Ayrancı’nın dereleri nerede?

11 yıl önce Ankara/Ayrancı’ya ilk taşındığımda semtin topoğrafyası beni şaşırtmıştı. Açıkçası bu kadar yokuşlu bir kent beklemiyordum. Nispeten daha düz olan Eskişehir ve Konya’ya kıyasla Ankara tam bir vadiler kenti. Bir zamanlar bu vadilerden şimdi sokaklara adını veren derelerin aktığını yüksek lisans tezimi yazarken öğrendim. Ankara’nın yerleşim örüntüsüne yön veren bu derelerin nasıl kaybolduklarını ve tekrar gün yüzüne çıkarılıp çıkarılamayacağını merak ederek tezimi 2020’de bitirdim. Kent merkezinde 100 km2 alana odaklanan çalışmamda yüzeyden yaklaşık 56 km akarsuyun yok olduğu sonucuna ulaştım ve Kayıp Dereler Haritası oluşturdum. Su yaşamı canlandırdığı gibi aslında şehir hayatını da canlandırmaktadır. Ankara’da bir akarsu boyunca yürümek, oturmak, sohbet edebilmek suyun akışını herhangi bir kötü koku olmadan yakından izleyebilmek ne güzel olurdu değil mi? Fakat Ankara’nın dereleri şuan yerin altında menfezlerden akıyor ve daha nicesi yürürlükteki mevzuatlara göre beton kanallar içine alınarak ıslah ediliyor.

Ankara’nın dereleri nasıl kayboldu?

Derelerin kayboluşu Cumhuriyet Ankara’sının da tarihi aslında. Ankara il sınırının çok büyük bölümü Sakarya Havzası içindedir. Hatip Çayı, Çubuk Çayı ve İncesu; Bu akarsular birleştikten sonra Ankara Çayı adını alır ve batıya Sakarya Çayına doğru ilerler. Ankara’nın jeomorfolojik özellikleri, bu dört akarsuyu besleyen birçok küçük suyoluyla şekillenir. Bu derelerin kuru dere yani mevsimsel akışa geçen dereler olduğunu belirtmek gerekir. Ankara iklimi ve yer şekilleri itibariyle konveksiyonel (kırkikindi) yağışlar almaktadır. Dolayısıyla düşük debili bu kuru dereler ilkbaharda yüksek debi ile akar ve havza ekosistemini besler.

Kalenin etrafını dolanan Hatip Çayı kentin evsel ve ticari su ihtiyacını uzun süre karşılamıştır. Üzerine Romalılar tarafından inşa edilen ‘bent’ baraj görevi görmüş ve suyu şehrin belirli bölgelerine cazibe  (yerçekimi) ile taşımak için kullanılmıştır. Bu nedenle Hatip Çayı, “Bentderesi” olarak da anılmaktadır. Diğer derelere nispeten daha yüksek debide akan Hatip Çayı üzerinde buğday vb. öğütmek üzere kurulmuş değirmenler, deri yıkamak için Tabakhane denilen dükkânlar bulunmaktaydı. 1900’lerin başında İncesu deresi ise Ankara Garı önünde taşarak geniş bataklık alanlar oluştururdu. Bu durum sıtma hastalığının artmasına sebep olurdu. Ankara başkent olduktan sonra kentsel gelişimini yönlendiren Jansen Planında bu bataklık alanlar, açık-yeşil sistemler olarak planladı. Gençlik Parkı, Stadyum ve Hipodrom gibi spor ve rekreasyon alanlarının Gar önündeki düzlükte planlanması bir tesadüf değildir. Bu yeşil koridor Abdi İpekçi ve Kurtuluş Parkına doğru uzanmaktadır. İlerleyen dönemde İncesu dere yatağı daraltılmıştır. 1944 Ankara Haritasında İncesu deresinin taşkın önlemek amacıyla Sıhhiye pazarı ve Atatürk Bulvarı boyunca Kazım Özalp caddesine kadar kanal içine alındığı görülür. 

Ayrancı’nın dereleri

Ankara’nın üç ana deresi dışında, şehirde mevsimsel olarak akan irili ufaklı birçok dere vardır. 1944 Çankaya Haritasında, İncesu deresinin batı tarafında sırasıyla Büyükesat, Kavaklıdere, Hoşdere, Dikmen deresi ve Kirazlıdere gözükür. Hoşdere, o dönemde Orta Ayrancı ve Yukarı Ayrancı olarak gösterilen vadiden –Portakal Çiçeği Vadisi– aşağı doğru bugünkü Kuzgun sokak boyunca Meclis bahçesine doğru akmaktadır. Kavaklıdere ise kaynağını Çankaya Köşkü yakınından alarak Seğmenler Parkı içinden geçip bugünkü Tunus Caddesi boyunca ilerler ve İncesu deresine kavuşurdu. Günümüzde Kavaklıdere Seğmenler Parkı içinden halen açıktan akmaktadır, ancak Seğmenler Parkı alt kotunda menfeze girer, Kuğulu Parkın altından geçerek Tunus Caddesi boyunca yolun altından akar ve İncesu menfezi ile birleşir. 14 km uzunluğu bulan Dikmen Çayı ise Dikmen Köyü Camii’si civarından başlayarak vadiden geçer ve Kara Harp Okuluna doğru devam ederek bugünkü Saraçoğlu Mahallesine doğru akardı. Trajik bir şekilde bugün dere, vadi içerisindeki menfezde, yer altından akarken üstünden yapay havuz akar. Sonrasında Çetin Emeç Bulvarı altında bulunan sel kapanına (su tutma alanına) girer ve Cemal Süreya Parkına doğru Dikmen Caddesi altından geçerek Kirazlıdere menfezi ile Necatibey metro istasyonu civarında birleştirilir, son olarak Ankara Çayına yönlenir. 

Ayrancı’nın dereleri

Derelerin kaderini değiştiren seller 

11 Eylül 1957’de Hatip deresinin ve de kentin kaderini değiştiren büyük bir sel meydana gelir. Erman Tamur’un “Suda Suretimiz Çıkıyor” eserindeki anlatımıyla il merkezinde yağmur bile yağmamışken Hatip Çayı’nın su toplama havzasında yer alan Hasanoğlan, Lalahan, Kayaş ve Mamak bölgeleri 1,5 saat yağış almış, su, derenin taşma debisini aşarak Kayaş-Dışkapı güzergâhındaki taşkın yatağında bulunan her şeyi önüne katıp sürüklemiştir. Önceki yıllarda da Hatip, İncesu ve Dikmen derelerinde seller meydana gelmiş ise de bu seferki sel, 20 milyon lirayı aşkın hasar ve 165 kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. O yıl erken seçime giden Türkiye’nin siyasi gündemi de çok hareketliydi, öyle ki selle aynı gün mecliste Seçim Kanunu değişiklikleri yapılmaktaydı ve sel meclis gündemine ancak gece girebilmişti. Sel sonrası Hatip Çayı’nın ıslahı DP’nin bir seçim propagandası olmuş ve akabinde bir kısmı (bugünkü Bentderesi Caddesi) yer altına alınarak Hatip Çayı kapatılan ilk dere olmuştu. 

Ankara’nın 11 Eylül 1957 Sel Felaketi

Dereler altyapısız başkentin kanalizasyon hatlarına dönüşürken, seller derelerin kapatılmasının bahanesi olmuştur. Hâlbuki seller politikacıların söylediği gibi asrın felaketleri değildir, insan müdahalesinin ve yetersiz altyapının bir sonucudur. Zira 1963 DSİ Raporunda taşkınların sebebi şu şekilde açıklanmıştır: “Kontrolsüz iskân derelerin tahliye kapasitesini azaltmıştır… Derelerin drenaj alanlarının bitki örtüsünden mahrum bulunması, arazinin yanlış kullanılması, herhangi bir şekilde toprak muhafaza tedbiri alınmadan tarım yapılması ve mecralara muhtelif artıkların dökülmesi…” Yani sellerin ana sebebi, yoğun nüfus artışı, dere kenarlarındaki gecekondulaşma ve altyapı yetersizliğiydi. Jansen Planı’nda 1980 için öngörülen nüfusa 1950’lerin başında ulaşan Ankara için yeni bir master plan (Yücel-Uybadin, 1957) yapılmış, plan raporlarında İncesu ve Bentderesi’nin kanalizasyon sisteminin bir parçası olduğuna değinilmiştir. 1963 DSİ Raporuna göre, şehrin yalnızca 1/10’unda atıksu ve yağmursuyu sistemi vardı, kalan yerlerde septik tanklar kullanılırdı veya atıksular arıtılmaksızın derelere deşarj edilirdi. Hatta 1950’lerde belediyeler, muhtarlara beton büzler dağıtmış halkın iş birliği ile atıksu hatları döşenmesi sağlanmıştır. Ancak bilgisizlik ve yönetim eksikliği nedeniyle yine DSİ Raporuna göre PTT’nin telefon menholüne bile kanalizasyon bağlantılarının yapıldığı görülmüştür. 1970’lerde Anadolu’nun büyük kısmı fosseptik çukurlarına insan dışkısını biriktirir, daha sonra gübre vb. olarak yararlanır ya da boş arazilere dökülürdü. Bu evsel atık anlamında çevre kirliliğini geciktiren olumlu bir durumdu aslında, çünkü 90’larda kanalizasyon bağlantısı arttıkça arıtma tesisi oranı yok denecek kadar az olduğundan içme suyu havzalarını tehdit eden kirlilik yüksek seviyelere ulaşmıştır. 

Atatürk Bulvarı’nın Sıhhıye bölümünden açıktan akan İncesu Deresi (1970)

Kanalizasyona dönüşen dereler

Büyük selden sonra Hatip Çayı’nın kent içerisinde kalan kısımları da 60lı yıllar boyunca DSİ tarafından kapatılmıştır. Böylelikle Hatip Çayının dere yatağı kamu yararına kullanılmak yerine ranta kurban edilerek özel mülkiyete geçmiş, şehir dışında yeni rekreasyon alanları (sel kapanları) inşa edildiği düşünülerek gözden çıkarılmıştır. İncesu ise açık bir kanalizasyon hattına dönüşmüştür. Raporlara göre yazın dereden gelen koku başkentin merkezine yakışmayacak şekilde ağır kokmaktaydı. Nitekim 1972-76 yılları arası İncesu deresinin kent merkezindeki büyük bölümü menfeze alınarak üstü kapatılmıştır. 1961’de kent merkezindeki sellere önlem almak için Dikmen deresi önüne büyük bir sel kapanı (bugün Çetin Emeç Bulvarı altındadır) yapılmıştır. Tamur’un anlatımıyla Dikmen deresi küçük bir dere olmasına karşın, mevsimsel sellere neden olurdu. Dere, Saraçoğlu Mahallesine doğru akarken yönünü değiştirip Anıtkabir-Bahçelievler tarafına yönlendirilerek Kirazlıdere ile birleştirildi, böylece sellerin önüne geçilmesi planlandı. Ankara Taşkın Projesi Tatbikatı (1968) kitabında İbrahim Batukan İncesu deresinde yapılan hatanın Kirazlıdere de yapıldığını, hemen Anıtkabir’in yanından bugünkü M. Fevzi Çakmak Caddesi altından akan Kirazlıdere’ye Beşevler boyunca birçok apartmanın kaçak olarak kanalizasyonlarının bağladığı belirtilmektedir. Yıllar içerisinde Dikmen deresinde de aynı hata yapılacaktı. 1957 Yücel-Uybadin İmar Planında vadiler (Seğmenler, Botanik vd.) koruma altına alındıysa da Dikmen Vadisi kontrolsüz yapılaşmaya uğramıştır. 1989’da Ankara Büyükşehir Belediyesi “Dikmen Vadisi Konut ve Çevre Geliştirme Projesi” adı altında bölgeyi yeniden ele almış, kentsel dönüşümün ilk örneklerinden birini gerçekleştirmiştir. Projede dere ıslah edilerek menfeze alınmış ve havza ekosistemi, geri dönüşümü olanaksız değişikliklere uğramıştır.

Dikmen Vadisi Çetin Emeç Bulvarı tarafından görünüşü 1990

90’lardan günümüze 

1980lerde Ankara Çayı’na arıtılmaksızın verilen kanalizasyon hatları neticesinde içme suyu havzalarındaki kirlilik yüksek seviyeye ulaştı. 1989’da ayrık kanalizasyon sistemi ve arıtma tesisi içeren Büyük Ankara Kanalizasyon ve Yağmursuyu Projesi (BAKAY) planlandı. 1997’de Sincan-Tatlar’da son teknoloji bir Arıtma Tesisi inşa edildi. Ancak, ABB, 2017’de BAKAY projesinin sadece %54ünün tamamlanabildiğini belirtmiştir. BAKAY Projesine göre yağmur suyu taşıması planlanan kapalı veya açık derelerin çoğu halen atıksu da taşımaktadır ve bu hatlara atıksu bağlantıları yapılmaktadır. Bu durum, 2016’da DSİ için hazırlanan havza raporlarında belirtilmiştir. Diğer taraftan IV. Sınıf yani çok kirli olan Ankara Çayı ve Sakarya Nehri tarımsal sulamada hatta içme suyunda kullanılmaktadır. 

Mansur Yavaş’ın da birçok kez dile getirdiği gibi bugün Tatlar Arıtma Tesisi yetersiz kalmaktadır, çünkü giren su miktarı çok fazladır. Nüfus artışı yanı sıra özellikle derelerin ve yağmursularının tesise maliyeti çok yüksektir. Dereler ve yağmur suları atıksu hatlarından ayrılarak, olabildiğince yeraltı suyuna sızdırılmalı ve bunun için klasik bir yöntem olan daha fazla boru döşemek yerine doğa-tabanlı çözümlere geçilmelidir. Yağmursuyu hasadı, yeşil çatılar, biyotutma sistemleri, geçirgen yüzey döşemeleri vb. sürdürülebilir drenaj sistemleri ile sadece su krizine değil kentlerin ısınmasına da çözüm üretebiliriz. Derelerin tekrar açılması bir hayal değil aslında ekolojik ve ekonomik bir gerekliliktir. 

Çankaya Sineması, Ayrancı’nın en unutulmaz mekanı 

İnsanlar ve kentler birbirlerini hatırlar, birbirlerinin kimliklerinin oluşmasına etkide bulunurlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkmayı hatta onları geçmeyi hedeflediği ülkenin başkentidir, Ankara. Sanatın bu kadar ticarileşmediği dönemlerde Türkiye’de sanatın da başkentiydi, Ankara. Benim gençlik yıllarım, sinemalar açısından günümüzden çok farklıydı.

Korkarım yakın bir gelecekte AVM’ler dışında çok az sinema ayakta kalmayı başaracak. Evet, bu alışveriş merkezlerindeki sinemaların bir kısmı gerçekten çok yeni teknoloji ile donanmış, ses ve görüntü kalitesi iyi olan salonlar. Bu alışveriş merkezlerinde film izlemek ayrı bir keyif olabiliyor zaman zaman. Ama maalesef eski sinemaların kokusu ve dokusu bulunmuyor. Eskiden biz de sinemaya giderken evden tamamen bu amaçla çıkardık. Hangi filme gideceğimizi önceden belirlemiş ve günlerce belki haftalarca bunun hayalini kurmuş olurduk, Sinema sadece eğlence aracı değil bir kutsal bir ritüeldi bizim kuşak için.

Gençlik ve olgunluk yıllarım Ankara’da geçti. 70’li, 80’li yıllarda en önemli sosyalleşme aracı büyük ve özenle inşa edilmiş ihtişamlı salonlarda sinema seyretmekti. Amacım nostalji yapmak ya da geçmiş yıllara bir güzelleme değil. Bizden bir üst kuşağın döpiyes ve takım elbise giyerek tiyatroya gittikleri gibi, benim gençlik yıllarımın en önemli sosyal faaliyeti olan sinemalara giderken yaşadığımız bizim kuşağın heyecanını aktarmak.

Günler öncesinden gazetelerdeki ilanlara bakarak, hangi filme gideceğimizi belirler, arkadaşlarla durumu tartışarak bir karar verir, biletlerin bulunmama ya da iyi yerlerden olma ihtimali için birini erkenden sinemaya gönderirdik. Sinemanın önünde buluşma saatimizi belirler, gişedeki takım elbiseli yaşlı amcaya bakarak kapıdaki yelekli ve papyonlu biletçiye tüm biletler uzatılır ve kişi sayımız söylerdik. Numaraların tek mi, çift mi oluşuna göre sinemanın fuayesinde konum alır, saatine daha çok varsa bir sigara yakar, teşrifatçıya doğru yönlenilirken bahşişi hazırlardık. Koltuklara yerleşirken etraftakilere bakar, tanıdıklar görülürse onlar selam verir, ilk gong çalıp, kadife perde ağır ağır açılırken kendimize bir çeki düzen verir, film izleme moduna geçerdik.

1967 yılında Elazığlı müteahhit Mehmet ve Refik Erdoğan kardeşler tarafından Ankara Paris Caddesi, Şili Meydanı’nda açılan Çankaya Sineması 1987 yılına kadar Ankaralılara hizmet vermişti. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün katıldığı açılış ile hayata başlayan Çankaya Sineması 850 kişilik koltuk kapasitesi ile dönemin en gözde mekânlarından birisi olmuştu. 

Çankaya Sineması’nın içi başka bir hayal dünyası. Görkemli avizesi ve ferah yan balkonlarıyla Ayrancı’nın sinemasıydı, Çankaya. Kocaman bir salonu vardı ya da bana öyle gelirdi. Balkonu yoktu ama her iki yanından basamağa benzer balkon gibi iki bölüm yükselirdi. Çankaya Sineması gong ile açılır, ilk gongun ardından üzerinde Ziraat Bankası yazan kalın, ağır, kadife perdeleri yavaş yavaş açılırdı. Ankara’nın birçok sinemasında olduğu gibi, Çankaya Sineması’nda cumartesi sabahları Ziraat Bankası Çocuk Filmleri oynardı. Her cumartesi günü sinemanın önünde anne ve babalarıyla bir sürü çocuk.

O yıllarda, Atatürk Bulvarı’ndan Cinnah’a doğru çıkarken meydanın oradaki boş arsada, hep Çankaya Sineması’nın vizyondaki filmleri tahta panolara asılmış halde olurdu. Önünden her geçişimde mutlaka afişlerine bakıp hayal kurardım. 70’li yıllarda en güzel Türk filmleri; Türkan Şoray’ın “Buğulu Gözler”i, tüm Yumurcak filmleri ve Kartal Tibetli Tarkan filmleri. Yanılmıyorsam ‘84 yılıydı. O zamanların gözde aktristi Brooke Shields’in, Ankara’da ilk kez gösterilecek olan “Sahara” filmi için Çankaya Sineması’na gitmiştik. Erkenden sinemaya gelmemize rağmen bırakın o seansı, o günü, üç gün sonrasının bile biletlerinin bittiğini öğrenince hayretler içinde kalmıştık. Ama Spilberg’in Üçüncü Türden Yakınlaşmalar, Sam Peckinpah’in Şeref Madalyası filmini Çankaya Sineması’nda izlemiştim. O yılların gençliğini hayli etkileyen Grease filmi de Çankaya sinemasındaydı.

Yine 80’li yıllarda Hüsnü Kuruntu oyununa bilet almıştım. Gazanfer Özcan’ı ilk kez sahnede izleyişim. Ahmet Gülhan, Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın kurduğu tiyatro topluluğu olan Devekuşu Kabare, Kent Oyuncuları, Haldun Dormen bu sahnede oyunlarını seyirciyle buluşturdular. 80 darbesinin karanlık dönemlerinde hayranı olduğum Timur Selçuk Çankaya Sineması’nda verdiği konseri izlemiştim. Öyle yaşayan bir salon daha görmedim. İnsan seli Şili Meydanı’na taşmıştı. Karantinalı Despina, İspanyol Meyhanesi, Beyaz Güvercin, Ekonomi Tıkırında. Gidemediğim ve gazetelerden takip ettiğim Barış Manço konserini de hatırlıyorum.

Bazı mekânlar bulundukları yerle özdeştirler. Çankaya Sineması’nı da Ayrancı’dan, Paris Caddesi, Şili Meydanından, hele hele Kilim Pastanesinden ayıramaz, koparamazsınız. Çankaya Sineması ve Kilim Pastanesi yapışık iki kardeş gibiydiler. En lezzetli sunumu kazandibiydi, bana sorarsanız bozası da çok nefisti.

Güven Turan’ın ilk romanı Dalyan, bir pastanede başlar. Aslında romanda bir şehir adı filan anılmaz. Romanın başlangıcı; “… her zaman geldiği, her şeyini çok iyi bildiği bu pastane, kokularıyla, ışıklarıyla, kişileriyle, daha önceki günlerin bir benzerini yaşıyor.” Roman kahramanı tek başına oturmuş, pastanede kitap okuyor. Sonra birdenbire hareketlenecek ortalık “Sinemadan çıkanlar dolduruyor pastaneyi.” Hangi sinema bu, hangi pastane?

Çankaya Sineması ve Kilim Pastanesi, adeta onun bir parçasıydı. Sinemaya gitmek için buluşanlar, filmin başlamasını bekleyenler, sinemadan çıkanlar, daha çok gençlerin toplandığı bir yerdi Kilim. Güven Turan’dan birkaç cümle daha; “Sinemadan çıkanlar dolduruyor pastaneyi. Müzik dolabı birbiri ardından gümbürdetiyor, müzik dolabı en yeni parçaları çalıyor. Hemen herkes çok genç, uzun saçlı kızlar, oğlanlar blue-jeanler, koyun postu kaftan benzeri uzun mantoları, paltolarıyla, bağıra çağıra konuşuyor, müzik dolabının çevresinde toplanıyorlar.

Evet, jukebox vardı bir köşede. Sinemayla bağlantılı ikinci kapının yanında dururdu, Kilim Pastanesi’nde. Yirmi beş kuruş atılır, kutunun önündeki butonlara basılır, plağın A ya da B yüzündeki parça seçilir, biraz da oradakilere hava olsun diye bak, ben neleri dinliyorum, edalarıyla pastanedeki masanıza dönülürdü. 

Çankaya Sineması; 1986 yılının son aylarına kadar açık kalmış önemli sinemalardan biriydi. Sahipleri de bir süre sonra perdeyi indirdiler. Televizyon ve video kaset çağı başlamış, bağımsız sinema salonları çağı sona ermişti. Belki, o olay da tuzu biberi olmuş bir süre sonra da Kilim Pastanesi de kapanmıştı. Bir dönem Airport Disko olan sinema binası, en son Çakıl Gazinosu olarak kullanıldı. Kısaca; sinema önce diskotek, sonra gazino;, pastane de meyhane oldu. Çağa ayak uydurmak bu olsa gerek.

Yapının özüne dönerek, tekrar sanatsal faaliyetlerde kullanılması için yapılan girişimler sonucunda, 2019 yılının son çeyreğinden itibaren Çankaya Sahne adını alarak başta tiyatro olmak üzere çeşitli kültür sanat etkinlikleriyle Ankaralıların hizmetine tekrar girdi. Yeni haliyle sahneyi ilk gördüğümde, yakın bir dönemde inşa edilmiş olmasına rağmen, bulunduğu yerin nostaljik yapısına oldukça uygun olarak düzenlendiğini gözlemledim. Şimdi güzel bir tiyatroya dönüşmüş sinema, umarım uzun yıllar da öyle kalır.

İnsanlar ve kentler birbirlerini hatırlar, birbirlerinin kimliklerinin oluşmasına etkide bulunurlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkmayı hatta onları geçmeyi hedeflediği ülkenin başkentidir, Ankara. Sanatın bu kadar ticarileşmediği dönemlerde Türkiye’de sanatın da başkentiydi, Ankara. Benim gençlik yıllarım, sinemalar açısından günümüzden çok farklıydı. Çünkü sinema salonları kaliteli değildi. O yıllarda en büyük amaç sinemaya gidip filmi izleyebilmekti. Şimdiki gibi AVM’lerde yemek arası sinema anlayışı yoktu. 

Korkarım yakın bir gelecekte AVM’ler dışında çok az sinema ayakta kalmayı başaracak. Evet, bu alışveriş merkezlerindeki sinemaların bir kısmı gerçekten çok yeni teknoloji ile donanmış, ses ve görüntü kalitesi iyi olan salonlar. Bu alışveriş merkezlerinde film izlemek ayrı bir keyif olabiliyor zaman zaman. Ama maalesef eski sinemaların kokusu ve dokusu bulunmuyor. Eskiden biz de sinemaya giderken evden tamamen bu amaçla çıkardık. Hangi filme gideceğimizi önceden belirlemiş ve günlerce belki haftalarca bunun hayalini kurmuş olurduk, Sinema sadece eğlence aracı değil bir kutsal bir ritüeldi bizim kuşak için.

Benim gençliğimin sinemaları çocuklarımın AVM sinemaları ile rekabet edemeyerek yenik düştü. Benim çocuklarımın sineması olmadı, onların AVM’leri vardı. Oysa benim gençliğimin sinemaları; Ankara’nın ünlü AVM’lerinde, tuvaletlerde ihtiyaç giderirken göz hizanıza ekran koyarak salonlarında oynayan filmlerin fragmanını gösteren modern sinemalara karşı hâlâ direniyorlar. Başkentte bir zamanlar kapılarında bilet kuyruklarının olduğu, yerlerin fenerle gösterildiği, arada filmin kopması, bazı sahnelerin alkışlanması gibi ilginçliklerin yaşandığı, çalınan “gong” sesinden sonra, gazozlar, kuruyemişler eşliğinde filmlerin izlendiği tarihi sinemalar artık gerçekten “tarih” oldu.

Oysa ne kadar keyifli sinemaydı.

Ayrancı’nın sineması; Çankaya. 

Özledim, çok özledim…

KAYNAKLAR

BOZYİĞİT Ali Esat, “Eski Ankara Sinemaları”, Kebikeç, Sayı; 9, 1999

ESEN Selim, https://www.gercekedebiyat.com/yazi/ankara-nin-anilarda-kalan-3-sinemasi-10218.html – google_vignette

KAYA ÇAYIR Çiğdem, “Zamana Yenik Düşen Ankara Sinemaları IV: Müstakil ve Sinemalı Apartmanlar Dönemi”, Lavarla, 2021.

yavuziscen.blogspot.com

Bir Ankara hayali: Şehrin eski yüzüne bakmak

Çoktandır hepimiz aynı kentte yaşıyor gibiyiz malum. Şehir planları, mimari üsluplar (ki bunlara üslup denemez bile), sosyalleşme ve alışveriş mekânları, rekreasyon alanları vb. birbirinin aynı neredeyse. AVM’lere teslim olmuş bir boş zaman kültürü peydah oldu. Kentsel dönüşümün bir rant kapısı olduğu, bu kapının da partileri siyasi ikbale taşıdığı düşünülürse bu gelişmeye şaşırmamak gerek.

Kentsel dönüşüm mahalle kültürünü yutuyor

Ankara için de benzer bir durum söz konusu. Kentsel dönüşüm acımasız, estetik kaygılardan yoksun ve kâr güdüsüyle önüne çıkanı deviren bir canavar gibi. Acı olan; bu tür bir dönüşümün toplumun kayda değer bir kesimince bir tür sınıf atlama, prestijli bir yaşam alanına sahip olma gibi algılanması ve bu konuda çok hevesli olunması. Ucuz ama gösterişli malzemeden yapılmış çok katlı binalar; yeşil alanları, küçük esnafı, mahalle kültürünü yutuveriyor.

Yerleşimlere kişiliğini kazandıran, geçmişe dair hikâyeler anlatan mimari ve doğal dokunun silinmesi yahut görünmez kılınması kent kimliğinin, özgünlüklerin yitirilmesi anlamına geliyor. Ankara için bir hayal kuracak olsam, bu yerleşimden gelip geçmiş tüm medeniyetlerin bıraktıkları mirasın görünür olduğu bir kentsel doku tasavvur ederdim. Bu mirasın zaman içinde ne kadar cılızlaştığını bilmeme rağmen, aylakça yürüyüşlerimde önüme çıkan tek tük ipuçlarının tarihsel sürekliliği ve şehrin kimliğindeki yerine referansla görünür hale getirilmesi çok göz alıcı ve maalesef şimdilik epey uzak bir ihtimal değil mi?

Ankara Yahudi Mahallesi

Şehir yoktan var edilmedi

Çok isabetli “Kim var imiş biz burada yoğ iken?” sorusuna cevap mahiyetindeki bu hayali mekânsal düzen, kadim uygarlıkların şehirde bıraktıkları izleri takip ederek, başkentin hikâyesinin yıllarca bize anlatılageldiği kadar sönük olmadığını gösterebilir. Kimsenin yolunu düşürmediği fakat şehrin merkezinde yer alan Roma Hamamı, yakında basamaklarına ilişmeyi hayal ettiğimiz Roma Tiyatrosu, Hacı Bayram Camii ve Türbesi’ne omuz vermiş Augustus Tapınağı, yüzyıllar öncesinden kalan ve ince işçilikleriyle dikkat çeken camiler, türbeler, Yahudi Sinagogu‘nun hâlâ ayakta kalabildiği eski Yahudi Mahallesi, Ankara Ermeni ve Rumlarının yaşadıkları diğer mahalleler, Kale’nin bedenine yerleşmiş kitabeler, heykeller farklı inançların, uygarlıkların bir arada yaşayabildiklerini göstermesi bakımından çok değerli. 

Benim kent hayalim, kentin kuş uçuşu beş dakika uzaklıktaki yerleşimlerine batı şehirlerinden daha yabancı Ankaralıların çok katmanlı kentsel dokunun izini sürebilecekleri ve şehrin “yoktan var edilmediğini” fark edebilecekleri bir çevre düzenlemesi üstüne. 

Ankara’nın fotoğraflı hafızası: Dericizade Faruk Küçük

Sahip olduğumuz kentin mekânlarını, kent belleğini, kültürünü ve tarihini geçmişten geleceğe aktarmak için ne tür çalışmalar yapıyoruz? Sahip olduğumuz bir mesleği devam ettirmek ve asırdan asıra sürdürmek için sahip çıkıyor muyuz?

Bu ayki röportajımızı bir Ankara sevdalısı olan Faruk Küçük’e ayırdık.

Dericizade’nin onursal başkanı Faruk Küçük babadan oğula geçen dericilik mesleğini uzun yıllar yaparken Ankara sevdasıyla Ankara’ya ait fotoğraflar, gazeteler ve kitaplar biriktirmeye başlamış. Yaşadığı kente kendi tarzı ve bakış açısıyla sahip çıkmayı kendisine hedef belirlemiş. Ankara’nın en büyük çatı kuruluşlarından Başkent Ankara Meclisi’nin üstün hizmet başarı ödülünü almaya hak kazanmış ve Ankara’nın Başkent oluşunun Cumhuriyetin 100. yılı etkinliği kapsamında Türk Tarih Kurumu Konferans Salonu’nda, Dericizade Faruk Küçük koleksiyonunu yapılan bir törenle Türk Tarih Kurumuna devretmiştir.

Dericizade Faruk Küçük

Dericizade’de işçi, usta, yönetim kurulu başkanı ve değerli koleksiyon ustası olarak hikayenizi bize anlatır mısınız? Mesleğe nasıl başladınız?

Derici bir babanın derici en büyük oğluyum. 1947 Haymana Yeniköy doğumluyum. Bizimki bir Türkmen köyü, Oyacı’ya, Dereköy’e yakın. Asrın Kürk Deri firmasının kurucusuyum. Bizim aile üç kuşaktır dericilikte uğraşmaktadır. 1960’lı yıllardan beri deri ve kürk işleme, imalat ve satıcılıkla uğraş verdik. Babamın zamanında dericiliği Haymana’da yapıyorduk. Dört kardeş bir de babam. Haymana bize dar gelince 1960’da Atpazarı’na geldik. Ankara’da ticaretin merkezi bizim zamanımızda Atpazarı, Samanpazarı, Çıkrıkçılar yokuşu ve Ulus civarıydı. 

İlk deri atölyelerini nerede açtınız?

Bizim zamanımızda Polonya’dan ustalar gelmiş sığır derisi işliyorlardı. Ankara’da da kuzu, koyun, keçi derisi işliyordum, aksesuar ve namazlık yaptırıyordum. Kürkçü ve dericilere satıyordum. 

İlk tabakhanemizi İskitler’de sonra Siteler’de açtık. İskitler ufak geliyordu. Sitelerde, Samsun yoluna cepheli Demirhendek caddesindeki caminin yanında büyük, modern bir fabrika vardı. Devrediyorlardı, oraya taşındık, 100 kişi filan çalışanımız vardı. Belediye çok yüksek tutarda arıtma bedelleri talep edince yürütemedik orayı, Uşak’a gittik.

Uşak, merkezi geldi bize. Antalya, İzmir, İstanbul’un ortası. İki tane Türkiye’nin en modern deri fabrikasını açtık. Birisinde kütiçi tüylü, dışı derili– işleniyor. Birinde zikkumaş gibi deri– işleniyor. İki fabrika 1997’ye kadar aile şirketi olarak gitti. 1997’de sonra ayrıldık. Asrın Kürk Deri’nin kurucusu bendim, iki kardeşim onu alıp orada kaldı. Biz de Dericizade diye devam ettik. 

Babamın çevresi çok genişti, işimizi genişlettik. Babam derdi ki: “Sözünü gününde yerine getireceksin ve işini iyi yapacaksın

O dönemde deri satış işleri kışın rağbet görse de yazın çok düşüyordu. Bu nedenle, turizm işine girdik ve Alanya’da ilk otelimizi açtı

Kızılay maceranız nasıl başladı? 

Büyükçarşı 1976’ya kadar sinemaydı. Sonra kapandı ve çarşı haline getirilip küçük dükkanlara bölündü. Büyükçarşı’nın sahipleri Kazım Rüştü Güven ve Hamdi Başaran kardeşlerdi. Hamdi Başaran, gaz şirketi HABAŞ’ı kurmuştu. Kazım Rüştü Güven’in de İskitler’de buzhanesi varmış. Sudan buz üretiyor, buz satıyormuş. Vehbi Koç, “size gıpta ediyorum, biriniz havadan biriniz sudan para kazanıyor” diyordu onlara.

1977’de hasbelkader Büyükçarşı’da birisi dükkan satıyor diye duyduk. 225 bin lira hava parası vererek oradan 30 metrekare küçük bir dükkana taşındık. Sandalyeleri özel yaptırdık, 2 sandalye sığacak yere 3 kişi otursun diye sandalyeleri böldürüp 3 sandalye koydurduk. O kadar küçük, dar. Her yere dolaplar yaptık, küçük masa yaptırdık yer kaplamasın diye.

İskitler’de tabakhanemizde işliyoruz deriyi. Fevzi Çakmak Sokak’ta atölyemiz var, orada da dikiyoruz. Büyükçarşı’da satıyoruz. 

Deri işleri, kürk işleri sesli, gürültülü işler. Onun için her yeri tutamıyoruz. Ancak bodrum katında olacak. Bodrum katı da havasız oluyor, işe giren birkaç ay kalıyor ayrılıyor. Sonunda Fevzi Çakmak’taki bodrum katından ayrılıp Ihlamur Sokağı’nın başına geldik. Orası da bir paşanındı, 2. katta büyük bir yer tuttuk. Dükkanın geleni gideni arttı, müşteriyi oraya çektik. 

Kızılay’da sosyal hayat nasıldı bu yıllarda, Ankara’nın gözde mekanları nerelerdi?

Kızılay civarında bizim gidip geldiğimiz yerler de vardı. Ökkeş Ağa’nın Yeri vardı; Menekşe Sokağın başında, Onur Çarşısı’nın karşısında pizza restoranıydı. Onur Çarşısı’nın öbür tarafında Demirtepe’de Diyarbakırlıların lokantası vardı. 

Şimdiki GMK bulvarıyla Fevzi Çakmak Sokak köşesinde İş Bankası’nın vakıf yeri var, orada da Çarkoğlu Lokantası vardı. Orası meşhurdu, rezervasyonla gidilirdi. Elgün Sokakta bizim dükkanın altında Hopalı meşhur Papila ailesinin Liman Lokantası vardı. Hasan Papila başındaydı, ilk defa canlı alabalığı onlar yaptılar. Ihlamur Sokakta da Zafer İşkembecisi vardı.

Piknik tabii meşhurdu, herkes oraya gidemezdi. Memurların, üst kademe bürokratların gittiği yerdi. Piknik’in yanında bir de Bekir’in Yeri vardı. Garsonlar papyonlu giyinecek, her gün tıraşlı olacak, yüzleri hep gülecek. Bu Bekir o zaman Elgün Sokakta otururdu. Büyük Çarşı’nın 1. katında bir yer vardı Hamsiköy, 1970’lerin başlarında mini etekli kız garsonlar koymuşlar oraya, herkesin çok ilgisini çekmişti. 

Cevat Restoran vardı, Kantin Cevat dedikleri. Sahibi İbrahim Bizden, Ayrancı’da Turizm bloklarında otururdu. O Ankara’nın 3-5 tane restoranından birisiydi. Onların yerleri önce Soysal Çarşı’nın oradaydı. Ondan sonra Gima’nın yanına geçiyor, oradan da Yüksel Caddesi’nin başına. Boşnak, üç kardeşlerdi bunlar 1900’lerin başında gelmişler. Yabancı dil de biliyorlar, o nedenle burada elçilikten kim gelirse onlarla konuşup, ilişki kurabiliyorlar. Be nedenle elçiliktekiler genelde onlardan alışveriş ediyorlar. 

Ankara’nın meşhur Merkez Lokantası vardı. Atatürk kurmuştu çiftlikte. Kapanmaması lazımdı. Orası Ankara’nın bir değeriydi, ne anılar, ne fotoğraflar var orada. Şimdi kebapçı oldu, üzülüyoruz öyle şeylere. Hatta Gazi İstasyonu’nu da bunlar satın almışlar.

Burayla ilgili bir anım var. Bir arkadaşım aradı beni bir gün İzmir’den. Gürcistan’dan sanatçı bir arkadaşı varmış. Şarap meraklısı. Ankara’ya gelecekmiş. İyi şarap nerede var, bir öğren, onu oraya götürelim dedi. 

Ben de araştırdım, Merkez Lokantası’na götüreceksin dediler. Atatürk Orman Çiftliği “Boğa Kanı” diye bir şarap veriyormuş oraya 200-300 şişe. Hepsini onlar alıyormuş. Özel misafirlere veriyormuş.

Bunlar geldiler. İzmir’den Mehmet Emin Yılmaz, bir de o Gürcistandan gelen Ramas, bir de ben üçümüz gittik. Eskiden Ankara’nın ünlü yuva kavunu vardı. Mehmet Emin Yılmaz’ın babası yuva kavununu at arabasıyla getirip Merkez lokantasına veriyormuş. Babasının bir gözü de kör olduğu için Kör Mehmet derlermiş. Emin kendini Kör Mehmet’in oğluyum diye tanıttı. Onlar da tanıdılar, sohbet koyulaştı. Boğa Kanı şarabı söyledik. Getirdiler boğa kanı şarabı. Benim tabii şarap kültürüm yok. Şarabı koydular, bardağı şöyle bir çalkaladı Ramas. Biz tabii dikkatle bakıyoruz. “Haraşo” dedi, Rusça da “iyi” demekmiş. Mimiklerinden de belli oluyordu, çok hoşuna gitti Atatürk Orman Çiftliği’nin o şarabı. 

Marmara Oteli’nin olduğu yerde Atatürk’ün Marmara Köşkü vardı. Yabancılar gelince Ankara’da yemek yiyecek yer de pek yok. Türkiye böyle geri kalmış demesinler diye gelen turistleri oraya götürüyorlar. Turistlerde orada yiyip içiyor Ankara’da böyle yüzlerce lokanta var zannediyor.

Ihlamur Sokaktaki AST’ın yeri de sizin miydi?

Oranın sahibi bir büyükelçiymiş. Kültüre, sanata çok düşkünlerdi. Orayı idare etti öyle. AST’ın başında Rutkay Aziz vardı. Kızı Doğa, bizim çocuklarla arkadaştı, birlikte büyüdüler. Bizim dükkana da sık geliyordu.  Oranın sahipleri bir ara sıkışmışlar, Rutkay Aziz’e demişler ki; biz burayı size satalım. Rutkay Aziz bizim şu an paramız yok demiş. O arada kardeşim, ben alayım, siz paranızı bana verirsiniz size devrederim demiş. Ama parayı bir türlü toplayıp, alamadılar. Kardeşim Ankara Sanat Tiyatrosu‘nun yerini satın almış oldu. Onun yanında da dükkanımız var. 

Oranın komple yıkılıp otel yapılma projesi vardı. Çankaya Belediye Başkanı da, Ankara Büyükşehir Belediyesi de Ankara Sanat Tiyatrosu yaşasın diye burayı satın almak istediler. Fakat diğer daireler için birşey demeyince öylece kaldı. Şimdi depo olarak kullanılıyor ama otel yapılacak.

Koleksiyonerlik nasıl başladı?

1997’den sonra 2000’li yılların başında kardeşlerim ile işlerimizi ayırdık. Ben İzmir caddesindeki işyerimde bir yandan dericilik işlerime devam ederken bir yandan da Ankara‘ya hizmet için koleksiyonerlik çalışmalarıma devam ettim. Ahilik geleneğinden gelen dericiliğin son temsilcilerinden bir ben kaldım. Ankara‘ya vermiş olduğum bu hizmetler karşılığında birçok kurum ve kuruluştan ödüller aldım. Tarihi Ankara fotoğrafları, Ankara kitap, dergi ve gazeteleri ve Ankara’ya dair belgeler koleksiyonuna sahip oldum. Bence, iş insanları, servetleriyle kazandıkları şehre, bölgeye, ülkeye yatırım yapmalıdır. Bu yatırımın ekonomik olması kadar kültürel olması da önemlidir. Koleksiyonumla kendi adıma bu konuda bir adım attığımı düşünüyorum. Elimdeki fotoğrafları da kendime saklamıyorum, onları insanlarla paylaşmak beni mutlu ediyor. Bugüne kadar 100’den fazla sergi açtım.

Sahip olduğum koleksiyonun maddi değerini söyleyebiliyorum ama manevi değerini söyleyemem. Bu parayla ölçülmez.

Koleksiyonda neler vardı?

12 bin 500 fotoğraf, 2 bin 500 kitap dergi ve gazeten oluşan koleksiyon Türk Tarih Kurumu’na bağışladım.

Genellikle Ankara ile ilgili kim eski fotoğraf bulursa, bana ulaşır. Sahaflarda ve ilgili yerlerde Dericizade poşetim olur. 10 günde veya 20 günde bir sahafları ve ilgili mekanları gezerim ve çay kahve sohbetlerine katılırım. Ziyaret ettiğim yerlerdeki arkadaşlardan topladıkları fotoğrafları satın alırım. Tasnif ederim. Fotoğraf alıp satanlar da beni bulur. Ankara albümü de gelir. Özellikle müzayedelere de katılırım.

Hemşerimiz ünlü gazeteci Selahattin Duman bizim koleksiyondan da faydalanarak “Kasabadan Başkente, Başkentten Metropole Ankara” adlı altı bölümlük bir belgesel yaptı.

Ayrancı’ya nasıl geldiniz?

Haymana’dan Ankara’ya ilk geldiğimizde Saimekadın’da oturduk. Çocuklarımız olunca, bize dediler ki; burada çocuk yetiştirilmez, Çankaya’ya gidin, Çankaya’da elektrik, su kesilmez. Biz de Çankaya’da ev araştırmaya başladık. 

Ayrancı’da siyasetçiler, sanatçılar, tiyatrocu, ses sanatçıları yaşardı. Yetmişli yılların başında, Cinnah caddesinde Mavi Apartmana yakın kürkçü bir arkadaşım vardı, onunla ilk defa Meneviş sokağın Güvenlik caddesiyle kesiştiği köşede “Çankaya Aile Bahçesi”ne geldik. Gözleme ve çay içilen bir yerdi. Sahibi Taylan Bey’di, ismini hiç unutmam. 1975’de Yaylagül sokağında Derya Apartmanı’nda oturduk. Hüseyin Onat sokağında Çağdaş Market’in olduğu yer eskiden pazardı, onun tam karşısındaki apartmanda oturduk sonra. Yakınımızda Necdet Calp otururdu. Sonra Portakal Çiçeği Sokak’taki evi satın aldık ve burada kaldık. 

Ayrancı’dan hatırladığınız kimler var?

Aşağıdaki Necmettin Erbakan oturuyordu. Bu Nimet ekmeğin karşısında. Ondan sonra Lütfü Doğan, Diyanet İşleri Başkanı orada oturuyordu. Şair Nedim Sokakta Balıkçı Ayabakanlar oturuyordu. Ondan sonra şarkıcı Süreyya Davulcuoğlu, sonra Tamer Karadağlı aynı sokakta oturuyordu. Ankara’nın en iyi aileleri buradalar. Mesela Börekçiler, Ayrancılar, Yağcılar, Mıhçılar… Kazım Mıhçıoğlu mesela çok önemli biridir. Şimdiki Dafne’nin yerini bağışlamıştı.

Buranın kıymetini herkes bilmiyor. Çok iyi bir mahalle. Burada çok sanatçı, tiyatrocu yetişmiş. Şarkıcılar yetişmiş. Eskiden yaşayanların çocukları Çayyolu, Ümitköy tarafına taşındı. Şimdi çoğunlukla emekli bir kesim kaldı. Eşim Ayşen Küçük, Sincan’ın yerlisidir, oranın iyi bir ailesi olan Koç’lardandı. Eşim çok seviyor burayı, “ille de mahallem, ille de Ankara” der eşim, ne satarız ne başka yerde yaşarız. Başka semtlerde evimiz var ama kendimizi ait bulduğumuz yer Ayrancı.

Soldan sağa Ali Necati Koçak, Hande Yeşilbaş, Dericizade Faruk Küçük, Seval Nuray Başgül.

Ankara’nın Milka’sı

1992 yılının kış aylarında, Ankara sokaklarında “Bulvar Palas Ankaralı kalmalı, Bulvar Palas’ı istiyoruz; Palas yıkılmamalı” sloganları duyulurken TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Ankaralı çevreci gençlerle bir arada eylemlere başlamış, Anakent Belediyesi Gençlik Konseyi’nin sokak gösterileri ile başlayan bu süreç, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin Kültür Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Büro Müdürlüğü’ne 23 Aralık 1992’de verdiği koruma kararı istemli bir dilekçeyle de resmi nitelik kazanmıştı.

Dilekçede, sahipleri tarafından yıkım kararı alınan 1952 yılından günümüze kalan Bulvar Palas’la birlikte Milka Pastanesi’nin Ankara ve Türkiye mimarisi için önemi anlatılıyordu:

“Bulvar Palas, 2. ulusal mimari döneminin örneklerinden birisi olup art arda yaylar çizen balkonları ile Vakıf Apartmanı’na gönderme yapan yapı, çevresindeki binalardan farklıdır. Ankara’nın toplumsal yaşamında önemli bir yeri olan Bulvar Palas, kentsel mekânda insanların belleğinde yer almış bir imgeye sahiptir. Bununla birlikte 1929’lardan günümüze kalan Milka Pastanesi, I. İnönü Meydanı’ndan Kavaklıdere’ye kadar uzanan kamu yapılarının arasında bölgenin bahçeli evler olduğu yıllardan kalmış üç örneğinden birisidir. Ayrıca, 1930’ların modernist dönemine ait kendi türünde tek örnektir.”

Bu başvurusuna bir yanıt alamayan TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Koruma Kurulu’na 2 ay sonra yeniden başvurarak, durumun özellikle de Bulvar Palas ve Milka Pastanesi açısından aciliyetini belirtmişti. Bu istem üzerine, çıkan koruma kararı, henüz tebliğ edilemeden ne yazık ki Milka Pastanesi yıkılmıştı.

1929’dan 1993’e

Bakanlıklar ile Kavaklıdere arasında, Atatürk Bulvarı No:67’de, TBMM’nin neredeyse tam karşısında, sefarethanelerin yakınındaki bir konumda, büyükçe bir bahçe içerisinde konumlanan bu iki katlı, farklı geometrik formların bir arada kullanıldığı, özellikle de silindirik kütlesi, bol pencereleri ve teraslarıyla dikkat çeken betonarme karkas Ankara Villası, TMMOB Mimarlar Odası’nın dilekçesinde de belirttiği gibi 1929’larda inşa edilmişti. Tam da bu noktada villanın kimin için ve kim tarafından tasarlandığı konusu ise bir muamma. 1955’ten sonra uzun yıllar boş kalan ve zaman içerisinde harap olan Milka Villası, Büyük Ankara Oteli tarafından uzun yıllar boyunca satın alınmak istenmiş, ancak villayı 1966 yılında Ankara’nın ünlü eğlence mekanlarından Klüp 47’nin sahibi Yunus Reyhan ve ünlü Hülya Pastanesi’nin işletmecisi amca oğlu İbrahim Reyhan satın alabilmişlerdi. Harap haldeki villayı satın alan ortaklar, binada yapmak istedikleri onarım ve revizyonlar için istedikleri ruhsatın gecikmesi yüzünden uzun süre beklemek zorunda kalmışlar, ruhsatı aldıktan sonra da kapsamlı bir onarım yapmış ve 1972 yılında pastane ve kokteyl salonu olarak hizmete açmışlardı.

1972 yılında pastane ve kokteyl salonu olarak hizmete açılan Milka.

Çocukluk ve gençlik dönemlerini Ankara’da geçiren, 1969 yılında ODTÜ İşletme Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, babası Ahmet Gültan ve babasının kuzeni Haydar Ertan’ın 1954 yılında açmış olduğu Bulvar Palas Oteli’nde 1993 yılı sonuna kadar çalışan Hasan Gültan’a Kültür Bakanlığı’nda çalışan bir arkadaşından bir telefon gelmiş ve telefondaki kişi ona bir evraktan bahsetmişti. Evrakta “Bulvar Palas ve Milka Restaurant’ın bulunduğu binanın anıt eser olup olmadığının kendilerine bildirilmesi” gerektiği yazılıydı. Milka Restaurant’ın sahibi İbrahim Bey, bu durumdan dolayı üzüntü duymuş, personelin parasını verip içindeki eşyaları satarak restoranı kapatmıştı. Bir gece bir yıkım ekibi gelmiş ve Milka Restaurant’ı yerle bir etmişti.

1993 yılında yıkılan Milka Restaurant’ın arsasına daha sonraki yıllarda bugün TV8 Ankara Merkez Binası olarak hizmet veren, çirkin bulduğum ve Ankara’ya yakışmadığını düşündüğüm bir iş hanı, villanın arkasındaki uzun bahçe parseline de Dünya Göz Hastanesi inşa edilmişti.

1993 yılında yıkılan Milka Restaurant’ın arsasına yapılan iş hanı.

‘Ankara’da bugün ayakta kalmış o devrin tek villası…’

1950-1990 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli kademelerde görev almış Büyükelçi Mehmet Yalçın Kurtbay, henüz yıkılarak Ankara’nın kent belleğinden silinmeden önce (yazının sonundaki telefon numarasından yola çıkarak yazının 1988 yılından öncesine ait olduğunu söyleyebilirim) Güneş Gazetesi’nin Pazar eklerinde kaleme aldığı ‘Yemek-İçki’ başlıklı köşe yazılarından birinde Milka’yı şöyle anlatmıştı:

“Ankara’yı tanıyanlar bilirler Milka bir lokanta için ‘mutena’ bir yerdedir. Bakanlıklar’da Atatürk Bulvarı üzerindedir. Büyük Ankara Oteli’nin yanı başında, yabancı diplomatik misyonlarla bankaların birçoğunun ortasındadır. TBMM’nin adeta karşısındadır; yakınında bir sürü büyük iş merkezi ve şirket bulunmaktadır. Buna şanslı bir konum da diyebiliriz. Bu yüzdendir ki müşterilerinin çoğunluğunu iş adamları ile yabancılar oluşturmaktadır. Bunların önceliği bu gün de sürmektedir. Ancak bana kalırsa, Milka’nın çarpıcı özelliği ‘mekânı’dır, içinde bulunduğu binadır. Bu 1930’lu yılların bir villasıdır. Sanırım Ankara’da bugün ayakta kalmış o devrin tek villasıdır. O zamanların tanımıyla ‘kübik’ iki katlı, beton bir villa değişik formları, bol pencere ve teraslarıyla ‘hasretimizi’ depreştiren, o devri yaşamamış olanların da mimari özellikleriyle ilgilerini çeken bir bina; Kızılay’dan Çankaya yönüne giderken herkesin hemen gözüne çarpan ufacık bir yapı. Bütün bu güzel özelliklerin, hiç olmazsa başlangıç yıllarında Milka’cıları epeyce üzüp uğraştırdığı da bir gerçek. Belediye uzun yıllar gerekli müsaadeyi vermedi, plan değişikliğini ‘Demokles’in Kılıcı’gibi başlarında tuttu. Büyük Ankara Oteli de uzun yıllar binayı almaktan vazgeçmedi. Milka’cılar sonunda güçlükleri yenmeyi başardılar. Bu hem Ankara’ya bir lokanta hem de devrinin özelliklerini taşıyan hiç olmazsa bir örneğin hayatta kalmasını sağladı.

1929 yılında yapılmış olan bu binayı, amca çocukları Yunus ve İbrahim Reyhan, 1966 yılında satın almışlar. Bina 1972 yılında pastane ve kokteyl salonu olarak kullanılmaya başlanmış, 1982’de de Lokanta haline getirilmiş. Yunus Reyhan’ın bu gün yoklar arasına karışmış Klüp 47, İbrahim’in de ünlü Hülya Pastanesi deneyimleri vardır arkalarında. O tecrübedir ki, bu lokantanın 10 yıldır aynı düzeyde sürmesine yardımcı olmaktadır. Milka’nın baş aşçısı Osman Güney’dir.

Milka’nın klasik bir lokanta olduğunu söylemeliyim. Yemek listesi de bunu aksettirmektedir. Size sunulanlar Türk ve yabancı mutfakların varlıkları herkesçe bilinen ürünlerdir. Bunlar size çok geniş bir seçenek vermekte ve hepsi itina ile hazırlanmaktadır şüphesiz.

Değişik yemekten hoşlananlara, yaratıcılığı sevenlere, düş kırıklığına uğramamaları için ‘Fırında Sütlaç’ tavsiye ederim; piliç, lokantanın özelliği olan taş fırında patates, mantar, soğan ve domatesle pişirilmektedir. Önereceğim tatlı ‘Parfe Triano’dur. Ancak, bunu seçenlere güzel parfenin tadını, yanında verilen çikolata sosuyla bozmamalarını tavsiye ederim. ‘Peynir-Mantar sufle’ biraz kalınca olmakla beraber antre olarak seçilebilir. Milka’nın spesiyaliteleri de var. Bunların başında ‘Milka Sürpriz’ geliyor; sürprizliğine helal getirmeden ipucu vereyim: Doldurulmuş ve gratine edilmiş dana etidir bu. Lezzetli ve değişik bir yemek. Bu defa tatmadığım, ancak bildiğim klasik ‘Kağıtta Levrek’ aynı güzelliğini koruyormuş. Milka’da antre, et veya tavuk ile tatlıdan oluşan bir yemeği 30-40.000 TL. arasında yiyebilirsiniz.

Ankara’nın güzel yaz gecelerinden birinde arka bahçede yemek yeme zevkini, fırsat düştüğünde tatmanızı dilerim. Milka Restaurant, Atatürk Bulvarı, 185–Ankara Telefon: 115 66 77 – 125 40 48.”

Zeki Müren’li yıllar

O yıllarda, havaların güzel, günlerin uzun olduğu mevsimlerde, çalıştığım Kuğulu Park’ın köşesindeki Cenap And Evi’nin hemen yanı başında ona oldukça benzeyen sarı renkli iki katlı villadan mesai saatleri bitiminde bir arkadaşımla birlikte hemen hemen her Ankaralının yaptığı gibi aheste bir şekilde sohbet ede ede Kızılay’a kadar yürürdük. Bu piyasa saatlerinin bazısı Milka’da verilen bir aperatif arasıyla kesilir, sonra yürüyüşe tekrar devam edilirdi. Arkadaşım müdavimlikten tanınırdı, garsonlar ve şefler arasında, ben de bu tanışıklığın keyfini sürerdim. Genellikle üst kat balkonunu tercih eder, hem hava alır hem de gelen geçeni izlerdik. Şef garson, bir süre sonra müptelası olduğumuz bir kokteyl ile tanıştırmıştı bizi, sonraki zamanlarda tek tercihimiz o olmuştu; tekila bardaklarının kenarının tuzlanması gibi kenarları çekilmiş kahve ile kaplanmış viski bardağında, yanında kavrulmuş badem ile birlikte sunduğu bu serinleten mis gibi kahve kokulu kokteyle Beyaz Rus (White Russian) adını vermişti. 4 cl Moka Kahve Likörü, 2 cl Votka, 3 cl soğuk sütü shakerda hazırlayıp, buz parçacıklarıyla birlikte servis ederdi. Bazı günler balkonun komşu olduğu yuvarlak salonun açık pencerelerinden neşeli konuşmalar ve kahkaha sesleri gelirdi, bilirdik ki “Sanat Güneşi” yine burada.

Ankara’da sahne aldığı zamanlarda mutlaka Milka’ya uğrardı Zeki Müren.

Ankara’da sahne aldığı zamanlarda, beraberinde kucağında iki köpekçiği ile dolaşan Erkan Özerman ile birlikte mutlaka Milka’ya uğrardı Zeki Müren. Hep de ikinci kattaki yuvarlak salonu tercih eder, hoş sohbeti ile dostlarını kırar geçirir, etraftaki masalarla şakalaşır, bir yandan da pilli cep radyosunu açarak kendi reklam saatlerini izlerdi. Onun olduğu günlerde yuvarlak salon ona ayrılmış gibiydi zira o varken pek kimse oraya oturmaya cesaret edemezdi. Kazara genç bir çift kuytu diye o salonda oturmayı düşünse ve tercih etse, bir süre sonra havada uçuşan esprilerden kızın yüzü kızarır, erkek de eğer biraz da yakışıklı ise, Zeki Müren ve dostlarının şakacıktan da olsa çapkın bakışlarından ve muzip sataşmalarından bîzâr olur, ter içinde kalırdı.

Bauhaus’un kübik mimari anlayışına uygun tasarlanan Milka Villası.

Milka Villası, Bauhaus’un kübik mimari anlayışına uygun biçimde tasarlanmıştı

1928-29 ve 1929-30 tarihlerinde Hacettepe’den, Çankaya istikametine doğru, hemen hemen aynı noktadan çekilmiş iki fotoğrafta henüz Milka’nın inşa edilmemiş olduğu, öte yandan 1939 yılına ait hava fotoğraflarında da Milka’nın inşa edilmiş olduğu görülebilmekte. Bu da bize en azından villanın 1930-39 tarih aralığında inşa edildiği bilgisini vermektedir ki bu da yazının başında Mimarlar Odası’nın yapmış olduğu açıklamadaki 1929 tarihinin doğru olmadığını göstermektedir.

Milka Villası, Bauhaus’un kübik mimari anlayışına uygun biçimde, düz çatılı olarak, birbirine dik olarak yerleştirilmiş biri üç katlı dikey, diğeri iki katlı yatay iki dikdörtgen prizmanın birleşim noktalarında iki katlı silindirik üçüncü bir kütlenin eklenmesiyle oluşmuştur. İki katlı dairesel kütlenin etrafı geniş olmayan bir balkon ile çevriliydi. Yapının girişi, silindirik kütle ile 2 katlı yatay kütlenin birleştiği köşede yer almaktaydı. Milka Villası’nın bu kübik, yalın formunun dışında sadece kapı numarası tabelası ile bahçe ve garaj girişinin ferforje kapılarının formu bile Bauhaus anlayışına uygun tasarlandığının açık göstergeleridir.

Kaynak: https://lcivelekoglu.blogspot.com/2019/12/isvicrenin-milkasn-cok-iyi-bilirsiniz.html

Dediler zamanla hep çoğalırmış sevgiler

TBMM taş duvarlarından Portakal Çiçeği’ne kadar tırmanan Kuzgun Caddesi’nin Mesnevi Caddesi yukarısında kalan, bahçesi bakımlı ve çiçekli apartmanlarının birinde dillere destan bir şarkının öyküsü yaşanmış, sonra da ölümsüz Türk Sanat Müziği eserleri arasına girmiştir.

Fotoğraf Sanatçısı ve bürokrat Zeynel Yeşilay, şair-yazar İlter Yeşilay ve oğulları Volkan Yeşilay.

Bu şarkının şiiri/güftesi Kuzgun Sokağı’nda yaşayan şair-yazar İlter Yeşilay ile eşi fotoğraf sanatçısı Zeynel Yeşilay arasında evliliklerinin ilk yıllarında yaşanan bir tartışma sonucunda İlter Hanım tarafından yazılmıştır. Yeşilay çifti yıllar sonra bir gün hava kararmadan, Mesnevi sokaktan dönüp Kuzgun’daki evlerine kol kola giderken caddenin başındaki bir pastanede kahve için mola vermişler, birleştirilen masada sohbet koyulaşınca konu elbette o şarkıya gelmişti. Öyküsünü şöyle anlatmıştı İlter Hanım: 

Bu şiiri 1990 yılında daha yeni evliyken eşimle ilk kavgamızdan sonra yazdım. Çok genç bir yaşta evlendim, dolayısıyla henüz olgun davranmayı beceremiyordum. Eşimle ilk kavgamızda suç biraz bendeydi, epeyce üzülmüştüm. O zamanki aklımla aramızdaki her şeyin bittiğini sandım. Şiir defterimi alıp bu şiiri yazdım. Sonra o sayfayı yırtıp, yatak odasının kapısına yapıştırdım. Belki eve dönmez ama gelirse okusun beni affetsin diye. Geç bir vakitte eve döndü, bu şiiri okudu ve barıştık.”

Sonraki yıllarda Başbakanlığı döneminde Bület Ecevit’in Özel Kalem Müdürlüğü’nü yapacak olan, fotoğrafları ülkemizin uluslararası tanıtımlarında kataloglarda yer almış Zeynel Yeşilay’ın, kapıda okuyup gönlünü yumuşatan İlter Hanımın şiiri şöyledir: 

Dediler zamanla hep azalırmış sevgiler
Olsun bana seninle geçen yıllarım yeter
Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu? 
Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?

Dediler ki gün gelir unuturmuş gidenler,
Olsun bana aşk dolu geçen yıllarım yeter
Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu? 
Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?  

İlter Hanımın masumca “Olsun, bana seninle geçen yıllarım yeter” kabullenişinin boyun büküklüğü, “Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?” yakarışıyla sorgusu, genç bir kızın heyecandan yanaklarını allaştıran “Olsun, bana aşk dolu geçen yıllarım yeter” tevazusunun çarpıcılığı o kadar derinden etkilidir ki, Yeşilay ailesinde yenilenmiş bir yeni hayat başlatır. 

Şarkının bestecisi Bilge Özgen, Zeynel beyin arkadaşıdır. Buluşmalarında konu şiirlerden açılınca eşinin şiir yazdığına değindiğinde Bilge Özgen, İlter Hanımın şiirini merak eder, İlter Hanım bu şiiri telefonda okur. Etkilenen Bilge Özgen, “Kızım, ben bu şiiri besteledim bile.” diye büyük bir heyecan duyar. 

Zeki Müren, dönülmez akşamın ufkundayız diye başlayan Yahya Kemal Beyatlı’nın Rindlerin akşamı adlı şiiri için “bazı şiirler daha yazılırken bestenmiş gibidir.” derdi. İlter Yeşilay tanımında da ‘güfteler akılda kalıcı sloganlar içeren, dinleyicilere gönül rehberi olan, imgelerle, simgelerle edebî oyunları olmayan, anlaşılması zorlaştırılmayan, insanların hissedip de dile getiremeyecekleri en hassas noktasına kılavuzluk eden’ içerikte olmalıdır. Besteleneceği düşünülerek yazılmayan bu şiirin ünsüz ve ünlü harf yinelemeleri (aliterasyon-asonans) kendiliğinden kıvamlı bir ahenk taşımaktadır. O anki duyguların doğallığı dillerden düşmeyecek bir şarkıda ödüllenmiştir.  

Şarkı bestelenince başta Zeki Müren olmak üzere, bütün değerli sanatçılarımız tarafından seslendirilmiş, 1990 yılında Milliyet Gazetesi Yılın Şarkıları ve TRT müzik ödüllerini almıştır. Kuzgun Caddeli komşumuzun bu şarkısı her gün sayısız dost meclisindeki fasıllarda söylenmektedir. Bir gün elinde bir zarf Yeşilay’ların kapısını biri çalar. Zarfın içinde Zeki Müren’in gönderdiği bir sanat eserini yaratan kişinin, bu eserden doğan haklarının vefalı karşılığı bulunmaktadır.  

Ayrancı’da Kuzgun Sokağındaki komşularımız İlter&Zeynel Yeşilay ailesinden doğan bu şiir ve şarkı, sarsıntı geçiren bir evliliğin kurtarıcısı olarak imdada yetişmiş, dokunaklı etkin sözleriyle kavgaları yatıştırarak hizaya çeken bir iksir, bir ilaç olarak gönüllere dokunup şifalar vermeyi sürdürmektedir. 

İlter Yeşilay’ın Kuzgun Caddesi’nde evinde yazdığı Yağmur Taşı ve Aşk Vazgeçmez adlı romanları, Dediler Zamanla Azalarmış Sevgiler ve Zeytinin Tuzu adlı şiir kitapları bulunmaktadır, pek çok şiiri de bestelenmiştir. Uluslararası toplantılarda Türk edebiyatını ve şiirini anlatan konferanslar vermekte, seminerlere konuşmacı olarak katılmaktadır. 

Özellikle “Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?” mısrasının büyüsüyle her görüldüklerinde yeni evlenmiş imajı veren Yeşilay çiftinin, şimdi Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı’nda görsel iletişim uzmanı olarak çalışan oğulları Volkan Yeşilay da bu şarkının bir imzası olmuştu. 

Ayrancı Kuzgun Sokaklı bu güzel ailenin tüm sanatsal etkinlikleri ve çalışmaları bilişim ağında bolca yer almaktadır. 

Mesnevi Sokak’ta o şarkının öyküsünü İlter&Zeynel Yeşilay’dan dinleyen Ayrancı komşularla birlikte.

Güvenevler mahallesinde gündelik hayat (1950-1980)

Sözlü tarihli bir kent kültürü araştırması 

1950-1980 Ankara Gündelik Hayatının Sözlü Tarih Okuması: Güvenevler Mahallesi” isimli araştırmamızda Ankara’nın 1950-1980 dönemi sosyal ve gündelik hayatını, mahalle sakinlerinin tanıklıkları aracılığı ile anlamaya çalıştık. Erken Cumhuriyet elitinin yerleşmeye imkân bulduğu ilk mahallelerden olan Güvenevler sakinlerini, bugüne değin Ulus–Çankaya aksında tecrübe edildiği yazılan/söylenen kent yaşamına yakınlıkları açısından soruşturduk.

Erken cumhuriyet dönemi akademik literatürünün belirgin özelliği, ulus inşa sürecinin ya da daha doğru bir ifadeyle bu girişimin sebep olduğu düşünsel kopuşun anlatının merkezine yerleşmesidir. Bu eğilim, aynı döneme ilişkin mimarlık çalışmalarına da yansır. Bunun ötesine geçen çalışmalar da, kullanıcı deneyimine değil de, kullanıcıya nasıl yaşayacağını buyurmasa dahi öneren, gazete, aktüel dergi gibi ikincil kaynaklarına yönelmiştir. Söz konusu tutum, anlatılan dönemi yaşayan özneler üzerinde hat safhada bir üstencilik genelleyici çıktıları zorunlu kılmıştır.

Bu sebeple ölçeği küçültüp, kaynaklarımız elverdiği ölçüde incelikli bir araştırmanın ancak bir mahalle ölçeğinde kurgulanabileceğini öngördük ve sahayı küçük tutarak, onu tıpkı kullanıcılar gibi yerinde görerek, gezerek ve mümkünse orada vakit geçirerek anlamaya çalıştık. Katılımcılarımızın anlatıları üstünde yaptığımız inceleme ve tartışmalar sonucu “Kent ve Kent Kültürü”, “Çalışma yaşamı ve Çalışmak” ve “Hafızanın Cinsiyeti: Kadın Görüşmecilerin Ankarası” başlıklarına ulaştık. Bu başlıkta sizlerle “Kent ve Kent Kültürü” temasının çıktılarını paylaşacağız.

Kent ve Kent Kültürü

15 gönüllü katılımcının söz konusu yıllarda farklı şekillerde deneyimledikleri bir başkentin kaydını tuttuk ve literatürde az rastlanır şekilde çeşitlenen anlatıları alt başlıklar halinde ele aldık. Mahalleyi paylaşan insanların çeşitliliğine, eğlence, sanat ve kültür hayatına dair çizilen renkli Ankara portresi bizi bir kozmopolit kültür tartışması yapmaya sevk etti. İkinci tema olarak belirlenen kent mekânları, bir önceki başlıkla oldukça bağlantılı bir içerikte kurgulandı. Görüşmecilerin aidiyetlerini mekânsal olarak işaretlemeye çalıştığımız bir başlık oldu. Üçüncü tema komşuluktu. Görüşmecilerden, yaşadığı muhitteki komşuluk/arkadaşlık ilişkilerinin durumunu anlatmasını istedik ve aldığımız yanıtlar mahallede düzenlenen sosyal ilişkilerin nasıl kurulduğunu anlatırken, süreç içerisinde ne yönde evrildiğine dair de ipuçları sundu. 

Kozmopolitlik: Simmel’e göre, modern şehir insanın büyük sorunu, teorik olarak herkeste bulunan eşit potansiyelini gerçekleştirmesine imkân sağlayacak bir bireysellik alanı için duyulan ihtiyaca karşılık, toplumun ve onun kültürel yükünün bu ihtiyaçla çatışmasıdır. Söz konusu bireyselliğin ifadesi için, modern kentin olmazsa olmazı kozmopolitliğidir. Bu da kent içinde, yalnızca bir aile yahut zümrenin üyesi olmak yerine, farklı sınıftan ve kültürden insanla aynı yaşam alanını paylaşmak anlamını taşır. Literatür içinden bakınca, bu kozmopolitlik meselesi Ankara için tartışmalıdır. Meltem Ahıska’ya göre, fiziksel olarak savunulmasının kolaylığı ve bağımsızlık mücadelesinin buradan yönetilmiş olmasının dışında, Ankara’nın başkent seçilmesindeki diğer etken, onun İstanbul’un kozmopolit, tehlikeli, karmaşık yapısı karşısında korunaklı, yozlaşmamış ve saf olarak yüceltilen benliğidir. Bu tutum elbette bir meydan okumaya da işaret eder; çünkü rejim karşıtı dini yapılanmaların kolaylıkla mobilize olabileceği İstanbul’un aksine Ankara, bilimin ve tekniğin zaferiyle çölden bir yeni hayat yeşertilebileceğinin kanıtı olarak sunulmuştur.

Fakat, görüşmecilerin çevreye ilişkin yaptığı gözlemleri bahsedilen Ankara idealiyle örtüştürmek zor. 1938 doğumlu bir görüşmecinin çocukluğu, Ankara Koleji; ailesinin bu süre zarfında oturduğu Yenişehir; ve lise yıllarında taşınacakları Paris Caddesi’nde geçmiş. Yurtdışı seyahatleri ve eğitimleri dışında başkentten farklı yerde yaşamamış. İlk gençlik yıllarını bu üçgende geçiren görüşmeci, okul yıllarından başlayarak yabancı eğitimcilerin derslerine girmiş. O yıllarda şekillenmeye başlayan hobilerinin müsebbibi olarak gösterdiği kolejdeki ortamı şöyle anıyor:

…İngilizce okutulan derslerin hepsini İngilizce ana dili olan kişiler veriyordu. Native speaker hepsi ve çok ilginçti. Amerikalı, İngiliz, Avustralyalı, Yeni Zelandalı… Böyle bir karma, nerden buldular getirdilerse.

40’lı yıllarda Kızılay’daki Selanik Caddesi’nde oturmuş 4. görüşmecimiz de bu yıllarda dışarıda Björn ve Kathia isimli iki kardeşle arkadaşlık etmiş ve ilkokul yıllarında Soysal Han’daki Madam Marga’nın ritmik danslar ve bale okuluna gitmiş. Bu okulun varlığı, Alman bir vatandaşın 40’ların başkent merkezinde bir dans okulu işletebilecek sayıda talebesi olduğu gerçeği yanında, Ankara’nın o zamanki çok kültürlü yapısına işaret eden tikel bir örnek. 

Mahalledeki Amerikalıların varlığı da, kozmopolitlik teması altında değinilmeyi hak ediyor. 1960’dan beri Çankaya’da ikamet eden 12. görüşmeci, kentin yabancı sakinleri ile olan ilişkilerini, 60’lı yıllarda aynı apartmanda oturan, kendinden yaşça büyük Lorain ile olan uzun yıllar sürecek yakın arkadaşlığı üzerinden örnekliyor.

Şekil 1. Her görüşmecinin Ankara’ya dair mekânsal sınırları çıkarılmış ve çakıştırılmıştır. Kaynak: Gizem Büyücek, 2019

Kent Mekânları: Mahalle sakinlerinin gündelik hayatlarını geçirdikleri mekânlar, retorik bir temsil olarak kalmasın, görsel olarak ulaşılabilir olsun istedik. Görüşmecilerin anlatılarında bahsettiği mekânları harita üzerinde işaretleyip, her görüşmecinin kendi Ankarasının sınırlarını belirledik ve birleştirdik. Böylelikle farklı tekil anlatılar arasında yakalamanın mümkün olmadığı mekânsal verileri netlikle görme şansına eriştik (Şekil 1).

Görüşmecilerin hayatlarının kesişimini oluşturan mekânları tasnifle görselleştirip anlatılar içinde nasıl yer aldığına baktığımızda, Çankaya’nın, Güvenevler sakinlerinin gözünden projenin ilgilendiği otuz yılda ne çeşit bir kültürel odak haline geldiğini düşünmek mümkün. Bu sürede kültür-sanat ve alışveriş mekânlarına ait anlatıların öne çıktığını ve kozmopolitlik temasının içeriğiyle örtüştüğünü söyleyebiliyoruz.

Görüşmecilerimizin çoğu İhsan Şarküteri ve Güven Çiftliği’nden bahsettiler. İlki Yeşilyurt Sokak ve Cinnah Caddesi’nin kesiştiği köşede, diğeri ise bugün Ziraat Bankası’nın yerinde, Şili Meydanı’na hâkim iki katlı bir hanın girişinde bulunan marketlerin ortak özelliği, domuz ürünleri de dahil olmak üzere geniş bir ürün seçkisi sunması.

Başkentin, kültür ve sanat etkinlikleri açısından da olanaklar sunduğunu söylemek mümkün. İncelediğimiz dönem aralığında, sinema en çok tercih edilen kültür-sanat aktivitesi. Şili Meydanı’ndaki Çankaya Sineması’nın görüşmelerin büyük kısmında anıldığını, mahalle sakinlerinin buluşma adresi olduğunu söyleyebiliriz. 15. görüşmeciye göre çoğunlukla yabancı sinema gösteren Çankaya Sineması, 6. görüşmeciye göre Güvenevler sakinleri için büyük hoşlukmuş.

Şekil 2. Güven Çiftliği’nin yerini 15 numaralı görüşmecinin yaptığı çizimden izleyebiliyoruz. Kaynak: 15. görüşmeci

Bale, kadın görüşmecilerimizin hem izleyicisi olduğu, hem de pratikte uğraşı verdiği bir alan. Anlatıların merkezinde bale eğitimi veren iki mekân mevcut; Kızılay’da bulunan Fenmen Bale Stüdyosu ve Madam Marga Bale Kursu. İzleyiciler içinse, Büyük Sinema ve Devlet Opera Balesi sadece yurtta değil, dünyada popüler olanı başkentlilerle buluşturmaya çalışmışlar. Bolşoy Balesi’nin Kasım 1958’de Büyük Sinema’da gerçekleştirdiği temsil, görüşmecilerin kolektif belleklerinde yer eden olaylardan biri (Şekil 3).

Şekil 3. Bolşoy Tiyatrosu Balesi Ankara Temsili Broşürü, 1956 Kaynak: 7. Görüşmeci

Komşuluk: 30 saatten fazla süren sohbetlerimizden genellenemeyecek yaklaşımlar dinledik. İstisnalar dışında görüşmecilerimiz, 50’li yıllardan 80’lere gelinirken komşuluk ilişkilerinin devamlı olarak zayıfladığını anlattı. 5. görüşmecinin anlatısı bu noktada önemli çünkü 1942’den 2006’ya kadar Güneş Sokak’ta oturmuş. Kooperatif evlerinin sokak içindeki dağılımını ve sokağa yapılan ilk apartmanları tarihleri ile birlikte hatırlayan bu görüşmecinin anlatısı, komşuluk ilişkilerinin geçirdiği evrimi özetliyor. Görüşmeci 50’li yılları şöyle anuyor:

Bir kere çok sağlam komşuluk ilişkileri vardı. Herkes birbirini tanırdı. Birbirlerine gider gelir(lerdi)… Şimdi apartman içinde kimin yaşadığının kim farkında acaba? 3-4 yaşında olduğum vakitleri hatırlıyorum desem(?) Ve benim güçlü sesimi kullanırlardı. Ben balkondan çıkardım (gülüyor), “Melihaaa anneannem size gelecek” derdim. O da kendi oğlunu “gelsinleeer” diye bağırtırdı. Büyükler bağırmaz, biz çocuklar bağırarak birbirimize haber verirdik.

Sokağa sonradan anne-babası ile beraber taşındıklarında aynı komşuluk ilişkilerini bulamadıklarını, yalnız bu kez mahallede anne-babasının çok sayıda “eşi-dostu” olduğunu söylüyor; ilişkilerin yokluğuna değil de şekil değiştirdiğine dikkat çekiyor. 

60’larda Güvenevler’de ikamet etmiş 3. görüşmeci, kendisinin neden Çankaya’da oturmayı tercih ettiğini sorduğumuz vakit, oturduğu semti, tıpkı Güvenevler gibi bir kooperatif olarak kurulmuş Bahçelievler ile karşılaştırarak hem buradaki kent kültürü hem de muhitte kurulan sosyal ilişkilere dair anlamlı ve yargı belirten bir tespitte bulunuyor.

Bahçelievler ile Çankaya arasında büyük bir fark vardı. Bahçelievler daha bir komün hayatı. Komşuluk ilişkileri daha sağlam. Her evin bir bahçesi var. Herkes sokaklarda. Eğlencesi bol… Çankaya öyle değil; daha gayri şahsi ve kozmopolit. Onun için Çankaya tercihimiz vardı.

Bu görüşmecinin anlatısıyla aynı sokakta, 15. görüşmecinin anlatısı taban tabana zıtlık gösteriyor. Sokakta 60’ların sonundan 80’lerin sonlarına kadar yaşayan, çocukluk ve gençlik dönemini burada geçiren görüşmeci; mahalle hayatının, bireyin kendini gerçekleştirmesi için ihtiyaç duyacağı bireysellik alanını kısıtladığı fikrini yanlış buluyor. Ona göre sokak, kişinin toplum içinde kullanacağı yetenek ve görgüsünü kazandığı ortak alan, toplum içinde bir birey olarak var olmaya kişiyi küçüklükten hazırlayan yer.

Mahalleye dair yakınlıkları önemseyen görüşmecinin hikayesi ile “yeni hayat” içerisinde komşuluk gibi teklifsiz ilişkilerin yeri olmadığını söyleyen anlatılar komşuluk teması altında birlikte anlatılıyor. Fakat bu karşıt çıktıların konuştuğu ortak bir dil var. Bu ortak dili çözebilmek için, çalışmanın girişinde anlatılan “kopuş” fikrine geri dönmeliyiz. Türk modernleşmesinin “yeni hayat-yeni insan” anlayışı doğrultusunda cemaat–yurttaş ya da mahalle-sokak arasında keskin ikilikler ve kopuşlar yarattığı iddiası görüşmeci denklemimizde karşılık bulmuyor. Anlatılar bize zoraki bir bireyciliğin yeşermediği, ikili ya da çoklu ilişkileri kurgulama süreçlerinde özgün tutumlara olanak sağlayan bir başkentli profili çiziyor.


Bu içerik “1950-1980 Ankara Gündelik Hayatının Sözlü Tarih Okuması: Güvenevler Mahallesi” isimli Vehbi Koç Ankara Araştırmaları Merkezi (VEKAM) destekli çalışmanın çıktılarından üretilmiştir. Gizem Büyücek & Seçkin Büyücek’in ortak çalışmasının tamamına ulaşmak için bkz. https://ankaradergisi.org/jvi.aspx?pdir=jas&plng=tur&un=JAS-59454&look4=

Güvenlik Caddesi’nin cazibesi

Yaşasağımız çevredeki sosyal yaşam kalitesi yüksek cadde ve sokakların çekiciliği kültürel, toplumsal görgü-davranış ve iletişim üstünlüğü ile biçimlenmektedir. Aşağı Ayrancı’da bu özelliklere sahip başmekânlardan biri de Güvenlik Caddesi’dir.

TBMM Ulusal Egemenlik Parkı (Meclis) koruluğu yakasından, Ayrancı kostümüne yakışan bir kravat şıklığında, Cinnah’tan Çetin Emeç Kavsağı’na ekvator çizgisi gibi uzanan Mesnevi Caddesi’nde sonlanır Güvenlik Caddesi. Yaşam coşkusu veren acemaşiran, gönül ferahlığı estiren neveser, bahar gelince neşe saçan ferahnak makamlarını harmanlayan Ayrancı’nın füsunkâr baş mekânlarından biridir. 

Ayrancı ve Güvenevler Mahallesi’nin en işlek caddesi olarak, Cumhuriyet ile yaşıt sayılan, kültürel ve sosyal konumu Atatürk’ün ruhuna hep huzur gönderen konumdadır. Yaşayanların toplam enerjilerinin ve uygar iletişim alışkanlıklarının, insan ve hayvan sevgisinin ve sahiplenme, sahiplendirme ve korumaya yönelik merhametli sevgilerinin bir “semt dinamiği” oluşturduğu saptamalarının da pozitif bir mekân olan Güvenlik Caddesi için vurgulanması asla abartılı bir kayırma olamaz.

Bakanlıklar’dan Güvenlik’e yaya olarak gelirken, 1986 yılında pek çok ülkenin armağan edip diktiği ağaçların koyu gölgeler oluşturduğu Meclis Parkı’ndan esenlik ve cumhuriyet mürekkepi doldurursunuz gönlünüzün şırıngasına.

Güvenlik caddesi Havuzlu Sokağında başlar. Çevresinde Işıkyolu, kollarını iki yöne açan Ömür, Kuzgun’a uzanan Yaylagül, yine caddeden iki tarafa devrilen Ali Dede ve Yazanlar sokağı yer alır. Çıkışta sol yönde Defne, Şili Meydanı’ndan Kuzgun’da biten, 60’lı  yıllarda boş arsalarında cambazların ip üstünde gösteri yaptığı eski adı Güven olan Kuveyt Caddesi ve Çiftevler Sokağı bulunur. Eski yıllarda troleybüslerin son durağı Farabi Sokağı olarak söylenir. Bir zamanlar bir derenin aktığı  Kuzgun’a kavuşan Mesnevi’nin omuzdaşı Yeşilyurt ile çıkış sol kanatta biten Farabi ve Alaçam sokakları Güvenlik’in son sokaklarıdır. Bu sokakların adı genellikle güzel çağrışımlar uyandırmaktadır. Güvenlik Caddesi ile doğrudan bağlantılı olmayan ara sokaklar bu başmekânın torunları gibi hep şirin bir cıvıltıya sahiptir.  

Güvenlik Caddesi, zarif ve asil, döpiyesli sanata eğilimli bir hanımefendi, profesörlük tezini hakkıyla yeni vermiş çelebi bir akademisyen olgunluğu taşımaktadır. Nefasetinden ötürü yemekleri erkenden tükenip kapatılan lokantaları, her türlü ihtiyacın giderildiği yürüme yakınlığında dükkanları, cadde üzerinde ve ara sokaklarda sıralanan düzenli kafeleri, sevimli sokak kedileri, havlaması yakışan sokak köpekleri, serçeleri, kederli öten kumruları, matrak karga ve alakargaları, kargadan büyük eğik gagalı kuzgunları, baharda semalarında ıslık çalan kırlangıçları, yaz gelince sığırcıkları ile semt akustiğinin korosunu oluştururlar.

Eski kaliteli kumaşlardan terzilere diktirdikleri eskimek bilmeyen ütülü, kravatlı takım giysileriyle, eski bir senatör ihtişamıyla fırına ya da markete alışverişe gidip dönen, bazen eşiyle el ele tutuşarak yürüyen yaş almış beyefendiler ve ölçülü şık giyimleriyle bakımlı, soylu hanımefendiler, sahil rahatlığı içinde rahat giyimli, şortlarının çok yakıştığı, bakışları insanlaşmış sevimli köpeklerini gezdiren  genç kızlarımız, nezaketli gençlerimizin oluşturdukları güven, Güvenlik ile özdeş olmaktadır.

Güvenlik kaldırımlarında; sakin, telaşsız, paniksiz ama debisi kıvamlı, suyu berrak bir ırmağın süzülüşü bulunmaktadır. Kuveyt kavşağı dışında sabırsız ve hırçın araç kornalarına pek rastlanmaz. Semalarımızda geceleri umursamaz bir hoyratlıkla bağıran helikopter gürültüsü ile başka yerlerden olduğu belli araçlardan son ses gelen müzik dışında semtin genel akustiği bir viyolonsel bir keman konçertosu hazzındadır Ayrancı’nın.

Bir de çok yakışan bozacının sesi. Sabahın erken vakitlerinde simitçilerin, akşam vakitlerinde apartman önlerinde çocukların haykırışları. Akşamlara kafeler kalabalıklaşırken, kış günlerinde sokak lambaları yeni yanmışken ve Ahmet Vefik Paşa okulu paydos olunca, o pırıl pırıl öğrencilerin anne ve babalarına bıcır bıcır günün özetini anlatmaları akşama dönüşen günün neşeli bir sesli imzasıdır.

Paris, Kuzgun caddeleri, Şimşek ve Meneviş sokakları Güvenlik Caddesi’nin amca oğullarıdır. Çift yönlü trafiğe sahip Hoşdere Caddesi’nin Güvenlik ile dayanışma içinde olduğu söylenebilir. Güvenlik’in trafikte son yıllarda ondan aşağı kalır bir yönü kalmadığı da bilinmektedir.  Hoşdere, Güvenlik, Atatürk’ün Cumhuriyet köşküne tırmanan Cinnah, hep birlikle Çankaya uygarlığı altında eskilerin semtürreis dedikleri cumhuriyetin baş ucu noktasıdır bu semt.

Bir Ayrancılı şöyle der Güvenlik için: “Değil tek yön, iki ucunu kapatsalar yine Güvenlik’te otururum.” Pazar günleri dükkanlar kapalı olunca Güvenlik’te bir burukluk duyulur. Kuşku ve korku duymadan bağlanma ve aidiyet duygusuyla bağdaşık, yaşam kalitesini artıran. 

Dikmen Vadisi, Portakal Çiçeği, Kuğulu Park, Seğmenler, Atakule, Botanik ve irili ufaklı yer alan bütün parklar Aşağı ve Yukarı Ayrancı’da ve Güvenlik Caddesi’nde oturanların birer bahçesidir. Ülkemizin kalbi Ankara’da, her yere yakın, kültürel imaj ve uygar görüntüleriyle peyzajı ayrıcalık  ve cazibe kazanan kimliğiyle, dönemsel ve geleneksel özelliklerini dernekleriyle, Ayrancım Gazetesi ile koruyup geliştiren, Çankaya’nın “bir tatlı huzur alınan” semtidir şu bizim Aşağı ile Yukarı Ayrancı.

Ankara Postası – Ekim 1933

Yıl:1 Sayı:2

Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Dönümü

Ankara’daki Kutlulamalar

Ankara’da Cümhuriyetin onuncu yıl dönümü; üç gün gece gündüz büyük coşkunluklarla candan ve hep beraber kutlulanacaktır. Bunun için bayram günlerinde ve gecelerinde şehirde bulunan bütün resmî daireler, resmî ve hususî müesseseler, Cümhuriyet Halk Fırkası [Partisi] merkezi, halkevi, mektepler. spor kulüpleri, ev ve dükkânlar, minareler, meydanlar, caddeler bayraklarla, yeşilliklerle, kırmızı beyaz kurdelâlarla süslenecek ve elektrikle tenvir edilecektir [aydınlatılacaktır]. Elektrik tesisatı henüz yapılmamış olan mahaller de fenerlerle donatılacaktır.

Cümhuriyetin on yıllık bütün işlerinin mukayeseli grafikleri Büyük Millet Meclisiyle Fırka binası arasında caddenin iki tarafındaki yaya kaldırım kenarına konacak ve tenvir edilecektir. Bilumum vesaiti nakliye kırmızı beyaz kurdelâlarla süslenecektir. 

Bundan başka ana caddeler ve meydanlar inkılâp şiarlarımızı [temel ilkelerimizi] ifade eden uzun ve bez levhalar üzerine yazılı kısa sözlerle ve cümhuriyetin feyizlerini gösteren levha, resim ve grafiklerle işlenecektir. Şehirdeki tezahürata iştirak etmek üzere yakın kaza ve köylerden atlı ve yaya köylü misafirler davet edilecektir. Bu misafirler Vilâyet ve belediyece ayrılan yerlerde yatırılacaktır.
(Hakimiyeti Milliye, 27 Ekim 1933)

Onuncu Yıl Marşını Millete Öğretmek İçin

Onuncu cümhuriyet bayramı marşının notaları dağıtılmıştır. Birkaç günden beri çalıştırılan Ankara’nın bütün mektepleri talebesi dün halkevinde toplanarak hep bir ağızdan ilk provayı yaptılar. Marşın bestesi gramofon plâklarına da alınmaktadır.
(Hakimiyeti Milliye, 4 Ekim 1933) 

Bayramda Açılacak Sergiler

Cümhuriyetin onuncu yıl dönümünde, sade yaptıklarımızı göstermek ve onlarla öğünmek için değil, yeni on yıllar için hız ve kudret almak için büyük bir bayram yapıyoruz.

Ankara’da Maarif Vekâleti’nin İsmet Paşa Kız Enstitüsü’nde hazırladığı ve maarif sahasındaki inkılâplarımızı gösteren sergi ile Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin ticaret lisesinde tertip ettiği ‘On Yıl İktisat Sergisi’ çok manalı ve nevileri şahıslarına mahsus eserler olacaktır.
(Hakimiyeti Milliye, 25 Ekim 1933)

Tıbbî Müstahzarlar ve Aletler Sergisi

Beşinci millî tıp kongresi ile beraber Büyük Millet Meclisi’nin yeni yapılan salonlarında açılmış olan tıbbî müstahzarlar ve alet sergisi iki gündür binlerce yurttaş tarafından ziyaret edilmektedir.
(Hakimiyeti Milliye, 23 Ekim 1933)

Spor

Ankara’da Bayram Münasebetile Birincilikler

Büyük bayram münasebetiyle denizcilikten başka bütün sporların Türkiye birincilik müsabakaları Ankara’da olacaktır. Müsabakalara 46 güreşçi, 20 eskrimci, 105 atlet ve 120 futbolcu iştirak edecektir. 

Büyük geçit resminde otuzu denizci olmak üzere beş yüzden fazla sporcu ve kulüp murahhasları [delegeleri] iştirak edecektir. (Hakimiyeti Milliye, 20 Ekim 1933)

Ankara’nın İmarı Üzerine

Tapusuz Şehir

Ziraat Enstitülerinden Ankara şehrine doğru bakıldığı zaman, gözlerinizi oğuşturmak istiyeceksiniz. Eteğinden tepesine kadar koskoca bir dağ, çamur çoban kulübeleri ile kaplanmıştır. Sanki bir gecede, bir köy Ankara’nın sırtına yapıştırılıvermiştir: En garplı şehrin omuzlarından biri üzerinde en geri şark!

Bu dağ ve yanındaki dağ, ikisi de şehir plânında yeşil saha’dırlar. Plânın 250 bin nüfus için yapıldığını da akılda tutunuz.

Bu iki dağda ne yol, ne su, ne ışık, hiçbir şey yoktur. Bu iki dağda hiçbir ev tapulu değildir. Bu iki dağ yeni Ankara’nın baştanbaşa bütün iddialarını ve davalarını tekzip etmeğe çalışıyor.

Şehrin bu iki dağını ve etrafını kaplıyan çamur şehir, hükûmet ve belediyenin kontrolsüzlüğünün ve müsamahasının değil, maatteessüf bir zaruret’in eseridir. Ankara’ya gelen binlerce amele nerede oturacaktı? Ya çadır kuracaklar, ya yerin altını kazacaklar, yahut ikisinden de farkı olmıyan bu çamur çerkileri inşa edeceklerdi. Belediye yarın hepsini silip süpürebilir; tapusuz tek bir dam bırakmıyabilir. Fakat ayazda kış ortasında biriken kadın çoluk çocuk binlerce fakir vatandaşa ne cevap verecektir?

Şehir plânında bir amele mahallesi parçası vardır. Bu topraklar, en ucuz yerlerdedir. Bu topraklarda en ucuz, bu yapılanlar kadar ucuz, fakat sıhhî, güzel ve muntazam ikametgâhlar da kurulabilir. Bu iki dağ, işte ancak böyle, aileler bir damdan başka bir dama nakledilerek, ev yapanlar orada çalıştırılıp kendilerine kendi evleri yaptırılarak, boşaltılacaktır. Bu yalnız içtimaî muavenetin [sosyal dayanışmanın] borcu değil, şehrin inzibat, estetik, sıhhat ve halk terbiyesi bakımlarından da elzemdir. Amele mahallesi yerlerinin istimlâk olunarak, birer ikişer odalı basit evler inşa olunmak için harcedilecek para, hiç şüphesiz, bu tapusuz şehr’i emrivaki gibi kabul edip, oraya ışık, su, yol ve inzıbat yetiştirmek için harcedilecek paradan daha az olacaktır.

Şurası mühimdir ki, Ankara’nın büyük iddiası karşısında bu garabet daha uzun müddet muhafaza edilemez. Üç tedbir başta geliyor: Bu iki dağı tapulandırmamak, yeniden hiçbir şey yaptırmamak, plânın amele mahallesi kısımlarını istimlâk edip bu iki dağı oraya nakletmek!
(Falih Rıfkı [Atay], Hakimiyeti Milliye, 10 Ekim 1933)

Altyapı Yatırımları

Çıbık Barajı*

Yeşil Ankara’yı, bundan beş on yıl evel ancak ham bir hayal sayılırken bugün hakiykat yapmak yolunda olan Cümhuriyet hükûmeti, bu maksadını tamamiyle tahakkuk ettirmek [gerçekleştirmek] için; Ankara’nın en mühim derdini halledecek, en mühim ihtiyacını karşılıyacak çareyi bulmuş ve başarma yolunda bulunmuştur. ‘Çıbık’ da yağmur ve sel sularının içinde toplandığı bir vadinin tepelerle çevrilmiş bir yerinde suları biriktirmek için 105 rakımına kadar yükseltilecek olan büyük Çıbık barajının inşasına hararetle devam edilmektedir. Çalışma mevsimi bitmeden evel işin büyük bir kısmı tamamlanmış olacaktır. Beton dökmeye müsait havalar daha bir müddet devam edebilecektir; bu zaman içinde işin esaslı kısımları başarılmış olacaktır.

Ankara’nın bütün ecnebi ziyaretçilerini de hayret ve takdir içinde bırakan büyük inşa işlerinin başında gelen Çıbık barajı Türkiye Cümhuriyeti merkezinin en esaslı ihtiyacını biter bitmez bütün kifayetiyle karşılamış olacaktır. (Hakimiyeti Milliye, 3 Ekim 1933)

* Barajın adı başlangıçta yörenin adının ‘halk” kullanımındaki şekliyle belirtilmiş, ancak kısa bir süre sonra ‘Çubuk’ sözcüğü benimsenmiştir.

Çubuk Barajı

Hükûmet merkezinin su ihtiyacının temini, sokakların, bahçelerin, parkların sulanması ve şehir havuzlarının tağdiyesine [doldurulmasına]  yarar suyu temin ve aynı zamanda Sincan köyüne kadar 55.000 dönüm arazinin sulanmasını ve ağaçlama sahasının inkişafını kolaylaştırmak için Çubuk feyezan [taşkın] sularını tutacak bir hazne bendi yaptırılmaya  başlanmıştır. Gelecek sene nihayetlerinde inşati bitecek olan bu bent, 12,5 milyon ton su alacaktır ve 49 milyon [ton] sel sularının kullanılmasını kolaylaştıracaktır.
(Hakimiyeti Milliye, 29 Ekim 1933)

Çarşı-Pazar

Yiyecek Fiatları

Sebze fiatları yeni mevsime ucuzlukla girdi. Çok ucuz seneler vardır ki Ankara bu mevsimde, yani yaz sebzelerinin turfanda zamanında bu kadar ucuz olmamıştır.

Fiatı en çok düşenlerden biri patatestir. Vasati [ortalama] olarak patatesin fiatı 100 paradır [2,5 kuruş]. Lahna çok boldur, dört kuruştur. Pırasa da aynı haldedir. Patlıcan 10-12 arasındadır. Kabak artık turfandadır. Ağustos iptidalarında [başlangıcında] ekilen yeni kabaklar şimdi mahsul vermeğe başlamışlardır ki bu sebeple 12,5-15 arasında tahavvül ediyor [değişiyor].

Dolmalık biber 5, sivri biber 10-12,5’tur. Sivrinin fiatının dolmalığa nisbeten bir buçuk misli fazla oluşu turşuluk için sivrinin fazla müşteri bulmasından ileri gelmektedir. Domates pek çok gelmektedir. 5-7,5 arasında istenilen domates tedarik edilebilmektedir. Köylünün getirdiği kışlık soğan 3-4 arasında satılmaktadır.

Havuç dört kuruştur. Ispanak 10-12,5 kuruşadır. Sebzeler içinde fiatı en yüksek olan çalı fasulyesidir. 20-22,5 arasında dolaşmaktadır. Barbunya ve ayşekadın 15-17,5 kuruşadır. [Bu fiatlar] esnafın kabzımallardan aldığı toptan fiattır. Esnaf da bunun üzerine bir miktar zammederek satmaktadır.
(Hakimiyeti Milliye, 8 Ekim 1933)

Kışa Girerken

Kömür Fiatları

Şehirde kömür fiatları  yüksektir. Vilayet ve belediye bu işi hal için tedbirler almaktadır. İstanbul ve Ankara arasındaki yol boyunca toplanmış olan kömürün taşınması da vagon vaziyetleri dolayısiyle tehir edilince kömür fiatları birden on beş kuruşa çıkmıştır. 

Hükumet, önüne gelenin istediği yerde odun kömürü yakmasına müsaade vermemek suretiyle pek haklı bir hassasiyet  göstermektedir. Vilayet, fennî surette ayrılan ormanlardan ağaç alınarak derhal kömür yapılması için Ayaş’a, Bâlâ’ya müsaade etmiştir. Fiatlar birkaç güne kalmadan normalleşecektir. Maden kömürü fiatları normaldir.
(Hakimiyeti Milliye, 10 Ekim 1933)

Sağlık

Hıfzıssıhha Müessesesi

Ankara’da yapılan ‘Türkiye Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi’ bilhassa bulaşık hastalıklarla ilmî bir surette mücadele ederek onları yok etmek için ilmî tetkikatta bulunmak üzere tesis edilmiş çok büyük ve çok mühim bir sıhhat ocağıdır. Bu büyük müessesenin kimya ve bakteriyoloji şubeleri iki seneden beri işlemektedir. Bunlardan başka hıfzıssıhha mektebi, seroloji [serum bilim] kısmı ve fennî ahırları vardır.
(Son Posta, 29 Ekim 1933)

Eğitim

Yüksek Ziraat Enstitüsü Açıldı

Yüksek Ziraat Enstitüsü’nü dün Başvekil İsmet Paşa Hazretleri yüksek ve samimi tezahürat arasında açtı. Enstitünün açılmasını kutlulama hatırası olarak Başvekil Hazretleri tarafından bir meşe ağacı dikilmiştir.
(Hakimiyeti Milliye, 31 Ekim 1933).

Bir Ankara efsanesi: Süleyman Bağcıoğlu

Sırtında gitarı, üzerinde Hard-Rock Ankara kot gömleği, ayağında yaz-kış çıkarmadığı kovboy çizmeleri ile çalacağı mekâna grup arkadaşlarından en önce gelir, efsanevi Fender’ini özenle kılıfından çıkarır ve alâmetifarikası olan gitarının tonunu cerrah titizliğinde ayarlar. Sahne ışıkları açılır. Gözlerini kapar, müzik başlar, solo kısmında sahnede ufak adımlar atar ardından kot pantolonun arkasında yakılmak üzere hazır bulunan sigarasını yakar, onu da gitarının tellerine sıkıştırdığı an başka bir dünyanın kapıları ardına kadar aralanır. Bu sahne Ankara’da uzun yıllardır değişmedi. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en yetenekli gitaristlerinden Süleyman Bağcıoğlu’ndan bahsediyorum. Sadece Ankara’da değil, Türkiye’de dinleyeni giderek azalmakta olan bir müzikal geleneğin son temsilcilerinden. Kendisi müziğin bu çağda hala idealist bir şekilde yapılabileceğinin en somut kanıtı bence.

Süleyman Bağcıoğlu

Efsanevi A-Bar ve Blues Express günleri

Süleyman Abi, müzikal yaşamına dokuz yaşında abisinin gitarını gizli gizli çalarak başlar. Beatles, Rolling Stones plakları ilk dinlenen plaklardır. Bu plaklar sayesinde rock müzik de Bağcıoğlu‘nun hayatına girmiş olur. Zaten bu istikametten de hayatı boyunca hiç sapmaz. Müzikal anlayışını hep bu hattan yana çizer. Kabataş Lisesi’nde okurken ilk müzikal denemelere başlar. Zaten kısa bir süre sonra Kabataş Lisesi’nde Milliyet gazetesinin düzenlediği yarışmada, arkadaşları ile kurduğu grupla birinci olur. Kabataş Lisesi’nde sonra 7 senelik bir memuriyet macerası olur. Tahmin edilebileceği üzere memuriyet Bağcıoğlu’nu pek sarmaz, dolaptan kovboy çizmeleri yeniden dışarı çıkartılır ve müziğe kesintisiz olarak geri dönüş yapar. 1980’lerin başında Ankara’da rock müzik çalacak mekân olmadığı için bir ara Amerikan Üssü’nde müzik yaparlar kısa bir süre de Siyah Beyaz’da çalarlar sonra da efsanevi A-Bar günleri başlar. “O zaman zaten, İstanbul’da da yoktu böyle canlı müzik barı. Ankara’da A Bar tekti. A Bar’ın açıldığı ilk iki sene, inanılmazdı Ankara. İngiltere falan halt etmişti, çok ciddi söylüyorum, acayipti. İki sene öyle gitti…” A-Bar günlerinden sonra efsanevi Blues Express günleri gelir. Teoman’ın bile dinlemek için İstanbul’dan kalkıp geldiği bir gruptur Blues Express. Maalesef bu grubun ömrü de çok uzun olmaz. Kısa bir Bulutsuzluk Özlemi dönemi sonrası ağırlığı Ankara’ya ve bar gruplarına verir. Uzun yıllardır devam ettiği In Rock ve Kendinden Prensli At grupları bu dönemlerde kurulur. 

Süleyman Bağcıoğlu için yapılacak en doğu tanım tüccar değil, harbi müzisyen olsa gerek. Kendisi tüm endüstriyel faaliyetlerden uzakta sadece kendi sevdiği sanatçıların ve grupların parçalarını kendi stiliyle çalan bir müzisyen. Deep Purple, Led Zeppelin, Pink Floyd, Jimi Hendrix, Dire Straits, Süleyman ağabeyin geçmişten bugüne kadar hiç değiştirmediği playlisti mesela. Böyle bir işi de bu kadar uzun yıl sürdürebilmenin altında da müzikle kurduğu bu naif ilişkide yatıyor sanırım. Bar ortamında, sürekli değişen mekanlar arasında inatla sadece sevdiği müziğin peşinden koşan nadir müzisyenlerden bence. Ayrıca gece 03.00’te bitirilen Yavuz Çetin’in Yaşamak İstemem parçasından sonra grup elemanları ekipman toplamaya yeltenirken mikrofonun başına geçip “Bu parçadan sonra Jimi Hendrix çalınır abi” diyecek motivasyona ve enerjiye de ekstradan şapka çıkarmak gerek. Süleyman Abi, motive olmak için salt seyircinin teşvikine gerek duymayan biri –elbette seyircinin teşviki onun o günkü gitar çalışına pozitif bir şekilde yansıyor– enstürmanına ve müziğe duyduğu derin aşk onu motive etmeye yetiyor artıyor bile. Pink Floyd’dan Coming Back to Life parçasını çalarken ya da çalarken çok keyiflendiği vücut dilinden anlaşılan bir Jimi Hendrix parçasının solo kısmında gözlerini kapatır, o an onu dinleyen beş kişi bile olsa, onlarla birlikte müziğin ruhani boyutuna geçer ve o anın tadını çıkarır.

“Abi, eyvallah”

Süleyman Abi, Ankaralı değil ama sıkı bir Ankaracı. İstanbul’a kıyasla Ankara’nın kendisine müzikal anlamda beslediğini sık sık röportajlarında da belirtiyor: “Ankara’nın enerjisi daha başka yani… Elbette her yörenin kendine ait bir enerjisi var. İstanbul çok farklı bir yer hakikaten. Oradan memnun olanı var, olamayanı var. Ama ben mesela İstanbul’daki hayattan beslenemiyorum. Ankara’nın enerjisi farklı yani…” 

Kendisi aynı zamanda Ankara rock kültürünü de başlatan adamlardan. 70’li yılların sonunda A-Bar ve Siyah Beyaz’da çaldığı gruplarla rock gruplarıyla, Ankara’da birçok genci gitara başlatanlardan birisidir. Ankara rock dinleyicisi her zaman için Bağcıoğlu’nu çok özel bir yere koymuştur, bar sahiplerinin birçok kez “bu çaldığınız müzik de para yok” demesiyle, sık sık mekân değiştirir, ardında bir avuç insanla beraber yollara düşer. Ankara’nın son yıllarda  hızla değişen kent kültürünün etkilerinden Süleyman ağabey ve grupları da etkilenir. Müziklerini icra edecek ortam bulmakta zorlanırlar. Son yıllarda Sakarya Caddesi neon ışıklı kötü Türkü barlarla çevrelenmiştir mesela ya da Kızılay’ın bir başka yeri birbirine benzeyen kahveci ya da tavuk dönercilerle… Bağcıoğlu da bu vaziyetten sonra gitarını alıp bu ortamdan uzaklaşma kararını alıp kendine başka mekanlar arayıp, bulmaya devam ediyor. Süleyman Bağcıoğlu yaşanılan tüm bu zorluklar karşında hiç pes etmez, müziğini yapabildiği her yer onun için mutluluk vericidir zaten. 

Bana kalırsa kendisini dinleyici nezdinde özel kılan müthiş tevazusudur. Sahnede hayranlıkla izlenen ve çalınması gerçekten çok zor olan bir Deep Purple veya Led Zeppelin parçasının solosunun ardından yanına öbeklenen ve ona methiyeler düzen izleyicisine hep aynı tepkiyle karşılık vermiştir: “Abi, eyvallah

Ankara’da sıkıcı bir cumartesi günü yapılacak hiçbir şey olmayan ve boş boş dolaşılan gecelerde kulaklara çarpan nefis bir Pink Floyd solosunun ardına düşülür ve karşınıza elbet Süleyman Bağcıoğlu çıkar. Orada kendisi ve nefis grubu size artık canlı dinleme olasılığının neredeyse imkânsız gruplardan parçalar çalarlar ve bir nebze olsa mutlu kılarlar. Zamana karşı direnmek zor; bazı insanları zamansız yapan, hayata karşı duruşları, idealizmleri veya tutkuları oluyor. Süleyman Bağcıoğlu’nun da en azından benim hayatımdaki karşılığı tam olarak bu. İnatla, sevdiği şehirde sevdiği şarkıları çalmasında. Gerek sahne duruşu, gerek tevazusu gerek müthiş müzikal yeteneğiyle Süleyman Bağcıoğlu hala aynı heyecanla müzik yapmaya ve Ankaralı ufak azınlığı mutlu etmeye devam ediyor… İyi ki varsın Muhteşem Süleyman!


Bu yazı 2012 yılında Agos’ta yayımlanan Bir Ankara Efsanesi: Süleyman Bağcıoğlu yazsının revize edilmiş halidir. 

Kaynak: http://filucusu.yektakopan.com/kendinden-gitarl-adam-suleyman-bagcoglu/