Eski ve zengin bir tarihe sahip olan Ankara, 1923 yılında başkent oluşunun ardından ilan edilen cumhuriyetle birlikte hızlı bir gelişim sürecine girdi. Buna bağlı olarak Ankara’nın kamusal ve devlet binalarının bir an önce planlanması ve diğer şehirlere örnek olması önemliydi. Ankara’da yapılan çoğu bina, apartman hem cumhuriyet tarihini yansıtır hem de tarihin izlerini, gelişimini taşır.
Arkitera ve sözlü tarih bilgilerini özetleyecek olursak; cumhuriyetin ilk yıllarında kent planlaması ve düzenli yapılar için yarışmalar düzenleniyordu. ‘Yenişehir’in biçimlenmesinde 1924 tarihli Lörcher Planı belirleyici rol oynadı. Yenişehir’deki su, kanalizasyon ve elektrik gibi altyapı çalışmalarına başlanması, bugün Kızılay’a biçim veren Kızılay Meydanı, Sıhhiye Meydanı, Zafer, Millet, Ulus, Lozan, Tandoğan gibi meydan ve akslar Lörcher Planı ile tasarlanmıştı. 1927 yılında yapılan yarışmayı ise Alman şehir plancısı Herman Jansen’in hazırladığı plan kazandı. Jansen’in hazırladığı “Ankara İmar Planı” 1932 yılında onaylanarak yürürlüğe girdi. Ülkede planlama pratiği içerisinde de önemli bir yere sahip olan Jansen Planı’nın, kentin dokusunu biçimlendirdiği görülür. Bu plana göre, ticari merkez Ulus’ta, yönetim merkezi Yenişehir’de olacaktır.
50’li yıllardan sonra Küçükesat, Seyranbağları, Gaziosmanpaşa, Kavaklıdere, Ayrancı gibi semtlerin gelişmesi Çankaya’yı giderek önemli bir ilçe durumuna getirdi; Kızılay, Ankara’nın merkezi haline gelirken, Tunalı Hilmi Caddesi, Ziya Gökalp Bulvarı ve GMK Bulvarı merkezi nitelikleriyle önem kazandı.
Tüm bu planlamaların yanında dönemin önemli mimarları, modern ve geleneksel mimariyi yansıtan birçok apartmana Ankara’da imza atmıştır. Ara sokaklarda gezerken, özellikle Ayrancı civarlarında, kentsel dönüşüm nedeniyle yıkılması an meselesi olan mimari açıdan değerli, farklı hikayeleri barındıran, bağımsız birçok bina görmemiz mümkün.
Gerçekten de tarihin izlerini taşıyan bu binalardan bir tanesi de Gerede Sokağında bulunan, sürekli önünden geçtiğim ve hep dikkatimi çeken Yonca Apartmanı. İlginç bir şekilde her geçişimde bu binayı sorgulardım: Nasıl bir bina, neden ön cephesinde başka bir girişi var, taş duvarı neden yapmışlar? Meğer hiçbiri tesadüf değilmiş.
Mimarıyla komşu apartman
Kütle kompozisyonu mimari detayları ile önemli bir yapı olan Yonca Apartmanı, 1965 yılında Yüksek Mühendis Mimar Orhan Turaman tarafından tasarlandı. Bodrum kat, zemin kat ve üç normal kat olmak üzere toplam beş katlı. Apartmanın iç mekânları, tıpkı dış cephesi gibi ele alınıyor; sade, kullanışlı ve tekrar eden elemanlar. Apartman sakinleri, yapının onlar için de önemli, değerli ve olduğu gibi korunması gerektiği görüşündeler. Geçen aylarda vefat eden apartmanın mimarı Orhan Turaman’la yıllarca komşu olmaları da binanın ruhunun bunca zamandır korunmasına etkisi olmuş, tıpkı evinin önündeki bahçesi gibi. Yonca Apartmanı hakkında, ‘Sivil Mimari Bellek’ başta olmak üzere, çeşitli araştırma yazıları da var. Dilerim ki bu ve buna benzer yapılar tarihten silinmez ve her önünden geçtiğimizde değerlerini görüp şu anki yapay binalarla olan farkını anlarız. Şimdi apartmanı çektiğim fotoğraflarla birlikte bir de benden dinleyin:
26 Temmuz 1963’te Üsküp’te gerçekleşen 6.1 M büyüklüğündeki depremde şehrin yaklaşık yüzde 80’i tamamen yıkılmıştır. Dünya ülkelerinin yardımlarıyla harabe durumundan kurtarılıp yeniden inşa edilen Üsküp’ün sloganı bu nedenle “Uluslararası Dayanışma Şehri”dir.
Depremden hemen sonra 35 ülke Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndan Üsküp’e yardım göndermeyi gündemine almasını talep etti. Maddi yardımın yanı sıra, tıbbi destek, mühendislik ve inşaat ekip ve malzemelerinin gönderilmesi 78 ülke tarafından teklif edildi.
1963 depremiyle yıkılan ve yeniden inşa edilen Üsküp şehri
ABD başkanı John F. Kennedy, Savunma Bakanlığı’na ve Uluslararası Gelişme Ajansı’na Üsküp’te afet yardımı için harekete geçmelerini, personel, prefabrik ev, çadır kentler gibi çeşitli yardımları göndermelerini emretti.
Sovyetler Birliğinden de önemli yardımlar geldi. SSCB lideri Nikita Kruşçev Üsküp’ü bizzat ziyaret etti.
Yugoslavya, Soğuk Savaş boyunca Bağımsızlar Hareketi’nin üyesi olduğu için Üsküp’teki Amerikan ve Sovyet askerleri II. Dünya savaşında Elbe’deki karşılaşmalarından beri ilk defa el sıkıştı.
Üsküp’e deprem haberi yapmak için gelen ilk yabancı muhabir The New York Times gazetesinden David Binder olmuştu. Uçaktan izlediği Üsküp’e bakarken, şehrin bombalanmış gibi göründüğü yorumunda bulunmuştu.
Kenzo Tange ekibi, şehir merkezinin doğusunu gösteren modelinin önünde (www.architectuul.com)
1965’te Birleşmiş Milletler Japon Mimar Kenzo Tange’den Üsküp’ün yeniden inşası için yarışmaya girmesini istedi. Daha sonra Tange, ödülün % 60’ını kazanırken Yugoslav ekibi % 40’ını kazanacaktı.
Ancak Tange’nin en büyük eserlerinden biri olan Üsküp için yaptığı şehir master planları, özellikle de “Yeni Üsküp Demiryolu İstasyonu” ve “Şehir Duvarı” için olanlar kısmen uygulanabildi.
Kenzo Tange tarafından Üsküp Şehri için tasarlanan kentsel ve mimari master plan
Şehir yaralarını sarmaya başlarken kültürel hayatı yeniden canlandırma ihtiyacı arttı. Ressam Pablo Picasso, “Bir Kadının Başı” (1963) tablosunu depremden sonra inşa edilen Makedonya Çağdaş Sanat Müzesi’nde sergilenmesi için bağışladı.
Üsküp Şehir Müzesi depremin izini sürdürüyor (www.slobodenpecat.mk)
Bağış için Picasso Paris Ulusal Modern Sanat Müzesi’nin eski direktörü Bay Jean Cassou ile işbirliği yapsa da, kişisel seçimiydi.
Bir Kadının Başı, sanatçının son stüdyolarından birinde resmedilmiştir. İlk olarak 1932’de geç dönemine özgü kübist çarpıtmalarla ortaya çıkan en sevdiği motif olan bir dizi kadın portresinin parçasıydı.
Hepimiz biliyoruz ki ülkemizde son zamanlarda yaşanan üzücü olaylardan dolayı, oturduğumuz binaların ne kadar sağlam olduğu sorgusu kaçınılmaz oldu. Evet deprem gerçeği. Yaşadığımız coğrafya koşulları itibari ile; Ülkemizin Alp-Himalaya kuşağı üzerinde yer alması, karmaşık jeolojik yapısı ve jeodinamik konumundan dolayı Türkiye’de çok sayıda aktif fay bulunmaktadır. Geçmiş tarihe baktığımızda da, şiddeti yüksek depremleri görmekteyiz. Yaklaşık yüzyıl önce olan bu depremler, hiçbir zaman bir daha olmayacak anlamına gelmiyordu. Yakın tarihimizde olan 19-Ağustos Depremi, bu depremlerin habercisi olup, yaşadığımız yerlerde önlemler almamızı gerektiren bir sinyaldi. Bu önlemleri alırken, işin bilimsel yanı bir yana, şehir, kentleşme kavramlarını çok iyi anlayıp ve hatta 18. ve 19. yüzyıllarda sanayi devrimini kapsayan insan yaşayış biçimlerinde şehirlerin nasıl meydana geldiğini öğrenip günümüze kadar nasıl gelişim gösterdiğini doğru örnekler üzerinde durup, yerleşim yerlerini bu yönde inşa etmeliyiz. İnsan tarihler boyu ihtiyaçları doğrultusunda büyüyerek kentler, şehirler kurmuştur. En küçüğünden en büyüğüne kadar olan yerleşim yerleri kurulurken doğal afetler kimi zaman göz önünde bulunduruldu kimi zaman göz ardı edildi. Gerçek şu ki, plansız ve denetimsiz yerleşim yerleri her zaman zarar gördü doğal afetler karşısında.
Özellikle büyük şehirlerde tehlikenin çok daha fazla riskli olduğu görülüyor. Binaların konumu, yılı, nüfusun oranı, çevresel faktörler, toprak, zemin, altyapı, kanun ve yönetmelikler gibi unsurlar şehirleşme döneminde dikkate alınarak, planlama yapılmalı. Bir şehir kurulurken süresi ne olmalı? Süresi olmalı mı ya da? Dikkat edilecek unsurlar nelerdir? Şehir nedir?
Şehir nedir? Neden şehirlerde yaşarız?
Şehir-Kent kavramları nüfusu on binin üzerinde olan sınırları belli, planı belli olan yerleşim yerleridir. İçinde ticaret, sanayi, hizmet sektörlerini barındırarak insanların daha kolay yaşama sebebi haline gelir. İş imkanları, temel ve sosyal ihtiyaçların olması, ulaşım gibi faktörler insanları büyük şehirlerde yaşamaya iter. Aşırı göç alma, plansız düzensiz yapılaşma, bir şehir için hem tehlikeli hem de yaşam kalitesini düşüren unsurlardır.
Şehir planlamasında daha küçük yapılaşmalarla hareket etmek daha doğrudur. Yerel yönetimler insanlara daha yakın kurumlar olduğundan, sağlıklı bir şehirleşme için, ihtiyaçları, planları göz önünde bulundurarak ‘’şehir planı’’ kurgusunu yapar. Şehir planlama hem teknik hem de sosyolojik açıdan yaklaşılması gereken bir kavramdır. Bu kurguda merkezi yönetimlerin, yerel yönetimlerin, sivil özel kuruluşların ayrı ayrı sorumlulukları vardır.
Brasilia
Tüm bu kavramları değerlendirdikten sonra bir şehrin kuruluş süresinden daha çok doğru planlama, sistemli çalışma, doğru yapılar ile kısa zamanda oluşturulabileceğini de görebiliriz. Kanunlara ve kurallara uyulduğu sürece bir şehri sıfırdan, kısa zamanda –coğrafi koşullar da el verdiği takdirde– kurulabileceğine Dünya üzerinde örnekler vardır. Bunlardan birine Brezilya’nın başkenti Brasilia’yı verebiliriz. Evet çoğumuz Brezilya’nın başkentini halen Rio de Janerio sanıyor olabiliriz. Uzun yıllar başkentlik yaptıktan sonra, ülkenin orta batı kesiminde düzlük bir bölgede sıfırdan şimdiki başkent olan Brasilia inşa edildi.
Resim:1 Başkent Brasilia (www.arkitera.com)Resim:2 Başkent Brasilia
Brasilia’nın en önemli kurulma sebeplerinden biri, Brezilyalıların temel isteklerinden biri olan, uçsuz bucaksız, nüfus yoğunluğu çok düşük kapasiteli iç kesimdeki alanı doldurmaktı. Diğer bir sebep ise, Rio de Janeiro nun jeopolitik konumu, ülke merkezinden uzak olması, kalabalık nüfusu, asayiş problemleridir.
Brasilia şehrinin planlamasına gelirsek; mimari açıdan dünyada eşine az rastlanır bir örnektir. Modern mimari olarak adlandırabilir. Birbirini dik kesen caddeler, blok yapılar, yeşil alana verilen önem ve miktarları, geniş bulvarları ile Brezilya’nın en kalabalık 3. kentidir.
“Dünyaca ünlü mimar Oscar Niemeyer’in imzasını taşıyan ve son derece planlı bir biçimde inşa edilen Brasilia, bu yönüyle UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’ne de girmeye hak kazandı.’’ 1956-1960 yılları arasında 41 ay gibi kısa sürede tamamlanan şehrin 15. ayında ilk etabı bitmiş ve yaşam başlamıştı. İnşası ve barındırdığı bölgelere göre şehir, 21. yüzyıldaki en düzenli, planlı olarak dünyada ilk sıralardadır.
Mimar Lúcio Costa ve Oscar Niemeyer’in hazırladığı kent planı haç biçimindedir: Haçın doğu-batı ekseni, üç gücü simgesel olarak bir araya toplar: Alvorada sarayı denen Başkanlık sarayı ve bakanlıklar; Yüce divan; Millet meclisi ve Senato. İki uçak kanadına benzeyen kuzey-güney ekseni, yönetim yapıları ve toplu konut bloklarıyla asıl kenti temsil eder.
Planlı ve simetrik yapılaşma ile trafik yoğunluğu ve nüfus yoğunluğu problemleri çözülmüştür. Bu planlamanın mimari olan Oscar Niemeyer modern mimarinin en önemli temsilcilerindendir. Kentteki devlet kurumu binalarının yanı sıra dini ve spor mekanlarına da tasarladı. Her biri özel mimariye sahip olan bu yapılar turistlerin de ilgi odağı oldu. Yaklaşık 4 milyon 300 bin kişinin yaşadığı başkent Brasilia’nın tasarlanmasında Oscar Niemeyer’in yanı sıra Lucio Costa ve Joaquim Cardozo gibi isimlerin de büyük katkısı bulunmaktadır. Dünya Kupası’nın maçlarına da ev sahipliği yapan Brasilia, güçlü altyapısı sayesinde sonrasında da çeşitli spor organizasyonlarını kusursuzca düzenlemeyi başarmıştır.
Brasilia inşaat çalışmaları 1957 yılında başlamıştır. En yakın yol 100 km ve en yakın büyük şehir de 700 km uzaklıktaydı. Kentin iklimi oldukça kuruydu, bunun sebebi kentin 700 m gibi bir irtifaya sahip olmasıdır. Zor şartlarda inşa edilmeye başlanan kentte, çok hızlı bir şekilde belli başlı yapılar ve konutlar üç yıldan biraz daha fazla zamanda hem tasarlanmış hem de yapımları bitmişti. Önemli konulardan biri olan maliyet; hiç hesaplanmamış ve ne kadara mal olacağı kimse tarafından bilinmiyordu. Baş mimar Oscar Niemeyer’e maliyet hakkında soru sorulduğunda, bunun bilmesinin mümkün olmadığını söylemiştir. Diğer bir yandan Niemeyer bu kentin, “ırk ve toplumsal ayrımcılığa maruz kalmayacak özgür ve şanslı insanlardan” oluşacağını düşlüyordu.
Resim:3 Başkent Brasilia- Kongre MerkeziResim:4 Başkent Brasilia Resim:5 Başkent Brasilia-Planalto Sarayı
Niemeyer’in işlevsellik karşısındaki umursamazlığının belki bir nedeni de kentin inşası sırasında yaşanan zorluklardı: Proje yarışmasıyla başlayan ve inşaatın bitimine dek süren, üç yıllık korkunç yorucu bir dönemdi bu. BBC’yle yaptığı bir söyleşide Niemeyer, bölgeye ilk kez adım attığında hissettiği “korku”yu tüm içtenliğiyle paylaşmıştı: “Her yerden öylesine uzaktı ki, dünyanın sonuna gelmiştiniz sanki. Hissettiğiniz yalnızlık ürperticiydi”. Barınak olarak çinko kaplı kulübelerden başka bir şey olmadığı düşünüldüğünde, yaşam koşullarının pek parlak olmadığı anlaşılıyor. Kent, bir daha sevdiklerini görebileceklerinden emin olmayan bu işçilerden, sanki cephede savaşıyorlarmışçasına fedakârlık yapmalarını bekliyor gibiydi. […] Niemeyer’e göre ise bu zorlu deneyim aynı zamanda bir çeşit arınmaydı da. Koşulların ağırlığı, işçisinden mimarına kadar projede yer alan herkes arasında sıkı bir bağ oluşturmuştu ve geçici bir süre de olsa Brezilya’da hüküm süren toplumsal ayrımlar ortadan kalkmıştı. (Sürreel Kent: Oscar Niemeyer’in Brasilia Vakası)
1960 yılında tamamlanan kent, kısa zamanda dünyanın ilgi odağı olmuş, mimarisi, yerleşimi, planı ile turist akınına uğramıştır ve hala da ününü korumaktadır.
Brasilia şehir planlamasında dikkat çeken nokta hükümet tarafından halkın isteğine cevap verilmesi ve buna istinaden şehrin kurulmasıdır. Evet günümüze dönecek olursak, doğal afetler her zaman olacaktır. Bunlara karşı önlemler her zaman alınmalıdır. Ama esas önemli olan Brasilia kent örneğinde de gördüğümüz gibi, belki o kadar kısa zamanda olmasa bile, bir şehir mutlaka planlı kurulmalı. Bilen kişilerle çalışılma, coğrafyası, konumu göz önünde bulundurulmalı. Nüfusun çoğalacağı düşünülerek hareket edilmeli.
Kaynakça
Ekşi, U. (2020) İstanbul Aydın Üniversitesi Dergisi – İAÜD – ISSN: 1309-1352, Ocak 2020 Cilt 12 Sayı 1 (83-99) Şehir, Şehirleşme ve Yerel Yönetimler.
Gürün, F. (2020) İstanbul Aydın Üniversitesi Dergisi – İAÜD – ISSN: 1309-1352, Ocak 2020 Cilt 12 Sayı 1 (83-99) Şehir, Şehirleşme ve Yerel Yönetimler.
Ankara’nın simge yapılarından Atakule’nin tarihini, yapılış amacını, nasıl bir kent (Ankara) simgesi haline geldiğini anlatmadan önce kenti kent yapan değerler ve simgelerden kısaca bahsedeceğim. Kent yani şehir için en temelde, “insanların yüzyıllardır toplu halde, tüm gereksinimleriyle birlikte yaşamaları için oluşmuş yerleşke” tanımı yapılabilir. Kenti kent yapan ana kriterler arasında, belli bir nüfus büyüklüğü, sanayi, üretim, hizmet sektörünün gelişmiş bir düzeye geçmiş olması, fiziksel altyapı, eğitim düzeyi gibi birçok faktör rol alsa da bir kentin değerini belirleyen diğer bir önemli faktör ise kültürel kimlik kavramıdır.
Kente ait olmak
İnsanlar gittikleri yere kendi yaşayış, kültür ve alışkanlıklarını götürürler. Hatta kendi varlıklarına dair aitlik için bir takım işaretler, semboller, anıtlar, parklar vs kullanırlar. Bu durumda kentsel mekan nesnel olarak bireyler arasında aitlik tanımlaması da yapan bir düzenleme olur. Mekanlar ise bu toplumsal birliğin nesnel tanımlayıcılarıdır. Ait olduğu düzlemi, duygu ve düşüncelerini semboller üzerinden belirtme isteğinin, çok ilkel çağlarda başladığını belirtmek gerek. Yerleşim birimlerinde de devam eden bu sistem, kent simgeleri, mahalle, hatta sokaklar için de sıkça kullanılır.
Atakule örneği
Kent simgesi için; “kentle özdeşleşmiş, o kenti diğer kentlerden ayıran özellikleri ve kentin kendine has nesnel – fiziksel – somut unsurlarıdır” denilir. Dünyada kentleri özgün hale getiren, kentle özdeşleşmiş örneklere bakıldığında Paris – Eyfel Kulesi, Roma – Aşıklar Çeşmesi, New York – Times Square, Berlin – Brandenburg Kapısı, Dubai – Burj Khalifa akla ilk gelenler arasında sayılabilir.
Bu yapılar; bazen kenti yansıtması için özellikle tasarlanır ve yapılır, bazen de hayatın akışı içinde yapılmış olarak sonradan bir kent simgesi haline gelir; Ankara Atakule örneğinde olduğu gibi.
Geçtiğimiz ekim ayında hayata veda eden Atakule’nin mimarı Ragıp Buluç, bir röportajında projesini şöyle açıklıyor:
“Atakule, 1985 yılında, Anıtsal Yapılar adlı şirketin girişimiyle ortaya çıkmıştır. Mimari proje için 70 civarında mimar davet edildi. İki elemeden sonra geriye kalan son 3 mimar arasından da ben seçildim. Bu proje için şirket yetkilileri ile birlikte, Singapur’dan Kanada’ya kadar tüm dünyayı dolaştık ve benzer projeleri inceledik. Özel bir proje olmasını istedik, çünkü şirket ortaklarından Mete Bora, hem Ankara’ya bir kule yapmak istiyordu, hem de o dönemde ülkemizde, alışveriş kültürünün pasajlardan, modern çarşılara geçişin ilk örneklerinden birini verecektik. Proje böyle doğdu ve 1989 yılında açıldığında, ilk gün 50 bine yakın ziyaretçiyle bir rekor kırdı, tüm dükkanlar da aynı gün satıldı. Bugün, Ankara’nın bir simgesi olarak anılması, hiç görmeyenlerin bile bilmesi tabii ki benim için bir manevi gururdur. Bu proje aynı zamanda Arjantin Mimarlık Müzesi’ndedir. Uluslararası alanda ödül almış bir projedir.’’
Bir mimar hem ruha hem akla hitap eder
Atakule, 1989 yılında yapılmasına rağmen, Ankara’nın Anıtkabir’den ve birkaç tarihi yapısından sonra simge haline gelmiş önemli bir mimari yapısı olmuştur. Ankara’nın diğer önemli kent simgeleri olarak ise Hitit Heykeli, Ankara Kalesi, Eski Meclis Binası, Ulus Heykeli ve 1955 yılında yapımına başlanan 1963 yılında tamamlanan –uluslararası modernizm yaklaşımının Türkiye’deki ilk örneklerinden– Ulus İşhanı gösterilebilir.
Atakule’ye bu açıdan bakıldığında ilk mimari yapısıyla; modern mimariye zıt olmayan kendine has üslubunu, ritmik, abartılı kübik cam yüzeyleri ile betonarme kulesini, girişinin kule ile orantılı şekilde dairesel olmasını ve çeliklerin dairesel yapıda zarif şekilde kullanımını, içeriye doğru bu girişin, ışıklık görevi yapacak şekilde tepede devam ettiğini görürüz. Mimarı Ragıp Buluç’un söylediği gibi “Mimarlar hem besteci hem de orkestra şefidir” tanımı resmen uygulanmıştır. Mimarlığın zor bir sanat olduğunu vurgulayan Buluç, “Bir mimar hem ruha hem akla hitap eder” der. Yani yapıyı incelediğimizde, hiçbir şeyin tesadüfen yapılmadığını, arkasında güçlü kararlar olduğunu anlarız.
Yapının açılış dönemine gidecek olursak; Atakule, Ankara’nın Başkent oluşunun 66. yılında, 13 Ekim 1989 tarihinde hizmete girdi. Altında bulunan alışveriş merkezi ise Türkiye’nin ikinci, Ankara’nın ilk alışveriş merkezi idi. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından açılışı yapılarak, ismi ise bir yarışma sonucunda belirlendi.
Çankaya’da Cinnah Caddesi ve Çankaya Caddesi’nin kesiştiği Zübeyde Hanım Meydanı’nda yer alan Atakule konumu itibariyle de Ankara’nın bir çok yerinden görülerek simge haline geldi. Betonarme kule; 125m yüksekliğe, kubbe altında o dönem çok konuşulan 60 dakikada 360 derece dönen lokantaya, 87m yükseklikte seyir terasına, altında café-bar katı ve kokteyl salonuna sahipti. Ve tabii ki yukarı çıkmak için kullanılan şehir manzaralı asansörleri. O dönem çocuk olanlar çok iyi bilirler ki alt katında bulunan oyun, atari merkezi “Dream Land” hafızalara kazınan, nadir, unutulmaz bir eğlence merkeziydi. Bundan dolayı yenilenen yapısında gözlerim o eğlence merkezini aramıyor değil.
Atakule çeşitli eleştirilere de hedef olmuştu o dönem; kulesinin Berlin TV kulesine benzetilmesi, alışveriş merkezi, paralı asansörleri tartışıldı. Ancak burada Terry Barrett’in “Fotoğrafı Eleştimek’’ kitabında tanımladığı; “eleştiri, sanatın anlaşılma ve taktir düzeyini yükseltmek için sanat hakkında bir söylemdir” sözlerini hatırlamakta fayda var. Zira eleştiriler aslında bizleri sorgulamaya ve araştırmaya götüren bakış açısı sunar.
Ragıp Buluç da bu eleştirilere rağmen kentin simgesi haline gelen Atakule’nin, Berlin TV kulesine benzemeyeceğini biliyordu, nitekim bizler de onu sadece hep Atakule olarak gördük. Buluç bir röportajında da Atakule’nin 4 yıl gibi kısa bir sürede bitmesinin rekor olduğunu söylüyor ve “Mimarların karışanı çoktur” diyerek belki de tasarımında olanı tam olarak yansıtamadığına sitem ediyordu.
İniş çıkış dönemi
Atakule; Botanik bahçe ve konumu ile birlikte, açılışından itibaren uzun yıllar şaşaasını yitirmedi. 2000’li yılların sonunda, açılan diğer AVM’ler, otopark sorunu, mağazaların teknik kapasite yetersizliği yüzünden ışıltısını kaybetmişti. 2012 yılında son dükkanların da kapanmasından sonra Atakule artık sadece bir simgeye dönüşmüştü. 2016 yılına gelindiğinde özel bir firma aracığı ile yeni bir proje hayata geçirildi. Atakule’nin ilk yapıldığı yıllardaki alışveriş merkezi bölümünün yerine tamamen yeniden dizayn edilmiş 4 katlı bir alışveriş merkezi binası inşa edilmeye başlanmıştı. Binanın bir bölümü tamamen seyir terası olarak inşa edilirken üst bölümü ise açık/şeffaf halde tasarlanarak, AVM içindekilerin devamlı kuleyi görmesi sağlandı. Kule’nin yapısı ise ilk yapılışına uygun şekilde yenilendi ve döner özelliğini korudu. Kapalı otoparkı ile de geçmişinde yaşanan sıkıntıya son verildi. Bunlarla birlikte Botanik yeşil bahçe de yeniden canlandırılmış oldu.
Aynı zamanda Atakule Ayrancı semti için de özellikli bir simgedir yıllardır. Adres tariflerinde, “Atakule’yi karşına al, Atakule arkanda kalacak şekilde devam et” gibi cümleler sıkça kullanılır. Hoşdere, Güvenlik Caddesi, Cinnah Caddesi yokuşlarının manzarası ve kesişim noktası haline gelmiştir. Atakule Nikah Salonu’nda evlenmek de birçok Ankaralı’nın hayaliyken, nikah kulede olsun diye günler sonrasını göze alan çiftler olmuştu. Ayrancı semtinden, Atakule’yi yeniden ışıltılı olarak görmek, bir kez daha bize aitliğimizi, semt, mahalle kültürünü, simgesel kimliğimizi hatırlatmış oldu.
Atakule’nin eski-yeni fotoğraflarına bakacak olursak kulesinin korunarak alışveriş merkezi bölümünün değiştiğini görürüz. İlk mimari yapıda cesur kübik camlar, dışardan içeriye devam eden tepe ışıklık vardı, yeni yapıda doğanın ritmine uygun, daha soft bir mimari kullanılarak yine tepe ışıklık düşünülmüş. Atakule’nin eski-yeni fotoğrafları karşılaştırıldığında ise değerlendirmeyi sizlere bırakıyorum…