Giulio Mongeri (1873-1951)
Giulio Mongeri, İstanbul, Ankara ve Bursa’da önemli yapılara imza atmış İtalyan mimar.
XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti’ne hizmet eden, erken Cumhuriyet dönemi Ankara’sına da değerli katkılarda bulunan Mongeri ilk Ankara seyahatini 1897 yılında yaptı.
![](https://ayrancim.org.tr/wp-content/uploads/2022/03/MONGERI-ZIRAAT.jpeg)
![](https://ayrancim.org.tr/wp-content/uploads/2022/03/MONGERI-ISBANK.jpeg)
Levanten kökenli Mongeri, 1873 yılında İstanbul’da doğmuş, ilk gençlik ve eğitim yıllarını Milano’da geçirmişti. Mongeri, İtalya’da mimarlık eğitiminin ardından ise İstanbul’a dönerek İstanbul ve Ankara’da, birçoğu uygulanmış ve günümüze kalmış yapılar tasarladı. Ziraat Bankası (1926-1929), Osmanlı Bankası (1926), Tekel Başmüdürlüğü (1928), İş Bankası (1929) binaları Mongeri’nin Ankara’daki baş yapıtları arasında. Mongeri’nin Ankara Seyahati’nden izlenimleri şöyle:
![](https://ayrancim.org.tr/wp-content/uploads/2022/03/MONGERI-M-1024x695.jpg)
Nisan 1897
Ankara’dan birkaç kilometre önce bataklıklar bitiyor ve geniş otlaklar başlıyor. Buralarda ender güzellikteki uzun, bembeyaz, dalgalı tüylü mohair keçileri özgürce yaşıyor.
Demiryolu uzun bir virajı dönüyor ve Ankara görünüyor: Kedilerin ve keçilerin kenti.
Anfitiyatro şeklinde istasyon seviyesinden yüz metre yüksekliğindeki bir tepe üzerinde. Tüm Türk taşra kentleri gibi birbiri üzerine yaslanmış tahta evler yığını. Bu dalgalı ve belirsiz çizgi arada sırada tarihi kalenin kule ve duvarlarınca kırılıyor. Her durumda da piktoresk konumu ile yolcuya çok güzel görünüyor.
Caddelerin hepsi dar ve pis, evlerin koyu renginden ötürü melankolik. Hepsi samanla çamuru karıştırıp güneşte kurutarak yapılan tuğlalarla inşa edilmiş. Pazara giden ana cadde boyunca her türlü insanla karşılaşılıyor. Bel kısımları dar cüppeleri içinde Çerkezler, tiplerinden hemen tanınan Ermeniler, Rusya’nın Asya kesiminden gelen Tatarlar; tümüyle geniş kepenekleriyle örtülü, çevrenin çoban ve çiftçileri, subaylar, askerler, her dinin din adamları, buğdayı pazara taşıyan deve dizileri, atları dörtnala ve aldırmazca geçen Arap süvarileri.
Hepsi bir fantastik renk ve tuhaf ses karmaşası; şaşkınlıkla izlenen bir gösteri gibi. Bu köylere Avrupa uygarlığı ulaşmamış ve biz Avrupalıların dilediği şekliyle gerçek Doğu mükemmel bütünlüğünde korunuyor. Bugün sefil ve fakir görünen Angora kentinin tarihte şanlı bir geçmişi vardı. Her tarafa yayılmış çok sayıdaki kalıntı bunu kanıtlıyor.
Latinler burada 18 yıl kalarak çok sayıda kilise inşa edip kaleyi onarmışlar. Sultan Murad I 1362 yılında buraya hâkim oldu. Çubuk savaşı sonrasında kısa süreliğine Moğollara geçti ama Mohamed I geri aldı ve o zamandan beri Osmanlı İmparatorluğu’nun parçası oldu. Günümüzde nüfus karışık ve genelde iyi karakterli. Büyük kısmı Türkler, ardından Arnavutlar ve Çerkezler; birçok başka ırk da var. Bunların arasında buranın yerlileri olan antik Galatlar da hâlâ mevcut.
Türkler genelde kamu görevleri üstleniyorlar, yerliler çiftçilik, hayvancılık ve küçük yerel sanayi üretimi de yapıyorlar. İstisnasız hepsi Türkçe konuşur. Rumların büyük kısmı kendi dilini bilmez.
Gelişimin ertesi günü kent yeni rediflerin (askerlik yapmış ama savaş nedeniyle silah altına çağırılanlar) yola çıkışı nedeniyle alt üst durumdaydı.
Sabah erkenden istasyona gittim. Bir asker sırasının önlerinde basit bir bando ve yoğun bir akraba – arkadaş kalabalığıyla kentten yavaşça geldiğini gördüm. İstasyona doluyorlar ve vagonlara yerleşiyorlar. Herkes yerini aldıktan sonra imam her vagondan geçiyor ve elini öptürüyor. Saygıyla alınlarına da götürüyorlar. Sonra Doğuya dönüp tüm erkek, kadın ve çocukların avuçlarını yukarı tutarak okudukları bir dua başlıyor ve genel bir Amin’le bitiyor. Ve hızla avuçlarını yüzlerine sürüyorlar…
Zil çalınca babalar çocuklarını kompartımanlarına aldılar, öptüler, okşadılar. Dışarıda anneler ağlıyor, kendilerini kaybediyorlardı. Yola çıkmadan hemen önce Vali bekleme salonundan çıktı. Kısa bir nota dizisi ardından Padiscia’ ciok iascia ve o binlerce ses, tek ses olarak gökyüzüne yükseldi, rütbeliler ellerini önce ağızlarına sonra alınlarına götürerek selam verdiler. Kalkış saatinde inleme ve çığlıklar sağır edici hale geldi. Tren yavaşça hareket etti ve gözden uzaklaştı.
25 Nisan 1897 Pazar
Mongeri sabah eşlikçisi tarafından alınır. Hükümetten bir memurun yanında olursa camilere girebileceğini öğrenince Vali’nin yaverine başvurur ve yanına bir polis müfettişi verilir.
Augustus Tapınağı yakınlarında bir Türk mezarlığına giderek, yerde çok sayıda sütuna rastlar:
“250 metre bir hat üzerinde sıralanmışlar. Bugün ayakta sadece 5 tanesi kalmış. Birçoğu Ermeni ve Türk mezar taşı olarak kullanılmış.”
Mezarlığın Hacı Bayram Camii haziresi olduğunu söylemek mümkündür. Bu mezarlar 75 yıl kadar önce taşınmışlardır.
Mezarlığın ucundaki Roma duvar kalıntıları ve sütunlar dışında bir şey keşfedemediğini ve plan oluşturamadığını söyler. Ancak, böylesine uzun bir yapıyı, ovalık alanda bulunmasından yola çıkarak bir hipodromla bağdaştırmaya çalışır ve gerekçelendirir:
“Augustus Tapınağı’ndaki Yunanca yazıt Ankara amfitiyatrosunda, tapınağın açılışında yapılan oyunlar, koşular ve dövüşleri sıralıyor.“
Bunların Tanrı Augustus ve Tanrıça Roma kültünün kutlanması çerçevesinde yapılan festivaller oldukları bilinmektedir. Bu festivaller ve hipodromdaki at yarışlarının Augustus Tapınağı yakınlarında bir yerde yapıldığı düşünülmektedir.
“Mezarlıktan çıkıyorum ve zafer sütununun dikili olduğu (söylendiğine göre Julianus’un) meydana yollanıyorum. Kesinlikle Bizans dönemine ait ve yazıtsız. Sütunun gövdesi üst üste halkalardan oluşmuş. Yerden yüksek geniş bir kaidenin üzerinde. Eskiden tepesinde bir heykel vardı diyorlar. Şimdi onun yerinde leylek yuvası var.
Julianus sütunundan ayrılıyorum ve polis’in söylediği bir heykeli görmek üzere konağa gidiyorum. Gerçekten de çok güzel. Ancak çok yazık ki çoğu heykelin başı yok.”
26 Nisan 1897 Pazartesi
“Dar sokaklardan bazen mimari parçalar bularak Angora kalesine yöneliyorum. Kadınlarla karşılaştığımda dikkatle yüzlerini örtüyorlar veya duvara doğru dönüyorlar. Çocuklar bana bakıp sciapcali (şapkalı) diyorlar.”
Kaleden çok etkilenen Mongeri, devşirme malzemeye özel bir hayranlık duymaktadır.
“Çok güzel harflerle yazılmış Yunan ve Roma yazıtlarından çok sayıda vardı.”
“Baruthane haline gelmiş olan kalenin en üst kısmında (Akkale) duran bir aslana hayranlıkla bakıyorum. Övgüye değer ve görkemli Yunan heykel işçiliği.”
Rehberinin dini nitelikler atfettiği taştan büyük bir küreyi (muhtemelen sokağa ismini veren Ali Taşı) mancınık mermisi olarak belirleyip yoluna devam eden Mongeri, gizli tünellerin birinden aşağıya kadar (Bentderesi) iner:
“Bugün barut tutulan yerde demirden bir kapı ile küçük bir mekâna geçiliyor oradan da 700 basamakla yamacın dibine ulaşılıyor.”
Kale’den ayrılan Mongeri Atpazarı’nı yürürken İstanbul’la kıyaslamaktadır. Ankara’nın çok zayıf kalmasına rağmen çeşitli kökenlerden insanlar ve tiftik satışından etkilenir. Yürüyüşünün sonunda ilgisini çekecek Arslanhane Camii’ne ulaşacaktır:
“Duvar tümüyle antik anıtların parçaları ile yapılmış. Dört çok güzel Roma konsolu var ve duvarın inşasında kullanılmış iki aslan görülüyor.”
“Avluda yine duvarda çok iyi korunmuş bir Bizans antrölak buluyorum. Ancak deseni çok sıradan”…“Caminin çeşmesinden (Ahi Şerafettin türbesi) su almak için geçen yaşlı bir hanum bana bir iltifat ediyor: ‘Bu domùs yazı yazmak için bundan daha iyi bir yer bulamamış’…”
“Fotoğraflamak istediğim şeyin önüne geçen bir grup kadına makinemi yöneltiyorum: Korkmuş anneler fotoğrafın kötülük yapacağını düşünerek çocukları çağırıyorlar.
27 Nisan 1897 Salı
Mongeri Augustus Tapınağı’na yönelir. Bozuk yollardan geçerek tapınak ve Hacı Bayram Camii’ne ulaşır.
“Cami kırmızı ve yeşile boyanmış tuğladan. Siyah boyalı ahşap parçaları da var. Yerler halı, duvarlar Kuran ayetleriyle süslü. Demir ızgaralı bir pencereden caminin içi görülüyor. Fildişi kalkmalı ve altın yaldızlı, arapça yazıları olan çok güzel bir kapıyı açınca mezar daha doğrusu Hacı Bayram’ın içinde yattığı sanduka görülüyor.”
Duvarlar olağanüstü bir mükemmellikle inşa edilmiş. Kenetlerle birbirine bağlı büyük mermer bloklardan oluşuyor…
Bu Roma’ya ve Augustus’a adanmış tapınak arkeolog ve tarihçiler için zengin yazıtları açısından çok kıymetli. Galat ülkesinde kısa zamanda güzel sanatların nasıl mükemmelliğe ulaştığını kanıtlıyor…
Ön tarafta açık bir giriş olan Pronaos var buradan bu çok güzel kapı aracılığıyla rahiplere ayrılmış olan Naos’a giriliyor…
Bizans dönemine ait çünkü tapınak o dönemde kilise olarak kullanıldı…
Bu tapınak Galat prenslerinin zamanında açıldı. Cephedeki payenin üzerindeki yazıtta isimleri, tapınağın kutsanması sırasında yapılan şenlikler anlatıldı…
Uzun uzun şölenler, gösteriler ve yarışlar anlatılmış, Ankara kentinin zenginliği hakkında yeterince net bir fikir veriyor…
Ancira Augusteumu’nu arkeologların gözünde önemli kılan Augustus’un vasiyetnamesinin pronaos duvarlarında yazılı kopyasıdır…
Bu yazıt Avrupa’ya ilk kez 1554 yılında Alman büyükelçisi Busbecq tarafından götürülmüştür. Yazıtın muhafazasını Charles Texier’ye borçluyuz: Üzerinde bulunduğu duvarın yıkılmak istendiğini duyunca Fransız hükümetini uyarmıştır. Görevlendirilen heyet kısmen saklı olan Yunanca metni de açığa çıkartmış ve Latince ve Yunanca özgün metinlerin birer kopyasını Fransa’ya götürmüştür.”
“Gerçekten Roma’dakilerden hiç aşağı kalmayan bir eser.”
28 Nisan 1897 Çarşamba
Mongeri güne “Leblebici Camii’nde başlamaktadır. Yolda rastladığı bir Korint başlığı ölçerek Augustus Tapınağı’na uyduğunu fark ederek mutluluk duyar. Ardından yakındaki Türk okulunda olduğunu öğrendiği heykeli görmeye gider:
“Her zamanki gibi kafası yok. Üst kısmı hasarlı, sol kolu vücuduna doğru kavuşmuş, sanki peplumunun kıvrımlarını destekler gibi. İyi işlenmiş elinde bir parşömen rulosu tutuyor.”
“Rehberim başka bir antika göstermek üzere beni Yeşil Ahi Cami’ne götürüyor. Bir Rum bir de Yahudi mahallesinden geçiyorum. Meydanda bir caminin karşısında mermerden bir aslan, bir Korint başlık ve yere saplı bir sütun gövdesi var.”
“Camiye yakın imamın evinin bahçesine alçak bir kapıyla giriliyor” diyerek ardından Arşitravı (Yunanca yazıtlı bir blok) görerek fotoğraflar.
Bu antik kirişin MS. 267 yılında yapılan kentin üçüncü surlarının kapısında kullanıldığı düşünülmektedir.
29 Nisan 1897 Perşembe
“Hagi atla beni almaya geliyor. Vank Manastırı’nı ziyaret edeceğiz. Angora’ya atla 45 dakika. Eşeklerle kentin pazarına gelenlerle karşılaşıyorum. Ötede bir grup çingene. Kadınlarından birisi klasik ve mükemmel tipiyle beni etkiliyor. Sürekli yolculuk ederler. Genelde kentlerin kapılarında kamp kurarlar, ufak tefek üretim ve falcılıkla geçinirler. Ardından Vank’a varıyoruz.
Kilisede bir miktar İtalyan tablosu buluyorum. Ermeni bir papaz Roma’ya giderek almış. Geçen yüzyılın sonundan kalmalar; büyük sunak yerden 1.20 m. yukarıda. Tümüyle mavi beyaz Kütahya çinisi. Duvarlar ve yer döşemesi de öyle. Bir karonun üzerinde 1174 hicri yazıyor. 1761 demek. İmal tarihi.
Kilisede gümüş kakmalı siyah ahşap şamdanlara, cama boyalı çok güzel bir Meryem Ana’ya, dallar puttolarla süslü mermer vaftiz teknesine hayran bakıyorum. Kubbenin bir tarafında fosforlu bir taş kakılmış.”
30 Nisan 1897 Cuma
“Saat 12.00’da ata biniyorum ve istasyona doğru yola çıkıyorum. Atlıların gelişini görmek için biraz erken çıkıyorum.”
Gününü cirit oyununu izleyerek geçirmektedir. Oyunu biraz da dehşete düşmüş olarak detaylarıyla İtalyan okura aktarmaya çalışmaktadır.
1 Mayıs 1897 Cumartesi
“Bugün bir antikacıya, alışveriş yapmaya gidiyorum. Avrupalı olduğumu görerek çok yüksek fiyatlar veriyor. Çok sayıda güzel bronz Roma nesneleri ile değerli Roma ve Ankara sikke koleksiyonu da var. Uzun pazarlıklar sonrasında antik diye satmaya çalıştığı birkaç yeni bakır tepsi almayı başarıyorum. Dükkânlara merakla bakarak geçiriyorum. Yemekten sonra yine mezarlıklarda yürüyüşe dönüp antik fragmanlar buluyorum”.
2 Mayıs 1897 Pazar
Zengin bir Ermeni tahıl tüccarının yolladığı atla geziyor.
“Hagi bana surların kentin dışarıdan turunu attırıyor. Geniş bir yoldan Enghere sù’nun kenarından gidiyorum.”
Yolculuk sırasında çifte surla kuşatılmış kentin görkemini aktaran Mongeri, o sırada iki pehlivanın güreşini, civardaki düğünü, düğün evinin kapısının hep açık olduğunu öğrenir; gözlemlediği büyük küplerde şuruplar, kuzu çevirme ve mangalda kahve için sürekli sıcak duran suyu anlatır:
“Garip yerler. Hâlâ Orta Çağı yaşıyorlar.”
3 Mayıs 1897 Pazartesi
Mongeri tanıştığı kişilerle vedalaşmaya gitmektedir. Veda gezisi sırasında güzel halılar ve sırma işlemeli zengin kumaşlar gören gezgin, başka unsurlardan da etkilenir:
“Zengin Rum beyin evinde bronz bir parmak buluyorum. Kolosal bir heykelin parçası. Bir de küçük güzel mermer baş. Bazıları çok değerli bir sürü de Roma parası var.”
Hep rastladığı misafirperverliği, tatlı, kahve mastika ve meze ikramını ve kapıya gelen misafirin tanrı misafiri sayılması ve gerektiği gibi ağırlamanın dini bir görev gibi yapılışını anlatır.
4 Mayıs 1897 Salı
“Sabah sekizde, gezdirmek için beni almaya gelen üç beyle arabaya biniyorum. Ankara’nın dışında iki saatte varılıyor. Güzel kırlar ve sadece meyve bahçeleri var. Zengin bir Rum Bey bizi evinde ağırlıyor.
Mutfak ve banyo yaşam birimlerinden uzak ve villaya bir sundurmayla bağlanmış. Bahçede izole bir evde kahve kavruluyormuş. Ötede, hanımlarıyla gelmek isteyen Türk misafirler için diğer ufak villa var. Ahır otuz ata yeter. Kümeste şaşırtıcı çeşitlilikte piliçler var. Bahçelerde serinlemek için çeşmelere yakın çardaklara rastlanıyor.”
İkram adetlerini, yemeği, tatlı, meyve, çiçekler, Türk kahvesi, konyak ve benzeri ikramı anlatan Mongeri iki saat süren uykuya geçildiğini belirtmekte ve iki gözü farklı renkteki Ankara kedisini sahneye dâhil etmektedir.
5 Mayıs 1897 Çarşamba
“Saat 9’da istasyondayım. Tanıştığım birçok kişiyi görüyorum. Büyük nezaketle uğurlamaya gelmişler. Çok kibar bir demiryolu müfettişi Polatlı’ya kadar benimle geliyor.”
Kaynak:
Yrd. Doç. Dr. Sedat Bornovalı Bir İtalyan Mimarın İlk Ankara Ziyareti: Giulio Mongeri – 1897, Ankara Araştırmaları Dergisi 2016 Sayı:2