyanların çektikleri anlatılıyordu. Buna rağmen her iki dinin iyi geçindiğini gördüm Ankara’da. Söylenenleri şüpheyle karşıladım, Sivas’a bizzat gidip, kendi gözlerimle görmeye karar verdim. 

Akşama doğru hizmetçim Radford topallayan atı satmamızı tavsiye ederken, Türk baytar da atın şişmiş ayağına neşter atarak iltihabı akıtıyordu. Bazı at satıcıları yanıma gelerek on iki mecidiye teklif etseler de kırk mecideye değerindeki atı satmak yerine bir gün daha kalıp iyileşmesine karar verdim. Böylece kentin en ilginç yerlerinden olan Augustus anıtını da yakından görebilecektim.

Ameliyatın ertesi akşamı atım rahat yürüyebiliyordu. Ben de sabah yola çıkma emri verdim. Bu arada paşanın konağından bir uşak bana hediye getirdi. Konağın kütüphanesinde görüp ilgilendiğim ‘Osmanlı İmparatorluğu Tarihi’ adlı on ciltlik eseri paşa bana armağan olarak yollamıştı. Yükümüz en az on kilo daha ağırlaşacağı için bu nazik teklifi üzülerek reddettim. 

Türklerin konukseverlilikleri ve cömertlikleri meşhurdur. Hatta bu erdemlerini abarttıkları bile söylenebilir. Bazen beğendiğim bir atı vermeye kalkanlar, hizmetkarlarını yanıma refakatçi olması için teklif edenler oluyordu.

‘Asi Yozgat’a (Elmadağ) ulaştık’

Ev sahibim beni geçirmek için erkenden kalkmıştı. Kendisine İngiltere’ye gelirse ağırlamaktan zevk duyacağımı söyleyerek ayrıldım. Yol sert ve düzgündü bir süre. Nehir boyu gittik. Beş saat sonra nehrin karşısına geçerek bir Ermeni’ye ait çiftliğe vardık. Hindilerinden birini on kuruşa satın alarak dışarıda pişirmeye karar verdik. Yemek sonrası iki Türk hizmetçim beygirlere eşyaları yüklerken ben, Radford’la yola koyuldum. 

Bir saat sonra tepeye çıkınca arkamdan gelmediklerini görüp hızlıca atımı geriye sürdüm. Nehrin kıyısında beygirlerden biri üstündeki eşyalarla beraber sırsıklam duruyor, hizmetçim Osman ise sorumlu adamı sopayla döverek cezalandırıyordu. Çantadaki fişekler, çay, şeker, kahve mahvolmuştu. Ayaklarıma kapanan adam hıçkırıklarla ağlarken, Osman sopayla dövmeye kalkıyordu tekrar. Araya girdim, eşyaları yüklemesini söyledim. Epey geç kalmıştık, gün batımından sonra Asi Yozgat’a (Elmadağ) ulaştık. Köyün toprak damlarının üstünden dikkatlice geçerek bir eve vardık. Köpeklerin havlayışları ev sahibini uyandırdı. Arkasında kalın, kahverengi kolsuz bir palto olan orta yaşlı bir Türk bana yaklaşarak kasabanın kaymakamı olduğunu ve geceyi evinde geçirmemi teklif etti. Anlaşılan Ankara’dan bir dostum ona haber vermişti geleceğimi. 

Evi büyük değildi. İki oda, bir mutfak bir de kabul salonu vardı. Bu sonuncusu ise her işe hizmet ediyordu. Ev sahibinin sabah keklik ve tavşan avı teklifini fişeklerim ıslandığı için geri çevirmek zorunda kaldım. Çok yorgun olduğumu söyleyince bir şilte serildi. Odanın diğer ucuna da kaymakam için serildi. Kendisine ait dört hizmetkarı, yatması için onun elbiselerini çıkarmaya başladılar. Benim de iki hizmetkarım olduğu halde tek başıma soyunmamı garip karşıladığını söyledi. Herkes bir köşede geceyi geçirdik.

‘Yahşihan’a vardığımızda akşam olmuştu, burada yeni atlar kiralayarak yola devam ettik’ 

Sabah vedalaşarak yola koyulduk. Alçak bir dağ sırasını aştık, demir cevherine benzeyen kayalar etrafa saçılmış gibiydi. Çok geçmeden Kızılırmak’a ulaştık.

Nehir yüz metre genişliğinde ve yağmurlar nedeniyle derinliği iki metreden fazlaydı. Çevrede köprü yoktu. Rehberimiz atıyla kıyı boyu sekiz yüz metre giderek bir ıslık çaldı. Karşı kıyıda altı adam ortaya çıktı. Kıyıda sazların içindeki üçgen bir mavnayı çıkararak bize doğru kürek çekmeye başladılar. Kıyıya yirmi metre yaklaşınca durdular. Bataklık olan kısımlardan dört atımızla geçerek, Radford ve Osman’ın yoğun çabalarıyla mavnaya sokabildik hepsini. Huysuzlanmasınlar diye gözlerini bağladık. Karşı kıyıya bir buçuk kilometre sürüklendikten sonra çıkabildik. 200 evlik Yahşihan’a vardığımızda akşam olmuştu. Burada yeni atlar kiralayarak yola devam ettik. Beş saatlik güzel manzaralı yolculuktan sonra Maden’e vardık. Burada gümüş madenleri bulunuyor. Madenci, su bastığı için madenleri çalıştıramadıklarını, pompalarının olmadığını söyledi.

Yol Kavaklı’ya doğru bağların arasından geçiyordu. Bölgenin üzümleri çok iri. Halk mahzenlerinde asarak kış boyu koruyor. Şarap yapmıyorlar. Üzümler yeniyor veya suyu sıkılıp şeker niyetine hamurlu yiyeceklerde kullanılıyor. Şeker çok pahalı, yarım kilosu bir şilinden çok. Fakirler yanında zenginler de alamıyor. Kahvelerini şekersiz içiyorlar. 

Yaşlı bir çiftçiye konuk oldum. Bana kıtlık döneminde yaşadıklarını anlattı. Kar yağışından Ankara yolu iki buçuk ay kapalı kalınca hayvanları açlıktan ölmüşler. Sultan Abdülaziz’in yolladığı yardımlar kar nedeniyle buraya ulaşamamış. Pek çok insan açlıktan ölmüş. 

‘İnsansızlıktan ekilemeyen verimli topraklar’

Sabah kırk kilometre uzaktaki Sekili’ye doğru yola çıktık. Antik mermerlerden yapılmış kulübelerle karşılaştık. Damları çamurdandı. Geçmişin heybetli yapılarının günümüzde ilkel şekilde evlere dönüşmesini gördük. İnsansızlıktan ekilemeyen verimli topraklardan geçtik. Bir Kürt obasına denk geldik. Daire biçimli kara çadırlarda yaşıyorlardı. Peçesiz kadınlar bizi görmeye çıkmışlardı. Türkler bu göçebelerden vergi almaya kalktıklarında tası tarağı toplayıp dağlara göçerler. Bazı Kürt şeyhleri çok zengindir. On binlerce hayvanı olur. Ne yazık ki, eyaleti mahveden kıtlık hepsi için büyük felaketler getirmiş. 

Yirmi kerpiç evli Sekili’de geceledikten sonra sabah tuzu bol bir bölgeden geçtik. Derken at üstünde başlarında ilginç, yüksek başlıklarıyla Türkmen kızları gördük. Türkmenlerin dili Türklerden biraz farklıdır. Uzun beyaz gömlekli, kırmızı pantolon üstünde gri kuşaklı erkekler, kırmızı maşlah giymiş kadın, kuyu başında beyaz entarili, kep takmış kızlar, bayırdan inen keçiler damlarda idi…

Kaynakça:

Burnaby, Frederic. 1998.  Küçük Asya Seyahatnamesi. Sabah Kitapları.

Fransız seyyah Charles Texier gözüyle XIX.yy Ankarası

Fransız mimar, arkeolog ve gezgin Charles Texier 1802 yılında Versailles’de doğdu, 1871 yılında Paris’te öldü. Texier, 1833 ve 1843 yıllarında olmak üzere iki kez Fransız Hükûmeti tarafından Anadolu’ya gönderildi. Hitit uygarlığına ait Hattuşaş ve Yazılıkaya kalıntılarını bulan kişi olması nedeniyle Texier, Türkiye’nin arkeoloji dünyasında da önemli bir yere sahip. Anadolu’da yürüttüğü kapsamlı çalışmalarını “Küçük Asya” isimli üç ciltlik kitap olarak yayımlayan Texier’in bu dev eseri, yayınlanır yayınlanmaz bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. İçeriği bakımından özellikle Anadolu’yu ilgilendirmesi sebebiyle Türk aydınlarının da dikkatini çeken eserin, daha Milli Mücadele devam ederken, 1923 yılında Ali Suat Bey tarafından Arap harfleriyle Türkçe’ye tercüme edilerek basımı yapıldı. O eserdeki dikkatimizi çeken notları şöyle aktarıyoruz:

Romalıların kurdukları en güzel eser, şehrin aşağı kısmındaydı. Ankara şehrinin bir hipodromu, hamamları, su kemerleri ve çok sayıda tapınakları vardı. Yunan sanatkarları, bu eserlere İtalya’dakilerde bulunmayan bir incelik ve zarafet verdiler.

Charles Texier Hitit uygarlığına ait Hattuşaş ve Yazılıkaya kalıntılarını bulan kişi olması nedeniyle Anadolu’da yürüttüğü kapsamlı çalışmalarını “Küçük Asya” isimli üç ciltlik bir kitap olarak yayımladı.

Ankara (Ancyre)

Lidyalı coğrafyacı Pausanias’a göre Ankara şehri Gordius’un oğlu Midas tarafından kuruldu ve Jüpiter tapınağında görülen gemi demiri, Rum tarihçiler zamanında, bu hükümdar tarafından keşfedilmiş kabul edilirdi.

Karyalı tarihçi Apollonius, Ankara’nın gemi demirine daha eski bir köken verir. Galler Asya’ya geldikleri zaman, Ariobarzane ve Mithridate ile savaşmışlardı. Ptolemee de bunların üzerine Mısırlılardan bir ordu göndermişti. Bu orduyu yenerek, gemilerine kadar sürmüşlerdi. O zaman Galler, gemilerin demirini bir zafer işareti olarak aldılar, getirdiler ve buna Ancyre adını vererek, şehirlerinde muhafaza ettiler; fakat daha İskender zamanında, bu şehir yine bu adla vardı. Makedonya’nın bu kralı, Gordium’dan gelerek Suriye üzerine giderken, Paflagonya milletvekili heyetini kabul etmek ve kendi hakkındaki görüşlerini anlamak için, bu şehrin önünde durmuştu. İskender’den sonra gelenlerin, zamanında Ankara şehri, Manisa savaşında Gallerden yardımcı birlikler almış olan III. Antiochus’a bağlı olmuştu. Bu şehrin adı, ilk defa Manlius’un seferi sebebiyle Romalı tarihçilerin kayıtlarında görülür. Strabon, bundan sadece Galatların bir müstahkem noktası olarak söz eder.

Galatlar hükümetinin üç başkenti Tavium, Pessinus (Pessinunte) ve Ankara idi. Bu son şehir, İmparator Ogüst (Auguste)’ün onuruna olmak üzere Sebaste adını almıştı. Neron zamanında başkent unvanını aldı.

Şehrin arması, bir gemi demiriyle sembolize edilmişti. Sikkeler ve anıtlarla ispatlandığı üzere bu, Roma İmparatorları zamanında da muhafaza edilmiştir.

Zamanın geçmesiyle bu şehir, Mithridate’e karşı olan savaşta Romalıların kaderine bağlı oldu. Pompee, bu devleti, müttefiki Dejotare’ ye verdi; Galatların Tetrarchie hükümeti, bundan doğdu. Dejotare’nin ölümünden sonra katibi Amyntas yerine geçerek MarcAntoine Kral lakabını aldı. Bu onur unvanı, Ogüst (Auguste) tarafından onaylandı. Amyntas, milâttan önce 25 yılında, Kilikya’da öldü. Oğlu Pylaemenes krallığa geçemedi ve Galatya memleketi, bir vilayet olarak Likonya ile birleşti. Ankara şehrinin bir Roma başkenti olarak parlaması dönemi, bu tarihten itibaren başlar.

Hala var olan yazılara göre Ankara şehrinin bir hipodromu, hamamları, su kemerleri ve çok sayıda tapınakları vardı. Öteye beriye dağılmış yıkıntılara yakılarak karar vermek gerekirse, bu binaların mükemmelliği, Romanınkilerden aşağı kalmaz. Fatihlerin görevlendirdikleri Yunan sanatkarları, bu eserlere İtalya’dakilerde bulunmayan bir incelik ve zarafet verdiler.

Galatya, Hristiyanlığı kabul ettiği zaman, başkentte çok sayıda kilise yaptılar. Bugün yalnız bir kilise kalmıştır; o da Ankara’nın St. Clement’i adına yapılmıştır. Bu binanın resmi ve yapım tarzı, Jüstinyen (Justinien) zamanında sonra olduğunu gösterir. Hemen hepsi Türkler tarafından tahrip edilmiş olan işlemeler ve mozaiklerle süslüydü. 

Ankara’nın Bizans dönemine ait tarihi, o kadar önemli olmayan birkaç olayla özetlenebilir. İmparator Julyen, imparatorluk elbisesini burada giydi. Ankara’dan geçerken, Julyen (Julien) çok büyük saygı gördü. Şu anda var olan zafer sütununun, bu imparator için dikildiği zannedilir. Bu sütun, kesin olarak Bizans dönemine aittir; üzerinde hangi kişiye ya da hangi önemli olaya ait bir eser olduğuna ilişkin hiçbir işaret yoktur.

Augusteum

Zamanın ve insanların verdiği zarar, eski binaların çoğunu yıkmıştır. Yalnız, Galatya hükümdarları tarafından Ogüst (Auguste)’ün ve Romanın onuruna yapılan tek bir tapınak, şimdiye kadar kalmıştır. Güzel sanatların az zaman içinde, Galatya’nın başkentinde ne seviyeye ulaştığı, bu eserden anlaşılır.

İtalya’da klasik tapınakların kapıları nadiren muhafaza edilmiştir ve sadece iki kapı vardır ve bunların detayları Ankara’dakiler kadar güzel değildir.

Mimari süslemelerinin, sütunlar ve sütun başlıkları ile dış kaplamaların kırık döküklüklerine acımakla beraber anlaşıldığına göre, gerek binanın kendi ve gerek süslemeleri, o kadar zevk ve dikkatle yapılmıştır ki eğer bu Ankara tapınağı daha çok tanınmış olsaydı, herhalde Roma mimari tarzım şaheserleri içinde ilk sınıfa girerdi.

Hacı Bayram Camii: Ortada fevkani mahvilini taşıyan kemerli geçit, solda imaret bölümü, sağda türbeye bitişik yaptırılan ahşap çatılı bölüm

XVIII. yüzyılın ortalarında “Hacı Bayram” adında bir zat, Müslümanların tahrip etmiş oldukları kiliseye bitişik bir cami yaptırdı. Bu caminin binasında, tapınağın kemerlerinden çıkan birçok mermerler kullanılmış ve Bizans kilisesi, Müslüman mezarlığına dönüştürülmüştür. Böyle güzel sanatları içeren Ankara tapınağının, bu acınacak hale gelmesinde, faillerini mi hesaba çekmeli bilmem. Zira bu güzel eser, hiç şüphesiz zamanımıza sağlam kavuşamayacaktı. Cami, tapınağı korumuştur ve bu bina, bugün asıl şeklinden çıkarak esassız bir hale gelmiş olmakla beraber, yine bir dini kurumun bir bölümü gibi saygı görmüştür. 

Bu tapınak, direğin üzerindeki Rumca kitabede isimleri geçen Galatya hükümdarları tarafından yapılmıştır. Kitabede tapınağın açılışında yapılan törenler ve kutlamalar da yazılıdır. Auguste’ün ölümünde, tapınağın ön kısım duvarındaki vasiyetnamesi de Latince ve Rumca olarak kaydedilmiştir. 

Bu kitabe, eski zaman insanlarının dini tören hakkındaki bilgilerini içeren tek eser olma önemine sahiptir: “Galatlar halkı, resmi açılış adaklarını sunduktan sonra bu tapınağı ilahi Auguste ve Roma tanrıçasına armağan etti… Gösteriler düzenledi, ziyafetler verdi ve üç yüz çift gladyatör dövüştürdü.Şar arabaları ve atlılarla yarışma yaptırdı; boğa dövüşüyle bir de av yaptı. Şehrin yanındaki Sebasteum’un (yani Auguste tapınağının) inşa edildiği, genel toplantıların ve at yarışlarının yapıldığı araziyi, tapınağa ayırdı.

Romalılar, Galatlara tiyatro, oyun ve koşu zevkini getirdiler. Roma’da daha hararetli bir şekilde yapılan bu kutlamalar, doğu ile Roma arasındaki ilişkileri artırıyordu.

Ankara’nın Augusteum’unu en değerli eski eserler sırasına geçiren sebep, Auguste’ün tunçtan iki levha üzerine yazdırarak Roma’nın ateş tapınaklarının korumasına bıraktığı ünlü vasiyetnamesini içerir olmasıdır.

1834 yılında Hacı Bayram’ın torunlarından birisi tapınağın geriye kalan kısmını yıkarak taşlarıyla evinde özel bir hamam yaptırmak kötü düşüncesine kapılmıştı; fakat bu düşünce uygulamaya konulmadı; yalnız güney taraftaki cepheden birkaç taş çıkarılmıştı. 

Texier, Ankara gezisinde tapınağın yıkılacağına dair bilgisini alınca gezi sonrası hemen Fransa Eğitim Bakanlığı’na olayı rapor eder. Bir sene sonra kendisi gibi araştırmalar için İzmir’de bulunan İngiliz jeolog William John Hamilton’a durumu anlatır, yardım ister. Osmanlı yönetimine yapılan uyarılar sonrası bu yıkımdan vazgeçilir. Augustus Tapınağı kurtulur.

Ankara’nın yeni kurucusu gözüyle bakılan Auguste için bir tapınak yapmakla yetinemeyen Galatlar, imparator Nerva, Trajan ve ıcalla için de tapınaklar inşa ettiler. Ermeni mezarlığındaki bir kitabe Antonin’e ait bir tapınaktaki heykellerden birine benzer.

Kale

Şehir doğudan batıya doğru genişleyen bir tepenin üzerindedir. Bu tepe volkanik bir kayadır. Asıl hisar, bu kayanın tepesini süsleyerek surları dağın orta yerlerine kadar inerdi. Kuzeyde Engürü Suyu, dağın eteklerini dolaşarak batıya doğru akar ve sonra Sakarya nehrine karışır.

Galatia Roma eyaleti olduktan sonra surlar aşağıdaki ovaya doğru uzanmış ve tepe üzerindeki kısımları tekrardan desteklenerek büyük bir sitadel oluşturulmuştur. Roma hamamının kalıntıları hâlâ tanınabilir bir haldedir. Bu harabeler bugünkü şehrin dışında kalmaktadır. Çift sıra surlar hâlâ yerindedir fakat şehre yöneltilmiş olan birçok saldırının izleri görülmektedir ve duvarların birçok yeri antik abidelerden alınmış parçalarla tamir edilmiştir. Surların önünde hendek bulunmamaktadır. Surlar arazinin kıvrımlarını takip etmektedirler ve bu yüzden bazı noktalarda vadi seviyesinden yüzlerce metre yükselirler. 

Kale duvarlarında bol miktarda kişilerin anısına yapılmış ve yüceltici steller bulunmaktadır. Sur duvarlarında aşağıdan yukarıya kadar şehrin idari olaylarını betimleyen yazıtlar yer alır. Romalıların inşa ettiği en güzel yapılar şehrin aşağı kısımlarında bulunmaktadır

Ankara şehrinin, ilim dünyasına en çok tarihi belge verenlerden birisi olduğu şüphesizdir. Bunun üzücü olan tarafı, kale yakınında her gün bulunup çıkarılan eserlerin çoğunun ya büsbütün kırık olması ya da bir sanat tarihçi görmeden önce yok olmasıdır. Çevredeki bütün eserler, Roma mimari tarzındaki şekli bozulmuş parçalarla doludur. 

Kalenin duvarları, hemen hemen tamamen eski eserden oluşmaktadır. Duvarların kaidesinden tepesine kadar her tarafında, az çok korunmuş hâlde kalmış kitabe parçaları görülür. Memleketin yönetimiyle ilgili bilgileri içeren bu parçalar, bir yere toplanınca, eski yazarların bıraktıkları yetersiz belgelerin tamamlanmasına hizmet ederler. Bir hatıra ve dirinin onuruna yapılan dikilitaşlar, orada bol miktarda bulunur. Üzerlerinde bulunan yazılar, bugün görülebilir durumdadır.

Şimdiki Şehir ve Sakinleri

Yüzyıllarca yabancı işgalinden sonra, ilk halkın Osmanlı kanıyla karışması sebebiyle, önemli bir değişim geçireceği açıktır. Böyleyken Ankara’da ikamet etmiş olan Avrupalılar, buranın yine özel bir çehreye ve özelliğe sahip olduğuna dikkat etmişlerdir. Gal kanı, buranın kumral sakallı ve mavi gözlü birçok insanında görülür.

Kelt dili ise Gallerin Asya’da yerleşmelerinden birkaç yüzyıl sonra bile korunmuş halde kalmıştı. 

Onca savaş ve talan yaşamasına rağmen Ankara şehri, Küçük Asya’nın yine de en kalabalık şehirlerinden birisidir. Bu şehir, nispeten rahatlık içinde olmasını, iyi bir yerde olmasına borçludur. İklimi olağanüstü sağlığa elverişli, toprağı verimli ve özellikle tüyleri farklı bir güzelliğe sahip olan keçilerinin sayısız sürüleri, şimdiki nüfusunun iki mislini zengin etmeye yeterlidir.

Memlekette yapı taşı var ise de genel âdet, evleri çiğ kerpiçle yapmaktır. Bu tür bina, eski zaman tarzım en geri dönemine kadar gider. Babil, Ninova şehirleri böyle yapılmış ve bu metot İran, Asur ve Kapadokya’ya kadar yayılmıştır. Bundan başka, binaların dışına hiç itina etmediklerinden, şimdiki Ankara sokakları, diğer yeni şehirlerin tersine, hüzünlü bir görüntü sergiler. Şehrin halkı Türk, Ermeni, Rum ve bir de kilise açmaya izin almış olan bir miktar Ermeni Katoliği’nden oluşur. Bunların toplamı, yirmi sekiz bin tahmin olunuyorsa da şehir, bundan daha fazlasını alacak kadar büyüktür. Bütün büyük ticaretler, Hristiyanların elindedir. Şehir, her yıl serasker paşaya hediye olarak yüz elli bin guruş kadar bir para gönderir; bu paranın en büyük kısmını Hristiyanlardan tahsil ederler.

Müslüman olmayan halkın şikayet sebebi, yalnız bu para değildi. Mütesellimlerin şarap üzerine koydukları vergiyi her yıl artırmaları ve padişahın bundan haberi olmaması da ayrı bir şikayet sebebiydi.

Aslında vergi sistemi kötüdür. Arazinin yükümlülüğü, yalnızca verdiği ürün açısındandır; nadasa bırakılarak dinlendirilen arazi, hiçbir şey vermez. Emlak vergileri çok azdır.

Müslümanlarda bir aile reisi öldüğü zaman, mirasını dağıtmaya molla ile kadı görevlidir. Ölenin karısı sekizde bir ve kızları, oğulların yarısı pay alma hakkına sahiptirler. Ölenin eğer çocuk kardeşi kalmışsa, mirasa girmemek üzere bakılması, o ailenin ortak mükellefiyetine aittir.

Burası kadar hırsızı az bir memleket yoktur. Evlerin kapıları şöylece kapanmış olduğu halde, burada uzun süre ikâmetim sırasında, bu tür olaylardan söz edildiğini hiç duymadım. Burada sanayinin gelişmesine engel olan en büyük zorluk, memleketi yönetenlerin de idare edilenlerin de yeni bir tarzı kabulden korkmalarıdır. Şehrin etrafındaki doğal su akışı çok elverişli olduğu halde, bunu harekete geçiren güç olarak kullanıp bir fabrika kurmayı, hiç kimse düşünmemiştir. Bu şekilde burada pamuktan, yünden, çok bol olan ketenden her tür kumaş yapılabilirken, bu iş ya elle yapılır ya da bunlar, ham madde olarak ihraç edilir. Geçen yüzyılda, burada çok sayıda yabancı kuruluşu varken, şimdi hiçbiri kalmamıştır. O zaman yirmi beş bin balyadan çok kumaş, çorap vb. gibi yünden yapılma eşya ihraç edildiği halde, bu ihracat şimdi beş bin balyaya çıkamaz. 

Ankara paşasının yönetiminde, yüz seksen köy vardır. Bunların toplam nüfusu seksen beş bindir; göçebe takımı bu hesap içinde değildir.

Silahlı kuvvet, çok sınırlı sayıdadır. Bununla beraber paşa, voyvodaları aracılığıyla, Frigya’nın merkezine otuz bin kişilik bir ordu toplayabileceğini söylüyordu. Bize hükümet memurları tarafından verilen bu rakamlara göre, Küçük Asya’nın ortasındaki nüfusun ne kadar zayıf olduğu anlaşılır.

Kaynakça:

Seyyahların Gözüyle Ankara – Ankara Kalkınma Ajansı – 2017

Yabancı Seyyahların Gözlemleriyle Roma ve Bizans Dönemi’nde Ankara – Dr. H. Sinan Sülüner – Ankara Araştırmaları Dergisi (VEKAM)

Yabancı seyyahların gözünden eski Ankara: Tournefort

Fransa kralı XIV. Louis tarafından doğu ülkelerine (Levant) seyahat etmek için görevlendirilen botanikçi Tournefort(1) 1700-1702 yıllarında gezdiği ülkelerin halklarını, kasabalarını, şehirlerini, ürünlerini ve imalatını gözlemleyerek raporlar hazırladı.

19 Ekim – 3 Kasım 1701 tarihleri arasında Ankara’yı ziyaret eden, kentin tarihi eserlerinden ve dünyaca ünlü moher kumaşının kaynağı olan tiftik keçilerinden çok etkilenen seyyah, notlarını(*) şöyle aktarıyor: 

Joseph Pitton de Tournefort [1656-1708]

19 Ekim 1701 

Tuzlu bölgeden ayrılarak çok çeşitli meşelerin bulunduğu vadilere ve ovalara girdik. Yedi saatlik bir yürüyüşten sonra Beglez (bu günkü Balışeyh) köyünün iyice yakınında kamp kurduk. Ertesi günkü yol, boyları bizim baltalıkları aşmamakla birlikte yaprakları bizimkilere benzeyen meşe ağaçlarıyla bezeli tepelerle kesilen ovalarda on iki saat sürdü. O gün, geçit yerinden Halys’i ya da Türklerin Kızılırmak’ını geçtik; ana yolun tam karşısında yer alan büyük bir dağ, ırmağın çığırının kuzeye yönelmesine yol açıyordu. Kızılırmak derin değildi, ama Sen ırmağının Paris’teki hali kadar genişti ve Kayseri’ye bir günlük yolda akmaya devam ettiği söylendi bize. Dağın doruğundan korkunç bir dibe indik ve Kurbağa köyünde durduk. Buradan Ankara’ya iki mil yaklaşıncaya kadar bütün arazi çorak ve sevimsiz. Ünlü Ankara kentine, dört saatlik bir yürüyüşten sonra, bazı yerleri çok iyi ekilmiş bir vadiden geçerek 22 Ekimde ulaştık. 

Angora ya da bazılarının telaffuz ettiği biçimiyle Angori ve Türklerin verdiği adla Engür, Doğu’daki bütün diğer kentlerden daha çok hoşumuza gitti. Bir zamanlar Toulouse çevresine ve Cevennes ile Pireneler arasında kalan bölgeye egemen olan yiğit Galyalıların kanlarının bu yöre halkının damarlarında hâlâ akmakta olduğunu düşündük. 

Tzetzes,(2) İmparator Augustus’u kentin kurucusu olarak belirttiğine göre, imparator belki de Ankyra kentini güzelleştirdi ve burada yaşayan halk da bir şükran borcu olarak hâlâ Asya’da bulunan bu en büyük anıta onun adını verdi(3). Bu anıtın tamamı iri parçalı beyaz mermerdendi ve bugün de ayakta olan duvarları köşelerde dik açılı olarak almaşık biçimde birbirine geçen tek tek parçalardan oluşur ve bunların kenarları üç ya da dört ayak uzunluğundadır. Ayrıca bu taşlar, yerleştirildikleri deliklerden de anlaşılacağı üzere, bakır kancalarla birbirine bağlanmış. Ana duvarlar hâlâ otuz ya da otuz beş ayak yükseklikte. Cephe duyan nerdeyse bütünüyle yok olmuş; yalnızca bol aracılığıyla eve girilen kapı hâlâ ayakta. Kare biçimli bu kapının yüksekliği yirmi dört ayak, eni dokuz ayak iki parmak; her biri yekpare olan dikmelerinin kalınlığı iki ayak üç parmak. Bezeklerle dolu bu kapının yanında, bin yedi yüz yılı aşkın bir süre önce, güzel bir Latinceyle ve güzel bir yazıyla Augustus’un yaşamı kazınmış. Yazıt sağda ve solda olmak üzere üçer sütun; ne var ki, silinen satırların yanı sıra top güllelerinin açabileceği nitelikte büyük deliklerle dolu; köylülerin kancaları sökmek için açtıkları bu delikler harflerin yarısını yok etmiş. Taşların kaplamaları çok özenle yapılmış, kenarları eşit olmayan ve bir parmak çıkıntı yapan dörtgenlerden oluşuyor. Hol sayılmazsa, yapı elli iki ayak uzunluğunda, otuz altı buçuk ayak genişliğinde. Yapıdan geriye, parmaklıklı, bizimkilere benzeyen büyük mermer karolu üç pencere kalmış. Bu karoların hangi maddeden olduğunu, saydam taştan mı yoksa camdan mı olduğunu bilmiyorum. Yapının çevre duvarlarının içinde önemsiz bir Hıristiyan kilisesinin yıkıntıları, bunun yakınında da iki üç harap ev ve birkaç inek ahırı görülüyor. İşte Ankyra anıtından geri kalanlar: Kalıntılar aslında bir Augustus tapınağı değil, bu kentte gerçekleştirilen halka açık oyunların yapıldığı, büyük şölenlerin verildiği (Neron, Caracalla, Decius, Yaşlı Valerianus, Gallianus ve Salonina’nın madalyonlarında bu durum açıkça görülmektedir) bir kamu yapısı ya da eski bir prytaneum.(4) 

Duvarların dış yüzlerine kazınmış Yunanca yazıtlar okunabilmiş olsaydı, bu yapıya ilişkin daha ayrıntılı bilgiler elde edilebilirdi; çünkü bu yapı belki de diğerlerinden bağımsız bir yapıydı. Bu yazıtlar, şu anda, sırtlarını sağdaki ana duvara yaslamış bazı evlerin ocaklarında, yağla kaplanmış bir halde bulunuyor. 

Ankara şu anda Anadolu’nun en iyi kentlerinden biri ve eski görkemli dönemlerinin izlerini taşımakta. Sokaklarında sütunlara ve eski mermerlere rastlanmakta; bunlar arasında, Marsilya yakınındaki Pennes’de bulunanlara benzeyen beyaz benekli, kırmızıya çalan lal renkli bir tür de görülmekte. Ayrıca Ankara’da, Languedoc’takine yaklaşan, iri kırmızı ve beyaz lekeli bir alacalı akik parçasına da rastladık. Sütunların çoğu düz yüzeyli ve silindir biçimli, bazılarıysa sarmal yivli; en dikkat çekicileri, ön ve arka yüzleri oval biçimli düz silmelerle bezenmiş; aynı düz silmeler ayaklıklarda ve başlıklarda da görülmekte. Silmeler, gravürlerini yaptırmaya değecek kadar güzel göründüler bana; sanırım başka hiçbir mimar bu düzeni kullanmamıştır. Bir caminin kapısındaki basamaklı sekiden daha şaşırtıcı bir şey yoktur dünyada; sekinin birbiri üstüne konmuş mermer sütun kaidelerinden oluşan on dört basamağı var. Günümüzdeki evler kerpiçten yapılmış olsa da duvarlarda çok güzel mermer parçaları da kullanılmış. 

Kentin surları alçak ve harap mazgallarla son buluyor(5); ne var ki, surlarda, özellikle de kulelerde ve kapılarda, hiçbir ayırım yapılmaksızın, duvarcılık malzemeleriyle yan yana kullanılmış sütunlar, baştabanlar, sütun başlıkları, sütun kaideleri ve diğer antik parçalar var; bununla birlikte kuleler ve kapılar güzel değil: Kuleler kare planlı, kapılarsa çok basit. Yazıtların bulunduğu yanda birçok mermer parçası kullanılmış olmasına karşın, çoğu Yunanca, bazılarıysa Latince, Arapça ya da Türkçe olan yazıtlar hala okunabiliyor. 

Ankara kalesi üç surlu ve duvarları büyük beyaz mermer bloklarından ve kızıl somakiye benzeyen bir taştan yapılmış. Kalenin her yanına gitmemize izin verdiler ve -iddia edildiğine göre- bin iki yüz yıl önce yapılmış, Haç adını taşıyan ve birinci surun içinde yer alan bir Ermeni kilisesine götürdüler bizi. Kilise çok küçük ve karanlıktı: Perdahlanmış kaymaktaşına benzeyen ve talk gibi pırıldayan mermerler döşenmiş bir odaya baktığı için bir ölçüde gün ışığı alan bir pencereyle aydınlanıyor; ama içerdeki ışık donuk; içeriye sızan ışıksa biraz kızılımsı ve akik bulunsun çalıyor.(6) 

Kentin dışında, Ermenilerin Meryem Ana manastırının (7) çevresinde bulunan güzel antik mermerlerin arasında yer alan sütunlarda, baştabanlarda, sütun başlıklarında ve kaidelerinde (bunlar küçük Çubuk ırmağının yakınındadır) birçok yazıt var. 

Ankara paşasının otuz altı kese geliri var. Kentteki yeniçeriler bir serdarın buyruğu altında, ama sayıları ancak üç yüz kadar. Kentin nüfusu kırk bin; Türklerin yanı sıra dört ya da beş bin Ermeni ve altı yüz Rum var (8). Meryem Ana manastırı dışında, kentte yedi Ermeni kilisesi var. Rumların kentte bir, kalede bir kilisesi bulunuyor. 

En kısa yoldan gidildiğinde, Ankara Karadeniz’e dört günlük yoldadır. Ankara’dan İzmir’e giden kervanlar bu yolu yirmi günde alırlar; Türklerin Kütahya adını verdikleri eski Cotyaum kenti, Ankara ile İzmir arasında, yan yoldadır. Kervanlar Ankara’dan Bursa’ya on günde, Kayseri’ye sekiz, Sinop’a on, İzmit’e (eski Nikomedia) dokuz, İstanbul’a on iki ya da on üç günde giderler. 

Ankara keçileri

Dünyanın en güzel keçileri Ankara’nın köylerinde beslenir. Ankara keçileri, beyaz renkleri, ipek kadar ince, doğal olarak kıvırcık, sekiz dokuz parmak uzunluğundaki kıllarıyla göz kamaştırır. Bu keçilerin kıllarıyla birçok güzel kumaş, özellikle de soflar dokunur; ne var ki, iplik haline getirmeden, keçinin postunu kentin dışına çıkarmak yasaktır, çünkü kentin insanları yaşamlarını bu işten kazanmaktadır. Sanırım Strabon bu güzel keçilerden söz ediyor. Söylediğine göre, Kızılırmak dolaylarında yünü çok kalın ve yumuşak olan koyunlar besleniyormuş; dahası, başka yerlerde bulunmayan keçiler de varmış. Her neyse, günümüzdeki bu güzel keçiler Ankara’ya dört ya da beş günlük yoldaki yerlerde ve Beypazarı’nda da bulunuyor; keçiler daha uzaklara götürülecek olurlarsa kıl verimlerinde bozukluklar ortaya çıkmaktaymış. Keçi kılı, okkası dört liradan on iki, on beş liraya kadar satılmakta; okkası yirmi, yirmi beş ekü olanlar bile var; ne var ki, bunlar sadece Padişah sarayının sofları için kullanılmakta. Ankara’daki işçiler sof üretimlerinde bütünüyle saf keçi kılı ipliği kullanırlar; oysa Brüksel’de, bilmediğim bir nedenden ötürü, dokumalara yün ipliği de katılır. Ankara’da keçi yapağısı peruklara katılır, ama eğrilmemiş olması koşuluyla; keçi kılı Ankara’nın zenginlik kaynağıdır, bütün varlıklar keçi kılı ticaretiyle uğraşırlar. Ankara keçisi kılının, eski İconium kenti olan Konya keçisi kılma yeğlenmesinin haklı nedenleri var: Çünkü Konya keçileri ya tümüyle kahverengi ya da tümüyle siyah. 

2 Kasım 1701

Bursa’ya gitmek için Ankara’dan yola çıktık; yanımızda yalnızca bir Türk arabacı ve Fransızca anlamayan bir Rum hizmetkâr var; bu yüzden kendi hizmetimizi kendimiz görmek zorunda kaldık. O gün, yalnızca dört saat boyunca, düz ve iyi işlenmiş bir arazide yürüdük. Geceyi, berbat bir köy olan Susuz’da (10) geçirdik ve burada Kayseri’den Bursa’ya giden birkaç kişiye katıldık. 

3 Kasım 1701

Yalnızca Aias’ın (11) ötesinde tek bir tepe yükseltisi kapsayan güzel bir ovada yedi saat yürüdük; oldukça güzel bir kent olan Ayaş bir çukurda yer alıyor; bahçeleri çok güzel ve kentte eski mermerler de var. Ertesi gün, dokuz saatlik bir yürüyüşten sonra Beypazarı’na vardık.

 Beypazarı oldukça dar bir vadide, hemen hemen eşit olarak dağıldığı üç tepenin üstünde kurulmuş. Evleri iki katlı, oldukça iyi tahtadan yapılmışlar; ne var ki, sürekli olarak yokuş çıkmak ya da inmek gerekiyor (12). Beypazarı çayı, birkaç değirmenin çarkını döndürdükten ve meyve bahçelerinin, bostanların bulunduğu geniş bir bölgeye bereket dağıttıktan sonra Aiala’ya (13) kavuşur. İstanbul’da Ankara armudu adıyla satılan armutlar işte buradan gelir; ne var ki, bu armutlar çok geç yetiştiğinden tatma zevkine erişemedik. Bütün bu yöre kurak ve -meyve bahçelerini saymazsak- çıplaktır. Keçiler burada yalnızca ot yerler ve -Busbecq’in (14) de dikkati çektiği gibi- iklim ve otlak değiştirildiğinde niteliklerini yitiren yapağılarının güzelliğini sağlayan da belki budur. Beypazarı’ndaki ve Ankara’daki çobanlar keçileri sık sık tararlar ve çaylarda yıkarlar. Bu yöre bana Titus Livius’un ormansız topraklarını anımsatıyor; Titus Livius’un sözünü ettiği topraklar Beypazarı’ndan çok uzak olmasa gerek, çünkü Sangaris [Sakarya] Irmağı buradan geçiyor; Asya’nın birçok yerinde yapıldığı gibi, burada da yalnızca tezek yakılıyor.(15) 

Dipnotlar

(1) Joseph Pitton De Tournefort, 2005. Tournefort Seyahatnamesi, Kitap Yayınları. 

(2) loannes Tzetzes, 12. yüzyıl Bizans yazarı. 

(3) İmparator Augustus’un bir çeşit siyasal vasiyetnameyi olan ve bir bölümü hâlâ bulunduğu yerde aynen korunan büyük yazıt “Monumentum Ancyranum”. 

(4) Eski Yunanda, devletin bakımını üstlendiği kişilerin kaldığı ev 

(5) Burası hem Pococke’un (1739), hem de “altmış yıllık” olduğunu söyleyen Lucas’ın (1705) tarihlendirdiği aşağı kentin surlandır, Evliya Çelebi-1648’de buradan geçerken de bu surlar vardı. 

(6) “Kale adı verilen mahalledeki bir Rum kilisesinde bulunan bir taştan bu ülkede çok söz edilir; bu taş, Tanrının kendisine iman edenlere imanlarını tazelemeleri için her gün gösterdiği Tanrı mucizesi olarak kabul edilir. […] Ne var ki, yalnızca kalın duvardaki deliği bana gösterdiklerinde ve delikten bakıp bir kaymaktaşı gördüğümde olağanüstü şaşırdım” (Lucas, 1703). Pococke da bir Rum kilisesinden söz eder. Polonyalı Simeon’a göre (1618), kaledeki kilise Rum kilisesiydi ve Meryem Ana’ya adanmıştı. 

(7) “Genellikle Ermenilerin başpiskoposunun oturduğu, Ankara’ya bir mil uzaklıktaki manastırdayım. Kilisesi en güzel kiliselerden biri; kesme taştan yapılmış, kubbesi yüksek ve özenle işlenmiş” (Lucas). “[Kale] yakınından geçen ırmak, kentin batısından geçen Insveh [ince] adı verilen başka bir dereyle birlikte, Ermenilerin manastırın yakınında, kentin bir mil uzağında bulunan büyük bir ırmağa, Çubuksuya katılır” (Pococke). “Aynı zamanda başpiskoposluk merkezi olan ve kente iki mil uzaklıkta bulunan Meryem Ana Ermeni manastırı, bu ülkede gördüğüm en iyi manastırdı” (Aybry de la Mortraye, 1700). 

(8) Simeon, 1618’de, 500 Ermeni ailesi olduğunu söylüyor. Pococke, 1739’da, nüfusu abartmalı biçimde 100 bine çıkarıyor, bunların 1.500’ünün Rum, 8.500’ünün Ermeni olduğunu, ayrıca 40 kadar Musevi ailesi bulunduğunu belirtiyor. Kiliselerin sayıları konusunda verilen bilgiler birbirini tutmaktadır. 

(10) Bugün Ankara-İstanbul yolu üzerindedir. 

(11) Ayaş, “aynı adı taşıyan ırmağın kıyısındadır ve 600 ev kapsamaktadır. Gümüş ve bakır madenleri; yılda bin sığır satar. Yöre pamuk ve pirinç üretir ve 45.000 keçi besler.” (Gardane, -1807). Evliya Çelebi kentte 1000 ev olduğunu söyler. 

(12) “… Kent birçok küçük dağın üstünde kurulmuştur ve bu özellik onu uzaktan bakıldığında olduğundan çok daha büyük gösterir; her cumartesi kentte Pazar kurulur ve gelen çerçiler çok güzeldir” (Lucas). “1000 ev; kentin çevresindeki ovayı, daha sonra Sakarya’ya kavuşacak olan Aladağ çayı sular. Yılda 4.000 kentale varan pirinç hasadı yapılır” (Gardane). 

(13) Tournefort’un Aiala’sı, Gardane’ın da belirttiği gibi (bkz. önceki dipnot) Sakarya’ya kavuşan Aladağ’dır.  

(14) Avusturyalı diplomat Ogier Ghislain de Busbecq, Roma Germen İmparatorluğu’nun Osmanlı Devletindeki büyükelçisiydi (1555-1562). Bir anlatı kitabı vardır. 

(15) De Turnefort (2005), s. 227-233.

Ankara’nın sel ile tanışıklığı: 1957 sel felaketinden bugüne, ne değişti?

Ankara kenti tarihsel olarak Hatip Çayı, Çubuk Suyu ve İncesu Deresi’nin bir araya geldiği bölgede kurulmuştur. Kent hayatında bu dereler ciddi rol oynamıştır; tiftik bu derelerde temizlenmiş, tabakhane bu derelerin suyunu kullanmış ve şehri doyuran bostanlarda (özellikle Kazıkiçi bostanları) bu derelerin suyu kullanılmış hatta Hatip Çayı’nın üzerinde Roma döneminde yapılan bent marifetiyle suyun derinliği artırılarak kalenin savunmasında önemli katkısı olmuştur. 

Cumhuriyet dönemi başkentlik unvanı verilen Ankara’nın derelerine ise neredeyse hiç önem verilmemiştir. Mimar Jansen’in 1928 Ankara planında kentin havuz/plajı ve rekreasyon alanı olarak tasarlanmış olan Bent Deresi bölgesi, plaj yapılmasa da kıyısındaki parklar ile dönemin en önemli mesire alanı durumundaydı. Gerek kent yaşamına gerekse peyzajına güzellikler katan nehirler sayısız Avrupa kentinin olmazsa olmazlarıdır.

Ankara’nın da en önemli doğal zenginliği olan derelerin doğal ortamıyla korunmasına yönelik maalesef hiçbir girişimde bulunulmamış ve akarsuların kanalizasyon işlevi görmesi ve zamanla asfalt altına alınması ile şehir, mekânsal özelliklerinin önemli bir kısmını yitirmiştir. 

Ankara’nın ‘sel tarihi’

Cumhuriyet tarihinde Ankara’nın yaşadığı en büyük doğal afetin, şehrin akarsu zenginliği ile ilişkili olması bu yazının konusunu oluşturmaktadır. Hatip Çayı’ndan kaynaklanan 11 Eylül 1957 Sel Felaketi unutulmuş, Ankara’nın ve Ankaralıların hafızasından tamamen silinmiştir.  Ankara’nın sel ile tanışıklığı ise olayın öncesine dayanır. 

4 Mayıs 1946’da Bent Deresi, 7-8 Mayıs 1947’de Hatip Çayı, 9 Temmuz 1950’de Ankara’nın bazı semtleri, 22 Mayıs 1951’de Ankara’nın bazı mahalleleri, 12-15 Haziran 1951’de Dikmen ve İncesu Dereleri, 20-23 Temmuz 1952’de Kayaş’ta su baskını… 17 Şubat 1953’de Çubuk Çayı taşarak Varlık Mahallesi’ni sular altında bırakmış, 1 Mayıs 1953’de şehre yağan yağmur ve dolu ile şehir merkezinde oluşan seller ve 19 Haziran 1954’de sağanak yağış sonucu bazı semtleri su basmış, 9-11 Eylül 1957’de Hatip Çayı havzasından gelen sel şehir tarihinin en büyük taşkınını meydana getirmiş ve 196 kişi hayatını kaybetmiştir. 18-21 Haziran 1961’de de Bayındır Çayı, Esat ve Dikmen Dereleri taşmıştır.

Ancak en acı vereni mevzu-bahis olan 11 Eylül olayıdır. Öte yandan ne acıdır ki ne Bent Deresi sel baskını ne de öncesindeki dere taşkınları doğa olayı gibi algılanarak yaşanması mecburi birer “afet” olarak görülmüş veya gösterilmiş. Oysa hiç kimse veya kurum imar planlarında yapılan yanlışlıkları görmeye yanaşmamış. Aynı içinde bulunduğumuz dönemde Karadeniz ilçelerinde yüzlerce kişinin hayatına mal olan dere taşkınları gibi… Aradan geçen 70 yılda hala aynı hataların yapılması akla ranttan başka neyi getirebilir? Evet, şimdi tekrar vahim olayımıza dönelim dilerseniz;

Hatip Çayı, Ankara şehir merkezinden geçerken üzerinde kurulu Romalılardan kalma su bendi olduğu için, Bent Deresi adını alsa da 1930’lu yılların başında yapılan eklentilerle orijinalliğini kaybeden bentler tümüyle yıkılmıştır. 

Bentlerden sonra tabakhanelerin önünden geçtiği için Hatip Çayı’na Tabakhane [Debbağhane] Deresi adı da verilmektedir. Hatip Çayı, Ankara’nın doğusunda yer alan yaklaşık 2 bin metre yüksekliğindeki İdris Dağı’ndan doğduktan sonra, önce güneybatıya akarak Hasanoğlan Ovası’nın sularını toplayıp sonra batıya yönelerek Kayaş Vadisi’ne girdiği için Kayaş Suyu olarak da adlandırılır. 

Kayaş Suyu, Hatip Çayı, Bent Deresi ve Tabakhane Deresi gibi çok sayıda ismi olan akarsu; yaygın olarak Ankara şehrinin tarihi yerleşimi olan kalenin eteklerinden geçerken aldığı Bent Deresi adıyla bilinir.

Eriyen dolular Hatip Çayı’na karışınca felaket kendini gösterir…

Taşkının yaşandığı 11 Eylül Çarşamba günü öğlen saatlerinde Hüseyin Gazi Dağı’nın üzeri birdenbire kararır, Elmadağ üzerinden Ankara’ya kara bulutlar gelir ve Ankara’nın kuzey kesimlerine şiddetli sağanak başlar. Yağmur, şehirde pek fark edilmemişse de Elmadağ, Çubuk, Esenboğa, Mamak ve Kayaş boyunca başlayan sağanak, özellikle Elmadağ, Esenboğa ve Çubuk hattında ceviz büyüklüğünde doluya dönüşerek etkisini gösterir. Esenboğa’ya yağan doludan hava alanı pisti buz içinde kalır ve pist temizleninceye kadar uçuşlar yapılamaz. Elmadağ’a yağan dolular yaklaşık yarım metrelik bir tabaka oluşturur. Asıl felaket; bu dolu tabakası eriyip dere ve sel yataklarından Hatip Çayı’na karışınca kendini gösterir.

Sel ile ilgili ilk ihbar saat 14:00 sıralarında Elmadağ üzerinden geçmekte olan bir askeri uçaktan gelir ve telsizle Elmadağ’dan Ankara’ya doğru bir selin geldiği bildirilir. Seli ilk görenlerden biri de demiryolu bekçileri olur, selin varlığını ve geldiğini emniyete bildirirler.

Sel, demiryolu hattının 325 metrelik kısmını kopararak sürükler, Mamak ve Kayaş arasındaki tren seferleri sel başladığı andan itibaren durdurulur. Sel, ağaçları yıkıp, çukurları doldurarak Elmadağ’dan Lalahan’a ve vadi boyunca Hasanoğlan, Kayaş ve Ankara’ya doğru ilerler.

İlk su baskınına uğrayan yerlerden biri Lalahan olmuştur. Kayaş sular altında kalınca, Belediye Başkanı Orhan Eren selden haberdar edilmiştir. Eren, yola çıkıp sele doğru gitmeye çalışmışsa da Kayaş’ta tahribat yapan selin Ankara’ya büyüyerek devam ettiğini görmüş, şehre geri dönerek yol üzerindeki evleri ve Mamak’taki askeri birlikleri haberdar etmiştir. Başbakan Adnan Menderes, Meclis’e uğramadan yola koyulmuştur. TBMM’de dönemin en önemli meselesi görüşülürken Menderes’in valilikten, belediyeden ve ordudan görevlileri yanına alarak vatandaşın yardımına koşması, sonra Zafer Gazetesi’nde övünülerek anlatılmıştır. 

Sel daha hızlı ilerlediği için, Menderes selin bir tarafında kalmış, diğer tarafa geçemediği gibi Ankara’ya da geri dönememiştir. Nehrin sağ sahilinde Mamak, Hatip Çayı, Bent Deresi ve Kazıkiçi Bostanları’nda çalışmalara katılan Menderes, geceyi Altındağ’daki Tiftik Çiftliği’nde geçirmiştir. 

Cumhurbaşkanı Celal Bayar, saat 17:30’da nehrin sol sahilinde yer alan Saimekadın’a kadar gidebilmiş, yollarda selin yaptığı tahribat nedeniyle daha ileriye gidememiştir. Saimekadın ve konservatuvar civarını inceleyen Bayar, halkı dinledikten ve çeşitli direktifler verdikten sonra şehre geri dönmüştür. 

Hatip Çayı’nın yatağında ilerleyen sel suları çok hızlı akarken, bazı yerlerde evlerin boyunu aşmış ve önüne çıkan canlı cansız her şeyi sürüklemiştir. Dere yatağındaki tarlaların hepsi tahrip olmuş ve mahsuller zarar görmüştür. Ağaçlar gibi elektrik ve telefon direkleri de yıkılmış ve sel güzergâhında yer alan yerleşim birimlerinin hem elektrikleri kesilmiş hem de iletişim olanakları ortadan kalkmıştır. Sel mağdurları kaderleri ile baş başa kalmıştır. 

Hatip Çayı’nın akış yönünde yer alan Kayaş, Üreğil, Mamak, Saimekadın, Gülveren, Bent Deresi, İsmetpaşa Mahallesi, Atıfbey, Dışkapı, Kazıkiçi Bostanları ve Akköprü su altında kalmıştır. Sel suyu Saimekadın’dan sonra, iki kola ayrılmış, bir kolu Demirlibahçe’yi basmış, diğer kolu ise Gülveren üzerinden Dışkapı ve Akköprü’ye doğru ilerlemiştir. Selden en çok etkilenen yer Demirlibahçe olmuştur. Demirlibahçe’de de suyun şiddetine dayanamayan kerpiç evler, kurtulma ümidi ile üzerlerine çıkan vatandaşlarla beraber sel sularına gömülmüştür. Demirlibahçe’nin çukur arazi yapısı ve sel sularının hızla bölgeyi doldurması nedeniyle tek katlı evlerin hepsi su altında kalmış ve felaketin bölgedeki boyutu yıkıcı olmuştur. 

Selin diğer kolu, Bent Deresi ve Varlık Mahallesi

Selin diğer kolu, Bent Deresi ve Varlık Mahallesi ile Sanayi Caddesi ve Kazıkiçi Bostanları’nı etkilemiş ve tahribatı büyük olmuştur. Çankırı Caddesi’nin Dışkapı’ya yakın kısmından başlayarak Dışkapı Meydanı ve Buluş Sineması’nın bulunduğu yerler dâhil olmak üzere Ziraat Mahallesi’ni de su basmıştır. Varlık Mahallesi’nde yüzlerce ev yıkılmış, Yeni Sanayi çarşısındaki dükkânlar ve buraya tamir için getirilen araçların hepsi su altında kalmıştır. 

Dışkapı’dan Akköprü’ye inen sel suyu, Ankara-Yenimahalle yolunu ve yeni asfaltlanan İstanbul Caddesini tahrip etmiş, Ankara’nın hem şehir içi hem de şehirlerarası ulaşımı kesilme noktasına gelmiştir. 

Troleybüsler, otobüsler ve otomobillerin hiçbiri çalışmadığı için Dışkapı Caddesi’nde trafik durmuştur. Şehir merkezinde çalışıp Yenimahalle, Etlik, Keçiören, Aydınlıkevler ve Yenidoğan civarında oturanlar iş çıkışı evlerine gidememiş, gece yarılarına kadar otobüs duraklarında beklemek zorunda kalmış ve otobüs duraklarında uzun kuyruklar oluşturmuşlardır. Belediye Yenimahalle’ye gidecekleri Çiftlik yolu üzerinden götürme kararı almış, ancak Çiftlik yolundaki ulaşım da köprünün su altında kalması ile engellenmiştir. Belediye ekipleri 12 Eylül öğlene doğru Yenimahalle yolunu açmış ve İskitler Caddesi üzerinden Keçiören tarafına gitmek mümkün olmuştur. Adana, Kayseri ve Zonguldak tren seferleri de kesintiye uğramıştır. 

15 Eylül’de selin korkunç bilançosu; ‘ölü sayısı 140 ve maddi zarar 200 milyon lira’ olarak açıklanmıştır ve ölenlerin daha çok çocuklar olduğu anlaşılmıştır. Daha sonraki yıllarda resmi can kaybı 165 olarak sabitlenmiştir. Zamanın iletişim eksiklikleri, iktidarın sansür baskısı, gecekondu mahallesinde boğulan çocukların nüfus kayıtlarının yapılmamış olması göz önüne alındığında gerçek rakamlar bunun çok daha üstündedir.

Bent Deresi, gezi ve park alanı olma özelliğini selden sonra tamamen yitirdi

Sel felaketi haberleri gazetelerde çeşitli boyutları ile ele alınırken, Kerim Yund imzalı “Ankara tufanın sebepleri” başlıklı yazı dikkat çekiyor. Ülkeyi, “Türkiye öteden beri başıboş suların serserilik ve derebeylik yaptığı ülkelerden biri” sözleriyle niteleyen yazı; dönemin gündelik gazetelerinde sel felaketi ile ilgili bilimsel verileri kullanarak yazılan tek analiz yazısı: 

“İskân ve orman, suların hasar yapmasını önler. Akarsuların coşma ve taşma alanı iyi hesaplanıp, buralara barınak yapılmasının kötü sonuçları yurttaşlara bildirilmeli ve böyle yerlerde iskân kesinlikle yasaklanmalıdır. Bundan birkaç yıl önce de Eskişehir’de, Meriç boylarında sular binlerce cana kıymıştır. Eğer Hatip Çayı’nın başlarında, kaynaklarında ve geçtiği yerlerde orman bulunsa idi Ankara Tufanı ya hiç olmayacak veya çok hafif atlatılacaktı. Ormanlık yerlerde ısı farkı çok olmadığından dolu yağmayacaktır. Eğer Elma Dağı, ormanlık bir dağ olsa idi, bu kadar çok miktarda dolu yağmayacaktı. Ankara Tufanı ertesi, Cuma Günü Hacı Bayram Camii’nin vaizinin dediği gibi Tanrı’nın kullarına verdiği bir ceza değildir. Halkın çıplak gezmesinin oyun oynamasının değil, cehaletin ormanları yakıp yıkmasının ve usulsüz iskân dolayısıyla çekilmektedir” 

Sel felaketinden sonra Bent Deresi üzerindeki köprüler yıktırılmış ve dere DSİ tarafından menfez içine alınarak üzerinden 10 metre genişliğinde yol geçirilmiştir. Bent Deresi, erken Cumhuriyet döneminden itibaren Ankara’nın önemli bir gezi ve park alanı olma özelliğini, selden sonra tamamen yitirmiştir. Toplam 5 km uzunluğundaki menfezin ilk aşamasının yapımına, konservatuvardan Dışkapı’ya kadar olan kısma 1958 yılının Nisan ayında başlanmış; Dışkapı’dan Varlık Mahallesi’ne kadar olan ikinci aşama ise 1959 sonunda bitirilmiştir.

Hangi caddenin altından hangi derenin geçtiğinden bile haberdar değiliz 

Hatip Çayı’nın getirdiği sel felaketi Ankara’nın arada sırada taşkın yapan derelerinin devlet eliyle birer birer yer altına çekilmesi sürecini başlatmıştır. Şehrin doğal dokusunun bozularak, akarsuların menfeze alınması işlemi, sel felaketi nedeniyle ilk defa 1959 yılında Bent Deresi’ne uygulanmıştır. Bu müdahale yeni taşkınların olmasını engellememiş; iki yıl sonra 1961 yılında Hatip Çayı tekrar taşmış ve sel baskını olmuştur. 

İdarecilerin keyfi yaklaşımları ile Ankara’nın akarsu mecralarına müdahaleler 1956-1957 yıllarında başlamış ve ulaşım ağının genişletilmesi için Bent Deresi ilk kurban olmuştur. 1957 Sel Felaketi, plansız ve programsız yapılan müdahalelerin meşrulaştırılması için hoyratça kullanılmış; derelere yapılan bütün müdahalelere rağmen Ankara’da su baskınları ve sel felaketleri bir türlü önlenememiştir. 

Bir zamanlar her yağmur yağdığında “Kayaş’tan Hatip Çayı ile sel gelecek” diye paniğe kapılan Ankaralılar, yakın tarihe dair hafızası tamamen silinmiş bir şehirde hangi caddenin altından hangi derenin geçtiğinden bile haberdar değildir. 

Şehrin büyüme dinamikleri ile uyumsuz imar planı hazırlatılması planların hiçbir zaman uygulanamamasına, idarecilerin otoriter tutumları da Ankara’nın doğal dokusunun bozulmasına, kültürel mirasının yağmalanmasına ve mekânsal özelliklerini yitirmesine neden olmuştur. Bir yandan akarsuları yer altında menfeze çekip üzerlerini kapatanlar, diğer yandan yaptıkları parklara bahçelere göletler, tahta köprüler ve fıskiyeler ilave etmektedir.

Doğal olanı korumak yerine yapay olanı görünür hale getirmek daha kolay olsa da günden güne asfalt ve beton ile kuşatılan Ankara’da yağan yağmur toprağa karışamamakta, her yıl aynı düzeyde gerçekleşen yağış dere ve sel yataklarını tekrar ortaya çıkarmaktadır. Ankara’da her yağış sonrasında beliren su baskını ihtimali ve sel felaketi tehlikesi, derelerin kendi doğal mecralarında “tekrar” özgürce akacağı ve sularını topladıkları alanların ağaçlandırıldığı güne kadar devam edecektir.

Kaynakça:

Yrd. Doç. Dr. İhsan Seddar Kaynar, Ankara Araştırmaları Dergisi, Aralık 2017, S:197-224, Ankara’nın 11 Eylül 1957 Sel Felaketi ve Siyasi Gündemi

Tarihe direnen Ayrancı’nın son bağ evlerinden: Mıhçıoğlu bağ evi

Bu sayımızda size Aziziye Mahallesi Güvenlik Caddesi Andrey Karlov Sokak No: 20 adresinde bulunan Mıhçıoğlu Bağevi’ni anlatacağım.

Şimdi Dafne Restoran’ın kullandığı bu mülk içinde bulunan tarihi Ankara evi ve 3.5 dönümlük asırlık çam ağaçları ve sayısız meyve ağaçları bulunan bahçesi ile Ankara’nın merkezinde benzeri olmayan nadide bir vaha gibi.

Mıhcıoğlu Bağevi

Ankara’nın sayfiyesi Ayrancı bağları

Ankara’nın köklü ailelerinde ve eşrafında bağ evi geleneğinin olduğunu biliyoruz. Kaledeki evlerinden yazın gelmesiyle önceleri at arabalarıyla, sonraları kamyonlara doluşarak taşınılan bağ evlerinde havaların soğumasına kadar kalınır, tüm kış hazırlıkları bağ evlerinde görülürmüş.

1970’li yılların sonuna doğru Ankara’da bir söz yayılmaya başlamış, “bağ evini müteahhitte verip yerine apartman yaptırmak için bu son şansın, koruma kurulu kararı çıkınca artık evine dokunamazsın”. Bu kurul kararı ne zaman çıktı bulamadım ama Ayrancı bağ evlerinden sadece 4 tanesi bu furyaya katılmadı. Börekçi ailesine ait bir, Kınacı ailesine ait iki ve Mıhçıoğlu ailesine ait bir bağ evi. 

Ayrancı’da varlığını sürdüren 4 bağ evinden biri: Mıhcıoğlu bağ evi

Belediye tarafından restorasyonu onaylanan Şakir Kınacı’ya ait bağ evine daha önceki sayımızda yer vermiştik. Bahçesindeki süs havuzunun başında dedesi ile kahve içen Atatürk’ün anısına saygısından babasının bağ evinin yıkılmasına karşı çıktığını yazmıştık. 

Mıhçıoğlu ailesine ait bağ evinin korunmasının nedeni büyükbaba Halit Ferit Mıhçıoğlu’nun bu evi oğlu Dr. Ahmet Kazım Mıhçıoğlu’na bırakması olmuş.

Halit Ferit – Necibe Mıhçıoğlu çiftinin ikisi kız üçü erkek beş çocukları vardır. Ahmet Kazım Mıhçıoğlu, ailenin dördüncü çocuğu olarak 1907 yılında Ankara’da doğmuş. 1928 yılında Yüksek Orman Mektebi’nden birinci dereceyle mezun olmuş.

Mezuniyetinden hemen sonra İstanbul Belgrad Ormanı fen memuru olarak çalışma hayatına başlamış. 1931 yılında staj yapmak üzere bakanlık tarafından Almanya’ya gönderilmiş. Almanya’da Freiburg Üniversitesi’nde ormancılık tahsili görüp ve 1937’de doktora eğitimini iyi derece ile tamamlayarak yurda dönmüş.

Türkiye’ye döndükten sonra ilk olarak Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü’ne, daha sonra Ankara Orman Fidan Müdürlüğü’ne tayin edilmiş. 1965 yılında kendi isteği ile emekliye ayrılmış.

Çocuğu olmayan Kazım Mıhçıoğlu, Hasanoğlan’da 60 dönümlük bir arazide, kendi eliyle çubuktan yetiştirdiği kavaklığı ‘Mıhçıoğlu Ormanı’ olarak bağışlamış ve Elmadağ ilçesinde okulu olmayan bir köye okul ve çeşme yapılmasını vasiyet etmiş. 

Okul hâlâ Hasanoğlan’da Dr. Ahmet Kazım Mıhçıoğlu İlkokulu adıyla eğitim vermeye devam etmekte.

Dr. Ahmet Kazım Mıhçıoğlu Ankara Kulübü’nün kuruluşunda da bulunmuş ve 1947-1951, 1956-1964 ve 1967-1968 tarihleri arasında başkanlığını yapmış. 04.11.1987 tarihinde vefat eden Dr. Ahmet Kazım Mıhçıoğlu Cebeci Asri Mezarlığı’ndaki aile kabristanına defnedilmiş.

Garanti Bankası Anafartalar Caddesi’nde kuruluyor

Ankara’nın köklü ailelerinden olan Mıhçıoğlu ailesinin büyük oğlu Halil Naci Mıhçıoğlu ve arkadaşı Mahmut Nedim İrengün,Garanti Bankası’nın ‘kurucuları’ arasında isimleri geçiyor. Bugün hayatta değiller. 1946 yılının Ankara’sında banka kuracak kadar ‘girişimci’ olan İrengün ve Mıhçıoğlu, o dönemde en yakın arkadaşları Vehbi Koç’un İkinci Dünya Savaşı sonrası, şirketlerin likiditeye ihtiyaç duyduğunu keşfederek bu işe soyunuyor, İrengün ve Mıhçıoğlu bu kararlarını Vehbi Koç’a açıyorlar. ‘Olur’ yanıtı alınca da Ankara Anafartalar Caddesi’nde daha önce kağıt deposu olarak kullanılan 300 metrekarelik mekanda, 1 şube ve 25 personelle işe başlıyorlar. Bankanın adını da ‘Garanti’ olarak tescil ediyorlar.

Sanayinin ve ticaretin kalbinin aslında İstanbul’da attığını fark ederek 1950 yılında genel merkezi Ankara’dan İstanbul’a taşıyorlar, ardından peş peşe açtıkları şubelerle, pek çok banka batıp çıkarken, onlar orta ölçekli bir banka yaratıyorlar.

TBMM’de 7. dönem milletvekilliği de yapan Halit Naci Bey 30.09.1986 tarihinde vefat etti. 

Erhan Mıhçıoğlu

Mıhçıoğlu ailesi Ayrancı’da yaşamaya devam ediyor

Kazım Mıhçıoğlu’nun küçük erkek kardeşi Mehdi Mıhçıoğlu’nun oğlu Erhan Mıhçıoğlu ile telefon ile görüşme yapma imkanımız oldu. 

Erhan Bey halen Ayrancı Dedekorkut Sokağı’nda aileye ait apartmanda yaşıyor. Kimya mühendisi olan uzun yıllar döküm sanayi ile uğraşan Erhan Bey artık emekli olmuş, eşinin vefatı ve pandemi nedeniyle çoğunlukla Datça’da bulunuyor. Ankara’ya döndüğünde Ayrancı’nın eski günlerine dair uzun bir sohbet sözü aldığımız Erhan Bey, 1951 yılında babasının yaptırdığı Meneviş ile Güven Sokağı’nın (şimdiki Kuveyt Caddesi) Ayrancı’nın ilk apartmanının, 1953 yılında bağ evinin tadilatı sırasında Şakir Kınacı’nın bağ evinde yatılı misafirliklerinin, Ayrancı’daki çocukluk gençlik günlerine ait anılarıyla bir parmak bal çaldı. Babası ve halaları ile ilgili anıları ve aile albümünden fotoğrafları Ankara’ya döndüğünde bizimle paylaşacak, bizlerde heyecanla bekliyoruz.

Mıhçıoğlu Bağevi
Mıhçıoğlu Bağevi

Bağ evinden Dafne Restoran’a…

Erhan Beyin telefonda ifadesi şöyleydi; “Büyükbabamız Halit Ferit Mıhçıoğlu, Kazım Amcam Orman mühendisi diye bağ bahçe işlerinden anlayacağını düşündüğü için Ayrancı’daki bağ evini ve Elmadağ – Hasanoğlan’da bulunan araziyi kendisine bırakmıştı. Amcam çocuğu olmadığı için bağ evini Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağışladı. Daha sonra farklı firmalar burayı kiralayarak Ankaralılara hizmet vermeye başladı.

Mıhçıoğlu ailesinin varlığından habersiz olarak benim ve arkadaşlarımın da gittiği, kiracılarının işlettiği hatırladığım ilk mekan Park Klüp’tür. Seksenli yıllarda ilk açıldığında, garden partileri, tenis kortları ile herkesin şık şıkıdım giyinip, akşam üstleri kokteyl içtiği, geceleri müzik dinleyip dans ettiği eski Türk filmlerindeki gibi bir kulüptü.

Sonra şimdilerde Safiye Soyman ile televizyonlarda gördüğümüz Faik Öztürk ve ortağı kiralayarak Beyler Konağı isimli (bu eril isimli mekan zamanın ruhundan uzaktı) kebapçı, meyhane karışımı bir mekan açtılar. 90’larda eller havaya furyası başlayınca Faik Öztürk ortağından ayrılarak Filistin Caddesi’nde Dedikodulu Meyhane’yi açınca, ortağı işe devam etmedi ve mekan şimdiki kiracı Dafne Restoran’a devredildi. 

Ayrancı’nın bu eski bağ evi yılların izini Dafne Restoran adıyla yaklaşık 30 yıldır bu adreste bizimle paylaşmaya devam ediyor.

Mıhçıoğlu Bağevi