Ankaralılaşmak mı dediniz?

Hem çok kolay hem de pek zordur.

Kolaylığı şuradan; kapısından içeri girdiğiniz andan itibaren yabancılamaz sizi.

Kırk yıllık hemşehri muamelesi görürsünüz.

Öyle kolay bir şey yani…

Siz itiraz etmediğiniz sürece Ankara sizi sahiplenir; bağrına basar hatta…

O KADAR DA KOLAY DEĞİLDİR ANKARALI OLMAK

Zordur aynı zaman Ankaralılaşmak.

Dışarıdan bakanın anlayacağı iş değildir; bir amaç uğruna inat etmeyi, ısrar etmeyi ve amaç gerçekleşene kadar durmaksızın didinip durmayı…

Keçi memleketidir ya Ankara, teşbihte hata olmaz; gerektiğinde keçi gibidir.

Boşuna dememiş atalarımız; “mal sahibine benzemezse haramdır”. Belki de keçiler huyunu almıştır Ankara’nın.

Bilinenin aksine konformist değil, devrimcidir Ankaralı.

Tıpkı Kuvayi Milliye’de, “Nurettin Eşfak’ın Bir Mektubu”nda dizeleştirildiği gibi:

“Mektepten istifa ettim.

Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.

Çocuklarımıza Türkçe okutmak,

öğretmek, sevdirmek onlara

dünyanın en diri, en taze dillerinden birini

kendi dillerini, güzel şey

büyük şey.

Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak

cephede

daha büyük

daha güzel.”

Atatürk Ankara köylerinde köylülerle

TAŞ ÜSTÜNE TAŞ KOYMAKTIR ANKARALI OLMAK

Anlayacağınız, “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” eyyamcılığı Ankara’nın yabancısıdır; şimdi sokaklarda rastladığınız o eyyamcılık, sonradan sızmıştır Ankara surlarından.

Damat Feritler barınamaz buralarda örneğin; o nedenledir ki bizzat Ankara’nın olanaklarıyla kurulmuş bankaların başına getirdiklerini ikna edip, buralardan kaçışın yollarını aradıkları doğrudur. Fırsatını bulduklarında merkezi taşımak istediklerini de biliriz.

Ama eğer bu ülkede “taş üstüne taş konulmuş” ise müsebbibi Ankara’dır.

Ankara’yı küçümsemek için hiçbir fırsatı kaçırmayan bazılarının Yahya Kemal’e atıfta bulunduklarını biliyoruz. Hani şu “…nesini seviyorsunuz” sorusuna Yahya Kemal’in, İstanbul’a dönüşünü…” şeklinde verdiği cevabı kastediyorum.

Peki ya şuna ne demeli?

“Ey Ankara latif belde

Kalpak başta tabanca belde”

Mevzu, madem, Yahya Kemal’den açıldı; onunla sürdürelim. 

Şu satırlar da onun:

“Ankara’nın kaza ve kader gibi iki kudretli nasibi var. Beş asır evvel Türk devleti orada kazanın yaman bir darbesiyle dağıldıydı; bu şehrin adını meş’um bir hatıra gibi anardık. Beş asır sonra yine kazanın yaman bir darbesiyle dağılan Türk devleti Ankara’da dirildi. Artık bu şehri Söğüd’ü andığımız gibi seve seve anacağız.”

“Beş asır evvel Türk devleti”nin dağılmasına Ankara’nın hiçbir dahli yoktur; esasında bir kardeş kavgasına çok da taraf değildir ama “beş asır sonra” dağılanın yerine kurulan yenisinin baş aktörüdür Ankara. 

Onu küllerinden dirilten de, tarihin, “devrimciler” adını uygun gördüğü şahsiyetlerdir.

BİR TUTAM OT İÇİN YARDAN DÜŞMEYİ GÖZE ALMAKTIR, ANKARALI OLMAK

Gerçi kişilerin şehri değildir Ankara ama kişileri sembolleştiren bir kent olduğunu kim inkar edebilir? Mustafa Kemal ve arkadaşlarının serüvenini Cumhuriyet ile taçlandırmasına ev sahipliği yapmasından da biliriz ki “ağzımın tadı kaçmasın” diyenlerle arasında fersah fersah mesafe vardır.

Durum bu iken “Devletleşmek… Evren’leşmek… Despotlaşmak… gibi sözcüklerin yanına Ankaralılaşmayı koymak, fazla Bizans işi gibi geliyor bana. 

Cemal Süreya’nın dediği gibi, Ankara’nın “üvey ana” olduğu zamanlar vardır ama o halde dahi “en iyi kalpli”dir. 

O nedenle aramıza sızanların içinde Bizansiyen anlamda “devletleşip despotlaşan”, darbecilikte “evrenleşen” olabilir ama tarihinin hiçbir sayfasında “işbirlikçi olmamıştır Ankara; “mandacı hiç değildir. 

Gelelim sadede…

Kimseyi yabancılamaz, kimseyi dışlamaz ama “dağdan gelen bağdakini kovmaya kalkışırsa”, Ankara’nın kafa tutması kaçınılmazdır.

Hep böyle kalsın isteriz; hep böyle bilinsin.

Velev ki standart sapmanın ötesinde bir sendeleme gösterir, geleneğinden saparsa bilinsin ki buralar, keçilerin diyarı”dır.

Keçiler ki, “bir tutam ot” için yardan düşmeyi, serden vazgeçmeyi göze alırlar.

Bu’dur ol hikayat…