Ayrancı’da bir çiftlik evinden başlayan tiyatro macerası
Ayşegül Atik ismini herkes bilir mutlaka. Bu isim aynı anda o yüksek perdeden kahkahasını, güleç yüzünü ve anaç kişiliğini de hatırlatır hepimize.
Neredeyse yarım yüzyıla yaklaşan sanat hayatı ile ülkemizin sayılı oyuncularından olan, duruşu ve alçak gönüllülüğü ile takdirleri kazanan bu değerli sanatçımız 9 Haziran günü hastalığa yenik düşerek bizlerle vedalaştı.
O güzel insanı başarıyla oynadığı tiyatro oyunları, tv skeçleri veya dizileri üzerinden değil Ayrancı’da geçen çocukluğunu, gençliğini elimizden geldiğince anlatmaya çalışarak bir kez daha anmak istiyoruz;
Ayşegül Hanım, tam ismiyle Ayşegül Mürşide Arsoy 11 Aralık 1948’de Yukarı Ayrancı’nın o zamanki “Ayrancı Son Durak’ta” 138 numaralı büyük bir çiftlik evinde İstanbullu bir ailenin 3.çocuğu olarak doğar. Beş kardeş olarak ananeleri, anne ve babalarıyla, bahçesi,havuzu, tavuğu, ördeği, inekleriyle ve hiç eksik olmayan misafirleriyle renkli ve güzel bir çiftlikte büyürler.
O günleri kızkardeşi Lütfiye Lale Akıncı’dan dinleyelim;
Lütfiye Lale Akıncı: Ayrancı yıllarca rüyalarımızı süsledi hep. Filmlerdeki gibi bir Ayrancı yaşadık.
Babam Mehmet Hayrettin Arsoy, 1912 doğumlu. Kuleli Askeri Lisesi’nden sonra Harp Okulu’nu 36 mezunları birincisi olarak bitiriyor. Daha sonra kurmay oluyor. Erzurum sonrası Ankara’ya tayini çıkıyor. Bir süre sonra da Ayşegül ve benim doğacağımız çiftlik evini yapıyor Ayrancı’da.
Biz Yukarı Ayrancı’da oturuyorduk. Burası Aşağı Ayrancı’ya göre farklıdır. Bizim çocukluğumuzda bize yakın sadece 5-6 tane ev vardı.
Bizim çiftlik içinde tek katlı, 12 odalı geniş bir evimiz vardı. İçinde 1 manda, 10-15 inek, yüzden fazla tavuk, kazlar, ördekler olan bir çiftlikti bu. Ayrıca 3 tane de atımız vardı. Çiftlik işleriyle daha çok ananem uğraşırdı. Babamın fabrikası vardı. Bulunduğumuz kısım Ayrancı son durak diye geçerdi. Evimizin aşağısında Dikmen Deresi akardı. Aşırı yağmurlarda sel olur, insanlar boğulurdu o zamanlar. Tepeler bomboştu. Çiftliğimizin olduğu yer sonra Reşat Nuri Sokak oldu. Çok fazla ev yoktu o zamanlar Yukarı Ayrancı’da, herkes birbirini iyi tanırdı.
Bize yakın Ölmesek Apartmanı vardı, 3 katlı. Burada akraba iki aile kalırdı. İki arkadaşımız vardı orada, koleji de beraber okuduk. Mermercilerin Apartmanı’nda da arkadaşımız Gülçin otururdu.
Aslen İstanbulluyduk biz hem anne hem baba tarafından. Hatta annem Sokollu Mehmet Paşa’nın on altıncı kuşaktan torunu olur.
Biz üçü kız beş kardeştik. En büyüğümüz İnci ablam ardından ağabeyim Atilla, Ayşegül, ben (Lale) ve en küçük kardeşimiz Hasan en son doğanımız.
Ailemiz çok fedakardı. Beş kardeşin eğitimine büyük özen gösterdiler. Annem kendisi gibi Fransız kolejinde okumasını istediği için Atilla’yı İstanbul’a gönderdiler. Bizler ise TED mezunuyuz. Ağabeyim Atilla Arsoy siyasetle yakından ilgiliydi, zamanın TİP’lilerinden idi.
Anne, babamın yardımseverliği tüm sülale içindi aynı zamanda, halalar, teyzelere kol kanat germişlerdir zamanında.
Babamın yardımseverliğini anlatabilmek için görmeyen bir genci evimizde misafir edip hukuk fakültesini okutması veya başka gençlere burs vermesini söyleyebilirim. Evimizde yanan beş soba işte bu misafirlerimizi ısıtmak için hiç sönmezdi.
Ananem Osmanlı kadınıydı, oturaklı, bilgili bir insandı, Osmanlı Bankası’nın ilk memurelerindendi. CHP Çankaya teşkilatında çalışırdı. Civarda kimin bir şeye ihtiyacı olsa yardım ederdi. Gece acil hasta olsa hemen bize gelirler, o zamanlar az olan telefonlardan birisi de bizde olduğundan hemen taksi çağırılır, ananemin nezaretinde hastaneye gidilirdi. Doktorlar da arkadaşı olduğu için özel ilgi gösterirlerdi getirdiği hastaya. Ananemin ününü duyan başı sıkıştığında mutlaka onu bulurdu.
Fakat evimizin oraya kadar otobüs gelmiyordu. Biz yürüyerek gidiyorduk durağa kadar. Kışın bata çıka karların içinden gidiyorduk. Asfalt da olmadığı için üstümüz başımız çamur olurdu. Babam sonraları bize bir araba tuttu. Birkaç komşu çocuğunu da alıp hep birlikte gidiyorduk okula.
Kavaklıdere’de bale dersi veren Alman Madam Marga’dan bir süre ders almıştık 50’li yıllarda, onun evine yürüyerek götürürdü annem bizi. Piyano için de Suavi Serdaroğlu’nun Sıhhiye’deki evinde alırdık dersleri. Kısa bir süre de Mithat Fenmen’den piyano dersi almıştık Ayşegül ile. Eşi Mis Fenmen bale dersi verirdi.
Evimizdeki piyanonun da ayrı bir hikayesi vardır. Bir dönem Adnan Menderes ile yaşadığı gönül ilişkisiyle adı geçen Ayhan Aydan, babamın İngiliz Kültür’den sınıf arkadaşıydı. Babamın piyano almak istediğini öğrenince kendisinin Viyana’dan sipariş verdiği ama gümrükte takıldığı piyanosunu almasını teklif eder. 1961 yılıydı sanırım böylece piyano eve geldi. Ayşegül ve ben çalmaya başladık.
Havuzlu Bağ (tahminimiz Atatürk’ün kız kardeşine ait olan, sonraları halkın mesire yeri haline gelen çiftliği) denen bir yer vardı bize yakındı. Piknik yapardık orada.
En büyük keyfimiz babamın bizi Gençlik Parkı’na götürmesiydi. Ananem dolmalar, börekler filan yapar, havuz kenarındaki çay bahçelerine giderdik. Masaya büyük bir semaver isterdik. Ardından Lunapark’a giderdik. Babam kendi işi dışında hem Kızılay Derneği’nde çalışır hem de Körler Derneği başkanlık yapardı. Eve erken gelip bizi götürmesi çok büyük bir olaydı bizler için.
Okul çıkışı annem, Ayşegül ile beni Sergen Pastanesi’ne götürürdü bazen. Piramit pasta olurdu, profiterol yoktu o zaman onun yerine supangle vardı. Bir de artık olmayan bir pasta vardı. Altı kıtır, içinde şeffaf krema, üstü çikolata, kenarları hindistan cevizi olurdu. İsmi de prenses idi.
Annemle beraber sinemaya da giderdik. Hafta sonları iki sinema ardı ardına olurdu. Kızılay’da Ulus Sineması, Büyük Sinema, Ankara Sineması vardı. 1966’da bize yakın bir yere açık hava sineması yapıldı. Oraya da gittik, taşınana kadar. Hangi sanatçının filmi varsa Ayşegül ve ben onu taklit ederdik uzun süre. Belgin Doruk ve Türkan Şoray filmleri gelirdi o zamanlar. Bütün mimiklerini, yürümelerini taklit ederdik.
1960 başlarında, çiftlikteki hayvanları sattığımız için ahır boş kalmıştı. Ayşegül ile orada sahne kurmuştuk. Bütün mahalleli çocukları seyirci olarak çağırıp tiyatro yapardı Ayşegül orada. Ananem diğer teyze çocuklarıyla bize bir örnek elbiseler dikerdi oyun için. Mahallemize ilk açılan bakkala gidip çekirdek, leblebi, üzüm alırdık. Tek tek külahlar yapıp çerezleri onlara doldururduk. Sonra seyirci olarak davet ettiğimiz çocuklara ikram ederdik.
Zaten Ayşegül Kolej’de okurken de ilkokuldan itibaren sahneye çıktı. Son sene Modern Antigone’yi oynamıştı. Ortaokul ve lise’de de tiyatroya devam etti.
Çocukluğumuz ithal bir radyodan piyesler dinleyerek geçti. Dilek Pınarı, Mozaik programlarını, arkası yarın’ı, Arap bacı’yı, dinlerdik. Müşfik Kenter, Yıldız Kenter oynardı.
Ananem dahil evde 8 kişiydik ama hiç sekiz kişi olarak sofraya oturmadık. Komşular, tanıdıklar, akrabalarla 14-15 kişi olurduk. Babam çok kucaklayıcı bir insandı. Pazar günleri babam, işçilerini aileleriyle beraber yemeğe davet ederdi. Bahçede büyük bir sofra kurulurdu.
Ayşegül de yıllar sonra aynı şekilde bahçeli büyük bir ev yaptırdı kendisine Bayramoğlu’nda. Kendi köpeği dışında 17 sokak köpeğine daha bakıyordu.
Ayşegül çok farklı bir insandı. Aramızda 1.5 yaş olmasına rağmen onun olgun havası nedeniyle benim velim olmuştu. O da konservatuara yeni başlamıştı. Ben haşarı, ağaç tepesinde iken Ayşegül’ün oturaklı, ağır bir havası vardı. Babam fark etmiş olmalı ki onun anaç havasını, ‘küçük annemiz’ derdi.
Çiftlikteki ineklere bakan çalışanımız, üzerinde ‘Ayrancı Çiftliği’ yazan şişelerimize sütleri doldurur at arabasıyla Kavaklıdere taraflarındaki lokantalara satardı. Ayrıca toprak kaplarda yaptığımız yoğurtları da satardı.
Çiftliğin biraz aşağısında büyük bir çeşme vardı. Ayrancı da pek çok aile buradan su alırlardı evleri için. Henüz su tesisatı yoktu evlerde o zamanlar. Biz kuyumuzdan elektrikli pompayla çekerdik suyu.
1960’lardan sonra açılan Ayrancı İlkokulu’nda (Ölmesek Apartmanı yanı) babam gönüllü olarak matematik, annem de fransızca dersi verirdi.
Babamın lastik ayakkabı yapan fabrikası vardı. Bu ayakkabıları tanıdığı işçilere, ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Bizim kolejin hizmetlileri yeni ayakkabıları dört gözle beklerdi. Babamın fabrikası yanınca Kızılay’a bağlı Afyon Maden Suları Fabrikası’na genel müdür oldu.
Ayşegül 1966’da Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nü kazandı ve yatılı okudu, ben de koleje yatılı girdim. Konservatuarı da üç sene yerine beş sene okudu, 1971’de Konservatuardan mezun oldu. Ardından 8 sene Ankara devlet tiyatrosunda çalıştı.
Ayşegül, konservatuar eğitimi sonrası çalışmaya başladığı Devlet Tiyatroları’ndaki ilk oyununda en ‘iyi genç kadın oyuncu’ ödülü almıştı. Gazeteler başarısının yanında güzelliğine de dikkat çekmişlerdi. ‘Türkan Şoray’ı tahtından indirecek güzelliğiyle bir yıldız doğdu’ yazmışlardı. Çok güzeldi Ayşegül. Kolej çıkışı eve giderken Atatürk Lisesi, Deneme Lisesi veya başka liselerden çocuklar arkamıza takılırdı. Mahalleye kadar arkamızdan geldiklerinde başta abim olmak üzere mahalleli çocuklardan dayak yiyip dönerlerdi.
Ayşegül konservatuara gidene kadar hep Ayrancı’da oturduk, sonra Meşrutiyet Caddesi’nde Meşrutiyet Apartmanı’na taşındık.
Kısa bir süre tekrar Ayrancı’ya dönüp bu sefer Kuzgun Sokak’ta Akdeniz Apartmanında oturduk. Ayşegül bizi sık sık ziyarete gelirdi. Ben de o evde nişanlandım. Ardından annem eski evimizin yerine yapılan apartmana taşındı.
11 Temmuz 1974 günü Ali Atik‘le evlendi. İlk oğlu Alper 10 Ocak 1977 günü Ankara’da doğdu. 1978 Eylül’ünde istifa ederek İstanbul’a gelip kendi tiyatrosunu kurdu. İkinci oğlu Argun 1983’de İstanbul’da doğdu.
Çocuklarımız olduğunda tüm yeğenlerimizle beraber Ayşegül’ün Bayramoğlu’ndaki evinde toplanır, bir iki ay kalırdık. Ayrancı’daki çiftliğimizdeki gibi kalabalık, samimi, sevgi dolu yaşamayı severdi Ayşegül de. Kendi iki oğlu ile beraber dört yeğeniyle de yakın ilişkiler kurmuştu.
Bütün aileler gibi benim ailem de çok özeldi diye düşünüyorum. Verdikleri sevgi, ilgi, emek sayesinde farklı özellikler kazandık tüm kardeşler olarak. Babama, ‘Hayri Bey, zamanında sizin kadar kazananların üç-dört apartmanı var, siz neden yapmadınız’ diye soranlara bizleri gösterirdi. Babam ev almak yerine öğrenimimize harcamıştı parasını.
Ayrıca büyük bir çiftlikte yaşamış olmamız da değişik tecrübeler kattı bize. Apartman dairesi yerine böyle bir yerde büyümenin avantajları oldu muhakkak. Ayrıca insan ilişkilerinin bugüne göre çok farklı olması da önemliydi. Şimdilerde çok kalabalık kentlerde yalnız yaşamamıza rağmen o zamanlar az kişiyle akraba gibi yaşıyorduk.
Babamın, dördüncü üniversitesi olan Hukuk son sınıfta okurken ani ölümünden sonra Ayrancı’daki çiftliği satmaya karar verdik. Yerine ancak birkaç daire alındı müteahhitten. Doruk Apartmanı yapıldı yerine. Annem bir süre burada yaşamaya devam etti. Bir müddet sonra o da ayrılarak bizim yanımıza İstanbul’a geldi.
Yıllarca rüyalarımızı süsledi hep o Ayrancı. Filmlerdeki gibi bir Ayrancı yaşadık yani. Ayşegül 19, ben 17 yaşına kadar işte bu çiftlikte büyüdük. Keşke yazma yeteneğim olsa da uzun uzun anlatabilsem satırlarımda Ayrancıyı.
Çocukluk ve gençlik yıllarını birlikte yaşadıkları mahalle komşusu Ayten Atalay kardeşi gibi gördüğü Ayşegül’ü ve Arsoy ailesini anlattı.
Ayten Atalay: İlkokula Ayrancı’daki derelerin üzerinden geçerek giderdik
Bizim tek katlı bağ evimiz onların karşısındaydı. Şimdi Hoşdere Caddesi’nde bulunan caminin arkasına gelen bölgedeydi evlerimiz.
Babası Hayri Bey, 1946’da Harp Okulu’na tayini çıktığında gelip yaptırmışlardı bu evi. Kırmızı çok güzel bir evdi. Ayşegül’ün ailesi çok değerli, hayırsever bir aile idi. Civarda oturan fakir ailelere çok çok hayırları olmuştur. Kurban Bayramları’nda bahçelerinde dana kesip hepsine dağıtırlardı.
Babası Hayri Bey yıllık tiyatro bileti alırdı, hep birlikte giderdik.
Çankaya İlkokulu’na okumaya giderken Güvenlik Caddesi’nin olduğu yerde akan derenin üzerinden geçerdik.
İnönü atlarla Harp Okuluna giderken bizim oradan geçerdi her gün. Harp Okulunda çalışan işçiler Dikmen Vadisinde küçük evler yapmışlardı kendilerine, buradan işe giderlerdi.
Ayşegül ve Lale evlerinde piyano çalardı bize, beraber şarkılar söylerdik. O zamanlar buralarda 5-6 ev vardı. Çok seyrek ama büyük bağlar içinde idi evlerimiz. Köklü aileler yaşardı buralarda. Şekerci ailesinin ve Aşçı ailesinin de burada bağ evleri vardı. Ulus’ta heykelin yanında eski Sümerbank binasından önce Taşhan vardı. 1936’da orası yıkılınca dağıtmışlar o taşları. Dayım da, Mermerci ailesi de evlerini o taşlarla yaptılar.
Büyükbabam ilk mebuslardan Fikri Ergün idi. Mebus olunca Genç ili mebusu olarak Ankara’ya taşınır. Kaleiçi’nde iki eve taşınırlar topluca. Ben de orada doğdum.
Güvenevler tarafında Toygarlar isminde aileye ait araziler vardı. Rus Sefaretinin arazisini de Mıhçılar ailesi vermişti. Ankara’nın ilk müftüsü olan Börekçizadeler’in de orada bağ evleri vardı. (Atatürk’ün de bir süre kaldığı söylenen Kuşkondu Sokak’ta bulunan eski konak).
1960’larda bağ evimizin yerine kaloriferli daha rahat evler yapıldı. Orada oturmaya devam ettik. Ayşegül’ün annesi İlhan abla da benzer şekilde müteahhite verdi evini, oradan aldığı dairede kaldı uzun süre.
Vay bee!…..
Bildiğimiz,bilemediğimiz; hatırladığımız, hatırlayamadığımız anlatımlı yıllar ve de anıları….Vefaat edenlerin ruhları şâd olsun…
Ayşegül Atik’i çok severim.
Mekanı cennet olsun.
Ayrancı’da oturduğunu bilmiyordum.
60’lı yılların Ayrancı’sı bambaşkaydı, bol ağaçlıydı, bomboştu. Kader bizi İstanbul’a yolladı. Uzun yıllar sonra döndüm Ayrancı’yı tanıyamadım neredeyse. Kokusu o aynı güzel koku ama. Rus Sefareti’nin çevresi bomboştu. Adam öldürseler kimse görmezdi. Hep ev olmuş. Hatta bir baraj vardı Ayrancı İlkokulu’nun arkasında yok olmuş! Okulla piknik yaptığımız orman nerede? Bilemedim.
1972’de Ayrancılı olduğum için, bu hayatların hikayesi ile Ayrancı ilintisi çok olağanüstü geldi bana.
Mahallemizde, benden 3-4 yaş küçük olduğundan çok yakın arkadaş olmadığımız, kayınbiraderlerimin arkadaşı Cenk isminde bir delikanlı vardı.
Rahmetli Ayşegül Atik’in yeğeni olduğunu ve 80 döneminin karanlığında sıkıntılı günler yaşadığını da duymuştum.
Umarım, sonraki dönemde o sıkıntılardan sıyrılmıştır.
Ayşegül Atik ve sonsuzluğa göçmüş tüm yakınları ışıklarda uyusun, anılarda yaşasınlar.
Kalanlara sağlıklı bir yaşam ve mutluluk dilerim…