Tiyatro, dekorsuz, ışıksız, kostümsüz hatta oyuncusuz bile olur ama seyircisiz olmaz

Tiyatro; insanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatıdır. Turgut Özakman

Bu sayımızda, sanat yapma arzusu ile yolları kesişen dört arkadaşın kurdukları bir tiyatro oluşumu olan ve oyunları semtimizde sergilenen Sisifos Sanat’a ve bu ekibin iki üyesi Burak Efe Meyilli ve Tuğkan Öztürk’e yer vereceğiz.

Bize kendinizden bahseder misiniz?

Efe: Ben Burak Efe Meyilli, 28 yaşında bir yazar ve oyuncuyum, hadi bir de yönetmen diyeyim çok sık yapmasam da. Hukuk Fakültesi mezunuyum ama meslekle bir alakam kalmadı, artık sadece biraz havasını attığım ayrıntı benim için.

Tuğkan: Ben de Tuğkan Öztürk, 25 yaşındayım, yazılacak birçok hikayenin henüz çok başındayım. Mühendislik fakültesi mezunuyum ancak kendimi daha çok tiyatro üreticisi olarak görüyorum.

Tiyatroya ilginiz nasıl başladı? Bu ilginin doğmasında neler etkili oldu?

Efe: Çocukken yazmaya ve bir şeyler canlandırmaya meraklıydım, ailem enerjimi atayım diye beni bir tiyatro kursuna yolladı. Şimdi görüyorum ki benim için nokta atışı bir yönlendirme olmuş bu.

Tuğkan: Ben Kırşehir’de büyüdüm. Pek tiyatro yoktu ama televizyonla büyümenin büyük etkisi oldu sanıyorum. Televizyonda gördüğüm insanlar gibi olmak istemiştim. Oynamayı hayal etmek çok keyifliydi. Anaokulundayken bir skeç sahneleyeceğimizde bütün rollere “Ben oynayacağım!” diye atlardım. Hâlâ da böyle yapıyorum.

Farabi Sahnesi’nde gösterimde olan “Sanat” adlı tiyatro oyununuzda sizi izledik, başarılı performansınızı ve seyirciden aldığınız dönütleri yerinde görmüş olduk böylece. Peki sizler rol seçimlerinde nelere dikkat ediyorsunuz? Bir tiyatro metnini okuduğunuzda, “Ben bu kişi olmalıyım!” dediğiniz yerler oluyor mu?

Efe: Kendi dertlerime benzer dertleri olan, benim amaçlarımla benzer gayelerde olan karakterleri kendime yakın bulurum. Örneğin, Sanat oyununda Sergey adlı karakteri canlandırıyorum, bu karakter yüksek bir meblağ ödeyerek üzerinde tek bir çizik dahi olmayan bembeyaz bir tablo satın alıyor. Bu tablonun da tüm olumsuz eleştirilere rağmen bir şaheser olduğunu düşünüyor. Ben de Sergey ile aynı fikirdeyim, bembeyaz bir tablo dahi ona bakanda sanatsal hisler uyandırıyorsa evet bunun adı sanattır ve evet, o eser bir şaheserdir.

Tuğkan: Bir tiyatro metni veya bir romanla karşılaştığımızda ana karakterle bağ kurmaya daha eğilimli oluyoruz. Çünkü ana karakterin iç dünyasını, motivasyonlarını, geçmişini, aslında amiyane tabirle her şeyini yazar doğrudan okura sunuyor. Yan karakterler ise birkaç ipucu ile anlatılıyor ve hikayesi o birkaç ipucu ile tamamlanmış oluyor. Bu açıdan bakınca yan karakterleri canlandıracak oyuncuların aslında birer yazar olup ipuçlarını doldurarak karakterini yaratması gerekiyor. Ben, yönetmen olarak bir rol dağıtacağım zaman kim o karakteri “yazabilir” bunu düşünüyorum. Ben bir karakteri canlandıracağım zaman aynı şekilde bu sefer ben hangi karakteri daha iyi yazabilirim diye düşünerek seçim yapıyorum.

Sizce sahne bir bağımlılık mıdır? İzlenme deneyimini tarif edebilir misiniz? Bu deneyim sizin için ne ifade ediyor?

Efe: Sahne tozu diye bir şey var tabi. Bir çeşit bağımlılık mı? Bence evet. İzlenme deneyimi büyük bir baskı elbette fakat bu baskının altında güzel bir iş ortaya koyduğunu görmek insan için hayatı çok anlamlı hale getiriyor.

Tuğkan: Bu biraz farklı bir soru. Ben tiyatroyu bıraktığımı hayal dahi edemiyorum ancak bunu bağımlılık olarak da tanımlayamam. Bağımlılık olumsuz çağrışım yapıyor sanki. İzlenmek ise büyük bir sorumluluk. Günümüzde dikkatimiz dağılmadan bir işe 5 dakika bile odaklanabilmek mümkün değilken, seyircinin 2 saate yakın bir zamanı bizlere ayırması çok ama çok değerli. Sahneye her zaman bu farkındalık ile çıkmak gerekiyor.

Oyunculuk ve yönetmenlik deneyimlerinizi düşündüğünüzde kendinizi hangisine yakın hissediyorsunuz, arasındaki farklardan bahseder misiniz?

Efe: Oyunculuk bir tutku, daha ziyade katartik bir eylem, hissetmeye dayalı. Yönetmenlik ise nereye gideceğini bilmediğin bir gemi kaptanı olmak, yol bulmak gibi. Ben kendimi daha ziyade oyunculuğa yakın buluyorum.

Tuğkan: Evet bence de oyunculuk bir tutku işidir ancak yönetmen olmak için deli olmak gerekiyor. Çok büyük bir sorumluluk farkı var ortada, resmin tamamını yaratmaya çalışmak ya da resmin bir parçasında var olmak… Bir seçim yapmak çok zor, ben ikisine de eşit mesafedeyim diyebilirim.

 “Sanatçı” ya da “tiyatrocu” olmak nasıl bir duygu?

Efe: Askerlik çok ilginçtir. Askeriye kadar sanatçı olmanın ilgi çektiği bir ortam daha görmedim. Ülkenin her yanından, kültüründen ve mesleklerinden insanların aslında sanatın önemine ve değerine ne kadar vakıf olduğunu gördüm. Hani nasıl desem törende şiir okuyorum diye askeriye kantininden bana cips, kola ısmarlayan da oldu.

Tiyatroya ilişkin bir hayaliniz var mı?

Tuğkan: “Godot’yu Beklerken” oyununu ilk okuduğumda gerçekten büyülendiğimi hissetmiştim. Tiyatroya ilgimi katlayan oyunlardan biriydi belki de. Okuduktan yıllar sonra da üniversitedeyken sergilemek istedim Godot’yu. Bir kaç prova sonrası ise bunun için henüz erken olduğuna karar verdik. O gün bugündür. Bekliyorum Godot’yu. Birgün gelecek ve sahnede beklemeye devam edeceğiz.

Sizce, ülkemizde ve/veya şehrimizde tiyatroya dair en büyük problem nedir? Bu problemin çözülebilmesi adına, biz sanat tüketicilerinin, sanat üreticileri adına yapabileceği neler var?

Efe: Tiyatroda yaşanan en büyük sıkıntıların temeli bence ekonomik. Ekonomik kaygılar sanat yapmayı, risk almayı zorlaştırıyor. Tiyatroya gidin, size hitap eden bir oyunun bambaşka bir deneyime dönüştüğünü göreceksiniz.

Tuğkan: Bir tiyatro, dekorsuz olur, ışıksız olur, kostümsüz olur hatta oyuncusuz bile olur ama seyircisiz olmaz. Biz tiyatro yaparken izleyicide bir anlık bile olsa bir düşünce yaratmak istiyoruz. Bu motivasyonla yola çıkıyoruz. Sanat tüketicilerini farklı kaynaklardan beslenmeye davet ediyorum. Sadece belli oyuncuların veya grubun oyunlarına yönelmektense farklı kaynaklardan beslenmek tüketici açısından daha yararlı olacaktır diye düşünüyorum.

Bizlere oyunlarınızdan bahseder misiniz? Sizi takip etmek isteyenler hangi platformlardan ulaşabilir?

Efe: Güncel olarak gösterimde “Sanat” ve “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” oyunlarımız var. Ayrıca ilk oyunumuz olan Kaktüslü Adam’ı da tekrar seyircimizle buluşturmak için provalara başladık. Ormanlardan Hemen Önceki Gece, her yerde ve herkeste yabancı olmuş, yaşamla ölüm arasında bir adamın derdini anlatma çabası. Hem ait olmak hem reddetmek isteyen, hem yaşamak hem de ölümle burun buruna gelmek isteyen oksimoron bir adamın hikayesi. Kaktüslü Adam ise işsizliğin hat safhaya ulaştığı bir ülkede işsizlik temelli intiharların arttığı bir dönemde geçiyor. Farklı gruplardan bir avuç intihara meyilli insanın, aynı parkta yollarının kesişmesini ve bu kesişimden doğan başkaldırıyı anlatıyor.

 Tuğkan: Ben de Sanat adlı oyunumuzdan bahsedeyim. Sanat aslında bir dostluk hikayesi diyebilirim. Birbirleriyle çok sık görüşemeyen ancak dostlukları çok eskilere dayanan üç arkadaştan biri, günün birinde beyaz bir sanat eserine bir servet harcadığında tepkilerimiz ne olur? Oyunda bu soruya yanıt bulmaya çalışıyoruz. Güncel olarak gösterimde olan üç projemiz var ancak elbette ki dahası da olacak. Bunlar için bizi sosyal medya üzerinden “Sisifos Sanat” olarak aratıp takip edebilirler.

Ayrancı Semti’nde bulunan tiyatro merkezlerinden birinde oyunlarınızı sergiliyorsunuz. Buradan yola çıkarak, semtimizin tiyatroya yaklaşımı ile ilgili genel değerlendirmenizi alabilir miyiz?

Tuğkan: Ayrancı’nın yıllar içinde bir tiyatro semtine dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Tunalı’daki sahnelerle birlikte bu civarda altı adet sahne var. E tabi bu karşılıklı bir ilişki. İlk sahne açıldı ve böylece bu çevrede bir tiyatro kitlesi oluşmuş oldu. Daha sonra bir ikincisi açıldı ve hem bu kitleden beslendi hem de bu kitleyi büyüttü. Sonunda sayı altıya kadar yükseldi. Eminim ki bu sayı daha da artacaktır. Çünkü burada artık bir tiyatro kültürü oluşmuş durumda. Bundan dolayı Ayrancı’daki tiyatro izleyicisi oranının diğer mahallelerden çok daha yüksek olduğunu düşünüyorum.

Efe: Ayrancı tiyatroya gitmeyi seven, sokakları ve insanları temiz, sanata ilgili bir semt. Çevrede pek çok sahne var, bu semt bu sahneleri yalnız bıraksaydı, bu yerler ayakta kalamazdı. Biz de yıllardır koltuklarımızı dolduran Ayrancılılara teşekkür ederiz.

Bir mahalle arası tiyatrosu: Farabi Sahne

Her şehrin kerteriz olmuş noktaları, mekanları, sokakları vardır; Farabi Sokak da Ankaralılar için böyle sokaklardan biridir işte. Farabi Sokak, birçok Ankaralı gibi benim kişisel tarihimde de önemli bir yer tutar; birçok adres Farabi Sokak üzerinden tarif edilir. Ankara’nın ilk barlarından A Bar 1980’lerin sonunda (hafızam beni yanıltmıyorsa 1987 ya da 88’de) bu sokak üzerinde açılmıştır. Ünlü Körfez Pastanesi 1980’li, 90’lı yıllarda benim için sırf kanyaklı pasta almak için bile yolumu bu sokağa düşürme sebebimdir. Uzun bir aradan sonra Ankara’ya döndüğümde bu mahalleleri, sokakları mesken tutmam da tesadüf değildir; buraların her şeye rağmen o çok tanıdığım mahalle ruhunu, bunu koruma çabasını severim, yok edilen, kaybolan her şeye üzülür, yapılan değişikliklere dikkat kesilirim. 

Farabi Sokak’ta bir tiyatro mekanını 4-5 yıl önce fark ettiğimde de böyle bir dikkatle baktığımı, merak ettiğimi ama nedense içeri girme cesareti bulamadığımı, mahalle içinde bir tiyatro fikri çok cazip gelse de oranın kapalı devre bir yer, bir grup tiyatrocunun ya da tiyatro sevdalısının kendileri için oluşturdukları bir atölye sahne olduğu hissine kapılmıştım. Sonrasında Farabi Sahnesi olarak yavaş yavaş daha dışa dönük bir mekana dönüşmeye başladığını gözledim, zaman zaman bahçesinde dostlarıma rastladım ama ben sanırım ilk kez geçen yıl içeri girme isteği ve cesareti buldum; “cafe”sinde oturdum, kahvesini içtim, tatlılarının tadına baktım. Bu kez mekanın, üzerine üzerine gelmeyen ama sıcak davetini aldım. Sonra “Dansöz” düştü gündeme, oyun hakkında övgüler okumaya başladım ardı ardına; kimi, güvendiğim dostlarım tarafından yazılmış. Bu güzel oyunun mahallemdeki bir tiyatroda oynanıyor oluşu mutlu etti, heyecan verdi. İlk fırsatta izledim “Dansöz”ü bu güzel sahnede, sonra kendimi alamadım iki kez daha izledim bu çok etkileyici tek kişilik oyunu. Ardından “Bir Ağacın Hikayesi” geldi; ne güzel bir oyundu. Çocuk oyunu dense de zevkle izledim; salonu dolduran, üstelik çoğu yetişkin kalabalığın aldığı keyfe tanık oldum. Çocukluğumda Devlet Tiyatroları’nın oyunlarına ailece giderdik sık sık. Özellikle Altındağ Tiyatrosu’ndaki oyunların sonrasında, oyuncuların servise doğru gidişini uzaktan izlemeyi çok severdim. Sahnede gördüğüm insanlar bana gerçek üstü, ulaşılmaz gelirdi; sahne dışında, o kısacık servis yolunda onları görmenin heyecanı başkaydı. Bazen mesafeden, ulaşılmazdan besleniyor heyecan; Farabi Sahnesi’nde ise o sıcak oyun gecelerinde bu kez heyecanın, büyünün, bu kadar yakında olmaktan, iç içelikten beslendiğini gördüm, yaşadım. Oyun akşamları, sahnede göz teması kurabilecek yakınlıkta izlediğiniz oyuncularla, oyuna emek verenlerle, izleyenlerin oyun sonrasına taşan yan yanalığı çok etkileyici, çok mutluluk vericiydi. 

İşte anlatılan, bu hoş mekanın, sahnenin ve tiyatroya gönül vererek yola düşenlerin hikayesi:

Mekanın sahibi Koray Tahir Ön, Ayrancı ve çevresinde geçirdiği çocukluk, ilk gençlik dönemlerinin hemen ardından İstanbul’da on sene kadar kamera önünde oyunculuk, yine GET Yapımla, Garaj İstanbul’da, üç yıl kapalı gişe oynayan “Pragma” adlı oyunun rejisini yaptıktan sonra 2015-2016 gibi Ankara’ya dönüyor. Farabi Sahnesi’nin bulunduğu adreste, hatırladığı kadarıyla 2007’den beri tiyatro faaliyetlerinin yürütüldüğünü öğrenince Koray’dan, şaşırıyorum. Oysa benim burayı fark etmem son yıllarda oluyor. Ama 2007’lerde mekanın daha çok bir atölye gibi değerlendirildiğini söylüyor Koray, şaşkınlığıma biraz cevap olsun diye. Sonra Bertan Yusuf Bayraktaroğlu devralıyor mekanı ve mekanın yavaş yavaş dışarı açıldığı, dışarıdan tiyatro gruplarına ev sahipliği yaptığı dönem başlıyor. Nihayetinde 2018’de Koray Tahir Ön’ün Farabi Sahnesi’ni devralmasıyla da yeni bir döneme giriliyor. Ben de sanırım tam bu sıralarda, gelip geçerken kaçamak bakışlarla süzdüğüm bu mekanla farklı bir ilişki kurmaya başlıyorum. 

Koray, burada yapmak istediklerini; daha çağdaş, eleştirel, söylemek istediğini korkusuzca söyleyen bir tiyatro anlayışına yol açıcı olmak, bu tarz tiyatrolara olabildiğince ev sahipliği yapmak olarak tarif ediyor. Bu sahnede oynanan oyunları soruyorum, bir çırpıda onlarca oyun sayıyor: Dansöz, Kuşlar, Parrhessia, Bir Delinin Hatıra Defteri, Dr. Jekyll ve Mrs. Hyde, Cemal Süreya, Thom Pain, Palto, Altın Ejderha, Krem Karamel, Açık Denizde, Acayip Taşınma, Arzunun Dokuz Parçası, Bir Aşk Mektubu, Vecihi Hürkuş, Kolleksiyoncu, Kuyruksuz Yıldız, Bir Ağacın Hikayesi, Alaattin-kukla tiyatrosu, Bernarda Alba’nın Evi, Altın Elma, Salome ve Diğerleri, Tekinsiz, Eskiden Olduğu Gibi, Görkemli Görkemin Uğursuz Hikayesi, Gül Ali Masalı, Yolluk… Oyunlar genelde yüzde 75-80 doluluk oranı ile oynanmış. “Dansöz” etkileyici bir oyun olmasının yanı sıra, üzerine çok yazılması, övgü dolu eleştirilerin sosyal medya üzerinden de yayılması sebebiyle çok fark edilen bir oyun olmuş.

Mahallelinin ilgisini merak ediyorum, böyle bir şansın mahallede yaşayanlar tarafından yeterince değerlendirilip değerlendirilmediğini soruyorum; başlangıçta mekanın çok da tiyatro olarak algılanmadığını ama zamanla bir ilgi oluştuğunu söylüyor Koray.

Farabi Sahnesi’nin kendi oyunlarını çıkaran bir ekibi var bir süredir. Önümüzdeki günlerde kendi oyunları ile de sahnelerinde yer almak istiyorlar. Aslında atölyeler yapmak, “cafe” kısmında minik bir sahne kurarak müzik dinletileri düzenlemek, burayı mahallenin ortasında, yaşayan, canlı bir kültür, sanat, muhabbet ortamına dönüştürmek gibi çok güzel fikirleri, heyecanları var, dinlerken sizi de heveslendiren. Ama ne yazık ki bu salgın süreci bu niyetlerini bir süre askıya almak zorunda bırakmış. 

Koray Tahir Ön, eşitliğe, iyiliğe, güzelliğe inanıyor; iyiliğin, güzelliğin, iyilik ve güzellik doğuracağını düşünüyor; giriştiği işe de böyle bakıyor. Aslında biliyoruz ki, mahalle içinde böyle bir tiyatro kurma çabası da başka türlü açıklanamaz zaten; ancak bir güzel sevdayla, tiyatro sevdasıyla ve iyiye, güzele her şeye rağmen inanmakla olur. Mahallemizde uzun ömürlü olsun Farabi Sahnesi, güzel niyetlerini tek tek gerçekleştirsin, hevesle bekleyelim olacakları, biz de parçası olalım… İklim değişsin, Akdeniz olsun…