Harabeden “dayanışma şehrine”: Üsküp’ün yeniden inşası

26 Temmuz 1963’te Üsküp’te gerçekleşen 6.1 M büyüklüğündeki depremde şehrin yaklaşık yüzde 80’i tamamen yıkılmıştır. Dünya ülkelerinin yardımlarıyla harabe durumundan kurtarılıp yeniden inşa edilen Üsküp’ün sloganı bu nedenle “Uluslararası Dayanışma Şehri”dir.

Depremden hemen sonra 35 ülke Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndan Üsküp’e yardım göndermeyi gündemine almasını talep etti. Maddi yardımın yanı sıra, tıbbi destek, mühendislik ve inşaat ekip ve malzemelerinin gönderilmesi 78 ülke tarafından teklif edildi.

1963 depremiyle yıkılan ve yeniden inşa edilen Üsküp şehri

ABD başkanı John F. Kennedy, Savunma Bakanlığı’na ve Uluslararası Gelişme Ajansı’na Üsküp’te afet yardımı için harekete geçmelerini, personel, prefabrik ev, çadır kentler gibi çeşitli yardımları göndermelerini emretti.

Sovyetler Birliğinden de önemli yardımlar geldi. SSCB lideri Nikita Kruşçev Üsküp’ü bizzat ziyaret etti.

Yugoslavya, Soğuk Savaş boyunca Bağımsızlar Hareketi’nin üyesi olduğu için Üsküp’teki Amerikan ve Sovyet askerleri II. Dünya savaşında Elbe’deki karşılaşmalarından beri ilk defa el sıkıştı.

Üsküp’e deprem haberi yapmak için gelen ilk yabancı muhabir The New York Times gazetesinden David Binder olmuştu. Uçaktan izlediği Üsküp’e bakarken, şehrin bombalanmış gibi göründüğü yorumunda bulunmuştu.

Kenzo Tange ekibi, şehir merkezinin doğusunu gösteren modelinin önünde (www.architectuul.com)

1965’te Birleşmiş Milletler Japon Mimar Kenzo Tange’den Üsküp’ün yeniden inşası için yarışmaya girmesini istedi. Daha sonra Tange, ödülün % 60’ını kazanırken Yugoslav ekibi % 40’ını kazanacaktı.

Ancak Tange’nin en büyük eserlerinden biri olan Üsküp için yaptığı şehir master planları, özellikle de “Yeni Üsküp Demiryolu İstasyonu” ve “Şehir Duvarı” için olanlar kısmen uygulanabildi.

Kenzo Tange tarafından Üsküp Şehri için tasarlanan kentsel ve mimari master plan

Şehir yaralarını sarmaya başlarken kültürel hayatı yeniden canlandırma ihtiyacı arttı. Ressam Pablo Picasso, “Bir Kadının Başı” (1963) tablosunu depremden sonra inşa edilen Makedonya Çağdaş Sanat Müzesi’nde sergilenmesi için bağışladı.

Üsküp Şehir Müzesi depremin izini sürdürüyor (www.slobodenpecat.mk)

Bağış için Picasso Paris Ulusal Modern Sanat Müzesi’nin eski direktörü Bay Jean Cassou ile işbirliği yapsa da, kişisel seçimiydi.

Bir Kadının Başı, sanatçının son stüdyolarından birinde resmedilmiştir. İlk olarak 1932’de geç dönemine özgü kübist çarpıtmalarla ortaya çıkan en sevdiği motif olan bir dizi kadın portresinin parçasıydı.

Kendimizi kapattığımız kutu kutu evler ve (olmayan) şehir yaşamımız üzerine

“Ateşler gürleyip rüzgâr kuzeyden estiğinde köpeklerin anlattığı öykülerdir bunlar. her aile ateşin etrafında toplanır, enikler sessizce hikayeleri dinler, bitince bir dünya soru sorarlar: 

İnsan nedir? 

Peki Şehir nedir?”

Yansıma
Yansıma – Foto: Ceren Gamze Yaşar

Şehir biziz, bizlerin diğer türlerle beraber varoluşu ve gündelik yaşamı. Bu gündelik yaşamın ne kadar renkli olacağı, etrafımızdaki yapılı çevreye ve bizim yaşam düşümüze bağlı büyük ölçüde. Geçmişle kıyaslamak çok anlamlı olmasa da, kendi yaşamım içinde, son yirmi yılda şehir yaşamına dair pek çok şeyi kaybettiğimize tanık oldum. Konserler, canlı müzik, gece hayatı bunun bir kısmıydı sadece, siyasal islamı rahatsız eden kısmı. Oysa kentlerde canlı akşamlar ve geceler, geç saate kadar toplu taşıma demekti, o hareketlilik ile herkes için daha güvenli sokaklar ve geceler demekti. Önce gece bıraktık şehir merkezlerine gitmeyi, sonra da gündüz. Sinemayı, tiyatroyu, toplu taşımayı, konserleri, kitapçıları, merkezdeki kafeleri, söyleşileri, etkinlikleri, iş çıkışı biralarını ve şimdi aklıma gelmeyen sizin kendi yaşamınızdan rahatlıkla bulup çıkarabileceğiniz pek çok eylemi bıraktık. Çoğu kişiye, işten eve evden işe bir hayat ve arada bir arabayla gidilen alışveriş merkezleri yeter oldu. Böyle olunca merkezi yerlerde yaşamanın da bir anlamı kalmadı bazısı için, kent demeye bin şahit ister çeper alanlara taşındı, gündelik hayatı muhtemelen daha da yavanlaştı. 

Konut kendimizi hapsettiğimiz bir kutu gibi sanki. Güvenli alanımız. Kamusal alanlar eskisinden çok daha fazla tedirgin ettiği için pek çok insanı, Ankara’da patlayan bombalarla, biber gazıyla, ya da laf atanlar, tehdit edenler ve sen benim kim olduğumu biliyor musunlarla, İstanbul’da ve diğer şehirlerde de benzer biçimlerde, özel alana, evimize, kendimizi hapsettiğimiz kutumuza kapanmak kaçınılmaz geldi. Biz çekildikçe kentlerin salonları olan merkezlerden, bizi daha da dışarı iter oldu bu alanlar, gece toplutaşıma bitti, canlı sokaklar canlılığını yitirdi, canlılıkla birlikte farklı toplumsal gruplar için güvenli olma halini de. Biz o sırada çeperlerdeki uzak, kendince güvenli ve izole evlerimizde arabaya bağımlı hale geldik. Belki insanlarla sadece evlerine gidip gelerek görüşmeye başladık o da denk geldikçe, yılda iki üç defa, belki yakında birileri varsa onlarla görüştük, ya da onu bile yapmadık. Evden işe, işten eve, arada alışverişe, belki avm sinemasına. Ortadirek böyle eve kapandı Ankara’da, yani şu ekonomik koşullarda ortadirek ne kadar kaldıysa tabii. 

Peki hala merkezde yaşayanlar? Ben de onlardan biriyim bir Ayrancı sakini olarak. En büyük hastane, en büyük park, en büyük kültür merkezi, en büyük katlı kavşak, en büyük kentsel dönüşüm, en büyük havaalanı derken her şeyin en büyüğünün övüldüğü bu fallik düzende yürüyüverip gidiverdiğimiz pek çok kullanımı birer birer kaybettik ama en çok arabaya tapan kentleşmemizle, Ankaraca adıyla battı çıktılarla, üstünde doğru dürüst ışık ve yaya geçidi olmayan örneğin Cinnah caddesi, Atatürk Bulvarı gibi yollarla huzurla yürüme hakkımız elimizden alındı. Çeperde yaşayabilmek için arabaya mahkum kitleler merkeze indiklerinde bize yayalar üstünde zorbaca üstünlük sağlayan trafik olarak geri döndüler. Çanak biçimli Ankara’nın son yıllarda çanağının dibindeki kirlilik arttıysa en çok da bu yüzden. 

Seni Gördüm
Seni Gördüm – Foto: Ceren Gamze Yaşar

Şehrin dikişleri atıyor, gündelik yaşamımızdaki bu yavanlaşma ve kamusal alanın kaybı ile zaten birarada çok da duramaz olmuştuk da deprem sonrası iyice arttı güvenli konut isteğini bahçeli ev isteği ile ikame etme. Kendi toplumsallığımızı tamamiyle unuttuk, ihtiyaçlarımızı, sadece evden ibaretmiş gibi, kendimizi hapsettiğimiz kutudan ibaret bir hayat. Güvenli konut herkesin hakkı, bunun için önce sıkı yapı denetimleri, sismik sağlıklaştırma, gerektiğinde hak kaybına uğratmadan dönüşüm ve özellikle fahiş kiraların denetimi şart iken (pek çok kişi fahiş kiralar nedeniyle mevcutta güvensiz olduğunu bildiği konutu terk edemiyor bile, bu durumda piyasa koşullarında üretilecek bahçeli evlerin ucuz ve herkesin alabileceği gibi olacağını beklemek hayalcilik, tüm şehircilik açısından sorunları bir kenara bıraksam bile) taleplerimizi bu yönde gerçekçi biçimde yapmıyoruz. Yavanlaşan gündelik hayatımızda vazgeçtiğimiz kent yaşamını daha da kaybedersek neler olabileceğini anlatan en iyi kitaplardan biri girişte bir alıntı ile andığım Kent romanı Clifford Simak’ın. Ülke gündeminin, ekonomik krizin, kamusal alanlarda yaşanan bir sürü tedirgin edici olayın gölgesinde güme giden kent merkezlerimiz için bu belki de köprüden önce son çıkış. Buralara ya sahip çıkacağız, ya çıkacağız. Gündüzü, geceyi, şehirleri, meydanları, sokaklar, caddeleri, elimizden alınan kamusal yaşamı, ortak zamanlarımızı, ortak geçmişimizi, ortak birikimimizi ve ortak mekanlarımızı ne kadar çok sahiplenirsek o kadar iyi. O kadar umut var.

Şehir Antakyalıları çağırıyor

Bu yazı bir ağıt değil, güzelleme hiç değil, ne de manifesto. İsterim ki bu yazıyı bir Antakyalı’nın, “Kent bir yılda inşa edilebilir mi?” sorusuna Antakya’nın kalbinden, Antakyalı olma hâlinden, o kimlik, o bilinç ve o akılla cevap arayışı olarak okuyun. Antakya’da bir hakkım kaldıysa eğer, o hakkın bir feryada ve çağrıya dönüşmesinin küçük bir anlatısı olsun. Şehir hakkının feryadı ve çağrısı olsun.

Depreme Antakya’nın öğrenci mahallesi Zülüflühan’da yakalandım. Ayakta kalan birkaç yerden biri oldu. Devrilen dolaplar arasından kapıyı açıp çıktım, yakın mahallelere gidip yıkımın şiddetini gördüm, orada neler olduğunu herkes görsün diye ilk günden enkaz resimleri çekip paylaştım, ayaz gecelerde yakılan ateşlerin etrafında uykusuz oturanlara katıldım, kapısı kırılan marketlere girip çıktım, giden gitti kalan kaldı, el ayak çekilip de can güvenliği riski kendini iyice hissettirdiğinde birkaç parça eşyamı alıp arabama bindim ve şehirden ayrıldım. Sırtımı şehire döndüğüm için utandım, suçluluk duygusuna kapıldım -hâlâ böyle hissediyorum. Sonrası gurbet, her yer yaban, nereye baksam boşluk, yönsüzlük, belirsizlik, ve açılan kapılara rağmen ortada kalmışlık duygusu.

Deprem sonrası Antakya
Deprem sonrası Antakya (Foto: Cahit Akın)

Daha eskiye, depremden öncesine gideyim. Okumak için ayrıldığım şehire 47 yıl sonra döndüğümde hafızamdaki Antakya imgesinden geriye devasa bir çöküntü alanı kaldığını görünce çok üzülmüştüm. Değişimi elbette bekliyordum ama bildiğimiz Antakya’nın, o kadim konut ve ticaret mekânlarının böylesine kalpsiz ve akılsızca kendi kaderine terk edilmiş olabileceğini bu denli tahmin edememiştim.

Hemen söyleyeyim: Işıltılı caddeleri, butik otelleri ve lezzet sofralarıyla sizi kendine çağıran o Antakya imgesi, mekânsal kurgu, bizim doğup yetiştiğimiz Antakya’dan çok başka bir hayatı sunuyordu size. O ışıltılı ve boyalı çemberden biraz uzaklaştığınızda kapısını açacak olan yaşlı ve yorgun mekânlar size son yirmi otuz yılda başlarına neler geldiğini, kırk yıllık komşuların çoğunun nasıl çeperlere dağılıp yerine bambaşka bir demografik profilin hâkim olduğunu, yeni Antakyalıları anlatırdı.

Eski otogarın yerine dikilen ne idüğü belirsiz beton nesnenin etrafını saran artık köhnemiş ve esnaf ve iş değiştirmiş dükkânlar, Kurtuluş Caddesinde buluşan ızgara planlı kadim sokaklar ve Uzun Çarşıya bağlanan koridorlar üzerinde omuz omuza değerek dolanan Antakyalılar, dillerin, dinlerin, etnik ayrımların kaynaştığı seslerle ördükleri gündelik yaşam pratiklerini ve tüketim alışkanlıklarını, kimyon ve çökelek kokusuna sararak, bakın hâlâ direniyoruz, buradayız, gitmiyoruz, diyen bir tebessümle anlatırdı size.

Demem o ki, Antakya depremden önce de çok dertliydi, derdinin dermanını arar idi, hükmün efendileri onun sesini işitmez, ondan yüz çevirir, aşına ekmeğine göz diker, rantına iktidarına bakar idi. Lakin Antakyalılar kadim şehrin binlerce yıldır eksilmeyen libidinal enerjisini, yaşam sevincini ve asırlar boyunca nice badireye direnişini miras alıp sürdürür, o direniş ruhunu Antakyalılık kimliğinin ve bilincinin ontolojik ilkesi sayarlardı.

Herkesin herkesi tanıdığı ve komşunun komşudan farkını bildiği, ortaklaşmanın ve çoğullaşmanın, benzeşmenin ve farklılaşmanın, uzlaşmanın ve çatışmanın diyalektik ilişkisine dahil olarak, burası bizim ve biz buraya aitiz, demeyi öğrendiği bir şehirdi Antakya. Antakya’da doğmuş olmaktan, soyunun sopunun orada kök salmış olmasından çok daha ötede bir duygu bu, Antakya’ya ait olma duygusu, Antakyalı olma, Antakyalılaşma hâli. Şehri ayakta tutan buydu aslında.

Deprem sonrası Antakya
Deprem sonrası Antakya (Foto: Cahit Akın)

Antakya yıkıldı ama Antakyalı yıkılmadı. Ailesini yakınlarını komşularını dostlarını kaybetti, evini barkını mahallesini çarşısını okulunu işyerini kaybetti, camisini kilisesini havrasını kahvesini meclisini kaybetti, ama Antakyalılık duygusunu kaybetmedi. Şehirden çaresizce ayrılırken duyduğu keskin acı, gittiği yerden geriye nasıl döneceğini düşünürken girdiği çıkmaz sokak, önüne ballar börekler koyulsa da, altına yumuşacık döşekler serilse de, korkma ben buradayım yalnız değilsin dense de her yerin yaban ve gurbet gelişi ona, bu duygudan işte.

Antakyalı, kim bunu anlar kim anlamaz bilmem ama, Antakya’dan başka bir yerde yaşayamaz. Oradan senelerce ayrı kalır, ama sılasına döneceğini bilir, bunu unutmadan, bunun umuduyla yaşar gittiği her yerde.

Antakyalı olmayı anlarsa insan, Antakya’nın hayata yeniden nasıl döneceğini de görmeye başlar. Antakya bir yıl içinde inşa edilebilir mi yeniden? Kent bir yılda inşa edilebilir mi? Bu sorunun cevabı Antakyalılarda saklı, Antakyalılıkta saklı, hiçbir planda değil, hiçbir konut seferberliğinde değil.

Lefebvre’in mekân kuramını anlatmanın tam zamanı. Mekânın toplumsal üretimini konuşmanın tam zamanı. Temsil mekânları ile mekân temsilleri arasındaki diyalektik ilişkiyi kavramanın tam zamanı. Tasarlanan, algılanan ve yaşanan mekânın üçlü diyalektiğini, mekânın triyalektiğini masaya koymanın, kâğıt üzerinde planlar yapmadan, tek bir çizgi bile çizmeden önce, Antakya’da Antakyalı olmanın anlamını öğrenmenin tam zamanı.

Antakya’yı bir yıl içinde yeniden inşa edebilir miyiz? Hayır, on yılda da inşa edemeyiz, yüz yılda da. Antakyalılar elini taşın altına koymadıkça Antakya asla geri gelmeyecek, yerine başka bir “şehir” de gelmeyecek. Mekânın kullanım değerini üretenler şehrin sakinleridir, onu mübadele değerine indirgeyip rant kaynağına dönüştürenler ise şehrin düşmanları. Antakyalılar şehirlerini geri almadıkça, şehirdeki hakkını, şehir hakkını geri almadıkça Antakya geri gelmeyecek. Antakya’nın işte bu yüzden Antakyalıların dönmesine çok ama çok ihtiyacı var. Şehir Antakyalıları çağırıyor.

Cihat Baluken: Planlama bir diyalog ortamıdır

Cihat Balüken
CİHAT BALUKEN Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi YK Üyesi

6 Şubat depremlerinin ardından hükümet afet bölgesindeki kentleri bir yılda inşa edeceğini açıkladı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Kentler bir yılda inşa edilemez, mümkün değil. Kent dediğimiz şeyler “inşa edilen şeyler” de değil. Bir biraraya geliş, bir ortaklaşma, biraraya gelip sorumluluk alan insanların birlikte yaşayabilmesi. Bu ortaklaşma da yüzyıllar alan bir sürece tekabül ediyor. O nedenle kurulabilen bir olgu olarak görmüyorum. Bir yılda zaten mümkün değil. Ama farklı gerekçelerle yeniden yerleşimler oluyor mu dünya üzerinde? Tabi ki oluyor. Bunlar ya zorunlu bir takım afetler nedeniyle gerçekleşebiliyor veya enerji projeleri başta olmak üzere bir topluluğun başka bir yere taşınması gündeme gelebiliyor. Burada şöyle bir hassas bir durum var, çok ciddi araştırmaların yapılması gerekiyor. Bu araştırmaların, analizlerin bile bir yılda olması mümkün değil. Buradaki insanların geçmiş yaşamı, mevcuttaki etki durumu, gidecekleri yerde yapmaları gerekenlerin araştırmalarının yapılması gerekir. Bu bile zaten Türkiye’de gerçekleştirilen bir uygulama değil. Bugün de böyle bir durum yok. Bir yılda kaba bir inşaatla olası bir durum değil. 

Siyasal iktidar bu gerekçeyle kentleri de siyasal olarak yeniden inşa etmeyi mi planlıyor?

Modern planlamanın ilk büyük ölçekli uygulamalarından olan ilk modern şehir plancısı olarak bilinen Haussmann’ın 1800’lerin sonlarına doğru Paris için farklı bir kent tahayyülü vardır. Aslında güvenlik kaygılarından oluşan siyasi gerekçeler üzerine bir kent planı oluşturmuşlardı ve bunu hayata geçirmişlerdi.

Bizim bahsettiğimiz kentlerin yeniden inşası değil tabii ama burada yapılacak bir çalışmanın da siyasi bir arka planı olduğunu düşünüyorum. Zaten son 20 yılda yapılan şehircilik uygulamaları, şehircilik projelerine ve şehir algısına baktığımız zaman siyasetten ayrı düşünmek mümkün değil. Bu doğrultuda 20 yıldaki siyasi pratik neyse bunun devamı niteliğinde şehircilik zihniyeti de devam edecektir.

Kent merkezlerine baktığımızda meydanlarını küçülten, kamusal alanları ortadan kaldıran şeyler görüyoruz. Afet bölgesindeki kentlerin yeniden inşasında bu tür bir şehircilik anlayışıyla karşılaşabilir miyiz?

Bunlar 20 yıllık bir süreçte kent ölçeğinde ortaya konulan somut gerçeklikler. Bizde bunun canlı şahidi olduk. Bundan bağımsız farklı bir şehircilik pratiğinin ortaya konulabileceğini düşünmüyorum, böyle de ilerlemiyor süreç. Bütün problemlerin var olma potansiyelinin olduğu bir tabloyla karşı karşıyayız. Burada hem vatandaşın hem ekonomik yaşamın, hem sosyal yaşamın, hem ekolojik dengenin tamamen zıttı süreçler işletiliyor. Bu süreçler aynı şekilde devam edecektir diye düşünüyorum.

Şehir plancıları planlamayı nasıl yapıyor, toplu konut bu planlama sürecinin neresindedir?

Ben planlamayı şöyle tanımlayabilirim; kamu kaynaklarının ve çevresel kaynakların etkili bir kamu yönetimi aracılığıyla etkili ve verimli kullanılmasını sağlayan bir araç. Bunlar bizim imar mevzuatında geçen tanımlar değil. Orada farklı bir tanım yapılıyor ama biz bunu yeterli görmüyoruz. 

Türkiye’de planlama bir prosedür olarak görülüyor. Önceden karar verilen sonra bir plancı eliyle resmiyet kazandırılan, çizim yaptırılan bir meslek alanı olarak görüyorum. Bunun ötesinde bir tanım getiren kimse yok.

Bu sürekli kötüye giden ve giderek yolsuzlaşan bir süreç. Cumhuriyetin ilk döneminde gerçekten planlı yapılan, o dönemin ileri teknikleriyle Avrupa’dan öncü mimarların davet edildiği bir süreçten bahsediyoruz. Şu anda bile Ankara’da keyif aldığınız noktalar o dönemin izlerini taşıyor. 

50-60’larda sürekli bir kayıp, sürekli bir geri plana itilmeden bahsediyoruz. Ne etkili olabilir? Sürekli bir büyüme hırsı, ülkenin büyüme hırsı kaliteli yaşamın, çevre kaynaklarının dengeli kullanılmasının önüne geçiyor. Kamu yönetimi bunu sağlayamayacaksa büyüme hırsına yönelecekse büyük bir yıkıma sebep olabiliyor. 

Son yirmi yılda geldiğimiz nokta itibariyle plan artık bir prosedüre dönüşüyor. Kimsenin birşey soramadığı, yorumda bulunamadığı bir alanda en hızlı büyümeyi, en hızlı projeleri nasıl yaparız anlayışıyla bir senaryo konuşuluyor. Planlamaya da uydurulması gereken bir mantalite var. Bu acıya sebep oldu, bundan sonrada böyle olur.

70’lere gelen süreçte ne farklıydı? Bir iktisatçı, bir mühendis, bir mimar, bir plancı biraraya gelip konuşup bölgesel kalkınma nasıl sağlanır tartışılıyordu. Bir diyalog ortamı sonucunda planlar oluşuyordu. Planlama bir diyalog ortamıdır, plancının da görevi bir arabuluculuktur. Şu anda böyle bir durum yok. 

Afet bölgesindeki kentlerin yeniden inşasında nasıl bir şehircilik anlayışıyla karşılaşacağız? 

Mimar ve plancı TOKİ’nin en altında ezilen teknik bir tabaka. Karar mekanizmasında plancı yoktur.

Burada bir meydanlar sistemi yok, erişilebilirliği sıkıntılı. Burada yaşayanlar nasıl mutlu olabilir. 

Afete dayanıklılık” toplu konut üretimi değildir, afete dayanıklı bir toplu konut projesi yapmak da değildir. Siz bunu yaparak kentin kırılganlığını daha da ileriye götürebilirsiniz. Çünkü o kaynakları etkili bir şekilde kullanmamış olursunuz. 

Kentin kırılganlığını daha da ileriye nasıl götürebilirsiniz; eğer hayatından mutlu olmayan, komşusunu tanımayan, mahalle kültürü olmayan, organize olamayan bir topluluk oluşturmuşsanız bu kişiler zaten orada yaşamayacaktır. TOKİ’sini kiraya verip başka yerde yaşamayı tercih edecektir. Bu tabloda herhangi bir afete dayanıklılık yaratmak  mümkün değil. 

Bir afet esnasında düşünün; kimsenin kimseyi tanımadığı, kimsenin nereye gideceğini bilmediği, ne yapması gerektiğini bilmediği, kime yardım edeceğini bilmediği bir ortamda, herhangi bir yakınına ulaşamadığı bir ortamda kaos oluşur, kontrolsüz bir ortam oluşur. 

Eğer siz buna hizmet eden mekanlar üretiyorsanız o bina afete ne kadar dayanıklı da olsa dirençli olmazsınız. Nitekim bugün TOKİ çok konut üretti, bunlar sağlam kaldı ama kentin bütününe baktığınızda bir başarısızlıktan bahsedebiliriz, herkes bunda hemfikir. Toplu konut tek başına düşünülmemesi gereken çok boyutlu düşünülmesi gereken bir konudur. Bunun uzağında olan her anlayış bir şekilde başarısız oluyor. Bir yerden tutturursa, bir yerden kaçırıyor. Zemini binayı sağlam yapıyor ama kimsenin kimsenin farkında olmadığı topluluklar oluşuyor bu da dirençlilik değil.

Bundan sonra afeti önceleyen bir planlama olacağını düşünüyor musunuz?

Bunu yapmıyorlarsa zaten allah akıl fikir versin. Türkiye’de öyle şeylere şahit oluyoruz ki, yeni yeni fay hatları çıkıyor, bazı projelerin selameti açısından fay hatlarının yerinin değiştirildiğini duyuyoruz. Bu devam ettirilirse artık suç oluşturur bunlar. 

Kamu denetimi çok önemli bir nokta. Meselemiz tek başına afet değil, tek başına fay hatları da değil. Afete dayanıklılık sosyal, ekonomik, ekolojik yönleri olan bir mesele. Bunun bu yönleriyle değerlendirilmesi gerekiyor. İmar mevzuatı buna hakim değil. Bunu bu boyutlarıyla düşünmediğiniz zaman iş bir noktada çığrından çıkıyor. 

Kent bir yılda inşa edilebilir mi?

Ömer Dursunüstün: 1 yılda ancak kentkırım yapılır

Ömer Dursunüstün
ÖMER DURSUNÜSTÜN Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Sekreteri

6 Şubat depremlerinin ardından hükümet afet bölgesindeki kentleri 1 yılda inşa edeceğini açıkladı. Bu açıklama üzerine TMMOB Şehir Plancıları Odası’nın bir açıklaması oldu “kent bir yılda inşa edilebilir mi?” diye. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Kent nedir, kentler sıfırdan bir yılda inşa edilebilir mi?

Bu konu iki başlık altında değerlendirilebilir; birincisi bu inşanın maddi koşulları, ikincisi de bu inşayı depremi ve travmalarını yaşamış insanlar için ve onlarla beraber yapmak.

Gerçekten bu kadar sayıda konut üretimi, altyapı ve inşasıyla alakalı tek sorun bir yıllık süre ile kısıtlanması değil, burada kurulacak çalışma biçimleri, buraya gelecek işçiler, burada oluşacak yoğun insan nüfusu ve bunların kendi arasında da bir gündelik hayat kurgusunun olması, yani bu inşa sürecinin maddi koşullarının oluşturulması gerekliliği.

Diğer taraftan bu süreci depremin etkilerini, travmalarını, kayıplarını yaşamış insanlarla birlikte, ancak onları sürece dahil etmeden sürdürmek toplumsal yaraları çok daha büyütecek. Örneğin hala bazı köylerde, ilçelerde uzun zaman önce yapılan deprem konutları, yıllar sonra bile adres tarif edilirken “deprem konutları” olarak geçiyor. Bu konutlar ev olmuş değil, bir semt olarak tanımlanmış değil. Bu şekilde toplumsal travmalar miras bırakılmış oluyor. Orasık, o depremin izini taşıyan deprem konutu olarak tanınıyor. Çünkü mevcudu düşündüğümüzde orası kentle birlikte gelişmemiş oluyor. Bugüne kadarki birikimin, kültürün, gündelik hayatın sekteye uğraması, ihmal edilmesi diğer taraftan yaratacağı gündelik hayatın aşina ve insani olmaması durumu var. 

Elbette ki, gerektiği zaman gerektiği imkanla herhangi bir yapılı alan yeniden yapılabilir. Ama bu yapım insanlarla beraber olmayınca bambaşka bir şey tanımlar ve şu anki uygulamaya baktığımız zaman kesinlikle iyi bir şey çıkmayacak burada. TOKİ’nin tüm şehirlerde yaptığı uygulamalar gibi konut ve ticari alan ayırıp terk edecek buraları. Bu işin maddi koşulunun çok da önemli olmadığını, bir şekilde yapılabileceğini düşündüğümüz zaman böyle oluyor. Böyle bir süreç 10-11 İle yayıldığında; bir sürü ilçe, bir sürü nüfus Türkiye’deki yıllık ortalama konut üretimimizin 11-12 katına tekabül ediyor. Bunu müteahhitlerle yapacakları bölge bu süreçte aslında rantabl olmayan bir bölge. Devamında oraya nasıl çekim sağlayacakları da ayrı bir mesele. Rantabl olmayan bir bölgede tüm Türkiye’nin toplam konut üretiminin 10-11 katını bir tarlanın ortasında üretebileceklerini düşünüyorlar. İddiaları bu ama maddi olarak mümkün değil. Sadece çimento, beton santrallerini düşündüğümüzde bile ülkedekiler yetmiyor. Bu aslında Kanal İstanbul gibi bir mega proje. Her yere bir yılda beş yüzer, biner tane konut yapmayı düşündüğünüzde bu Kanal İstanbul’dan daha büyük bir maliyeti gerektiriyor.

Diğer taraftan geçici barınma alanları olması gerektiği gibi kurgulanmadığı için yetersiz hem de kentle ilişkileri olmadığı için büyük bir nüfus hareketiyle karşı karşıyayız. Bu nüfus hareketiyle memleketine dönmek isteyen ya da dönebilecek durumda olanları yapılacak bölge kalkınma planlarıyla ve çeşitli istihdam şekilleriyle buraya geri çağırabilmek önemli.

Orada kente 5 km, 10 km uzaklıkta bir tarlada evinin olması, daha sonra işe, erzağa, paraya muhtaç yardım bekleyen insanlar yaratmak demek. Yani bu maddi koşullar üstüne ancak böyle bir toplum var olabilir. O nedenle onların geri dönüşü için kentin iş alanları, çalışma alanlarıyla birlikte düşünülmesi gerekiyor.

Aynı şekilde gecekonduların bol olduğu, yavaş yavaş dönüşümlerin, yerinden edilmelerin veya apartmanlaşmanın başladığı zamanlardaki toplumsal ve bireysel kırılmaları biliyoruz Türkiye’de. Balkonunda gecekondudaki bahçesini yaşatmaya çalışan insanlar, hayvanlarını özleyen insanlar, direkt bahçeyle, sokakla ilişki kuramayan insanlar deprem bölgesindeki gibi acı bir sonuç olmasa da bireyleri de çok fazla etkileyen süreçlerde planlama ve yapım işlerinde halkın katılımının hiçbir zaman göz önünde bulundurulmadığını gördük. Ama burada gerçekten kim için yapıldığı bile belli olmayan konutlar yapılacak. Kim yaşayacak burada, nasıl yaşayacak? Hiçbir ekonomik ve sosyal arka planı yok bu fikrin. 

Dolayısıyla 1 yılda bir yerler üretilebilir, 1 yılda bina yapılabilir ama 1 yılda kent inşa edilemez. Birbirleriyle ilişkisi olan, birikimi olan bir toplum yaşantısı üretemez burası.

Kentler sosyal ve kültürel donatılarıyla öne çıkan alanlar. Buralarda yok olan sosyal ve kültürel yapı nasıl tekrar hayata geçecek?

Kentlerin, üstüne koyarak, geliştirerek, bir kısmını terk ederek yeni şeyler yaratarak ama birikimli bir şekilde geliştiği ortada. Hem kültürel, hem ekonomik, hem makroform ve yapılı alan anlamında birikimli gelişmesi bu.

Şöyle düşünebiliriz; sosyal ve kültürel donatılar dediğimiz şeyler aslında “kamusal alanlar.” Kamusallık uzun zamandır niteliksizleştiriliyor, zayıflatılıyor. Bugün bu bölgede sanat galerileri olmazsa, tiyatrodan yoksun kalırsa gibi bir husus değil. Orada bir okul bahçesinde birbirlerine denk gelemeyecek çocuklar var. Bir kahvehanede oturup sohbet edemeyecek insanlardan bahsediyoruz aslında. 

Böyle bir kurguda örneğin Elbistan’ın 100-150 bin arası bir nüfusu var. Çevresinde 4-5 parça biner biner konutlar konulmuş, 5-10 km aralıklarla hepsi farklı farklı yerlerdeler. Daha sonra burada çalışma alanları, sanayisi, ticareti geliştirilse bile bu merkezde birbirlerine uzak yerlerden gelip çalışıp, gece yatakhane gibi konutlarına dönen insanlar oluşacak. Burada kamusal nitelik kaybedilmiş oluyor. Bir taraftan göç, bir taraftan yabancılaşma hem kenti hem diğer insanları etkileyecektir. 

Bu arada kentteki mevcut konutların hak sahiplerine ne olacak, araziler ne olacak hususu var? Bir şekilde yerlerinden edilmiş oldular. Oradaki ekonomik yapıyı düşündüğümüz zaman TOKİ’nin verdiği eve razı olacak bir sürü de insan var. Bu açıdan bakıldığında “kentkırım” gibi birşey bu, kenti alıp parçalayıp 5-10 km çevresine yayıyorsun. 

Depremden sonra uzun süre sosyal medyada Amerikan banliyölerinin görselleri paylaşılmıştı; yeni yerleşimler bahçeli olsun, müstakil olsun diye. Oradaki en büyük problem, yaşamın merkezileşememesi. Banliyölerin otomobil bağımlı olması gibi hususlar var. Bu 100 yıl öncesinin meselesi olarak tartışılmış geçilmiş uluslararası literatürde. Biz yeniden deneyimliyoruz böyle bir şeyi. Çok ilkel bir karar. Üstelik şimdi biz bunu yapacağız ama keyfini çıkarabilecek bir bahçemiz bile yok. Çünkü apartman banliyöleri yapıyor şu an hükümet. 

Bunu bir kentkırım olarak yorumluyorsunuz. Siyasal iktidar kentlerin yeniden inşası meselesiyle kentlerin hem siyasal hem kültürel yapılarını da yeniden inşa etmeyi planlıyor mu size göre?

Son 4-5 yıldır iktidarın en büyük kamusal alan projesi millet bahçeleri oldu. Her şehirde yapılmaya başlandı, yüksek bütçelerle yapıldı. Orada aslında bir toplum tahayyül ediliyor, bir toplum tarifliyor. Camisi olan, kıraathanesi olan, kütüphanede kek yiyen, idari tesisin dibinde oradaki görevlilerin hegemonyası altında bir kamusal alan tarifliyordu. Çok fazla sayıda da uygulamaya geçti. 

Şimdi siyasal iktidarın kamusal alan, sosyo-kültürel faaliyet noktasındaki yaklaşımını ve üretimlerini biliyoruz. Burada bir tarihsel süreç düşünüldüğünde burada şahane meydanlar, şahane kent merkezleri üretme şansı zaten yok. Eğer üretirse de, bir sosyokültürel mekandan ne anladığının en iyi örneğinin millet bahçeleri olduğunu gördük. Açık yeşil alan ancak, cami, kimin çalışacağı belli olmayan, gerekli olup olmadığı tartışmalı 6-7 odalı idari tesis…

Stadyumların kent merkezinden dışarı çıkarılması, tarihi kent merkezlerinin niteliksizleşmesi aslında bunların hepsi siyasal iktidarın toplumla bir savaşı. Toplumsal bağlarımız giderek zayıflamış vaziyette. 

60’lara kadar Türk edebiyatını, sanatını şekillendiren bir sürü yazar, heykeltraş yetiştirmiş bir Ankara son 20 yılda kiminle adını duyurdu? Ulusal manada duyurabilmiş kimsenin yetişmemesinin bir sebebi de kamusallığın olmaması, farklı olanların birbiriyle karşılaşacak mekanlar bulamamasıdır. Bir taraftan elimizdeki mekanlar niteliksizleştirilirken, kimi rant projeleriyle yok edilirken diğer taraftan yeni yaptıkları yerlerde kendi hegemonyalarını kurdukları kentsel mekanlar üretiyorlar.

Deprem sonrasında yapılan konut projeleri, iktidarın bugüne kadarki inşaat politikası ve kentleşme politikasının aslında tutarlı bir şekilde yürüdüğünü düşündürüyor. Çünkü zaten tüm kentlerde istediği buydu; sadece konutlar olsun, kamusallık olmasın, insanlar bir araya gelmesin.

Bu iktidar 2002’den beri gündeme getirdiği ve ısrarla politikleştirdiği kent-şehir ayrımını ortaya koydu. Bu süreç şimdi tam da bunun yeniden inşası gibi görünüyor, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kent, makroformda sınırlanan yakın çevresinden ibaret olan yapılı alandır. Haymana’ya da kent diyebiliriz buna göre. Şehir daha hiyerarşik, daha merkeziyetçi bir yaklaşımın, onun tarifi diyebiliriz. Bunu da en çok hayata geçiren büyükşehir yasası oldu. Köylerin mahalle olması, her şeyin merkeze bağlanması. Hem siyasal hem ekonomik gücü merkezde toplamanın sonucu oldu.

Deprem sonrası Antakya (Foto: Cahit Akın)
Deprem sonrası Antakya (Foto: Cahit Akın)

Afet bölgesindeki kentlerin yeniden inşasında nasıl bir şehircilik anlayışıyla karşılaşacağız? 

Mahalleler bir idari birim olarak anılır. Ama bizim mahalle kültürü, mahalle yaşantısı diyebileceğimiz farklı bağlamlarla ilerleyebileceğimiz artık başka bir şey yok. Sadece son 20 yılda değil bu daha da geriye gidiyor. Muhafazakar ideolojinin kentlerle ilgili yaklaşımını buradan görebilirsiniz; Ankara’da eski kentten (Ulus) yeni kente kurgulanan ve TBMM gibi simge ile biten bir Atatürk Bulvarına karşı Kocatepe Camisi ile biten Mithatpaşa Caddesi’nin geliştirilmesi muhafazakar toplum inşasının mekânsal ayağıdır. İdeolojik olarak ayrımın, kırılmanın arka planıdır bu.

Gerçekten ideolojiyi mekana türlü yatırımlarla, türlü politikalarla yansıtmanın mücadelesi verilirken arka tarafta Ankara’nın gecekondularla büyüdüğü bir dönemden bahsediyoruz. Yani aslında halkçı bir politika olmayan, konut sunumu, bir yaşam tarzı örgütlemek yerine mevcut ideolojinin, kurucu ideolojiyle ve yaptıklarıyla savaşa harcadığı bir efor var. 80 sonrası bu kavga sermayeye terk edildi. 2002’den beri de bu sermayenin temsilcisi olarak seçilmiş bir partinin mevzuat değişiklikleri, yasa değişiklikleri, uygulamaları, söylemlerini gördük biz. Yüz yıllık bir kavganın üretimi. Şimdi burası da böyle, kontrol edilebilir biner konuttan ibaret yaşam alanları. Toplanıp değerlendirme yapabilecekleri, birbirleriyle karşılaşabilecekleri bir alan yok. Ne istihdam sunarsan onu yapmak zorunda olan, bir alternatifi kalmayan kolu kanadı kırık bir toplum yaratacak.

Şehir plancıları yeniden inşanın neresinde?

Planlamanın normal süreci gereği üst ölçekli plan, alt ölçekli plan yapılır, parselasyon yapılır ona göre ruhsatlar hazırlanarak inşaatlara başlanır. Biliyorsunuz bir kararname yayınlandı. Kararnamede planlara gerek olmadan sadece vaziyet planı ile ruhsatlandırılabiliyor. Meslek alanı olarak tamamen dışarıda bırakıldığımız bir süreç.

Herhangi bir görüş alındığına dair bir bilgimiz de yok. Çok hızlı gelişti, o karar çıktıktan sonra kimseden görüş alınmasına da gerek yok. Bizim en başında önerdiğimiz süreç öncelikle geçici barınma alanlarının hızlıca inşasıdır. Yer seçimi daha basittir onun, kurgusu daha kolaydır ve temel ve acil ihtiyaçtır. 

Düzce depreminden sonra 5-6 yıl çadırlarda kalanlar vardı. Irak’ın bazı yerlerinde 70’lerden kalan konteynır kentlerde yaşayan insanlar kentle birleşmiş. Bunlara “geçici” denmesinin nedeni aslında yaşanabilir yerler de olmasıdır. Ama geçici olarak bir yıl boyunca burada kalacaksa, eş zamanlı olarak 50 yıl, 100 yıl ayakta kalacak kentsel alanlar inşa etmek uğruna 6 ay, 1 yıl harcanarak yapılacak bir planlama çalışması gecikme olarak sayılmamalı. Birbirine paralel ve etaplı gidecek bir sürü şey ekarte edildi. Biz meslek alanı olarak tamamen dışarıda bırakıldık.

Şehir plancıları planlamayı nasıl yapıyor, toplu konut bu planlama sürecinin neresindedir?

Toplu konut, sosyal politikayla baş başa gitmesi gereken bir mesele. Konut sunumunu sadece sermayeye, sadece müteahite devredince barınma hakkının yerine getirilmesi tamamen ihmal edilmiş bir vaziyet alıyor diyebiliriz. 

Kentsel dönüşüm yasasıyla uzun zamandır hem büyükşehirin yetkisinde hem bakanlığın yetkisinde kentsel dönüşüm alanları belirleniyor, riskli alanlar belirleniyor, rezerv alanlar belirleniyor. Tamamen kamunun TOKİ eliyle konut sunumu yapabilmesi için elini güçlendiren yasa bunlar. Toplu konut sosyal konut olmadığı sürece yenilmeye mahkum. 

Ankara’da da, deprem bölgesinde de milyonlarca alan böyle imar ediliyor. Ama riskli alana geldiğimizde üzerinde riskli yapılar “varmış gibi” riskli alan ilan ediliyor. 

Bundan sonra afeti önceleyen bir planlama olacağını düşünüyor musunuz?

Bugüne kadar kentte ne yapıldı? Dereyi kapatıp üstüne yolu geçirmeyi becerdik, bir kanala alıp doğal yatakları değiştirebildik, aynı şekilde fay olur, temel hesaplarını yaparım ona göre yaparım deyip geçtik. Dere yataklarının, taşkın alanlarının hepsini de özel mülkiyete geçirdik, yapılaştık. Bu sırada denetleyen kurumlar vardı bir şekilde.

Roma hukukunun temeli şudur “malikle mülkün arasına kamu yararı girer.” Sen her türlü tasarrufta bulunamazsın. Bunun genele bir faydasının olması lazım. Bunu denetleyecek olan da devlet. Devletin asıl amacı bu, o denetleyecek. Bu denetimi “onu da sen yap” diye devrettiğin zaman işte böyle oluyor. İmar barışı denilen “yapıdan maliki sorumludur” noktası, devletin kendini reddetmesidir. O olamaz. Binlerce yıldır her türlü kuralda var kamu yararı kavramı. 

15 dakikalık kent nedir?

Tıpkı canlılar gibi kentler ve kentsel yaşam da sürekli değişim halinde. Bu değişimin kontrol altında tutulabilmesi ve kentlerin günümüz koşullarına uyum sağlayabilmesi için yeni kentsel teoriler ortaya atılıyor. Bu teoriler başta sürdürülebilirlik ilkesi olmak üzere doğa dostu olma ve yaşam kalitesini yükseltme hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik. 1980 sonrası neoliberal dönüşüm, kentleri de sosyal ve mekansal anlamda etkiledi. Günümüzde hala etkisi süren Covid-19 pandemisi de kentsel yaşamın ve sürdürülebilirliğin sorgulandığı dönem oldu. Bu dönemde, kent sakinleri temel ihtiyaçlarını karşılamak ve günlük hayatlarını idame ettirmek konusunda fazlasıyla sıkıntı yaşayınca Paris Sorbonne Üniversitesi Profesörü Carlos Moreno’nun “15 Dakikalık Kent Modeli” yeniden gündeme geldi.

Kentlerin 6 ana işlevi; onurlu yaşam, iyi çalışma şartları, ihtiyaçları karşılama, eğitim, iyi olma hali ve eğlence!

Eğitim, sağlık, çalışma gibi temel ihtiyaçların geniş alanlara yayıldığı, gündelik hayatın birden fazla ulaşım aracı kullanılarak ulaşılacak mesafede geçtiği ve herkesin acelesinin olduğu kentlerde kent sakinleri huzurlu ve mutlu değildir.” Moreno’nun “15 Dakikalık Kenti” de insanın yaşam alanında huzurlu ve mutlu olmasını amaçlıyor. Öncelikle yaya ya da bisiklet gibi ekoloji ile uyumlu, doğa dostu ulaşım yolları benimsenir. Böylece araç trafiği azalır ve insanların daha huzurlu olduğu bir kent hayatı oluşur. Moreno, kentlerin 6 ana işlevi olduğunu söyler; onurlu yaşam, iyi çalışma şartları, ihtiyaçları karşılama, eğitim, iyi olma hali ve eğlence. 

Paris Sorbonne Üniversitesi Profesörü Carlos Moreno

Bu işlevler yerine getirilirken alanın doğru kullanımı da önemlidir. Kamu binalarının mesai saatleri dışında ya da okulların yaz tatillerinde diğer işlevleri gerçekleştirmek için kullanımıyla alanın doğru kullanımı sağlanabilir. Okulların yazın gençlik merkezi,  kamu kurumlarının mesaiden sonra semt meclisi olması bu duruma örnek olarak verilebilir. 

Günlük ihtiyaçlara erişimin yaya ya da bisiklet yoluyla 15 dakika mesafede sağlanması ütopya olarak görünse de Amsterdam ve Kopenhag gibi kentler bu hedefe örnek gösterilebilir. Ayrıca Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo da “15 Dakikalık Kent Modeli”nin önemli savunucularından. Amerikalı bir milyarder olan Marc Lore da 5 milyon nüfusu olan bir kent yaratmayı planlamakta. Çölde inşa edilecek bu kent için Nevada, Utah, Idaho, Arizona, Teksas ve Appalachian bölgeleri adaylar arasında yer alıyor. Bu “ekoloji dostu ve sürdürülebilir kent” projesinin adı ise “15 Dakikalık Şehir Tasarımı”.

Carlos Moreno’nun 15 Dakikalık Kent Modeli.

Pilot bölge uygulaması ile “15 Dakikalık Kent” pratik edilebilir

Yerelleşme kavramının oldukça önemli olmaya başladığı günümüzde kent sakinlerinin yaşam kalitesini yükseltmek için yerel idarelerin çalışmaları da önemli yer tutuyor. Prof. Dr. Aykut Karaman, “15 Dakikalık Kentler” için, kent işlevlerini yerine getirebilecek mahalleler saptanması gerektiğinin üzerinde duruyor. Pandemi süreci ile yerelleşme anlayışı, yardımlaşma ve dayanışmanın bile mahallelerden yaygınlaştığını gösterdi. Ayrancı semti de bu açıdan değerlendirmeye tabi tutulabilir. Sosyal ilişkiler ve fiziksel mekanlar açısından mahalle kültürünün hala devam ettiği Ayrancı, gündelik ihtiyaçların da 15 dakikalık mesafede karşılanabildiği bir semt. İlkokul, ortaokul ve lise gibi eğitim kurumları, hastane ve aile hekimleri gibi sağlık kurumları ve bakkaldan süpermakete kadar her türlü gıda ürünün satıldığı yerler semtte var. Ayrıca çalışma alanı olarak kamu kurumları ve özel kurumlar, gençlik merkezi, kadınlar lokali gibi sosyal donatı alanları, kafe, bar, restoran gibi eğlence alanları da 15 dakikalık mesafede ulaşılabilir. 

15 dakikalık bir kentin ekoloji ile uyumlu ve yaşanabilir olması beklenir. Yaya ve bisiklet yoluyla ulaşım, bu amaç için gerekli. Ayrancı semtinde yaya olarak bir yerden başka bir yere gitmek oldukça kolay. Bisiklet de kullanılabilir ancak bunun için bisiklet yolları yapılarak sağlıklı bir ağ oluşturulması gerekiyor. Semtte yeşil alan ve parkların oldukça yaygın olması da ekoloji ile uyum sağlamaya yardımcı diyebiliriz.

Günümüzde ve gelecekte kentlerin daha yaşanabilir alanlar olabilmesi için kentin küçük parçalardan oluşması ve her parçanın kentlinin ihtiyacını karşılayacak niteliğe ulaşması sağlanabilir. Doğaldır ki bu uzun ve zorlu bir süreç. Merkezi ve yerel idare işbirliği içinde çalışabilir hatta pilot bölge uygulaması ile “15 Dakikalık Kent” pratik edilebilir. Ayrancı semti zaten bu kent modeline yakın özellikler gösterdiği için pilot bir bölge için uygun. Semtin eksiklikleri tespit edilip tamamlanarak daha yaşanabilir, sürdürülebilir ve doğa ile uyumlu bir hal alması sağlanabilir. 

Pelin Ceylan’ı koruyamadık

Ayrancı da erkek şiddetinden azade değil

Hoşdere Caddesinde ayrıldığı kocası tarafından vurulan Pelin Ceylan için mahalleli ve kadın inisiyatifleri tepkilerini bildirdiler

Tarih 12 Aralık ve günlerden pazartesi, TBMM duvarına 300 metre mesafede, Ali Dede Sokağı ile Hoşdere Caddesi kesişiminde, tüm şehrin gözünün önünde sokak ortasında bir erkek bir kadını öldürmeye çalıştı. Pelin Ceylan, sokak ortasında kan kaybediyordu ve onu vuran silahlı eski kocası Mehmet Eroğlu kimseyi yanına yaklaştırmıyordu, biz ise sadece seyredebildik. Biz videolara bakmaya devam ettik, Pelin Ceylan kan kaybetmeye.

İki koruması olduğu bilinen Pelin Ceylan, tutuklu (olduğu sanılan) eski eşi Mehmet Eroğlu’nun açık cezaevinden izinli çıktığını (tabii ki) bilmeden evinden alışverişe çıkmış ve çilek alırken, kendi mahallesinde, evinin yakınında ve ‘bizim’ dediğimiz sokaklardan birinde, hepimizin gözü önünde öldürülmeye çalışıldı.

Şimdi Pelin Ceylan, ölümün kıyısında yaşam mücadelesi veriyor. Tüm Ankara O’nun için kan aradı, hastanede doktorlar tüm birikimlerini sergiliyorlar ama durumu iyi değil. Umarız siz bu cümleleri okurken hepimiz kötü haberi almayız.

Pelin Ceylan, Mehmet Eroğlu tarafından vurulduktan ve yerde kan kaybettikten 15-20 dakika sonra katil erkek Mehmet Eroğlu yakalanabildi. Ambulans gelmedi ve Pelin taksiyle hastaneye götürülebildi. Devlet (zaten ne zaman korudu ki) koruyamadı (koruma elemanları neredeydi!), biz mahallelileri de bir şey yapamadık. Muhtar Elif Doğan mahalleye geldiğinden bu yana ilgileniyordu ama sadece O ve birkaç komşusu. 

Pelin Ceylan

(Ayrancı mahallesi muhtarı) Elif Doğan anlatıyor:

“Birlikte destek olduk ama koruyamadık, çok üzgünüz. 3 çocuğu var Pelin’in. Pelin Ceylan devlet korumasında bir kadındı. Aile içi şiddetten dolayı yer değiştirmişti. Gizlilik kararı nedeniyle küçük çocuğu ile birlikte bütün bilgileri değiştirilmişti. Gittiği yerde tutunamayıp geri dönmüştü. Bu değişikliklere karşın, Pelin Ceylan’a güvenlik ‘bu şehirden git’ diyor. ‘Bir şey yapamaz, köpekten korkuyor’ diyerek bir köpek de almıştı. Ben ‘Yeniden uzaklaştırma al istersen’ demiştim. Koruyamadık.”

Kadınları koruyan mekanizmalar günden güne kaybedilirken ve yeni çağın yaşam biçiminde dayanışma gittikçe erir giderken kadınlar yalnızlaşıyor, kırılganlaşıyor. Erkek egemen toplum düzeni ailesinden devletine her geçen gün bir kez daha hakimiyetini ilan ederken ve erkek şiddeti de pervasızlaşıyor, televizyonlarımızdan izleyip ahlanıp vahlanıp unutup geçtiğimiz; erkek şiddeti her yanı sarıyor, Pelin ve birçok kadın yaşama tutunmaya çalışırken gittikçe azalıyor, azalıyoruz. 

Yine de kadınlar geri adım atmıyorlar. Her günün getirdikleri ve götürdüklerine direniyor, hiçbir kadının yalnız yürümemesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Ülkenin en büyük örgütlenmesi de, dayanışma sergileyeni de kadınlar.

13 Aralık Salı günü Emekliler Parkı’nda buluşan Ayrancılı kadınlar ve Ankara Kadın Platformu, Pelin Ceylan’a sokak ortasında ve mahallemizde, katil Mehmet Eroğlu tarafından yapılan cinayet girişimini “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz”… “Asla yalnız yürümeyeceksin” diye slogan atarak ve basın açıklaması ile protesto ettiler;

“Dün tam da burada, bir kadın daha erkek şiddetine maruz bırakıldı. Arkadaşımız Pelin, boşandığı erkek Mehmet Eroğlu tarafından hunharca öldürülmeye çalışıldı. Üstelik de Pelin’i yaralayan fail, olay mahallinde tehditler savurmaktan çekinmeyerek ve ölmesini umarak başında bekledi. Adeta düşmanını vurmuş bir avcı gibi, iğrenç bir yaratık gibi başında bekledi saatlerce.

Uzun süredir boşandığı erkek tarafından tehdit edilen Pelin, devletin sözde koruma kararı altındayken bu saldırıya maruz kaldı. Şikayet için gittiği kolluk güçleri, tedbir almak yerine, yaşadığı yeri terk etmesini söylediler Pelin’e. Hala yoğun bakımda yaşam mücadelesi veren Pelin’e yapılan bu vahşi saldırı, asla münferit değildir, tekil bir saldırı değildir.

Bizler bu saldırgan erkek cüretinin nereden geldiğini çok iyi tanıyor ve biliyoruz;

– İstanbul Sözleşmesi’ni bir gecede fes etmeye çalışanlardan… ‘kadın cinayetleri abartılıyor’ diyenlerden… ‘O saatte ne işi varmış’ diyenlerden tanıyoruz.

– Cezasızlık politikaları ile erkeklerin sırtını sıvazlayan erkek adaletten tanıyoruz.

– 8 Mart’ta, 25 Kasım’da ‘yaşamak istiyoruz’ diyen kadınlara işkenceyle gözaltına alanlardan tanıyoruz.

– 6 yaşındaki bir kız çocuğunun maruz bırakıldığı cinsel şiddeti, evlilik adı altında aklayanlardan ve buna göz yumanlardan tanıyoruz.

– Çıkar ilişkileri olan tarikatlarda, cemaatlerde, kurumlarda işlenen suçlara ‘Bir kereden bir şey olmaz’ diyenlerden tanıyoruz.

– ‘Artık yeter’ demek için, ‘bir kişi daha eksilmek istemiyoruz’ demek için sokağa çıkan, haklarını arayan kadınları kriminalize etmeye çalışan iktidar ve yandaşlarından tanıyoruz.

Bireysel silahlanmaya karşı hiçbir önlem almayanlar, kadın cinayetlerini kader kisvesi altında geçiştirmeye çalışıyor. Sokaklarda tedirgin dolaşmak istemiyoruz. Pelin’in verdiği yaşam mücadelesi hepimizin mücadelesidir. 3 yıl boyunca cebinde koruma kararlarıyla gezen, 3 yıl boyunca hiçbir tedbir alınmayan ve bu sebeple şiddete uğrayan ve saldırılan, öldürülmeye çalışılan kadınlardan bir tanesidir Pelin.

Artık bir kişi bile eksilmeye tahammülümüz yok.

Artık yeter diyoruz..!

Bireysel silahlanmaya hayır diyoruz.

Erkek adalet değil gerçek adalet diyoruz.”dediler hep birlikte.

En temel hak yaşamak.  Devletin ilk büyük sorumluluğu, insanının yaşam hakkını korumak. Bizim ilk büyük sorumluluğumuz dayanışmak. Ama erkek şiddeti, sistemin erkek lehine tüm olanaklarını sergilediği düzen ve bizim kendi 100 m2’lerimize kapandığımız yaşamda, Ayrancı’da bir kadının yaşamı erkek şiddetiyle ellerinin ucundan kayıp gidiyor. En steril, en korunaklı alanlara çektiğimizi zannettiğimiz hayatlarımızı patriyarka en korkunç yüzüyle darmadağın edebiliyor. Dayanışmasıyla övündüğümüz Ayrancı’nın orta yerinde çaresizlik içinde boğazımızda bir koca düğüm gözümüzde yaş ile kalıveriyoruz, elimizden sadece ummak geliyor.

Sistemin tüm gözeneklerimize, tüm ara sokaklarımıza işlediği çok soğuk günler… Ancak birbirimizin elini tutarsak var olabiliriz. O güne kadar, bir kadının canının yandığı her gün yataklarımız bize dar gelsin.

Pelin Ceylan için, sevgi ile, umut ile…

Avrupa’dan sonra ABD’nin başkenti Washington’da da toplu ulaşım bedava oluyor

ABD’nin Kansas City şehrinde Mart 2020’de otobüslerde sıfır ücret uygulamaya başlanmıştı. Karardan sonra otobüs kullanan yolcu sayısının 2022’de bir önceki yıla göre yüzde 13 oranında arttığı söyleniyor. 

Başkent Washington DC belediye yönetimi, Covid-19 salgınının toplu taşımanın çalışanlar için ne kadar büyük öneme sahip olduğunu gösterdiğini ve düşük ücretlerin bile çalışanlara önemli bir külfet oluşturabileceğini kanıtladığını işaret ederek ücretsiz toplu taşıma yönünde bir adım atılmasına karar verildiğini belirtiyor. 1 Temmuz 2023’de yürürlüğe girecek karar çerçevesinde tüm toplu taşıma araçlarına biniş sırasında alınan 2 dolarlık ücret ödenmeyecek. Geçen ay oybirliği ile kabul edilen planla şehir merkezindeki 12 ana güzergahta otobüs hizmeti 24 saate çıkarılacak, yolculukları daha hızlı ve daha güvenilir hale getirmek için de yollarda otobüslere özel kulvar ayrılacak.

Uzmanlar yolcu sayısını artması, düşük gelirlilerin maliyet yüklerinin azalması, toplu taşıma hız ve kalitesinin artması ve yollardaki araç sayısının düşmesi gibi sonuçlara ulaşılması durumunda başkentin bedava toplu taşıma sisteminin yeniden şekillendirilebileceğini işaret ediyor. 

Lüksemburg ve Estonya’nın başkenti Tallinn ulaşım ücretlerini kaldırma konusunda Avrupa’da öncü olmuşlardı. Avrupa’daki 50’den fazla şehir ve kasaba, iklim krizi ve sosyal eşitlik gibi motivasyonlarla ücretsiz toplu taşımaya geçildi. Lüksemburg, 2020’de tüm toplu taşıma ücretlerini iptal eden dünyadaki ilk ülke oldu. Estonya’nın başkenti Tallinn, 9 yıl önce ücretsiz ulaşımı hayata geçirdi. Belediye yetkilileri, kararın sürücüleri özel araçlarını evde bırakmaya ikna etme konusunda çok da başarılı olamadığını söylüyor. Dokuz yıl içinde, özel araç kullananların payı yüzde 42’den yüzde 48’e yükselmiş. Ancak okula giden çocuğu çok olan ailelerin tasarruf ettiği, ayrıca 2018’den beri bazı ilçe otobüslerinin de ücretsiz olmasının olumlu etkisi kabul ediliyor. Uzmanlar ücretsiz toplu taşıma sisteminin başarılı olması için toplu taşımanın kalitesinin ve bağlantılarının iyileştirilmesinin kilit rolü olduğunu konusunda hemfikirler. Bunlar olmadığında özel araç kullanımından vazgeçilmiyor.

Ankara’da toplu taşıma ücretsiz olabilir mi?

“Keşke mümkün olsa ama ulaşımın kamulaştırılmasını pek mümkün görmüyorum”

Merve Büyüktaş 

Bir vatandaş olarak son dönemde gelen zamlar hakkındaki düşüncem tabii ki olmaması yönünde. Mansur Yavaş’ın zam olmaması kararı halk için belediyecilik yaptığının bir göstergesiydi. Fakat özel sektör baskısını da maalesef haksız bulmak imkansız çünkü benzin vb. enerji ürünlerine de çok ciddi zamlar geldi. Ürünler zamlandıkça hizmetler de zamlanıyor, hizmetler zamlandıkça asgari ücret zammı konuşuluyor. Bu şekilde sonsuz bir döngü oluşuyor, bu döngünün kırılması enflasyonun düşürülmesi ile mümkün ancak. Gerçekçi ekonomik çözümler yapılması gerekiyor yoksa bu haliyle bu süreci devam ettirmek imkansız hale gelecektir. 

Belediyeyi zorlamak tabii doğru değil ama günümüz şartlarında artık mecbur oluyor yukarıda da belirttiğim gibi. Keşke ortak bir noktada buluşulabilseydi. Hizmeti alanları yani vatandaşı düşünmek bir belediye için çok güzel bir davranış ama aynı zamanda hizmet sağlayıcı da zamlardan etkileniyor, en azından bu kadar yüksek olmasa bile iki tarafı da ortada buluşturacak bir zam daha iyi olabilirdi. Ankara’da güzel bir ulaşım ağı var. Otobüsün gitmediği yerlere de ulaşım gelse keşke… Ama içinde bulunduğumuz ekonomik düzen ulaşımın kamulaştırılmasına imkan veremez diye düşünüyorum. 

Ulaşım temel haklardan biri bence. Kamulaşsa ve ücretsiz olsa gerçekten çok güzel olur. Bugün Ankara’da gidiş geliş olmak üzere iki yol ücretiyle ulaşım mümkün. Ama İstanbul gibi yerlerde ulaşım masrafı çok daha büyük oluyor. İnsanlar aldıkları her ürün, attıkları her adım, ödedikleri her fatura için çok yüksek vergiler ödüyor. Bu vergiler ulaşım için belediyelere bütçe olarak -en azından bir kısmı- geri dönebilir. Böylece ulaşım ücretsiz olabilir. Tabii çok büyük masraflar ve paralardan bahsettiğimizi unutmamak gerekir. Ulaşım ücretsiz olması için maliyetlerinde düşük olması gerekir. Bugün için yaşadığımız Türkiye’de ücretsiz ulaşımı pek mümkün görmüyorum.

“Toplu taşıma ücretsiz olamaz”

Murat Sönmezdoğru:

Yüzde 44 zam yapıldığını biliyorum. Şimdi ben 65 yaş üzeri olduğum için ücretsiz biniyorum. Toplu taşıma ücretsiz olamaz, cüzi de olsa ödemeleri lazım. Ben memnunum bu hattı kullanıyorum, özel otobüsler de belediye de iyi çalışıyor.

“Öğrenci için 50 kuruş, halk için de 1 lira gibi cüzi bir fiyat olabilir” 

Deniz Hanım: 

Ayrancı sakiniyim. Zamlardan çok etkilendim. Ben öğrenciyim, bayağı düşündürüyor beni. Kent hakkı olarak ulaşımın ücretsiz olması gerektiğini düşünüyorum tabii. En azından öğrenci için 50 kuruş, halk için de 1 lira gibi cüzi bir fiyat olabilir. İsterim tabii neden ücretsiz olmasın. Otobüslerin çok kalabalık olması gibi bir sıkıntı var. 427 nolu hattı kullanıyorum, bu hat diğer otobüslere göre o kadar kalabalık olmuyor. Diğer kullandığım otobüsler sıkış tıkış. Minibüs pahalı olduğu için öğrenci indirimi olmadığı için kullanmıyorum.

“Ücretsiz taşıma hayal değil”

Selda Onurlu

Ben Anıttepe’den Ayrancı’ya işe geliyorum. Önceden iki minibüse binerek geliyordum, işe geç kalınca da taksiye biniyordum. Artık tek vasıtaya binebilmek için yürümeye başladım. Üstelik Anıttepe ile Ayrancı birbirine çok uzak mesafeler değil ama belediye otobüs seferi olmadığı için ulaşımı zor oluyor. Belediye toplu taşımayı tamamen kendisi sağlamalı bence. Ücretsiz taşıma ise hayal değil aslında. Ülkemizde otobüsün sıfıra yakın ücretlendirildiği örnek bir belediye vardı; Tunceli Ovacık’ta bedava taşıma yapılıyor. Tunceli’de ise çok ucuza yapılıyor. Yani istenince mümkün olabiliyor.

Ücretsiz toplu taşıma mümkün

Kent içi ulaşım zamları, başarısız ekonomik politikaların neden olduğu döviz kurlarındaki artışa paralel gelen hiper enflasyonun bir parçası olarak kentlinin sırtına binen yüklerden sadece birisi.

Geçen yılın ardından Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş 4,5 liraya çıkardıkları tam bilet fiyatının akaryakıt zamlarıyla orantılandığında en az 6,5 lira olması gerektiğini ama mümkün olduğu sürece bu farkın belediyenin öz kaynaklarıyla karşılayacaklarını açıklamıştı. Yavaş, EGO işletmesinin bilet gelirlerinden gelen paradan daha fazla yakıt harcaması yaptıklarını, buna işletme ve personel giderlerinin de eklendiğinde açığın çok daha fazla olduğunu ama ulaşım hizmetinin Ankaralılar için en uygun şekilde ücretlendirme politikası yürüttüklerini belirtiyordu.

Akaryakıt zamlarının hesabını kim verecekti?

Son zammın üstünden 2 ay geçtikten sonra özel taşıma şirketleri 9 Mart 2022 sabahı sosyal medya üzerinden yaptıkları “çok üzgünüz, affınıza sığınıyoruz” uyarısıyla birlikte ertesi günden itibaren çalışmayacaklarını beyan etmişlerdi. Bu ani çıkış bir grev miydi yoksa bir şantaj mıydı bilemiyoruz ama ertesi sabah bilet fiyatlarının en az 10 lira olması talebiyle Büyükşehir Belediyesi önünde toplanan özel taşımacılar “Esnaf burada, Mansur nerede?” şeklinde tempo tutarken, Minibüsçüler Esnaf Odası Başkanı Murat Yılmazer, “KDV’siz ÖTV’siz yakıt desteği sağlanmasını istiyoruz. Olumlu sonuç alana kadar eylemimiz sürecek” diyordu. 9 Mart’ın karlı sabahında işlerine gitmek için uyanan kentlileri bir de özel halk otobüsleri ve minibüsçülerin iş bırakmasından kaynaklı ulaşım krizi bekliyordu. O sabah Yavaş, bütün hatlara ek sefer düzenleyeceklerini ve mümkünse özel araç kullanmalarını tavsiye ediyordu halka.

Mutlu son meğer acı bir reçete imiş

10 Mart günü belediyeden anlaşmanın sağlandığı müjdesi veriliyordu Ankaralılara. Özel halk otobüsleri ve minibüsçüler tekrar servise çıktılar. Bu anlaşmanın içeriğinden çok ulaşımın normale dönmesiyle ilgilenen kentliler anlaşmanın acı faturasını bir gün sonra öğrenecekti. 

Toplu taşıma ücretlerine yüzde 44 zam gelmişti. Belediye, zam açıklamasında buna mecbur kaldıklarını ifade ediyordu. Bilet fiyatları 4.5 liradan 6.5 liraya yükseltilmişti. Öte yandan özel minibüs ve otobüslere kişi başına 2-4 lira da belediye tarafından ödeme yapılacaktı. Yılda 440 milyon kişiyi taşıyan özel halk otobüsleri ve minibüslere yüzde 44 zam dışında yüzlerce milyon liralık belediye kaynağı akıtılacaktı bundan böyle.

Son yerel seçim hezimetinden sonra toplu taşımaya ücretsiz binme hakkı olanların masrafını karşılayan Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın kaynağı kesip belediyelere vermesiyle birlikte bu hakka sahip yüz binlerce insanın payını da belediyeden çıkardıklarını bir kere daha hatırlatalım bu arada.

Anlaşıldığı gibi bu zamların iki taraflı zararı dokunuyordu bizlere, sadece yüzde 44 zam değil belediyenin bütçesinden çok ciddi miktarda paranın aktarılması pek çok toplu taşıma projelerinin ertelenmesine neden olacaktı. 

Toplu taşımada özel şirketlerin gücü nedir?

Öte yandan Mansur Yavaş’ı zam yapmak zorunda bırakan özel şirketlerin kent içi ulaşım sektörünü nasıl domine edebildiklerini ve güçlerini görmüş olduk. Açıkçası buz dağının görünmeyen yüzü çıktı karşımıza. Peki kimdi bu şirketler, ne zaman ortaya çıkmışlardı ve nasıl veya kimler tarafından böylesi güçlenmişlerdi?

Dolmuşların geçmişi çok eskilere dayansa da şimdiki minibüslerden çok farklı bir duruş çizmekteydiler aslında. Özel Halk Otobüsleri ve diğer özel toplu taşıma araçlarının da yollarda görünmeye başlanması 40 yıl öncesine dayanıyordu. Ulaşım sektörünün hızla büyümesi gözlerini buraya diken sermayenin bu alana yatırım yapması da özellikle bir önceki Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek dönemine denk geliyor. Hatta o dönemleri yaşayanlar bilir, EGO otobüsleri yoğun hatlardan yavaş yavaş el çektirilmiş, yerlerine özel şirketlerin araçları geçirilmişti. Çoğumuz bu araçların yüksek hızlarda seyrettiğini, birbirleriyle nasıl yarıştıklarını ve sık sık EGO otobüslerinin önüne geçmek için nasıl türlü manevralar yaptıklarını hatırlarız mutlaka. Minibüsler ise bambaşka bir alemdir. Güvenpark’ın yarısını işgal etmelerine izin verilmesi kadar, milyonluk değerlere ulaşan hatlarında en çok insan taşıyan bu sektörün belediye tarafından hiçbir denetime tabi tutulmaması da trajik bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Yılda 330 milyon yolcu taşıyarak yüzde 18.3 paya sahip bu ekibin, belediyenin ulaşım sisteminde böylesi ağırlığı varken, denetimden uzak kalabildiğine akıl erdirmek gerçekten anlaşılması zor bir durum. 

Bir başka ulaşım mümkün mü?

Peki, bir kenti yöneten belediyeden yine kent ulaşım hizmetini sağlamasını beklemek çok mu zor? Sadece Ankara değil hangi kentimizde bu hizmeti sağlayabilecek donanıma sahip belediyemiz var? Neden mümkün olamıyor? İnsanlar neden sürekli özel araç hayali kuruyor?

Bu soruların cevabı belediye yönetiminin veya yerel yönetim yasalarının eksikliğiyle açıklamak çok yeterli olmayabilir. Özel sektörün bu alana girmek istemesinin dolayısıyla bu sektörde dönen akçenin çekiciliği belki bize bir kapı açabilir sorularımıza bir cevap bulmak açısından. 

Diğer yandan kent hakkı açısından baktığımızda kentte yaşayanların barınma, beslenme, eğitim kadar ulaşım haklarının da olduğunu görmekteyiz. İnsanların her türlü aktivitesinin ulaşım yoluyla sağlanabileceğini göz önünde tutarsak bu hak neden ücretsiz olmasın? Çok mu ütopik geliyor kulağa? Neden? Bize bu kadar uzak gelmesi belki haklarımız konusunda yeterli farkındalık yaratılmamış olmasına veya bu talebin mümkün kılınmasının istenmiyor olmasına bağlayabilir miyiz?

Ankaralılar olarak çok özel ve farklı bir kentte yaşıyor olduğumuz bilinciyle ve kent yaşamının “bir başka kent mümkün” taleplerimizi yükselttiğimiz oranda güzelleşeceğine olan inancımız gereği temel haklarımızdan yararlanmanın bir lüks ya da ütopya olmadığını daha sık savunmalıyız. Daha güzel bir kent ve daha kaliteli bir yaşam için…