Dediler zamanla hep çoğalırmış sevgiler

TBMM taş duvarlarından Portakal Çiçeği’ne kadar tırmanan Kuzgun Caddesi’nin Mesnevi Caddesi yukarısında kalan, bahçesi bakımlı ve çiçekli apartmanlarının birinde dillere destan bir şarkının öyküsü yaşanmış, sonra da ölümsüz Türk Sanat Müziği eserleri arasına girmiştir.

Fotoğraf Sanatçısı ve bürokrat Zeynel Yeşilay, şair-yazar İlter Yeşilay ve oğulları Volkan Yeşilay.

Bu şarkının şiiri/güftesi Kuzgun Sokağı’nda yaşayan şair-yazar İlter Yeşilay ile eşi fotoğraf sanatçısı Zeynel Yeşilay arasında evliliklerinin ilk yıllarında yaşanan bir tartışma sonucunda İlter Hanım tarafından yazılmıştır. Yeşilay çifti yıllar sonra bir gün hava kararmadan, Mesnevi sokaktan dönüp Kuzgun’daki evlerine kol kola giderken caddenin başındaki bir pastanede kahve için mola vermişler, birleştirilen masada sohbet koyulaşınca konu elbette o şarkıya gelmişti. Öyküsünü şöyle anlatmıştı İlter Hanım: 

Bu şiiri 1990 yılında daha yeni evliyken eşimle ilk kavgamızdan sonra yazdım. Çok genç bir yaşta evlendim, dolayısıyla henüz olgun davranmayı beceremiyordum. Eşimle ilk kavgamızda suç biraz bendeydi, epeyce üzülmüştüm. O zamanki aklımla aramızdaki her şeyin bittiğini sandım. Şiir defterimi alıp bu şiiri yazdım. Sonra o sayfayı yırtıp, yatak odasının kapısına yapıştırdım. Belki eve dönmez ama gelirse okusun beni affetsin diye. Geç bir vakitte eve döndü, bu şiiri okudu ve barıştık.”

Sonraki yıllarda Başbakanlığı döneminde Bület Ecevit’in Özel Kalem Müdürlüğü’nü yapacak olan, fotoğrafları ülkemizin uluslararası tanıtımlarında kataloglarda yer almış Zeynel Yeşilay’ın, kapıda okuyup gönlünü yumuşatan İlter Hanımın şiiri şöyledir: 

Dediler zamanla hep azalırmış sevgiler
Olsun bana seninle geçen yıllarım yeter
Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu? 
Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?

Dediler ki gün gelir unuturmuş gidenler,
Olsun bana aşk dolu geçen yıllarım yeter
Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu? 
Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?  

İlter Hanımın masumca “Olsun, bana seninle geçen yıllarım yeter” kabullenişinin boyun büküklüğü, “Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?” yakarışıyla sorgusu, genç bir kızın heyecandan yanaklarını allaştıran “Olsun, bana aşk dolu geçen yıllarım yeter” tevazusunun çarpıcılığı o kadar derinden etkilidir ki, Yeşilay ailesinde yenilenmiş bir yeni hayat başlatır. 

Şarkının bestecisi Bilge Özgen, Zeynel beyin arkadaşıdır. Buluşmalarında konu şiirlerden açılınca eşinin şiir yazdığına değindiğinde Bilge Özgen, İlter Hanımın şiirini merak eder, İlter Hanım bu şiiri telefonda okur. Etkilenen Bilge Özgen, “Kızım, ben bu şiiri besteledim bile.” diye büyük bir heyecan duyar. 

Zeki Müren, dönülmez akşamın ufkundayız diye başlayan Yahya Kemal Beyatlı’nın Rindlerin akşamı adlı şiiri için “bazı şiirler daha yazılırken bestenmiş gibidir.” derdi. İlter Yeşilay tanımında da ‘güfteler akılda kalıcı sloganlar içeren, dinleyicilere gönül rehberi olan, imgelerle, simgelerle edebî oyunları olmayan, anlaşılması zorlaştırılmayan, insanların hissedip de dile getiremeyecekleri en hassas noktasına kılavuzluk eden’ içerikte olmalıdır. Besteleneceği düşünülerek yazılmayan bu şiirin ünsüz ve ünlü harf yinelemeleri (aliterasyon-asonans) kendiliğinden kıvamlı bir ahenk taşımaktadır. O anki duyguların doğallığı dillerden düşmeyecek bir şarkıda ödüllenmiştir.  

Şarkı bestelenince başta Zeki Müren olmak üzere, bütün değerli sanatçılarımız tarafından seslendirilmiş, 1990 yılında Milliyet Gazetesi Yılın Şarkıları ve TRT müzik ödüllerini almıştır. Kuzgun Caddeli komşumuzun bu şarkısı her gün sayısız dost meclisindeki fasıllarda söylenmektedir. Bir gün elinde bir zarf Yeşilay’ların kapısını biri çalar. Zarfın içinde Zeki Müren’in gönderdiği bir sanat eserini yaratan kişinin, bu eserden doğan haklarının vefalı karşılığı bulunmaktadır.  

Ayrancı’da Kuzgun Sokağındaki komşularımız İlter&Zeynel Yeşilay ailesinden doğan bu şiir ve şarkı, sarsıntı geçiren bir evliliğin kurtarıcısı olarak imdada yetişmiş, dokunaklı etkin sözleriyle kavgaları yatıştırarak hizaya çeken bir iksir, bir ilaç olarak gönüllere dokunup şifalar vermeyi sürdürmektedir. 

İlter Yeşilay’ın Kuzgun Caddesi’nde evinde yazdığı Yağmur Taşı ve Aşk Vazgeçmez adlı romanları, Dediler Zamanla Azalarmış Sevgiler ve Zeytinin Tuzu adlı şiir kitapları bulunmaktadır, pek çok şiiri de bestelenmiştir. Uluslararası toplantılarda Türk edebiyatını ve şiirini anlatan konferanslar vermekte, seminerlere konuşmacı olarak katılmaktadır. 

Özellikle “Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?” mısrasının büyüsüyle her görüldüklerinde yeni evlenmiş imajı veren Yeşilay çiftinin, şimdi Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı’nda görsel iletişim uzmanı olarak çalışan oğulları Volkan Yeşilay da bu şarkının bir imzası olmuştu. 

Ayrancı Kuzgun Sokaklı bu güzel ailenin tüm sanatsal etkinlikleri ve çalışmaları bilişim ağında bolca yer almaktadır. 

Mesnevi Sokak’ta o şarkının öyküsünü İlter&Zeynel Yeşilay’dan dinleyen Ayrancı komşularla birlikte.

Yersiz yurtsuz

Edward W. Said aynı isimli otobiyografisinde; yersiz yurtsuzluğunu, bir zenginlik olarak benimser ve benliğini her yerde “dışarıdan” biri olarak kuruşunu anlatır. Oysa eseri kitaplıkta her gördüğümde içim sızlar. Ağacın dallarını koparmış, yerinden sökmüş hissi yaratır. Yazıyı kaleme alırken hesapladım, yıllarca bir yere ait olma içgüdüme rağmen, Urfa, Ankara, İstanbul ve nihayet İzmir serüvenimde on beş ayrı evle tanışmak zorunda kalmışım. Haksızlık etmemek lazım, farklı dünyaların bana kattıklarına da elbette müteşekkirim.

Ancak pek çoğumuza benzer bizim ailenin göçebe geleneği, bana da işlemiş. Babamın meclise girmesiyle Urfa’dan başlayan hikâyemiz 1965 senesinde Anıttepe ve Tandoğan ile devam etmiş. Misafir gibi gelinen Ankara’da hevesimiz kursağımızda kalmış,  70’te eski topraklara heyecanla geri dönüp, 74’te bu kez Bahçelievler’e yerleşmişiz. Babamın emekli ikramiyesiyle alınan 1. caddedeki eve kadar üç ev daha değiştirip semti bir güzel tavaf etmişiz. 

Ayrancı ile tanışmam, eşimle üniversitede buluşmama denk gelir. Emek’te o günün devrimcileri ile Bahçelievler’de ülkücülerin arasında sıkışmış bizim gençlik için bakanlıkların ötesi sakin, hele Çankaya, Gaziosmanpaşa bizim için ayrı dünyalardı. Ayrancı hem şehrin merkezi hem de bu iki yakayı birbirine bağlayan dokusuydu. Okuldayken o âleme ait anılarımız; troleybüsün Farabi sokaktan dönerken boynuzlarını düşürmesini beklemek ya da parayı bulursak Körfez’den içeri dalıp şeftalisi bol şantili pasta sipariş etmekti. Fakülteden çıkınca Kızılay’a gelindi mi Ayrancı başlardı. Meclis duvarından Güvenlik Caddesi’ne dönünce kendimizi Tomurcuk sokağında bulurduk. Evliliğin ilk yılları şehrin hızla genişleyen Çankaya’sındaki Oyak Sitesi’nde geçse de, dayanamayıp Kuzgun sokağına geri döndük. 99’un sonunda İstanbul’a taşınana kadar üst sokağımız Farabi’de, üç beş adımlık mesafedeki işyerimle son derece mutlu bir yaşamımız oldu. İki kızımız da sokağımızın köşesindeki Adile Naşit Parkı’nda koşturdular. Kuğulu Park’ı görmeden hafta sonumuz geçmedi. İstanbul’da on yedi yılda iki semt, dört ev, sonunda sakinleşelim diye üç senedir Ege’de bir köye kendimizi attık.

Diyeceğim odur ki, bir yere kendimi koyamadım. Bahsettiğim mekânların çoğu artık yok, tanıştığım insanların bazıları kayıp, yine de onları bazen en küçük detayına kadar hatırladığıma ben de şaşırıyorum. Yaşadığım şehirlere şimdilerde gittiğimde tanıdık anıları arıyorum. Bulamayınca kendimi hep güvensiz hissediyorum. “Yazarın bir derdi olmalı, yoksa yazamaz” derler. Bana da oldu. İlk romanımda insanların yalnızlığını işledim. Doğduğum, büyüdüğüm, mutlu olduğumu düşündüğüm mekânlara, insanlara yabancılaşmışım, onlar da bana. Sanki gideni geri almak istemiyorlar… Nasılsa dönmeyeceğini bildikleri için kimseyi aldatmıyorlar. Yaman bir çelişki; çok gezen öğreniyor ama bağlantıyı bırakıyor.

2018 Nobel Edebiyat ödüllü yazar Olga Tokarczuk, Koşucular adlı kitabında sürekli seyahat eden insanları anlatıyor. Kapitalizmin bitmeyen maraton hissi farkında olmadan içimize işlemiş. Mahallemizde oturursak, geriye dönüp bakarsak hep kaybedeceğimiz kulağımıza fısıldanmış. Daha büyük ev, daha yeni araba, iyi okullar, kariyer, pahalı kıyafetler… Biliyorum, her şey yerli yerinde dursa, tanıdık yerler, komşular hiç değişmese düşüncesi insanın yüreğinde duruyor. Yıllar önce Hatay’da, ülkemizde kalan son Ermeni köyü, Vakıflı’ya gitmiştim.  Tertemiz, güzelim meyve bahçeleri, pırıl pırıl sokaklarıyla, huzurlu yaşayan bir mahalleydi. Kilisenin papazı “burası cennet ama çocukları tutamıyoruz, büyük şehre gitmek istiyorlar”, “biz ölünce hikâye bitecek, en çok ona üzülüyorum” demişti. Joseph Campbell diyor ki, “kaçınılmaz sonun ölüm olduğunu bilen tek hayvan, insandır. Ömrünün son diliminde bunu düşünmeye başlar. Geçmişini düşünüp hınçla mı yoksa sevgiyle mi bakacaktır.

Ömrünün çoğunu Tomurcuk sokakta geçirmiş rahmetli kayınpederimin sözüyle bitireyim;

Hatırlanmak yaşamak kadar tatlıdır

Gazeteyi düşünenlerin, paylaşanların, yazanların, emek harcayanların eline sağlık, hatırlayanlarınız bol olsun, sevgiyle…