Yaşanabilir ve yaşayan kentler her kent sakinin hakkı olmakla birlikte kent sakinlerinin düşlediği kentten beklentileri dönemsel olarak farklılık göstermektedir. Kentleşmenin ilk süreçlerinde kentten en büyük beklenti ekonomik faaliyetlere ortam hazırlamasıyken sonraki dönemlerde sosyal ve kültürel beklentiler oluşmaya başlamıştır. Toprak ve yeşile temas etmenin insanlara hissettirdiği huzur, kır hayatından kente geçiş sürecinden sonra da devam etmiştir. Kent yaşamında, açık yeşil alanlar toprak ve yeşile en kolay temas edebileceğimiz bölgeler olmalıdır.
Hiç düşündük mü, bugün kentsel açık alanlar hayatımızın neresinde ve biz bu alanların neresindeyiz? Yüksek ve çapraşık binaların arasında sıkışmış birkaç yüz metrekarelik kentsel boşluklar yaratıp bu alanlara ‘park’ adı verilince ‘kişi başına düşen açık yeşil alan’ miktarını artırdığını gururla kamuoyu ile paylaşan belediye başkanlarına nicelik ve nitelik arasındaki ilişkiyi nasıl anlatabiliriz? Çoğumuz yoğun hayat temposunda evlere, okullara ya da ofislere kapandıktan kısa süre sonra dinlenmek için kentsel açık yeşil alanlara ihtiyaç duymaktayız. Özellikle pandemi dönemi, insanların açık yeşil alanların değerini anlayıp bu alanlarda daha fazla vakit geçirmesine sebep oldu. Covid-19 Krizi tarihe karışırken bizlere de sırtında katlanır sandalyeleri, elinde termoslarıyla oturup vakit geçirecek alan arama alışkanlığını miras bıraktı.
Dikkat çekici kentsel çalışmalarıyla bildiğimiz Gazeteci Jane Jacobs, şehir parklarının başarısını insanların onu kullanması ile ilişkilendirmiştir. Bir semti parklarıyla öldürebilir ya da yaşatabilirsiniz. Ankara özelinde düşündüğümüzde hangi meydanların, açık alanların ya da parkların içinden geçerken bizlere korku dolu anlar yaşattığını ya da tam tersi kendimizi huzurlu ve güvende hissettiğimizi en iyi biz biliriz. Son zamanlarda bebek kuğularla beraber popülerliğini artırmaya devam eden Kuğulu Park’ı bu kadar eğlenceli ve canlı yapan unsurlar nelerdir? Karanlık bir vakitte bizleri çoğu zaman sarhoş ya da uyuşturucu kullanıcılarının işgal ettiği semt parkımızın içinden geçmekten alıkoyan şey nedir? Bugün meydan ve park olarak sınırladığımız açık yeşil alanlarımızın asıl sahiplerinin kimler olduğunu ve bu alanların kimlere nasıl hizmet etmesi gerektiğinin cevabını bulduğumuzda nitelikli alanları nasıl inşa edeceğimizin de cevabını bulacağız.
Park olarak tanımlanan alanlar yalnızca çocuklar ve ebeveynleri için ayrılmış, birkaç plastik park mobilyasının yerleştirildiği alanlardan ibaret bir anlayışla tasarlanmamalı. Bu şekilde tasarlanmış parklar hedef kullanıcıların ilgisini çekmediği için pasif kalmış alanlara dönüşmekte ve suç işleme potansiyeli olan grupların işgaline de ortam hazırlamaktadır.
Peki, Nasıl Olmalı?
Bir alanda karma kullanımlar hem o mekâna farklı ruhlar katar hem de kent sakinleri için farklı grupların günün farklı zaman dilimlerinde birbiriyle rastlaşmasına zemin hazırlayan eşik mekânları oluştur. Çocuğunu parka getiren bir ebeveyn, yaşıtlarıyla sohbet etmeye gelen emekliler, çimlerde oturup sakince kitabını okumak isteyen genç ya da günlük alışverişini bitirdikten sonra bir bankta dinlenmek isteyen insanlar… Örneğin Kuğulu Park’ta evcil hayvan parkının, su ögesi, kuğular ve sanatsal heykellerin varlığı alanda birçok grubun ilgisini çekerek kalabalıklığını her dönem sürdürmüş ve gruplar arası etkileşimi artırmayı da başarmıştır. Bulunduğu lokasyon itibarıyla parkın çevresinde konutlarla da iç içe geçmiş farklı iş kolları ve işlevleri barından kullanımlar, alana günün her saati aktiflik katmış böylece çevresine rahatsızlık yaratabilme potansiyelindeki grupların parkı işgal etmesi engellenmiştir. Elbette, bir parkın aktif kullanımını sadece bulunduğu lokasyonla sağlamak mümkün değildir. Tasarım kurallarına ek olarak kullanıcıların hem görsel hem de dokunsal açıdan peyzaj ögeleriyle (yürüyüş yolları ve patikalar, göletler, çim alanlar, oyun alanları, ağaçlar ve çalılar) temas etmesine imkân sağlaması parkların temel amaçlarından olmalıdır. Alanın her köşesi yarattığı sürpriz mekânlarıyla, karşılaştırdığı heykelleriyle ve sıcak havalarda yarattığı ağaç gölgeleriyle kullanıcılara farklı sahneler sunabilmelidir.
Jane Jacobs’a göre parklar iyi bir yerde ve nitelikli bir biçimde tasarlanmışsa çevresine değer katabilir ama tersi olduğunda tüm bölgeyi ziyan etmesi de mümkündür.
Kentlerimize baktığımızda yapılan en büyük hata, politika üretmeden mekân üretme çabasına girilmesidir. Ankara’da bunun en somut örneğini yaklaşık 1,3 milyon m2 alana inşa edilmiş şimdilerde atıl durumda bekleyen Ankapark’a baktığımızda görebiliriz. Kısa mesafeli bir kent turuna çıktığımızda çoğumuzun çevresinde benzer örnekleri göreceğine de eminim. Merkezi ve yerel yönetimler açık yeşil alan planlaması konusunda kamuoyu ve sivil toplum kuruluşlarıyla iş birliği içinde belli bir politika üreterek ya da geçmişte farklı ülkelerde üretilen politikaları inceleyip kendi kentine uyarlayarak, kentsel alandan ‘tırtıklanarak’ parçacıl park ve bahçe üretme çabasından çıkıp sürekliliği olan ve kent ile bütünleşen alanlar yaratmaya özen göstermelidir. Bu konuda Ebenezer Howard’ın 19. yüzyılın sonlarında, endüstriyel kentlerin sorunlarını çözmek amacıyla doğal ve kırsal yaşamla kentsel yaşamı birleştiren şehirler kurulmasını önerdiği “Bahçe Şehirleri” yaklaşımını incelemekte fayda var.
Kapı kavramının farklı kültür ve farklı disiplinlerde değişik anlam ve tanımları vardır. Bu yönüyle eski dönemlerde kale kapıları kentlerin girişleri olarak işlev üstlenmişler ve modern zamanlarda işlevlerini yitirerek terk edilmişlerdir. Eski dönemlerden bu yana kapılara siyasi iktidar, egemenlik ve hakimiyet anlamlarının yanısıra dini ve kozmolojik anlamlarda yüklenmiştir. Mekanlara giriş ve çıkış işlevlerini üstlenen kapı kavramı zamanla simgesel bir gücü ifade etmeye başlamıştır. Kentlerin girişleri de bu simgesel güç ve egemenlik ifadesinden nasibini almıştır. Ayrancı semti çeşitli köşelerden farklı girişlere sahiptir. Atakule, TBMM, Cemal Süreya Parkı, Çetin Emeç Göbeği gibi farklı noktalardan semte giriş ve çıkış yapılmaktadır. Bu girişler her birimizde farklı anlamlar taşıdığı gibi bizde farklı duyguları da çağrıştırmaktadır.
Milli Egemenlik (Meclis) Parkı
Kızılay ile Bakanlıklar’dan Aşağı Ayrancı’ya yürüyerek teşrif ederken TBMM’nin Çankaya kapısı yanı başında bulunan Milli Egemenlik Parkı, baharda gümrah yeşil, kışta Cahit Sıtkı Tarancı’nın “gelin olmuş erik ağacı” endamında, ulusal bayramlarda sarmaşık gülleriyle bezenmiş bir tak gibi olan Ayrancı giriş kapısıdır.
Park, 23 Nisan 1986 Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında, çeşitli ülkelerden gelen çocukların katılımıyla açılan ve başkente önemli hizmetlerde bulunmuş kişilerin adını taşıyan ağaçlarla oluşturulmuştu. Pek çok ülkenin armağan ettiği ağaçların diplerinde, bu yıl yenilenen bilgilendirme levhaları bulunmaktadır. Yetişkin ağaçların nakledilerek dikilmesiyle kısa sürede bu parkın minik bir ormana dönüşmesi sağlanmıştır.
Sık ağaçların büyülü koyu gölgeleri altında fıskiyeli süs havuzlarıyla, oturma alanlarıyla, bol ekmek bulmaktan mutlu guruldayan güvercinleriyle, gelip geçenden korkmayan Tarım Orman Bakanlığı’nın bıraktığı ağaçlara tırmanan sincaplarıyla, belli zamanlarda görülen benekli sığırcık kuşları ve baharlarda semasında ıslık çalıp pikeler yaparak uçan kırlangıçlarıyla Meclis Parkı; Ayrancı halkının yorgunluk atıp terapi olduğu bir giriş bahçesidir. Parkın bir köşesinde de yazları açılan, kışları kapatılan çoban çeşmesi bulunmaktadır.
Eski yıllarda Güven Park’tan kalkan eski marka üç sıra koltuklu taksi dolmuşlar, otobüsler ve araçlar, meclisin bahçe kanatlarını birleştiren köprünün altından geçerek Güvenlik Caddesi’ne çıkarlardı. Meclisin ortasından geçerek Ayrancı’ya gelmenin bir ritüeli olurdu böylelikle.
Atatürk Bulvarı üzerinde, Ankara’nın ilk gökdelenlerinden eski İş Bankası binası, Çağdaş Sanatlar Merkezi yanında bulunan ve göbeğini öne doğru uzatmış bir iş insanı endamındaki Ankara Sanayi Odası binalarının bulunduğu yerin karşısında, eski TRT hizmet binası ile ABD büyükelçiliğinin önü, Aşağı Ayrancı’nın şimdiki araç giriş kapısıdır.
TRT binası Ankara’nın belleğine efsane spikerleri, özlenen programlarıyla kazınmıştır. O yıllarda TRT’de çalışanların yaşamak için de tercih ettikleri gözde bir semtti Aşağı Ayrancı.
Cemal Süreya Parkı
Ayrancı’nın Dikmen caddesi girişindeki parka adını veren ünlü şair Cemal Süreya, Cemalettin Seber adıyla Maliye Müfettişliği ve üst düzey kamu görevlerinde bulunan aydın bir devlet insanı, ikinci yeni akımını başlatan değerli şairlerimizdendi. 1978’te hizmete açılan bu parka, Cemal Süreya’nın ölümünden bir yıl sonra, 1991 yılında ünlü şairin adı verilmiştir. Park 2013’de yeniden düzenlendi. Uzaktan bakılınca Atatürk sanılan Cemal Süreya heykeli Dikmen yolu girişinde şiirlerinin yer aldığı kapıya doğru çekildi. Hoşdere’ye dönerken bu parkta mola verildiğinde duvar panoda yazılı 12 kalıcı Süreya şiirini de okuyabilirsiniz.
Parka ulaşmak için Meclis bahçelerini çevreleyen beyaz traverten taşlardan elle işlenerek örülmüş uzun dış duvarların yanından yürürsünüz. O taş duvarlar üzerinizdeki negatif enerjileri çeker alırlar. Park; ağaçları, yürüyüş parkuru, çocuk oyun alanı, evcil hayvan alanı, gölgelikli oturma grupları, havuzları ve spor sahalarıyla Meclis ile Kara Harp Okulu bahçelerinin devamı niteliğindedir.
Sabah işe gidiş ve akşam dönüşlerinde yürümeyi tercih eden Ayrancı sakinleri, TBMM’nin güney yönündeki bu iki parkın oluşturduğu giriş kapılarından geçerken, güzelliklerin imbiğinden duygularını süzerek, fıskiyelerde şırıldayan suların sesiyle zindelik kazanmaktadır.
TBMM güney köşelerinde bulunan bu iki parkın ayrı güzellikleriyle Aşağı ve Yukarı Ayrancı için adeta bir giriş kapısı gibi kullanıldığını, bu nedenle “Ayrancı’nın Kapıları” nitelemesini de hakettikleri ortadadır.
Son yüzyıllarda, tüm dünyada nüfusun yoğunlaştığı yerler olan kentler, insanlarla birlikte gelen kültürel birikimin ve bilgi birikiminin de merkezi olarak değerlendirilebilir. Yeterli yaşam alanı sunmak için artan yapılaşma, yapılaşmanın artması ve kente dahil sayılabilecek alanın sınırılılığıyla; yaşam alanlarının sürekli bölünerek küçülmesi de kaçınılmaz olmuştur denebilir. Birim alandaki yoğunluğu artarken kendi küçülen bu yaşam alanlarında kültürel ve sosyal etkileşimleri gerçekleştirmek, bina yoğunluğundan kısmen de olsa uzaklaşmak, gün ışığından direkt olarak faydalanmak gibi amaçlar ve çok daha fazlası için uygun ortamı oluşturabilen yegane mekanlar ise elbette kent parkları!
Çeşitli insan aktivitelerine alan sağlaması ve iyi olma haline katkısının yanı sıra kent parklarının şehir içi biyoçeşitliliğe ev sahipliği yapma gibi bir işlevi de bulunuyor. “Ekosistem hizmetleri” olarak adlandırılan ve esasında “doğal habitatların insanlara sunduğu hizmetler” olarak algılayabileceğimiz araştırma alanının önerdiği mikroiklimi düzenleme, gölgelik oluşturma, büyüklüğüne göre yağış çekme ihtimalinin olması gibi işlevleri de bulunuyor elbette bu parkların. Ancak, bir süreliğine kendimizi bir kenara bırakalım ve kent parklarının bizler dışında kimlere fayda sağladığı ve kimlere ev sahipliği yaptığına bakalım:
Bir kent parkı tahayyül edildiğinde aklımıza gelen ilk görüntü, tür ya da bileşen ağaçlar oluyor. Parkların, ya var olan ağaçları koruyarak ya da ağaçsız bir alana ağaç dikilerek kurulduğunu düşünürsek bu oldukça normaldir ancak ağaç varlığı bize parkların “doğal” olduğunu düşündürmemelidir; çünkü “doğal” bir alanın aksine ağaç ve otsu bitki dikimleri, budama, seyreltme ve insan ziyareti gibi oldukça fazla müdahale görmektedirler. Dolayısıyla yarı-doğal diyebileceğimiz parkların en çok alan kaplayan türleri olan ağaçlar, hem yaşam alanı ve besin oluşturması açısından hem de civardaki sıcaklığı dengeleyip, nemi artırarak iklimi düzenlediğinden diğer türler açısından oldukça önemlidir. Aynı zamanda birçok kuş ve böcek türü için de yuva alanı sağlamaktadırlar. Kış aylarında göç etmeyen kuşlar için önemli bir yuva, yaz başı ve sonunda ise göçmen kuşlar için dinlenme merkezi olarak işlev görürler. Örneğin; Botanik Parkı’nda kış aylarında Kızılgerdan ya da küçük bir Uzun kuyruklu baştankara sürüsü, Portakal Çiçeği Parkı semalarında yaz sonu Arı kuşları veya yarı çıplak ağaçlarda Benekli sinekkapanlar görmek son derece olasıdır.
Ormanların aksine kent parklarında ölü ağaç görmek ise pek olası değildir fakat unutmamak gerekir ki ölü ağaçlar gövdeleriyle birçok tür için habitat oluşturmaktadır. Bu noktada insan merkezli bakış açımızla, ölü ağaçlar üzerinde gördüğümüz böcekleri ve mantarları istenmeyen unsur olarak algılıyor, ölmüş bir ağaç parkın estetiğini bozuyor diye düşünüyor ve kent parklarından ölü ağaçların kaldırılması için belki de kamuoyu baskısı oluşturuyoruz. Kurumaya yüz tutmuş bir ağacın gövdesinin yüksek kısımlarında bir Küçük ağaçkakan yuvası görme, gövde boyunca dağılmış farklı mantar türlerini keşfetme ihtimalimizi düşündüğümüzde ölü ağaçların da bu döngünün bir parçası olduğunu ve yeni yaşamlara yer açtığını görebiliriz.
Parklardaki ağaçlar konusunda bir diğer önemli nokta da ağaç türlerinin çeşitliliğidir. Her ağacın farklı dallanma yapısı, gövde kalınlığı, yaprak dökme veya herdem yeşil özellikleri farklı türler için farklı habitatlar oluşturur. Yani, ne kadar çok ağaç türü, parkta o kadar biyoçeşitlilik! Ancak, ağaç türü çeşitliliğini bölgenin yerel türlerini kullanarak oluşturmak da bir o kadar önemlidir. Örneğin; Dikmen Vadisi’ne, bulunduğu bölgenin neredeyse tüm su kaynaklarını tüketen ve egzotik bir tür olan Okaliptüs ağacını dikmek, ekolojik olarak yapılmış bir hata olacaktır. Görsellik ve estetik açısından beğenilse de, bölgenin tüm suyunu kullanacağından ve diğer türlerin yaşama şansını azaltacağından ya da sürekli sulamaya ihtiyaç duyacağından ne mantıklı olur ne de ekolojik…
Ağaçlardan otsu bitkilere geçecek olursak, çeşitliliğin çok daha baskı altında olduğunu görürüz. Günümüzde birçok parkta estetik amaçlı gül, lale, kasımpatı gibi süs bitkileri kullanılmaktadır. Gül gibi çok yıllık bitkiler daha az bakım isterken, lale gibi türler daimi bakım ve yenilemeye muhtaçtır. Bu türler bazı böceklere ev sahipliği yapsa da, aynı ağaçlar örneğinde olduğu gibi bir coğrafyanın doğal türü olmadığında hem bir parkın biyoçeşitliliğine katkısı sınırlıdır hem de bakımı maaliyetlidir. Bu bitkilere alternatif olarak Ankara’da uygulanan bir yöntem bu iki sorunu da çözmüş gözükmekte: Kuğulu Park ve Portakal Çiçeği’ne ekilmiş lavantalar hem kuraklığa dirençli, su isteği fazla olmayan bitkiler hem de aromatik kokularıyla birçok kelebek, böcek ve arı türü için ideal bir yuva ve besin kaynağı. Bir yaz öğle sıcağında lavantanın etrafında kümelenmiş onlarca arı ve kelebeği aynı anda görmek mümkün!
Parkların bir diğer olmazsa olmazı; çimler! Yapay şekilde çimlendirilen topraklar, çoğunlukla diğer otsu bitkilerin büyümesine imkan tanımıyor. Büyüyebilenler ise park düzenleme faaliyetlerinden biri olan çim biçme sırasında makinalara kurban oluyor denebilir. Uzun zaman biçilmemiş bir parkta Karahindiba, bazen Ebegümeci, Papatya türleri, fiğler gibi türleri çok rahatlıkla görebilirsiniz. Lavanta uygulaması gibi, diğer türlere yaşam alanı sağlaması açısından örneğin Ballıbaba türlerinin parklardan temizlenmemesi; biyoçeşitlilik açısından faydalı olacaktır.
Son olarak, Ayrancı özelinde düşündüğümüzde, çoğu mahallede gördüğümüz apartmanlar arası boşlukların ağaçlandırılması ya da var olan ağaçların buralarda korunması uygulaması da şehir içi biyoçeşitliliğin korunmasında önemli bir katkı sunar. Yine birçok kuşa, arıya, kelebeğe ve böceğe ev sahipliği yapar, özellikle apartman aralarındaki yaşlı ağaçlar.
Kent parklarını başka canlılarla da paylaştığımız, bu parkların farkında dahi olmadığımız yaşam döngülerine ev sahipliği yaptığı bilgisiyle kent parklarına ve düzenlenme şekillerine bakış açımızı değiştirebiliriz. Olmaz değil ya, parkları birbirine bağlayan, bir parktan çıkıp şehir içi trafiğine karışmadan bir diğerine gidebileceğimiz park koridorlarının hem bizlerin yaşamında hem de bizim dışımızdaki türlerin yaşam döngülerinde ne kadar önemli olabileceğini hayal edelim! Belki hayal kurarak başlayıp gerçekleştirebiliriz de bir gün.
Milyonlarca insanı öldürerek dünyayı sarsan İspanyol gribinin üzerinden bir asır geçti. Geçen zaman boyunca evrilen, yeni bir düzene, belki de eski düzenin cilalanmış bir biçimine adım atan dünya, tarihten ders alıp almadığını 2020’den beri mücadele ettiği yeni bir virüsle yeniden öğreniyor. Türkiye’de ve dünyada salgına karşı alınan önlemler arasında yer alan sokağa çıkma yasakları, okulların, iş yerlerinin ve lokantalar, alışveriş merkezleri gibi sosyal alanların kapatılması ve kişilerin aralarına koymaları gereken sosyal mesafe, nüfusta birçok olumsuz fiziksel ve psikolojik sonuç doğurdu. Yalnızca salgınlar sırasında değil, günlük hayatta da insanların kafa dinlemek ve yorgunluk gidermek için sık sık uğradıkları yeşil alanlardan ve şehir parklarından söz etmek, şehrin içindeki bu kamusal boş alanların hayatımızdaki yerine değinmek istiyorum. Türkiye’de daha fazla tartışılması gereken bir konu, park ve kamusal alan kullanımı. Bunun salgın gibi şoklarla ne derece değiştiğinden ve ücretsiz serbest vakit geçirme alanı olarak parkların değerlerinin ne denli arttığından bahsetmek istiyorum.
Boş alan diyerek kullanılmayan, izbe, terk edilmiş, bakımsız, uğrak olmayan alanları çağrıştırmak istemem. Giderek betonlaşan kentlerde kamuya ait ve yapılaşmamış alanların, özellikle park ve bahçelerin azlığı, şehrin içinde bu ‘boş’ alanların kıymetini arttırıyor. New York Parklar Müdürlüğü Komiseri Mitchell J. Silver’ın, parkların ve kamusal alanların zihinsel ve fiziksel sağlığa katkı sağlamak ve şehrin direncini arttırmak, hatta suç oranlarında düşüş sağlamak gibi pek çok konudaki faydalarından bahsettiği konuşmasında şu sözler paylaşmaya değer: “Parklar yalnızca yeşil alanlar değil, kamuya ait alanlardır da; zihinsel sağlığımızı kaybetmemeye yararlar. Araştırmalar yalnızca 20 dakika bir parkta zaman geçirmenin zihinsel sağlığı iyileştirdiğini, kaygı ve stresi azalttığını gösteriyor”.
Aktif yeşil alan, kentte park, bahçe, piknik alanı gibi halka açık yeşil alanlar anlamına geliyor; orman veya mezarlık alanları kapsamıyor. Ankara’nın yeşil alanlarının yıllar içinde artıp artmadığı, doğal ögelerin mi yoksa yapay unsurların mı üzerine kuruldukları hakkında sayısal veriye fazla rastlayamıyoruz. ODTÜ Mimarlık Topluluğunun 2017’de Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Emre Sevim ile yaptığı bir röportajda, Sevim, Mogan Gölü’nden örnek verip, gölün yapılaşma ve betonlaşma sebebiyle gitgide yapaylaştığını söylerken, Eymir Gölü’nün, doğal yapısını korumayı başararak Ankaralılar için önemli bir mesire alanı olmaya devam ettiğini belirtiyor. Burada aslında mesire alanından ne kastettiğimiz de önemli. Mesire alanlarının ‘parklaşması’, yani içlerine kafeteryalar, çocuk etkinlik alanları, spor merkezleri açılması, dinlenme hakkını satın alınabilir bir ürüne mi dönüştürüyor? Her mesire alanı ‘parklaştırılmalı mı’? Alım gücünün giderek düştüğü kesimler için parklar ve kamusal alanlar ne ifade ediyor?
Betonlaşmayla yapaylaşan Mogan Gölü
Parkların özellikle de salgın zamanlarında halkın zihinsel ve fiziksel sağlığına etkisi, Derin Yoksulluk Ağı’nın raporunda da ortaya çıkıyor. Raporda, görüşme yapılan hanelerde kişilere sosyalleşmek için evin dışında vakit geçirip geçirmedikleri sorulduğunda, yüzde 51’inin dışarıda vakit geçirdiği, bu kişilerin yüzde 75’inin açık hava, park, piknik alanı, sahil kenarı gibi alanlarda vakit geçirdiği belirtiliyor. Stres seviyesinin bilinmezlik, korku, izolasyon, sosyal bağların zayıflaması gibi nedenlerle önemli ölçüde arttığı bu zamanlarda, özellikle evden çalışma gibi bir seçeneği bulunmayan, ön saflardaki sağlık çalışanları, acil yardım çalışanları, market çalışanları, kargo kuryeleri, toplu taşıma çalışanları ve apartman görevlileri gibi vazgeçilmez işçiler ve salgın nedeniyle işlerinden olmuş tüm çalışanlar, Kinder Enstitüsü tarafından yayımlanan bir makalede de belirtildiği gibi, bir rahatlama supabına ihtiyaç duyuyor.
Doğma büyüme bir Ankaralı olarak, kentteki parklar, yeşil alanlar, kamusal ‘boş’ alanlar ve bunların şehrin geneline etkisini araştırırken Jansen Planı’ndan oldukça etkilendiğimi söylemeliyim. Jansen Planı, 1928’te Alman mimar Hermann Jansen’ın, Ankara Nazım İmar Planı için açılan yarışmayı kazanmasıyla Ankara için hazırladığı bir nazım planı. Goethe Enstitüsü arşivinde, Jansen Planı’nın Ankara kalesini “kentin tacı” kabul ederek, kale çevresinin imarı ve kalenin ‘güzel’ görünmesi için, yeşil ‘bakı koridorları’ önerdiğini görüyoruz. Ayrıca plan bir parklar sistemi geliştirmek istemiş ve Atatürk Orman Çiftliği arazisinin büyük bir park ve hayvanat bahçesi olarak kullanılmasını önermiş. Jansen, Ankara’yı bir ‘bahçe şehir’ olarak tasarladığını, büyük kentleri tasarlarken dikkat edilmesi gereken dört ana nokta olarak, “iktisat, trafik, sağlık, estetik” kavramlarını alarak Ankara’yı modern kent mimarlığı ile yeniden çizmek istediğini dile getirmiş. Arşivde bir tabloyla gösterilen Ankara’nın belli başlı yeşil alanlarının yüz ölçümüne bakılacak olursa karşımıza yeşil bir kent tablosu çıkıyor. Ne yazık ki, günümüzde örneğin kalenin etrafında neredeyse hiç yeşil alan kalmamıştır; Eski Ankara diye tabir edilen bölge viran durumdadır. Bu gerçek, planın düzgün uygulanamadığının da göstergelerinden biri belki de.
Ankara Kalesi’nin etrafında yeşil alan kalmamış, planın tam olarak hayata geçirilememiş veya içinin farklı kentleşme yolları ile boşaltılmış olması, akla şehrin tümünde önemli ölçüde azalmış bu yeşil alanları kimin kullandığını getiriyor. Ankara’nın yıllar içinde artan nüfusu, kentleşmeyi arttırarak yeşil alan sayısını azaltmış, geriye kalan yeşil alanlarınsa örneğin ulaşım zorluğu nedeniyle kullanım sıklığı düşmüş.
Yeşil alanlar çocukların da gidip oynamak için can attıkları yerlerdi eskiden. Tirebolu Sokağı’nda oturan dedem ve anneannem, evlerinde geçirdiğim yaz günlerinde beni Cemal Süreya Parkı’na götürür, ben parkta koşup oynarken kendileri de bir banka oturur, güneşli havadan yararlanırlardı. ‘Tepeli Park’ ismini koyduğum Meclis Parkı’na babamla gider, o zaman gözüme dev gibi gelen, aslında pek de yüksek olmayan tepeciklerden aşağı kayarak çok eğlenirdim. Yürüyerek gittiğimiz bu parklar neşe kaynağımızdı. Hala yerli yerinde durmalarına bir yandan seviniyor, bir yandan da, Meclis Parkı’nın bulvar tarafına dikilmiş taksi durağı örneğindeki gibi, alanlarının giderek daralıyor olmasına üzülüyorum.
Demokratik kamusal alanlara örnek gösterilen Manhattan’daki Central Park.Bilkent’te bulunan Şehir Hastanesi’ne ulaşım gerekçesiyle ODTÜ içinden geçirilecek yol.
Yeşil alanların fiziksel ve zihinsel sağlığa katkısından bahsederken, parklara erişimde ve niteliklerinde eşit haklardan da bahsetmek gerekiyor. Manhattan’ın ortasına yerleştirilmiş Central Park’ın peyzaj mimarlarından Frederick Law Olmsted için Mitchell J. Silver şunları söylüyor: “Olmsted’te farklı olan şey, gelir düzeyi ve ekonomik durumdan bağımsız olarak, herkesi hoş karşılayan kamusal alanlar oluşturmak istemesiydi. Demokratik kamusal alanlar”. Central Park’ın 1825’te burada yaşayan siyahların ve İrlandalı göçmenlerin mülklerinin de bulunduğu Seneca Village gibi yerleşimleri içinde barındırdığını ve park planlarının tamamlanmasıyla bu toplulukların yerlerinden edildiklerini de unutmamak gerek. Bir park, bir topluluğu ortadan kaldırmak pahasına mı yaratılmalı? Parkların ‘demokratlığından’ bahsederken, Silver’ın 1950’lerden beri ilk kez yenilenen Brooklyn’deki bir park hakkındaki sözlerini de paylaşmadan geçemeyeceğim: “Ekip arkadaşlarımdan birine sekiz yaşındaki bir Hispanik çocuğa yeni yapılmış parka neden uğramadığını sormasını istedim. Çocuk parkın çok güzel olduğunu, bu yüzden kendisi için yapılmadığını düşündüğünü söyledi. Mahallesinde daha önce hiç böyle bir park görmemiş. Park çok güzel göründüğünden girmek için para ödemesi gerektiğini düşünmüş.”
Türkiye’ye dönüp şehirlerdeki yeşil alanların erişebilirliğine baktığımızda, örneğin Ankara’da, karşımıza vasıtasız gitmenin epey güç olduğu yeşil alanlar çıkıyor. Çankaya Belediyesi’ne ait Ahlatlıbel Atatürk Parkı bunlardan biri. Oyun alanları, tenis kortları, basketbol sahası gibi spor alanları, kafeteryalar barındıran, aslında yukarıda da belirttiğimiz gibi, ‘boş’ alan tabirinden epey uzak bu tesise araçla on beş dakikada ulaşılırken, toplu taşımayla şehir merkezinden kırk dakikada varabiliyorsunuz; elbette trafiksiz bir yolda, ideal koşullarda. Yani karşımıza yine kamusal yeşil alanlara erişim, nitelikleri ve bunların en çok kimin hizmetine sunulduğu çıkıyor. Örneğin özel aracı olmayan, gitmek istediği yere yaya giden veya toplu taşıma kullanan şehirlilerin, özel aracı olanlara kıyasla daha az hak ve hizmetten yararlanmak durumunda kaldığını söyleyebilir miyiz? Burada çarpıcı bir örnek yine New York’tan verilebilir. 1920’lerden 40’lara kadar, daha çok ormanlık alanlardan ve çiftliklerden oluşan Long Island’ı Manhattan’a bağlamak isteyen Robert Moses, iki yerleşim arasında birçok ekspres yol yaparak Long Island’ı, Manhattan’ın seçkinlerinin hafta sonlarını geçirdikleri, kır evleri satın aldıkları bir alana dönüştürmüş. Zenginler yapılan yolların evlerinin önünden geçmemesini sağlayabilmiş, fakat Long Island çiftçileri, yapılan ekspres yolları çiftliklerinden uzakta tutamamış ve hektarlarca alan ellerinden alınmış.
Şehirlerdeki yapılaşma baskısı, park ve kamusal alanların kapladığı alanları azaltırken, parkların üzerindeki baskıyı arttırıyor. Emre Sevim, bu konuda Eymir örneğini veriyor. ODTÜ’ye tahsis edilmiş, ODTÜ tarafından yeşillendirilmiş bir alan olan Eymir’in halka açık olmadığı iddiasının, politik bazı sebeplerden doğduğunu, Eymir’in herkes tarafından kullanılabilir bir yeşil alan olduğunu belirtirken, ODTÜ’nün kendi arazisini koruyarak bu alana girişi kısıtlama olasılığının da en doğal hakkı olduğunu söylüyor. Bu tartışmalı bir iddia olsa da, ODTÜ arazisi üzerindeki, Bilkent’te bulunan Şehir Hastanesi’ne ulaşım gerekçesiyle ODTÜ içinden geçirilecek yol yapımı ile başlayan ve ODTÜ ormanında ciddi tahribata yol açan, dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın projeleri belki de Sevim’i haklı çıkarıyordur.
İstanbul’un yeşil alanlarına tekrar dönerek Taksim Gezi Parkı’nı ele alırsak, Sevim’in sözleri kayda değer: “Yaşlı teyzelerin ilk günden itibaren parkı canla başla savunmalarının sebebi kentte gideceği bir tek yer olması, bütün hayatını orada geçirmiş olması, oturup kuşlara yem attığı bir yer olarak görmesi ve parkın bir AVM’ye dönüşmesini istememesiydi.” Ormanlardan konu açılmışken, İTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Derin Orhon’un sözleri de çarpıcı: “Kent içi yeşil alan denildiği zaman, ağacın, çimenin olduğu yeri düşünmemek lazım. Mahalle bazında yeşil alan yaratmak yerine otoyol kenarları yeşillendiriliyor.”
Parklar, bahçeler demişken, Türkiye’de 24 Haziran 2018 seçimlerinde bir seçim vaadi olarak tekrar gündeme gelen millet bahçelerini ve kullanım oranlarını da tartışmalı. ODTÜ Mimarlık Bölümü doktora öğrencisi Cem Dedekargınoğlu’nun Millet Bahçeleri hakkında yazdığı makalede söz konusu kamusal alanların nasıl doğduğunu öğreniyoruz. Ankara Millet Bahçesi, 19. yüzyılda, bugünün Atatürk Bulvarı ve İstasyon Caddesi’nin kavşağında kurulmuş. Milli Mücadele döneminde bir karar mercii işlevi görmüş, önemi artmış ve Ankara’nın sayılı dinlenme alanlarından biri haline gelmiş. Zaman içerisinde bahçe-çarşı yerine, bugünün 100. Yıl Çarşısı olarak bilinen çok katlı çarşı-iş hanına dönüşmüş. Doçent Doktor Bülent Duru’nun, Prof. Dr. Murat Balamir’in düşüncelerini de aktardığı makalesinde şu endişeler belirtiliyor: “Atatürk Havalimanı’nı botanik bahçesine ya da kent koruluğuna kısa sürelerde dönüştürmek olanaklı mıdır? Uçakların milyonlarca kez iniş kalkış yaptığı bir alanda çeşitli kimyasalların birikimi ile bir zehir havuzu oluşmamış mıdır?” Ankara’da, Atatürk Kültür Merkezi’nden Ulus’a uzanan Cumhuriyet dönemi tarihi koruma alanında yapılmak istenen millet bahçesi projesini de Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin yargıya taşıdığını belirtmek gerekir.
The Guardian gazetesinde, parkların, salgınla yüz yüze geldiğimiz ve hastalıkla başa çıkma yollarına henüz aşina olmadığımız ilk zamanlarda nasıl kurtarıcı rolüne büründüğüne dair bir makale, tarihçilerin parkları Viktoryen dönemde tasarlandığı gibi kullanmaya başladığımızı söylüyor. 1840’lardan önce İngiltere’de özel bahçeler, parklar ve yürüme yolları dışında halka açık park yoktu ve şehirlerin boş alanları giderek kaplaması, insanların artan biçimde şehirlere sıkışmasına, doğal hayattan ve sağladığı fiziksel ve zihinsel faydalardan kopmasına neden oldu. Viktoryen parkların, yani ‘şehrin akciğerlerinin’ yapılmasını üç faktör etkiledi: ücretsiz ve kolay erişim sağlamak, spor etkinliklerinden köpek gezdirmeye birçok amaç için kullanılan çim alanlar sunmak ve kamusal alanda kamusal mal yaratabilmek. Salgınla beraber kapanan sosyal alanlar, sokağa çıkma yasaklarıyla azalan trafik ve araç gürültüsü, ardından gelen ve görece azalan hava kirliliği, parkların gözümüzdeki değerini arttırdı ve belki de bize ‘mekan ve ürün’ olmadan da vakit geçirilebileceğini hatırlattı. Madalyonun öbür yüzü: İngiltere’de kapanan sosyal alanlar, yeşil kamusal alanların kiralanmaya başlamasına, bu alanların ticari amaçlar için kullanılmasına, parkların toplumsal değerinin yerine ürün ve hizmet değişimi ile kar gütme araçları haline gelmesine sebep olmuş.
Burada önemli olan, Türkiye’de giderek derinleşen yoksulluğu de göz önüne alarak, şehrin ‘boş’ alanlarına verdiğimiz değeri tekrardan düşünmek. Şehirde ticari emellerden arınmış, almaya ve satmaya değil, düşünmeye ve dinlenmeye odaklı, vasıtayla değil, kas kuvvetiyle erişilebilecek ‘yeşil boşlukların’ her birey için artması öncelikli ihtiyacımız ve dileğimiz olmalı.