Ayrancı’da yaşamanın ve yaşlanmanın keyfekeder hüzünleri

Yazanlar Sokağı’nda Sadi Hoşses

1980 yılıydı. Aşağı Ayrancı’daki Yazanlar Sokağı’nda yaşayan besteci Sadi Hoşses, Ankara Arı Sineması’nda jübilesini yapmaya hazırlanıyordu. Ardından İzmir’e taşınacaktı. O yıl, Olgunlar Sokağı’nda bir haber ajansında 19 yaşında acemi bir muhabir olarak çalışıyorduk. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askerlerin sabrını ve hasretini anlatan “Sabret Gönül”, “Bu Hasret Biter” adlı eserlerin bestecisi Sadi Hoşses ile bir röportaj yapmamız istenmişti.

Sadi Hoşses’in aynı mahallede TSM çalışmaları yapan dershanesi yerine, iki arkadaş Kızılay Güvenpark’tan eski marka taksi dolmuşlara binerek, evinde ziyaret etme acemiliğinde bulunmuş, Sadi Hoşses’in kapısını randevusuz çalmıştık. Kapıyı açtığında üzerinde eşofman türü bir giysi vardı. Amacımızı öğrendiğinde “buyrun çocuklar sizi salona alalım” kibarlığıyla izin istedi sonra kravatlı takım elbise giyinmiş haliyle salona girdi. Eski Ankara beyefendisinin bu davranışıyla büyük bir sanatçıdan büyük bir nezaket dersi almıştık.

Şadi Hoşses, 1982 yılında Ayrancı Yazanlar Sokağı’ndan ayrılarak İzmir’e yerleşti ve 1994’te vefat edene kadar orada yaşadı. 1988’de, Avni Anıl’ın Sadi Hoşses ile ilgili hazırladığı TRT programında, eşi Ayrancı’daki dostlarını çok özlediğini dile getirmişti.

Şu sıkıntılı günlerde dilimize Hoşses’in “Gülmedi şu bahtım gülmedi gitti” şarkısı denk düşse bile, şimdi oradan geçerken, Yazanlar Sokağı’ndaki o evden bir zamanlar terennüm edilen “Yıldızlı semalarda haşmet ne güzel şey” şarkısı gelir aklımıza ve ağlamaklı olur insan şu Ayrancı’da.

Sadi Hoşses ve Ziya Taşkent

Mesnevi Sokağı’nda Ziya Taşkent ıslığı

1999 Marmara Depremi’nde eşi, kızı ve iki torunuyla birlikte aramızdan ayrılan besteci Ziya Taşkent, 1980’lerde Mesnevi Sokağı’nda yaşardı. Akşama doğru, Karyağdı Sokağı kavşağındaki marketten alışveriş yapar, tanıdıklarıyla şakalaşırdı. Bazen dilinde pelesenk olmuş bir şarkıyı mırıldanır, bazen de bestelemeyi düşündüğü yeni bir eseri ıslıkla çalarak evine dönerdi. Şimdi oralardan geçsem Taşkent’in bestesi “Gücüme gidiyor böyle yaşamak” şarkısı düşer gönlümüze. 

Gazete sayfalarını paylaşarak okurlardı

Yeşilyurt kavşağından Kuzgun’a tırmanırken üçüncü apartmanın yüksek giriş katında oturan bir çift idiler. Sabahın erken vakitlerinde gözlüklü, takım elbiseli yaşlı beyefendi, Yeşilyurt’un köşesindeki fırından sıcak ekmek ve gazetesini alırdı. Eşi onu hep yoldan görünen giriş kapılarında karşılar, elindeki poşetleri alırdı. Ve o yaşlı beyefendi de yaşlı eşinin sırtını okşar, teşekkür ederdi. Kuzgun Caddesi’ne bakan pencerenin önünde gazete sayfalarını paylaşarak kalın çerçeveli okuma gözlükleriyle okurlardı. Perdeleri hep açık olurdu. Cam göbeği rengindeki eski Volkswagen arabaları apartmanın önünde hep park halinde durur, ara sıra yakın yerlere gezintiye çıkarlardı. Onlar gençlikteki aşkın, yaşlılıkta büyük bir sevgiye dönüştüğü en güzel örneklerdendi.

Bir gün apartmanın önünde bir kalabalık toplanmıştı. “Beyefendi kalp krizi geçirdi” dediler. Evlatları annelerini alıp götürdüler, kaplumbağa arabayı da bir daha gören olmadı. Şimdi oradan eve dönerken o pencereye bakarım hep, zihnmde onlar hâlâ orada gazete okumaktadırlar. 

Her gün traşını olur, kuşları yemlerdi

Kuzgun Sokağı’nda Mesnevi’ye yakın apartmanın yola bakan girişin üstündeki dairelerinde oturan evlatları olmayan yaşlı ve mutlu başka bir çift hatırlarım. Yaşlı adam her gün sinekkaydı tıraşını olur, artan ekmekleri ufalayıp yakındaki boş arsaya konan kuşlara götürür, sürü güvercinlerin arasında tebessümle gelene geçene selam verirdi. Hanımefendi ondan daha önce vefat edince, her gün tıraş olan tebessümlü beyefendinin önce sakalları uzadı. Hayata küstü. Gelene geçene selam veremez bezginliğe düştü. 

Bazen Hüseyin Onat Sokağı’ndaki Bahar Evi’nde tavla oynarken görüldüğünde yaşam ile yeniden barıştığı duygusu uyandırırdı fakat giderek içine kapandı. Münzevi görüntüsüyle ona sarhoş diyenler de oldu. Birkaç gün ortalıklarda görünmeyince onu evinin yatak odasında bir daha uyanmayacak halde buldular. Şimdi o eski binaları yıkılan boş arsaya ne zaman güvercinler sürü halinde toplansa her gün sinekkaydı tıraş olmuş yaşlı adamı ararlar ve gelmeyince de uçar gider kuşlar, insana bir hüzün çöker. 

Hoşdere’ye tırmanan merdivenler

O merdivenlerden her sabah birimiz çıkarken, birimiz inerdi. Artık sık sık rastlaşınca Ayrancı halkı birbirlerine selam vermeye başlarlardı. O yıllarda 20’li yaşlardaydık. Esmer, saçları uzun, müşfik yüzlü genç hanım gülümseyerek selam vermeden geçmezdi. İnsan sevgisinin erdemiyle mahalle kültürünün asaletini oluştururdu. 

Şimdi ömür saatimiz yarım yüzyılı on dört geçiyor.  Ahmet Haşim’in “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinden güneş rengi bir yığın yaprak / Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak” diye başlayan Merdiven şiirindeki gibi, Yeşilyurt’tan Hoşdere’ye çıkan merdivenleriyle birlikte gelip geçmekte olan yaşamı sorguluyorlar.

Uzun saçlı, esmer müşfik yüzlü genç kadın ve o adam, geçen her yılın yüze yapıştırdığı çizgiden imzalarla şimdi aynı merdivenlerden çıkıp inerken “Yıllar ne çabuk geçti o günler arasından” adlı hicaz şarkıyı duyar gibi birbirlerine bakıyorlar.

Sonra yaşadığı zamanda şairlerin sultanı olarak bilinen Şair Bakî’nin; “Avezeyi bu aleme Davut gibi sal / Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” mısraları Aşağı ve Yukarı Ayrancı’nın her köşesinde sağlıklı ve mutlu ömürler için yaşanılan anın tüm olumsuzluklarını unutturmaya başlar.

Hoşdere’nin antika durağı: Tukan Antik

Ben Ziya Erel, aslında Bahçelievler çocuğuyum. Hikayemi dinledikten sonra beni de hemşehriniz sayacağınızdan hiç şüphem yok. 

Cumhuriyete bağlı saygın bir öğretmen çocuğu olarak büyürken atlara oldukça düşkündüm. Bu ilgimi fark eden babam beni Atlı Spor Kulübüne yazdırmıştı. Atlar ile köklü bağlar kurduğum bu dönemde annem de resme ilgimi fark etti. Ben de resimlerimde sadece at teması işledim, çocukluğumdan bu yana sadece at resmi yaptım. 1973 yılında İtalya’da düzenlenen ve jüri üyeleri arasında heykeltıraş Henry Moore’un da bulunduğu çocuk resimleri yarışmasında ve 1976 yılında SSCB’de düzenlenen bir başka uluslararası çocuk resimleri yarışmasında ödül kazandım.

Ziya Erel ve Ayşe Müge Erel

Resimlerimi yağlı boyadan, akrilik ve suluboyaya, pastelden füzene uzanan geniş bir teknik yelpazede ürettim. Resimlerim yurt içi ve dışındaki koleksiyonlarda yer alıyor. 

Dünyada en çok resmi yapılan hayvanın at olması sizce tesadüf olabilir mi? Elbette değil. Neden mi at resimleri yapıyorum? Söyleyeyim; ben kendi adıma insanlığın atlara olan vefa borcunu ödüyorum. 

Mimar Sinan Tatbiki Güzel Sanatlar Fakültesinden mezun olduktan sonra, yolum sevgili eşim Ayşe Müge ile kesişti. Ayşe Müge’m benim gibi sonradan değil doğuştan Ayrancılı. Aslen Çanakkale’li olan anneannesi o zamanlar Atatürk Bulvarı’nda otururmuş. Rahmetli dayısı Mustafa Sırrı Çakmak Harita mühendisi ve subay, yani askeri mühendis. Ordudan ayrılıp ticarete atılıyor, daha sonra Meneviş sokak 24 numarada, hani bir zamanlar Mazhar Alanson’un o zamanki eşi ve kızıyla yaşadığı, Sezen Aksu’ların filan gelip gittiği o meşhur apartmanı yapınca kayınvalidem ve kayınpederim de o binaya taşınıyorlar, biz de kısa bir Ankara turundan sonra o apartmanda oturuyoruz. Ayşe Müge orada doğuyor ve Gazi Üniversitesi Resim Bölümünü bitiriyor. O sırada uğuruna inandığı Tukan kuşu resimleri yapmaya başlıyor. Tukan kuşu ile ilgili sergiler düzenlemek için ablasının yanına Amerika’ya gitti. Tamı tamına iki buçuk sene birbirimizi görmeden, sadece mektuplaştık. Postaların gitmesinin günlerce sürdüğü zamanlardı, Amerika ile telefonla konuşmak bir servetti. Bu arada kader ağlarını ördü, Ayşe Müge Türkiye’ye döndü ve evlendik. Sonra ben TRT haber merkezinde çalışmaya başladım ve oradan emekli oldum. 

Tukan Antik

Biz eşimle birlikte antika sevdalısıyız aslında önceleri eşim ilgiliydi, emekli olduktan sonra ben de onun yanına gide gele ben ondan daha sevdalı oldum. Yazlık evimizin olduğu Urla’da bir dükkan bulduk. Tam hayallerimizdeki gibiydi. Telefonla görüşmeler yaptık. Urla’da bir yer kiralayıp antika dükkanı açmaya karar verip yola çıktık. Urla’ya vardığımızda mal sahibi dükkanı başkasına kiraya verdiğini söyledi. Önce başımızdan aşağı kaynar sular döküldü, sonra konuşunca, belki de bunun bizim için en iyisi olduğuna karar verip o olayı unuttuk. Tesadüfen  Hoşdere  caddesi üzerindeki dükkanı görünce burayı kiraladık ve Ayşe Müge’nin uğurlu olduğuna inandığı Tukan kuşunun adını dükkanımıza verdik. Antikaları hem sevenleriyle buluşturmak, hem de onlar içinde yaşamak hoşumuza gidiyor. 

Her ayın ilk pazar günü yapılan Ayrancı Antika Pazarında, ayrıca bazen Çayyolu Antika Pazarı’nda da stand açıyoruz. Ürünlerimiz çeşitli kaynaklardan geliyor. Boşaltılan evlerden, esnaf arkadaşlardan, internette online müzayedelerden. Ürünlerimizin hepsi antika değil. Retro dönem ürünleri, bir dönem moda olup insanlara geçmişi hatırlatan ürünler de satıyoruz. Ürünlerimiz koleksiyon meraklılarının sevebileceği arabalar, porselen ürünler, cam eşyalar, Avrupa’dan gelen değişik objeler. 

Ayşe Müge’nin babası vefat edince Oran’dan Ayrancı’ya geri geldik. Meneviş Sokak’taki evimizin bodrum katında Ayşe Müge’nin resim atölyesi var fakat kayınvalidem yaşlı ve onunla ilgilendiği için kurs vermiyoruz. Sadece kendi sanat üretimimiz için atölyeyi tutuyoruz. Bir ara KOSGEB‘le bir proje yürütecektik proje kabul de oldu fakat yeterli zamanı ayıramayacağımızı düşünerek vazgeçtik.

TUKAN ANTİK
Hoşdere Caddesi No:57/E A.Ayrancı – Ankara
Tel: 0535 449 00 75
Instagram: @tukanantik.seramik

Ankara’nın Ayrancısı

Vizontele’de geçen şu repliği bilmeyeniniz yoktur:

“Ankara’yı diyorum; avucumun içi gibi bilirim.
Yukarı Ayrancı’dan mısınız?”

“Hayır.”

“Aşağı Ayrancı?”

Ankara denince akla gelen semtlerin başında gelir Ayrancı.

Ne zaman bir kentle, bir semtle yahut bir mahalle ile müsemma birini görsem, aklıma, Edip Cansever’in, “İnsan yaşadığı yere benzer” dizesi gelir.

Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde geçer şu dizeler:

İnsan yaşadığı yere benzer

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer

Suyunda yüzen balığa

Toprağını iten çiçeğe

Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine…

Şiir uzun; yeri geldikçe hatırlar, hatırlatırım ama iki dizesini daha aktarmak isterim.

Evlerine, sokaklarına, köşe başlarına

Öylesine benzer ki…

Dernekleri de var, gazeteleri de…

Ankara bu dizelere uyar. Ne düşündüğümü yazmıştım daha önce:

Bu şehir için ciltler dolusu yazmak mümkün ama özetle benim için Ankara, “hep uçuk, her zaman masum ve daima gözü kara”dır.

Benim nazarımda, Ankaralılar, gerçekçi olup, imkânsızı isteyecek kadar uçuk, herkesi dost ve kardeş görecek ve herkese kucak açacak kadar masum ve isteseler ekmeğini verir ama ekmeğine haksız ve hukuksuz göz koyana karşı tarihin gördüğü en gözü kara insanlardır.

Evleri, sokakları, köşe başları da öyle.

Tıpkı Ayrancı gibi…

Ayrancılıların bir dernekleri var, bir de gazeteleri.

Ayrancım Derneği, kentin ayrılmaz bir parçası olarak uzun süredir kent kültürünün güçlenip gelişmesi için çaba harcıyor. O çabanın önemli simgelerinden ve ara sıra da olsa yazmış olmaktan keyif aldığım Ayrancım Gazetesi‘ni de çıkartıyor.

Yeri geldikçe yazarım, “sevmek tanımak, tanımak ise emek ister.

Ayrancım Derneği de, tek tek kişilerin emeğini bir çatı altında toplayıp, Ankara’nın bütün diğer semtlerine örnek olabilecek işler yapıyor.

Ayrancı’da Zaman, Mekan, İnsan

O işlerden birisi, gazete yazılarından derlenmiş “Ayrancı’da Zaman, Mekan, İnsan” başlıklı bir kitabı hepimize kazandırmak oldu. Böylece Ayrancı semti kültürel miras ve sözlü tarihini geleceğe aktarıyor.

Ali Necati Koçak’ın derlediği kitabın önsözünü, Dr. Mehmet Sarıoğlu yazmış; şu satırlar oradan:

Kent; her şeyden önce bir mekandır, coğrafi alandır fakat bundan çok ötede bir şeydir ve üzerinde yaşayanların etkileşimini araştırmadan anlaşılabilecek bir olgu değildir.

Araştıran, hatırlatan, tarihe not bırakan Ayrancım Derneğinin ilk kitabındaki yazıların tümü, Ayrancı’nın bir fotoğrafını veriyor. Umarım ve dilerim Ayrancı’nın bütünlüklü bir fotoğrafı için bu kitaplara devam edilir.

Ayrancı’da Zaman, Mekan, İnsan-1,
Ayrancım Derneği Kültür Yayınları
Kent Kültürü Dizisi 
304 sayfa.
Derleyen: Ali Necati Koçak

Can Öktemer: Ama ben Ankara’yı hep sevdim

Can Öktemer ile Ankara’nın gizli başrolde olduğu ilk romanı “Hayat, Evren ve Sezen Hakkında” üzerine Ayrancım Gazetesi için söyleştik. Sadece ilk romanı ile değil iflah olmaz bir Ankaralı olarak bugüne dek yazdıkları, yaptıkları, yürüyüş rotaları, kente dair yazıları, flanörlüğü ile Ayrancı’ya, Ankara’ya ve hayata edebiyatın izleğinden bakan Can Öktemer ile Cemal Süreya Parkı’nda bir araya geldik. Yürüyerek kamusal alanlara, açık havaya, gökyüzüne, toprağa, mahallemize karışarak yaptığımız bu söyleşiyle gazete okurlarımız için kent ve edebiyatın penceresini araladık.  

“Ama ben Ankara’yı hep sevdim.” Kitabınızda geçen bu cümle ile başlayalım ve soralım. Ankara sizin eviniz mi yuvanız mı? Neden?

Evim diyebilirim. Sembolik olarak en rahat ettiğin, dönmek istediğin bir anakara gibi düşünürsek evi, ne zaman bir yere gitsem dönmek istediğim için rahat ettiğim bir yer olarak Ankara’ya evim diyebilirim.

Fotoğraf: Büşra Bozdemir

Ankara’nın çimentosunda rutinler var

“Şehrin çimentosuna karıştım” diyorsunuz. Bu kentte, özelinde Çankaya, detayında Ayrancı’da hayata ve evrene nasıl karıştınız? Ne var Ankara’nın harcında? 

Kitaptaki bu söz, karakterlerden Pena Yavuz’un mağlubiyet hissiyle de söylediği sözdü. “Benden bir şey olmayacak, ben yenildim zamana sen git” diyerek Cem Taner’e tavsiyede bulunuyordu. Hayat, Evren ve Ayrancı diye bağlarsak; savaşlar, pandemi ve türlü siyasi, ekonomik krizlerin ortasında dünya ahvalinin küçük bir semtten nasıl göründüğünün, karakterler üzerindeki etkisinin hikayesiyle yola çıkmıştım. Kitabın ismini de Douglas Adams’a selam göndererek, saçmalıklar ve anlamsızlıklar üzerinde inşa olan modern hayatın gündelik hayatımıza yansımalarıyla dalga geçmek için seçmiştim. 

Ankara’nın çimentosunda ne var? Alışkanlıklar ve rutinler var. Bunlar büyük kentlerde zor bulunan özellikler. Keşmekeştir aslında metropoller ve insanlar birbirinden uzaktır ama Ankara, yarı metropol yarı taşra gibi davrandığı için harcında karşılaşmalar, alışkanlıklar, hayatı küçültmek, mahallede gibi davranmak var. Eşinizle dostunuzla tesadüfen plansız programsız karşılaşma ihtimali sunan bir kent. İstanbul’da bunu yapabilmek zor. Herkes herkesle bir yerden tanışık gibi olunca da insan ilişkilerindeki bağlar sağlam olabiliyor. Harcı sağlam. 

Ankara’nın hangi mahallelerinde, apartmanlarında yaşadınız? Çocuklukta, gençlikte, yetişkinlikte Ankara’ya dair kolektif hafızanızdaki anı paylaşır mısınız?

Biz hep Emek ve Bahçeli’de yaşadık; açıkçası çok enteresan bir hatıram yok apartmanlarla ilgili ama hep mahalle ortamı vardı. Mahallenin sözlük tanımıyla uyumlu insanların birbirini tanıdığı birbirinden kopuk olmayan bir bağ vardı. Sanırım hâlâ da öyle. 

Sizin romanı yazmaya başlamanız; bir vedanın hatırasını görünür kılmak için burnunuzun ucundakini görmeye başladığınız, “hikayenin çok yakında” olduğuna inandığınız an mı başladı?

İkisinin tam ortası sanırım. Yüksek desibelli bir duygu durumunun yansıması da olabilir. Esasen bu hikâyenin ham kısmını Lavarla’da yazmışım. 10 yıl kadar olmuş. Hakan Kaynar Hoca bana yürümeyi sevdiğim, sosyal medyada da paylaştığımdan hareketle bunları yazmalısın demişti. Cebeci’den Kızılay’a kadar yürürken ne gördüysem bir denemeci gibi yazıyordum. Yazdıklarım birikmeye başladı. Hikaye yazabilir miyim diye düşündüm, biraz kişisellikler de vardı; yarı gerçek yarı kurgu diyebileceğim, oyun da yaptığım şekilde yazmaya başladım. Bunun aslında alt türü varmış; autofiction deniyor. Biyografi gibi değil işin içerisinde kurgunun da otobiyografik ögelerin de olduğu, ikisinin muğlaklaştığı bir şekilde düşünülebilir. Zaten romanda da biraz öyle ne zaman Leonard Cohen geliyor ne zaman işte siz gerçekten yürüyorsunuz ya da kim o sözü söylüyor. O söz Can’ın sesi mi yoksa müzisyenin dinletisindeki etki mi bazen muğlaklaşıyor. Hoşuma giden bir şey oldu. Cem Taner ben miyim değil miyim, insanların bunu sormasını istedim. Kafa karışıklığı yaratmak da bir oyuna dahil olsun diye düşündüm.

Fotoğraf: Büşra Bozdemir

Bavulunda sıklıkla sıkıntı taşıyan biriyim

Ortaçgil şarkısındaki gibi “Bir Eylül Akşamı” başlayan roman yazarlığınızda “İnsanların yanında evimi, evimde insanları özlüyorum” diyorsunuz. “Bavulunda sıkıntı taşıyan adam” olarak mı yazdınız bu romanı? 

Bavulunda sıklıkla sıkıntı taşıyan biri sayılabilirim. Ankara’dan ara ara sıkılıyorum herkes gibi. Özellikle pandemi döneminde eve kapandığımız zaman özellikle artık yaşanmaz hale geldi. Ankara vaatkarlığını yitirmişti. Arada sırada bir şehri aniden nedensizce terk edip geri gelmek gerekiyor bence; nefes almak için. 

Bir de neredeyse gün be gün artan 15 yıllık siyasi baskının da bir yabancılaştırma etkisi var hiç şüphesiz. Tansiyonu yüksek siyasi atmosfer, derinleşen ekonomik kriz, kamusal alandaki ifade özgürlüğün daraldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu vaziyet insanları mekânla, yaşadığı yerle yabancılaştırdı. Herkes bir elinde bavul diğerinde pasaport önünde atlas gidilecek yer arıyor. İşin ironisi gitmek istediğimiz yerlerdeki insanlar da kendilerine başka yerler arıyor. Mevcut müesses nizam koltuklarımızın altına çivi koydu. Şu an evimiz neresi bilmiyoruz. Ankara özelinde konuşacak olursak, etrafımdaki birçok kişi taşındı, yurt dışına gitti, veda etti.  

Belirli yaş bariyerini aştığınızda hayatınızda yapabileceğiniz ani dönüşler, alacağınız virajlar zorlaşıyor. Böyle durumlarda bir karar vermek gerekiyor galiba. Ankara’da yaşamaya tamam demek de bunlardan biri. Tüm lanet durumlara, sinir bozucu olaylara rağmen, eşin, dostun, alışkanlıkların hatırına şerefli mağlubiyeti kabul ederek devam etmek de bir tercih. Romanda tüm bu yaşadıklarımızı, yabancılaşmaları roman içine katmaya çalıştım; kaybolma anını ruhsal olarak iyisiyle kötüsüyle bu yaşadığım yeri kabul edip devam etmeye karar bir kahramanın portresi bir anlamda.  Karakterin tercihi mağlubiyet midir kazanmak mıdır bilemem tabii ama hayatla bir yerde sulh içinde olmak lazım çünkü her şeye rağmen “gelecek uzun sürer” 

Yabancılaşmayı bir yana bırakarak “Anıların boşluğundan faydalanıp şimdiki zaman işgali” olarak tanımladığınız boş zaman var. Siz boş zaman yaratabildiğinizde, kendinize döndüğünüzde mi yazdınız? Yazı serüveninize hangi mekânlar tanık oldu?

Daha çok evde yazıyorum. Özellikle gece yarısından sonra hayatın yavaşladığı anlarda. Eskiden dışarıda yazamazdım dikkatim kolay dağılırdı ama son zamanlarda kafelerde de yazmayı öğrendim. Öyle bir rutinde de ilham verici şeyler olabiliyor. 

Romanınız “Yerdeki kelimelere basmamaya dikkat ederek” “kendi zaman dilimine bıraktığınız kalabalıklar” arasında “düşünerek yürürken” mi? Yoksa edebi anlatılar için söylenegeldiği üzere, bir şehre bir “adam” gelince ya da bir “kadın” evden çıkınca mı başladı?

Her gün yazan birisi değilim. Çok düşünüyorum, uzun uzun yürüyorum yazmaya başlamadan önce, sonra eve gelip kapanıp topladıklarımı yazmaya başlıyorum. Kelimelerin asfalta düşmesi hikayesi Cebeci’deydi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin önden gidip biraz sağa döndüğünüz zaman bir taraf askeri taraf bir taraf hastane bir tarafta öğrenciler aynı yerde ve zamanda. Dolayısıyla o kadar kozmopolit insanlar o sırada oradan öyle telaşla gidiyorlar ki hepsi ayrı ayrı konuşuyor, söylüyor. Bağıra çağırıp konuşuyorlar işte askerler, öğrenciler, insanlar. İnanılmaz kelime baloncukları oluşuyor. 

“Hayat, Evren ve Sezen hakkında” kitabınızın ana karakteri Ankara mı yoksa herkesin Sezen Aksu zannettiği Sezen mi?

İkisi birden diyebilirim. Açıkçası Ankara biraz daha gizli başrol, Sezen de hikayenin ana dönüştürücüsü. James Joyce’un Dublin’i çok sevdiği için sürgündeyken yazdığı Ulysess’ten ilham aldım. Hakikaten Dublin’e aşkla yazılan bir romanda tüm sandalyeleri, kokuları, yemekleriyle capcanlı bir kent var, hayat var. Mesela romandaki “dandirik” bir limon kolonyacısı şimdilerde Dublin’de turistik seyahatlerin uğrak mekânı olmuş durumda. Romanımda, Sezen dönüştürücü karakter olarak ise kitabın ikinci bölümünde sahnede. En nihayetinde “Bir şehri sevmek aşka sebep aramaksa” Sezen de Cem Taner için bu sözü gerçek kılıyor.  

Roman iki bölümden oluşuyor ve ikinci bölümde sahneye tüm ışığıyla Sezen giriyor. Bir şehir, “aşk”la mı anlam kazanıyor? Kentin sokakları, merdivenleri, köşeleri, meydanları, parkları ve kuğuları aşkla mı direniyor tükeniş ve yok oluşa? 

Yüzde yüz ben de böyle düşünürüm. Bence, yolu tek başına yürümekle birisiyle yürümek arasında fark var. O yüzden kitap iki bölümden oluşuyor. Birlikte yürümek de yaşama meydan okumak da iki kişiyle mümkün olabiliyor. İnsanı hayatın içinde hissettirecek anlar, durumlar vardır. Birine aşık olmak da böyle bir şey. Hayattayım, yaşıyorum hissi verdirebilir hakiki bir aşk hali. Sokakların, mekânların, kaldırım taşların anlam kazanabilmesi bazen birine ihtiyaç duyabilirsiniz. İçinden çıkmak istemeyeceğiniz bir karenin içinden dünyaya bakmak; bu da bir şey çoğu zaman da çok şey demek. 

“Yaşam bizim için dibi görülmeyen bir deniz.” Peki ya aşk, dalgalarla boğuşarak çıkılan bir kıyı diyebilir miyiz? Bu kitabın adı ve parçası olarak evrenin dehlizlerinde kaybolmamak için rotayı nereye çevirmeliyiz?

Diyebiliriz. Karakterler de böyle bir ailevi mücadeleden çıkıp bir de hayat şartlarıyla mücadele edip kendine düzen kurmaya çalışıyorlar. Ne kadar kurduklarını bilmiyoruz ama o mücadele gemiyi karaya çıkartmak için önemli bir güç noktası olabilir. Hayatın belirli zorlukları var. Yönümüzü bulmak, rotayı hesaplamak sandığımızdan zorlu olabiliyor. Bu yüzden bir şekilde devam edebilmemiz önemli, çünkü sadece yola çıkabilecek cesarete sahip olanların hikâyesi olur. 

Yol hikayesi gibi ama uzak mesafe değil

Denizi olmayan bir kentte rota nasıl mümkün ise… Belki şehre “deniz” gelir diyerek bağlayalım mı?

Bir arkadaşım demişti kitabım için bir yol hikayesi gibi ama uzak mesafe değil. “Kahramanın Sonsuz Yolcuğu” kitabı yazıyla hemhal olan herkese önerilir. Campbell’in kitabında biliyorsunuz küçük bir yerde yaşayan maceraya atılma konusunda gönülsüz bir kahraman vardır; bilge birisi gelir ve onu bir maceraya davet eder, küçük hayatlardan büyük maceralara atılırlar ve sonunda olgunlaşıp başka forma dönüşürler. Benim karakterim de işte küçük bir yerden başlayıp olağanüstü büyük hayatlar yaşamasa bile dönüşüm yaşayarak bir olgunluk seviyesine geliyor. İşte biraz o Sezen’in varlığıyla olabilecek bir durum, sembolik bir rota arayacaksak? Sezen ile beraber, en azından sisleri kaldıracak bir hat ve rota olabilir diye düşünüyorum.

Plakçı Kamil’den Pena Yavuz’a, Ankara İletişim İguana’sından Kıtır’a, Cebeci’den Meneviş Sokak’a, Tunalı Hilmi’den Kuğulu Park’a, insanlar kadar mekânların da özgünlüğüyle yaşatıldığı bir Ankara anlatısı diyebilir miyiz?

Evet bu roman bir Ankara anlatısıdır. Karnaval gibi ortam yaratayım, endemik, az bulunan tipleri ortaya çıkarayım istedim. Örneğin takıntılı plakçı karakter, Pena Yavuz, arada anlatıya girip çıkan Leonard Cohen gibi az bulunan tipler bu yönüyle endemiktir. Ankara gibi kasvetli, gri gibi görünen, memur kenti olmasıyla dalga geçilen bir yerde böyle insanların da olduğunu göstermek istedim. Güzel manzara aldatıcıdır önemli olan o manzarada kimlerin olduğudur bence. 

Pena Yavuz gibi karakterler kolay kolay her yerde karşınıza çıkacak insanlar değil. Yaptıkları işlere ve rutinlere takıntılık seviyesinde bağlılar ve bundan asla sıkılmıyorlar, her gün aynı hayatı yaşıyorlar bu bana çok ilginç geliyor. 

Ankara’da kalanlar, sevdiği için kalıyor

Müdavimlik kültürünün adresi midir Ankara?

Alışkanlıklara çok bağlı Ankara’daki insanlar. Özellikle böyle küçük mahallelerde, Ayrancı gibi bir yerdeyseniz aynı çeperde, güneşin etrafında döngü gibi aslında bir yılı tamamlıyor insanlar. Aidiyet hissetmenin enerjisi elbette var. Burada kalan sevdiği için kalıyor aslında; Ankara bir tercih meselesi. Bence diğer şehirlerle burayı ayıran nokta tam da bu. Mesela İstanbul’a maddi imkanlar için gidenler, İzmir’e ben denizi özlüyorum dayanamıyorum diye gidenler oluyor. Buradan gidenler oluyor ama burada iyisiyle kötüsüyle nefret ettiğin şeylere rağmen inatla sevdiğin için kalıyorsun. 

Renklerin en grisine hapsedilen Ankara’da yaşamak yerine “Gözün belleğini şaşırtmak için” gitmek mi gerekir bazen? Aynı evde, mahallede, semtte on yıllarca yaşamak klişe midir? Yoksa bulunduğumuz işte bu çemberde üçgende yaşadığımız yerde gözün belleğini şaşırtmak için yıllarca yaşadığımız yerde de arada uzaklaşıp geri dönerek bu şaşırtmayı kendimiz için yapabilir miyiz?

Yapmak lazım, arada gitmek lazım. Kenti özlemek güzel. Kitapta atıfta bulunduğum “Gözün Belleği”ni ben Kant’tan almıştım. Kant, yaşadığı yerden hiç çıkmayan biri. Her gün aynı rotada yürüyüp, çalışmalarına odaklanıyor. Sanırım bir defa rutini bozuluyor onda da Jean – Jaques Rousseau’nun kitabını almak için. Hep aynı döngü içinde yaşıyor belki ama felsefe tarihinin en çığır açıcı eserlerinden birini de yazıyor. Mekânsal ferahlama ve gitme biraz tercih meselesi. Bana kalırsa arada çıkıp denize kıyısına inmek lazım. İmkanım olsa şimdi mesela deniz kıyısında olurdum, sonra tekrar yazın Ankara’ya gelirdim. 

“İnsan bazen bir şehri aniden terk etmek isteyebilir.” Aniden terk etme isteğini ne zaman uyandırır Ankara? O isteğe rağmen dönüp geleceğimize dair duyduğumuz güvenin adresi bir yuva mıdır yoksa?

Kentin rutinlerinin, tekrarlarının vaatkarlığını yitirdiği anlarda terk etme isteği gelebilir. En azından benim için öyle. Şehri terk etmeyle, gitme isteğiyle ilgili kitaptaki bir bölüm vardı; barın içindeki bir yazıhane bölümü… Yaşanmış bir olaydan ilham alarak yazmıştım o bölümü. Halen de gitmekten çok hoşlandığım bir barın içinde bir zamanlar otobüs yazıhanesi vardı. Barda oturup bir şeyler içiyorsunuz, arada insanlar geliyor ve ve asla bara oturmak gibi bir dertleri yok, bir yere gitmek için, barın içine içeri girip Afyon’a, Kayseri’ye bilet alıp tekrar dışarı çıkıyor. Bilet almak gidebilmek için barın içine girmek zorundasın. Metaforik olarak gitme isteğiyle ilintili… O an sıkılma hasıl olduysa arkada yazıhane var yazıhanede bilet kesiliyor, hafif çakırkeyif olununca gözümü açtım Bozburun’dayım denilebilir mi düşündüm. 

“Neden eve dönmekten ibarettir hayat?” diye bir sorgulama vardı kitapta. Bu bağlamda eve dönüş ve gidişle, yollarla mı ilgili yeni çalışmanız?

Eve dönmekle ilgili çok düşünüyorum. Ben çok az hareket eden birisiyim ama arkadaşlarım başka ülkeye gitmek durumunda kaldılar, deneyimleri sürekli yer değiştirme, sürekli ev değiştirme, sürekli bir yerden bir yere gitme. Onlarla konuştuğu zaman da evi arıyorlar. Belki de aradığımız bizim evimiz, coğrafi bir yer değil belki; topografyayı aşan bir şeyi arıyoruz aslında, böyle bir koltuk belki rahat bir koltuk “oh, dünya varmış” diyebileceğim. Dışarıda zaten çok rahatsız edici olabiliyor hayat. Burada da kafanın üstünden helikopterler geçiyor çok gürültülü bir yer Evin bir sığınak olduğunu bilmek ama hayatın sokakta aktığını hissederek yaşamak gerekiyor bence. 

Yeni yerler kadar yeni türlere de açık mısınız yoksa yeni tür de roman mı olacak? 

Eve dönmek kavramıyla ilgili bir de müzik hikayesi kafamda ama galiba evle ilgili olan ağır basacak. Bizim ailemizin bir bölümü yörük, git gel fazla olmuş. Köklerimiz öyle. Hani tarihin ilk romanı burada yazılmış ki o da eve dönmek ile ilgili: Odysseia. Bu toprakların kadim meselesi demek ki eve dönmek. 

“Bazı şeyleri kabullenmekten” söz ettiğiniz romanda “gökyüzünü ileri itmenin zamanı” derken “göğe bakma durağındaki” biz semt sakinleri için neyi öneriyorsunuz?

Gökyüzünü itmekle kastettiğim, hayatın riskleri karşısında ipleri kendi elinize alarak mümkün olabilir. İlerleyebilmeniz için ancak sıkıntı halinde şikayet ederek, düşe kalka, yaraları saklamadan, büyüyerek, olgunlaşarak,  hayatın kontrolünü ele alıp devam etmek. Hayattayım, yoluma devam ediyorum demek gerek. Çünkü bir adım diğerine geldiğinde yeni bir ihtimal çıkabilir. 

Ankara’da kabullenmesi en zor olan uğurlamaktır

Ankara’da kabullenmesi en zor olan nedir? Kitapta da izi sürüldüğü üzere gitmek mi, kalmak mı, uğurlamak mı?

Ben uğurlamak derim. Ankara zaten hepimiz gibi tarihi de kaderi de böyle. Kalmak isteyen hakikaten kalıyor ama burası öğrencisinin çalışanlarının dışarıdan geldiği, bir süre sonra döndüğü, bu çerçevede uğurlayan da bir yerdir. Hep de uğurlarız biz. Ama kalan da sonuna kadar kalır. 

Son olarak “Yeni yerler keşfetmek için “bırakmak ve ayrılmak mı? Ayrancımızın “mutlu sakinleri olarak kalalım mı? Ayrancı’ya akın olmasın, bu haliyle kalsın diye mi çalışalım?

Bence böyle kalınsın. Hatta herkes gelmesin diye evler eski ısınma problem var, apartmanlar asansörsüz, binalar eski filan denebilir. Semt havası Ayrancı’da hala bozulmadı, evler güzel, yaşanabilir yer. Hep cazip Ayrancı, merkezi bir yerde… O yüzden insanlar kendisine karşı boş değiller. 

O zaman herkes olduğu yerde mutlu olmayı denesin diyelim ve soralım: Sizin Ayrancı’ya dair anınız var mı? 

Paris Caddesi’ne Yazanlar Sokak’a yakın zamanda kaybettiğim halama özellikle bayramlarda sıklıkla gelirdik. Evleri Fransız Sefareti’nin karşısındaydı. O sokak ne zaman gelse farklı ve değişik gelirdi. Şehrin keşfedilmeyi bekleyen koca bir tarihi var. Sonradan yıllar sonra öğrendim ki, halamın evinin tam paralelinde Mülkiyeli şair Ergin Günçe oturmuş. Şair Cemal Süreya’ların, Turgut Uyar’ların, Enis Batur’ların geldiği bir binaymış. Ayrancı’da böyle bir hafıza mekânı olması kıymetli…  

Ankaramızda gerçek hayatımızda çok bürokratik olan dairelerle, kurumlarla idari yapılanmalarla rutinin içindeyiz. Kitabınızda gerçek hayatta karşılaşmadığımız çok farklı isimleri olan departmanlar kurmuşsunuz: Pişmanlık Departmanı, Kolektif Hafıza Birimi… Son olarak böylesi birimlerin olduğu bir mahalle, semt, kent yaşamı hayal etmek mümkün mü diye sormak istiyorum.

Gelecek henüz yaşanmadı. İhtimaller açık. Şu anda gelecek negatif görünse de hayatın diyalektiği var. Her şey her zaman böyle gitmeyebilir dünyada. Umarım biz görürüz. 

Ayrancı, Ankara ve hayat hakkında… Spolier vermeden romandan alıntılarla izini sürdüğümüz bu özel söyleşi için çok teşekkürler. 

Beni davet ettiğiniz için ben teşekkür ederim.

Taksi duraklarının işgaline son verilmeli

Ben Cengiz Köse, makine mühendisi ve akademisyenim. Ayrancı mahallesinde oturan bir semt sakini olarak Ayrancıyla ilgili problemi anlatmak ihtiyacı duydum. 

Yıllardır Hoşdere’de bulunan Ayrancı taksi durağının kendisinin prefabrik bir binası ve yeterli araç park yerleri olmasına rağmen hemen durağın arkasında bulunan, Ayrancı Muhtarlığı ile arasındaki Çankaya Belediyesi’ne ait alana Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından yeniden inşaat başlatıldı. Buraya Ayrancı taksi durağını genişleterek betonarme bir bina yapılacağını öğrendim.

Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin taşeronu tarafından aceleyle zemin betonları ve kolonları dökülmeye başlandı. Belediye çevreye verdiğimiz rahatsızlık dolayısıyla diyerek bir bilgi tabelası astı. 

Çankaya Belediyesi’ne ait bir yerin, bedeli Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından üstlenilerek ticari bir hizmet için kullanılmasını doğru bulmuyorum. Belediye bütçesinin halk ve toplum yararına kullanılması gerekirken ihtiyaç olmadığı halde taksi durağına tahsis edilmesini düşündürücü buluyorum. Taksi ticari bir işletmedir ve kamu hizmeti değildir.

Bu konuda Ayrancı mahallesi muhtarına, Çankaya Belediyesi’ne ve Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne dilekçe verdim. Buranın taksi durağına tahsisinin durdurularak, inşaatın sonlandırılmasını istedim. Bu konuda da bir vatandaş olarak gerekli yasal müracaatları yaptım. Taksi durağı inşaatından vazgeçilmesini, bu konuda tarafıma ve Ayrancı sakinlerine yazılı olarak gerekçelerini içeren bir bilgi verilmesini talep ediyorum.

Küçük araçlar, büyük sorunlar: Mikromobilitenin kentlerdeki rolü ve zorlukları

Mikromobilite, kelime anlamı olarak mikro hareketliliği ifade eden bir kavramdır ve paylaşıma açık scooter ve bisiklet gibi araçları kapsamaktadır. Ancak, gelişen teknoloji bu alanda yeni araçların tasarımına da olanak tanıyacaktır. Günümüzde, kısa mesafeleri mikromobilite araçlarıyla özgürce dolaşan geniş bir kullanıcı kitlesi bulunmaktadır. Başta minimal tasarımlarıyla dikkat çeken bu araçlar, dünyada 1990’lı yıllardan itibaren kullanılmaya başlanmış olsa da GPS sistemleri, mobil ödeme çözümleri ve şarj edilebilir batarya gibi gelişmeler sayesinde kentsel mobilite için önemli araçlar haline gelmiştir. Kontrolsüz biçimde büyüyen kentler, artan nüfus artışıyla beraber başta trafik olmak üzere ciddi altyapı sorunlarına sebep olmaktadır. Bir yerden bir yere ulaşmak isteyen vatandaşlar toplu taşıma ya da özel araçlarını kullansalar da trafikten kaçamamaktadır. 

Ulaşım alışkanlıkları üzerine yapılan araştırmalar dünya genelinde insanların kişisel yolcuklarının %35’inin 2 km’den az, %75’inin de 10 km’den az olarak gerçekleştiğini gösteriyor.(1)

Bu durum göz önüne alındığında, mikromobilite araçları yolcular için kullanışlı bir alternatif haline gelmiştir. Kentlerde mikro hareketliliğin yaygınlaşmasıyla birlikte, ‘paylaşımlı scooter’ konsepti yeni bir girişim sektörü oluşturmuş ve Türkiye’de birçok alternatif ortaya çıkmıştır. Bu alandaki en bilinen markalardan bazıları Martı, BinBin, Palm, Hop! ve Beam’dir.

Türkiye özelinde, paylaşımlı scooterların fiyat politikaları genellikle açılış ücretine ek olarak dakika başına yaklaşık 4-7 TL arasında değişmektedir. Taksi ücretleriyle karşılaştırıldığında, scooterlar genellikle daha ekonomik bir seçenek sunmaktadır. Scooter paylaşımına olan yüksek talep göz önüne alındığında, çeşitli firmalar bireysel elektrikli scooter satışına da başlamıştır. Bu scooterların fiyatları 12 bin-30 bin TL arasındadır. Başta kullanışlı ve makul fiyatlı görünen bu araçların kullanım şartları her zaman kolay olmayabilir. Olumsuz hava koşulları, eğimli arazi ve koruyucu ekipman eksikliği gibi faktörler, çeşitli kazalara yol açabilmektedir.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2022 yılı verilerine göre elektrikli scooter ile yapılan 1.840 kazadan 8’inde sürücüler hayatını kaybederken, 1.554 sürücü de çeşitli şekillerde yaralandı.

Ankara’dan gözlemlerimi aktarmam gerekirse; caddelerde direklere park edilmiş olan bu minimal scooterları ilk gördüğümde, sadece gençler tarafından eğlence amaçlı kullanılacağını düşünmüştüm. Ancak, geçtikçe bu araçları her sokakta ve caddede daha sık görmeye başladım. Özellikle metro istasyonları gibi aktarma noktalarında daha yaygın bir şekilde park edildiklerini fark ettim. Bu durum, scooterların kentteki yolculuk ihtiyaçlarını karşılayarak geniş bir kullanıcı kitlesi tarafından tercih edildiğini gösteriyor.

Mikromobilite, kentler, yolcular ve girişimciler için muazzam bir fırsat sunarak, kentlerin karşılaştığı ulaşım sorunlarının giderilmesine yardımcı olacak adımlar atıyor ancak kentlerimizin buna ne kadar hazır olduğu tartışılır.

1 Kaldırım işgalleri Foto: Elif Deniz Acar (Ağustos 2024)

Kentlerimizin tasarımında yayalar için yeterli kaldırımların bulunmaması, scooterların popülerleşmesiyle daha da belirgin hale gelmiştir. Birkaç metre genişliğindeki kaldırımlar, çoğunlukla yayalar ve scooter kullanıcıları tarafından paylaşıldığından, bu durum çeşitli güvenlik sorunlarına yol açmaktadır. Bisiklet yollarının yetersizliği hem yaya hem de sürücülerin emniyetini riske atmaktadır. Scooter kullanıcıları, bazen araçlarla aynı şeridi paylaşmak zorunda kalmakta; bu da ciddi trafik kazalarına ve can mal kayıplarına neden olabilmektedir. Ayrıca, açık kamusal alanlarda bisiklet ve scooter park yerlerinin eksikliği, bu araçların düzensizce park edilmesine ve yaya sirkülasyonunun aksamasına yol açmaktadır. Vandalizm ise, kentlerin karşı karşıya olduğu bir diğer sorun olarak mikromobilite araçlarını olumsuz şekilde etkilemektedir.

Yönetmelik ne diyor?

Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı tarafından 14 Nisan 2021 tarihinde yayımlanan Elektrikli Scooter Yönetmeliği, şu düzenlemeleri içermektedir:

  • Ayrı bisiklet yolu veya bisiklet şeridi varsa, e-scooterların sadece bu alanlarda kullanılmasını,
  • Yaya yollarında sürülmesini,
  • Kamu düzenini bozacak, özel mülkiyeti ihlal edecek ve yayalar, engelliler ya da hareket kısıtlılığı olan kişilerin güvenli ve bağımsız hareketlerini, araç ve yaya trafiğini engelleyecek şekilde park edilmesini yasaklamaktadır.

Ancak, bu kurallara rağmen, kaldırımda sakince yürüyen insanların hızla yanından geçen veya engelliler için ayrılmış alanları işgal eden scooterlar oldukça yaygındır.

Yönetmelikte ayrıca, e-scooterların gece diğer araç sürücüleri ve yayalar tarafından rahatça fark edilebilmesi için şu ekipmanlarla donatılmaları gerektiği belirtilmiştir:

  • Önde beyaz ışık veren ve en az 20 metreyi aydınlatan bir far,
  • Arkada kırmızı ışık veren bir lamba ve kırmızı reflektör,
  • 30 metreden duyulabilecek bir ses çıkarabilen zil, korna veya benzeri bir ses aleti.
  • Bisiklet sürücüleri için koruyucu kask takma zorunluluğu yönetmelikle belirlenmişken, elektrikli scooter kullanıcıları için böyle bir zorunluluk bulunmaması, kazaların daha ağır yaralanma ve ölümle sonuçlanma riskini artırmaktadır.
2 Kaldırım işgalleri Foto: Elif Deniz Acar (Ağustos 2024)

Madde 21 gereğince:

Paylaşımlı e-scooter işletmeciliği yapanlar ve bu faaliyetlerden yararlananlar, Yönetmeliğin kendilerine yüklediği görevleri doğrudan yerine getirir ve kullanırlar.

E-scooterların, 2918 sayılı Kanun kapsamında belirtilen kurallara uygun olarak kullanımı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı tarafından denetlenir.

Bu hükümlerden, elektrikli scooterların denetim ve yetki işlemlerinin yerel yönetimler ve kolluk kuvvetleri iş birliğiyle yürütülmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bazı yerel yönetimlerin bu konuda somut adımlar atmış olması umut verici olsa da mevcut düzenlemelerin ve uygulamaların yeterli olmadığı görülmektedir.

Onlar ne yaptılar?

Paris, Fransa: Paris, sokaklarda kiralık elektrikli scooter kullanımını yasaklayan ilk Avrupa başkenti oldu. Özellikle kaldırım işgali ve hız sınırlarına uyulmaması gibi sorunlar, şehir yönetimini düzenlemeler yapmaya yönlendirdi.

San Francisco, ABD: San Francisco’da scooterların aşırı kullanımı ve düzenlemelere uyulmaması nedeniyle bazı kısıtlamalar getirildi ve bazı bölgelerde tamamen yasaklandı.

Melbourne, Avustralya: Melbourne’da belediye meclisinde, güvenlik tehlikesi oluşturduğu gerekçesiyle paylaşımlı scooter’ların yasaklanması için oylama yapıldı. Meclis üyeleri, 4’e karşı 6 evet oyuyla paylaşımlı scooterların toplatılmasına karar verdi.

İstanbul, Türkiye: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Buğra Gökçe’nin açıklamasına göre kentte scooter park alanları kurularak bu alanları kullananlara yüzde 10-15 arası indirim yapılmasına karar verildi. Ayrıca yerel yönetimler ve hizmet sağlayıcıların iş birliği içerisinde hareket etmesini sağlayan ‘E-Skuter Komisyonu’ kurulacağı duyuruldu.

3 Kaldırım işgalleri Foto: Elif Deniz Acar (Ağustos 2024)

Biz ne yapabiliriz?

Tüm bu sorunların çözümü, her bölge için farklılık gösterebilir ancak, GPS sistemleri, gelişen teknoloji ve yerel iş birliği sayesinde, kullanıcıları ve sağlayıcıları koruyacak etkili politikalar ve yaptırımlar geliştirilmesi mümkündür. Yerel yönetimlerin, bulundukları bölgenin olanaklarına göre mikro hareketliliği destekleyen ve kullanıcıları koruyan politikalar oluşturması gerektiği kadar, bazı bölgelerde sınırlama ya da yasaklama gibi önlemler alması da zorunlu olmalıdır.

Mikromobilite araçları, Covid-19 pandemisinin ardından kullanışlı bir alternatif olarak öne çıkmıştır. Bu araçlar kentlerde kısa mesafeli yolculukları uygun fiyatla ve trafik sorunlarından etkilenmeden yapabilmek için pratik bir çözüm sunar. Yaşam koşullarımızın her geçen gün değişmesiyle birlikte mikro hareketlilik araçları da evrim geçirecektir. Kent yönetimlerinin görevi, mikro hareketliliği destekleyen ve kullanım koşullarını düzenleyen gerekli altyapı iyileştirmelerini yaparak, bu araçları ulaşım ağlarımıza entegre etmektir. Bu entegrasyon sürecinin temel amaçları güvenliği artırmak, sürdürülebilirliği sağlamak ve erişilebilirliği kolaylaştırmak olmalıdır. 


(1) Daniel Schellong, Philipp Sadek, Tyler Barrack. The Promise and Pitfalls of E-Scooter Sharing. BCG.16 May 2019. https://www.bcg.com/publications/2019/promise-pitfalls-e-scooter-sharing (Erişildi: Mart 21, 2021).

Başvurular

Daniel Schellong, Philipp Sadek, Tyler Barrack. The Promise and Pitfalls of E-Scooter Sharing. BCG. 16 May 2019. https://www.bcg.com/publications/2019/promise-pitfalls-e-scooter-sharing (erişildi: March 21, 2021).

Elektrikli Scooterlar, Elif Deniz ACAR Ağustos 2024

Yanlış sokak adları

Melih Cevdet Anday’ın Rosenberg’ler için yazdığı “Anı” şiirini bilirsiniz: ABD yurttaşı Julius ve Ethel Rosenberg çifti, “Sovyet casusu” olmakla suçlanarak 1953 yılında New York’ta idam edilmişti. Anday, o kurbanların anısına yazmıştı “Anı” şiirini:

“Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma.”

Sokakların da insanlarınki gibi öyküleri vardır. Her sokak adının çağrışımlarıyla bambaşka bellek gezilerine çıkarız. Çünkü o sokaklarda nice anılar, yaşanmışlıklar, tanıklıklar gizlidir. 

Son yıllarda sokak adlarının da siyasal-ideolojik kavgalara kurban edildiğini görüyoruz. İnsanların belleğinde ve anılarında yer etmiş kimi tarihsel sokak adları, belediye meclislerinin partizanca tutumuyla kolayca değiştirilebiliyor. Bir belediyenin sokaklara, caddelere, alanlara verdiği adları, sonraki belediye yönetimleri, siyasal meşreplerine uygun görmedikleri için kaldırıyor! Sokak adları siyasal bağnazlıkla böyle zırt pırt değiştirilince de ortada kent belleği diye bir şey kalmıyor…

* * *

Menemen Belediyesi güzel bir iş yapmış. Gidip görmedim ama bir sokağa “Şiir Sokak” adını vermiş. Ne denli sevindim, anlatamam! Umarım “şiir” sözcüğü yalnızca sokağın adı olarak kalmaz; o alan şiir dinletilerine ve gösterilerine de sahne olur! Tabii, bu arada sokağın adıyla ilgili küçük bir düzeltme yapmam gerekiyor: “Şiir Sokak” yazımı yanlıştır. “Şiir Sokağı” denmeliydi. Tıpkı Ahmed Arif’in “Karanfil Sokağı”, Yılmaz Odabaşı’nın “Kumrular Sokağı” gibi!

Sokak adları dilbilgisi bağlamında birer tamlamadır. Dilci terimiyle söylersek “belirtisiz ad tamlaması”dır. Böyle yapılarda “tamlanan” sözcükler iyelik eki alır. Dolayısıyla “şiir” ve “sokak” sözcükleri tamlama yoluyla iyelik ilişkisine girince “Şiir Sokağı”na dönüşür. 

Cumhuriyet gazetesinin künyesinde, Ankara Bürosu’nun adresi eskiden “Ahmet Rasim Sokak” diye yazardı. Az uyarmamışızdır düzeltmeleri için! Şimdilerde adres değişmiş ama yazım yanlışı değişmemiş! Çünkü “Abidin Daver Sokak” yazıyor yeni künyede! Oysa sokak adları böyle yazıldığında, baştaki kişi adı sokağın tamlayanı olmaktan çıkıp önadı (sıfatı) oluyor!

Bizim sitenin eski müdürü çiçeksever bir arkadaştı. Site içindeki sokaklara çiçek adları vermişti: Akasya Sokak, Defne Sokak, Manolya Sokak, Yasemin Sokak, Nergis Sokak… Elbette sevinmiştik. Ne var ki aynı yazım yanlışının orada da yinelenmesini önleyememiştik! 

* * *

Numaralı sokak ve cadde adlarını hiç sevmem! Sanki Türkçede sözcük kıtlığı varmış gibi buralara numara verilmesi bana hep saçma gelmiştir. Sayıların yüreğe dokunan, belleği canlandıran bir çağrışımı yoktur. Böyle sokak adlarını oldum olası ruhsuz, kuru ve anlamsız bulmuşumdur…  

Yanlış anımsamıyorsam, ilk kez İzmir’de başlamıştı numaralı sokak uygulaması. Ankara’da ise başlangıçta yalnızca Bahçelievler Mahallesi’nde vardı. Sonra yaygınlaştı. Ama onu da çorbaya çevirdiler! Bir karmaşadır gidiyor bu konuda. Bir bakıyorsunuz, “9.uncu Cadde” diye yazmışlar. Bir başka yerde ise “9’ncu Cadde” levhası çıkıyor karşınıza! Sokak adları da öyle; bazen “41 Sokak” biçiminde noktasız yazılıyor. Oysa ille de numaralı olacaksa, bu sokak ve caddelerin adları “41. Sokak” ve “9. Cadde” diye yazılmalıdır. 

Görülüyor ki, sokak ve cadde adlarını çoğu zaman Türkçenin yazım kuralına göre yazmıyoruz. İster ad tamlaması biçiminde olsun, ister numaralı olsun, sokak ve cadde adlarının yazımına özen göstermek gerekiyor. Özellikle yerel yönetimlerin ilgili birimlerine bu konuda büyük görev düşüyor. 

Yanlış sokak adları konusunda birkaç çarpıcı örneği de fotoğraflı olarak ilgililerin dikkatine sunalım. Belki “görsel uyarı”nın bir yararı olur!

(BirGün, 20 Temmuz 2024)

Ayrancı’nın dereleri nerede?

11 yıl önce Ankara/Ayrancı’ya ilk taşındığımda semtin topoğrafyası beni şaşırtmıştı. Açıkçası bu kadar yokuşlu bir kent beklemiyordum. Nispeten daha düz olan Eskişehir ve Konya’ya kıyasla Ankara tam bir vadiler kenti. Bir zamanlar bu vadilerden şimdi sokaklara adını veren derelerin aktığını yüksek lisans tezimi yazarken öğrendim. Ankara’nın yerleşim örüntüsüne yön veren bu derelerin nasıl kaybolduklarını ve tekrar gün yüzüne çıkarılıp çıkarılamayacağını merak ederek tezimi 2020’de bitirdim. Kent merkezinde 100 km2 alana odaklanan çalışmamda yüzeyden yaklaşık 56 km akarsuyun yok olduğu sonucuna ulaştım ve Kayıp Dereler Haritası oluşturdum. Su yaşamı canlandırdığı gibi aslında şehir hayatını da canlandırmaktadır. Ankara’da bir akarsu boyunca yürümek, oturmak, sohbet edebilmek suyun akışını herhangi bir kötü koku olmadan yakından izleyebilmek ne güzel olurdu değil mi? Fakat Ankara’nın dereleri şuan yerin altında menfezlerden akıyor ve daha nicesi yürürlükteki mevzuatlara göre beton kanallar içine alınarak ıslah ediliyor.

Ankara’nın dereleri nasıl kayboldu?

Derelerin kayboluşu Cumhuriyet Ankara’sının da tarihi aslında. Ankara il sınırının çok büyük bölümü Sakarya Havzası içindedir. Hatip Çayı, Çubuk Çayı ve İncesu; Bu akarsular birleştikten sonra Ankara Çayı adını alır ve batıya Sakarya Çayına doğru ilerler. Ankara’nın jeomorfolojik özellikleri, bu dört akarsuyu besleyen birçok küçük suyoluyla şekillenir. Bu derelerin kuru dere yani mevsimsel akışa geçen dereler olduğunu belirtmek gerekir. Ankara iklimi ve yer şekilleri itibariyle konveksiyonel (kırkikindi) yağışlar almaktadır. Dolayısıyla düşük debili bu kuru dereler ilkbaharda yüksek debi ile akar ve havza ekosistemini besler.

Kalenin etrafını dolanan Hatip Çayı kentin evsel ve ticari su ihtiyacını uzun süre karşılamıştır. Üzerine Romalılar tarafından inşa edilen ‘bent’ baraj görevi görmüş ve suyu şehrin belirli bölgelerine cazibe  (yerçekimi) ile taşımak için kullanılmıştır. Bu nedenle Hatip Çayı, “Bentderesi” olarak da anılmaktadır. Diğer derelere nispeten daha yüksek debide akan Hatip Çayı üzerinde buğday vb. öğütmek üzere kurulmuş değirmenler, deri yıkamak için Tabakhane denilen dükkânlar bulunmaktaydı. 1900’lerin başında İncesu deresi ise Ankara Garı önünde taşarak geniş bataklık alanlar oluştururdu. Bu durum sıtma hastalığının artmasına sebep olurdu. Ankara başkent olduktan sonra kentsel gelişimini yönlendiren Jansen Planında bu bataklık alanlar, açık-yeşil sistemler olarak planladı. Gençlik Parkı, Stadyum ve Hipodrom gibi spor ve rekreasyon alanlarının Gar önündeki düzlükte planlanması bir tesadüf değildir. Bu yeşil koridor Abdi İpekçi ve Kurtuluş Parkına doğru uzanmaktadır. İlerleyen dönemde İncesu dere yatağı daraltılmıştır. 1944 Ankara Haritasında İncesu deresinin taşkın önlemek amacıyla Sıhhiye pazarı ve Atatürk Bulvarı boyunca Kazım Özalp caddesine kadar kanal içine alındığı görülür. 

Ayrancı’nın dereleri

Ankara’nın üç ana deresi dışında, şehirde mevsimsel olarak akan irili ufaklı birçok dere vardır. 1944 Çankaya Haritasında, İncesu deresinin batı tarafında sırasıyla Büyükesat, Kavaklıdere, Hoşdere, Dikmen deresi ve Kirazlıdere gözükür. Hoşdere, o dönemde Orta Ayrancı ve Yukarı Ayrancı olarak gösterilen vadiden –Portakal Çiçeği Vadisi– aşağı doğru bugünkü Kuzgun sokak boyunca Meclis bahçesine doğru akmaktadır. Kavaklıdere ise kaynağını Çankaya Köşkü yakınından alarak Seğmenler Parkı içinden geçip bugünkü Tunus Caddesi boyunca ilerler ve İncesu deresine kavuşurdu. Günümüzde Kavaklıdere Seğmenler Parkı içinden halen açıktan akmaktadır, ancak Seğmenler Parkı alt kotunda menfeze girer, Kuğulu Parkın altından geçerek Tunus Caddesi boyunca yolun altından akar ve İncesu menfezi ile birleşir. 14 km uzunluğu bulan Dikmen Çayı ise Dikmen Köyü Camii’si civarından başlayarak vadiden geçer ve Kara Harp Okuluna doğru devam ederek bugünkü Saraçoğlu Mahallesine doğru akardı. Trajik bir şekilde bugün dere, vadi içerisindeki menfezde, yer altından akarken üstünden yapay havuz akar. Sonrasında Çetin Emeç Bulvarı altında bulunan sel kapanına (su tutma alanına) girer ve Cemal Süreya Parkına doğru Dikmen Caddesi altından geçerek Kirazlıdere menfezi ile Necatibey metro istasyonu civarında birleştirilir, son olarak Ankara Çayına yönlenir. 

Ayrancı’nın dereleri

Derelerin kaderini değiştiren seller 

11 Eylül 1957’de Hatip deresinin ve de kentin kaderini değiştiren büyük bir sel meydana gelir. Erman Tamur’un “Suda Suretimiz Çıkıyor” eserindeki anlatımıyla il merkezinde yağmur bile yağmamışken Hatip Çayı’nın su toplama havzasında yer alan Hasanoğlan, Lalahan, Kayaş ve Mamak bölgeleri 1,5 saat yağış almış, su, derenin taşma debisini aşarak Kayaş-Dışkapı güzergâhındaki taşkın yatağında bulunan her şeyi önüne katıp sürüklemiştir. Önceki yıllarda da Hatip, İncesu ve Dikmen derelerinde seller meydana gelmiş ise de bu seferki sel, 20 milyon lirayı aşkın hasar ve 165 kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. O yıl erken seçime giden Türkiye’nin siyasi gündemi de çok hareketliydi, öyle ki selle aynı gün mecliste Seçim Kanunu değişiklikleri yapılmaktaydı ve sel meclis gündemine ancak gece girebilmişti. Sel sonrası Hatip Çayı’nın ıslahı DP’nin bir seçim propagandası olmuş ve akabinde bir kısmı (bugünkü Bentderesi Caddesi) yer altına alınarak Hatip Çayı kapatılan ilk dere olmuştu. 

Ankara’nın 11 Eylül 1957 Sel Felaketi

Dereler altyapısız başkentin kanalizasyon hatlarına dönüşürken, seller derelerin kapatılmasının bahanesi olmuştur. Hâlbuki seller politikacıların söylediği gibi asrın felaketleri değildir, insan müdahalesinin ve yetersiz altyapının bir sonucudur. Zira 1963 DSİ Raporunda taşkınların sebebi şu şekilde açıklanmıştır: “Kontrolsüz iskân derelerin tahliye kapasitesini azaltmıştır… Derelerin drenaj alanlarının bitki örtüsünden mahrum bulunması, arazinin yanlış kullanılması, herhangi bir şekilde toprak muhafaza tedbiri alınmadan tarım yapılması ve mecralara muhtelif artıkların dökülmesi…” Yani sellerin ana sebebi, yoğun nüfus artışı, dere kenarlarındaki gecekondulaşma ve altyapı yetersizliğiydi. Jansen Planı’nda 1980 için öngörülen nüfusa 1950’lerin başında ulaşan Ankara için yeni bir master plan (Yücel-Uybadin, 1957) yapılmış, plan raporlarında İncesu ve Bentderesi’nin kanalizasyon sisteminin bir parçası olduğuna değinilmiştir. 1963 DSİ Raporuna göre, şehrin yalnızca 1/10’unda atıksu ve yağmursuyu sistemi vardı, kalan yerlerde septik tanklar kullanılırdı veya atıksular arıtılmaksızın derelere deşarj edilirdi. Hatta 1950’lerde belediyeler, muhtarlara beton büzler dağıtmış halkın iş birliği ile atıksu hatları döşenmesi sağlanmıştır. Ancak bilgisizlik ve yönetim eksikliği nedeniyle yine DSİ Raporuna göre PTT’nin telefon menholüne bile kanalizasyon bağlantılarının yapıldığı görülmüştür. 1970’lerde Anadolu’nun büyük kısmı fosseptik çukurlarına insan dışkısını biriktirir, daha sonra gübre vb. olarak yararlanır ya da boş arazilere dökülürdü. Bu evsel atık anlamında çevre kirliliğini geciktiren olumlu bir durumdu aslında, çünkü 90’larda kanalizasyon bağlantısı arttıkça arıtma tesisi oranı yok denecek kadar az olduğundan içme suyu havzalarını tehdit eden kirlilik yüksek seviyelere ulaşmıştır. 

Atatürk Bulvarı’nın Sıhhıye bölümünden açıktan akan İncesu Deresi (1970)

Kanalizasyona dönüşen dereler

Büyük selden sonra Hatip Çayı’nın kent içerisinde kalan kısımları da 60lı yıllar boyunca DSİ tarafından kapatılmıştır. Böylelikle Hatip Çayının dere yatağı kamu yararına kullanılmak yerine ranta kurban edilerek özel mülkiyete geçmiş, şehir dışında yeni rekreasyon alanları (sel kapanları) inşa edildiği düşünülerek gözden çıkarılmıştır. İncesu ise açık bir kanalizasyon hattına dönüşmüştür. Raporlara göre yazın dereden gelen koku başkentin merkezine yakışmayacak şekilde ağır kokmaktaydı. Nitekim 1972-76 yılları arası İncesu deresinin kent merkezindeki büyük bölümü menfeze alınarak üstü kapatılmıştır. 1961’de kent merkezindeki sellere önlem almak için Dikmen deresi önüne büyük bir sel kapanı (bugün Çetin Emeç Bulvarı altındadır) yapılmıştır. Tamur’un anlatımıyla Dikmen deresi küçük bir dere olmasına karşın, mevsimsel sellere neden olurdu. Dere, Saraçoğlu Mahallesine doğru akarken yönünü değiştirip Anıtkabir-Bahçelievler tarafına yönlendirilerek Kirazlıdere ile birleştirildi, böylece sellerin önüne geçilmesi planlandı. Ankara Taşkın Projesi Tatbikatı (1968) kitabında İbrahim Batukan İncesu deresinde yapılan hatanın Kirazlıdere de yapıldığını, hemen Anıtkabir’in yanından bugünkü M. Fevzi Çakmak Caddesi altından akan Kirazlıdere’ye Beşevler boyunca birçok apartmanın kaçak olarak kanalizasyonlarının bağladığı belirtilmektedir. Yıllar içerisinde Dikmen deresinde de aynı hata yapılacaktı. 1957 Yücel-Uybadin İmar Planında vadiler (Seğmenler, Botanik vd.) koruma altına alındıysa da Dikmen Vadisi kontrolsüz yapılaşmaya uğramıştır. 1989’da Ankara Büyükşehir Belediyesi “Dikmen Vadisi Konut ve Çevre Geliştirme Projesi” adı altında bölgeyi yeniden ele almış, kentsel dönüşümün ilk örneklerinden birini gerçekleştirmiştir. Projede dere ıslah edilerek menfeze alınmış ve havza ekosistemi, geri dönüşümü olanaksız değişikliklere uğramıştır.

Dikmen Vadisi Çetin Emeç Bulvarı tarafından görünüşü 1990

90’lardan günümüze 

1980lerde Ankara Çayı’na arıtılmaksızın verilen kanalizasyon hatları neticesinde içme suyu havzalarındaki kirlilik yüksek seviyeye ulaştı. 1989’da ayrık kanalizasyon sistemi ve arıtma tesisi içeren Büyük Ankara Kanalizasyon ve Yağmursuyu Projesi (BAKAY) planlandı. 1997’de Sincan-Tatlar’da son teknoloji bir Arıtma Tesisi inşa edildi. Ancak, ABB, 2017’de BAKAY projesinin sadece %54ünün tamamlanabildiğini belirtmiştir. BAKAY Projesine göre yağmur suyu taşıması planlanan kapalı veya açık derelerin çoğu halen atıksu da taşımaktadır ve bu hatlara atıksu bağlantıları yapılmaktadır. Bu durum, 2016’da DSİ için hazırlanan havza raporlarında belirtilmiştir. Diğer taraftan IV. Sınıf yani çok kirli olan Ankara Çayı ve Sakarya Nehri tarımsal sulamada hatta içme suyunda kullanılmaktadır. 

Mansur Yavaş’ın da birçok kez dile getirdiği gibi bugün Tatlar Arıtma Tesisi yetersiz kalmaktadır, çünkü giren su miktarı çok fazladır. Nüfus artışı yanı sıra özellikle derelerin ve yağmursularının tesise maliyeti çok yüksektir. Dereler ve yağmur suları atıksu hatlarından ayrılarak, olabildiğince yeraltı suyuna sızdırılmalı ve bunun için klasik bir yöntem olan daha fazla boru döşemek yerine doğa-tabanlı çözümlere geçilmelidir. Yağmursuyu hasadı, yeşil çatılar, biyotutma sistemleri, geçirgen yüzey döşemeleri vb. sürdürülebilir drenaj sistemleri ile sadece su krizine değil kentlerin ısınmasına da çözüm üretebiliriz. Derelerin tekrar açılması bir hayal değil aslında ekolojik ve ekonomik bir gerekliliktir. 

Ayrancı’dan mektup: Mahallemizde bir pazar günü

Pazar sabahı –ya da belki sabahın ilerleyen saatleri– mahallemizdeki fırının önünde bir kuyruk oluşmaya başlar. Taze, çıtır beyaz ekmek gerçek Türk kahvaltısının olmazsa olmazıdır ve özellikle hafta sonları vazgeçilmezdir. Caddenin karşısında, adını tuhaf bir tembel hayvandan alan bir kafede ise ortalık hâlâ sakin. Hoş kış güneşi parlıyor, taze demlenmiş kahvenin aroması havayı dolduruyor ve peynir ve maydanozla doldurulmuş sıcak poğaça tezgâhın üzerinde bekliyor.

Pencerenin önündeki dergi yığınından, mahallemizde düzenli olarak yayınlanan yerel bir aylık gazete olan Ayrancım Gazetesi‘nin son sayısını alıyorum. Gazetenin sayfalarında, mahallemizde açılan yeni bir kafeden, nerede çömlekçilik dersi alabileceğinize, itfaiye araçlarının neden bazı sokaklara giremediğine ve mahallede mutlu olmanın gerçekte ne anlama geldiğine kadar pek çok konuya yer veriliyor.

Ankara’nın geniş merkezinde yer alan mahallemiz Ayrancı, belki de Türkiye’de eşsiz bir cevher. Beş milyonluk büyük bir metropolde yaşamamıza rağmen, burası küçük bir kasaba gibi hissettiriyor. Yerel fırında (evet, hafta sonları ekmek kuyruklarının olduğu fırında), kafede, yakındaki zeytin ve taze peynir satan dükkânda ya da yolun biraz ilerisindeki kuruyemişçide tanıdık yüzlerle karşılaşıyorum. Buradan Noel kurabiyesi yapmak için öğütülmüş badem ve Noel hediyesi olarak zeytinyağlı sabun alıyorum. 

Bugün, ana caddenin hemen dışındaki kafe huzurlu. Kafenin içi hâlâ boş ama birkaç saat içinde hem içerisi, hem de kışın Türk kafeleri için vazgeçilmez bir özellik olan ısıtıcı lambaların altındaki dışarısı dolacak. Ne de olsa sigara içen müşterilere hitap etmek zorundalar ki bu da Türkiye’de neredeyse herkes demek.  

Pazar sabahları burası sakin, ama hafta içi Güvenlik Caddesi bambaşka bir hâl alır. Trafikte takılmış, yokuş yukarı çıkmaya ve kalabalık caddeden kurtulmaya çalışan, korna çalan arabalar ile hazır yemekten ev alışverişine kadar her şeyi taşıyan motosikletlerin karmaşasıyla canlanır.

Kafeden ayrılıp daha sakin bir sokakta dolaşırken kendimi vitrinleri el işi hazinelerle ışıl ışıl parlayan küçük bir atölyede buluyorum. Burada seramik mumluklardan üfleme cam küpelere ve Beatles şarkı sözlerinin basılı olduğu kumaş çantalara kadar her şeyi bulabilirsiniz. Aslen Kıbrıslı olan sahibi bana atölyesini yıllardır aynı yerde işlettiğini söylüyor.  

Kapının önünde, mahallenin kedilerinden biri dalgınca etrafı izlerken, bir diğeri yakındaki bir duvarın üzerinde güneşleniyor, üçüncüsü ise yüksek bir ağaç dalından her şeyi gözlüyor.

Sadece fırının önünde değil, öğlen saatlerinde bölgenin en iyi döner kebabını sunan küçük restoranın önünde de bir kuyruk oluşuyor. Ana caddede yürürken kavrulmuş et, taze ekmek ve zeytinyağlı ev yapımı yemeklerin kokuları bize eşlik ediyor.

Ayrancı’da eski gelenekler modern yeniliklerle iç içe geçmiş durumda. Yaz aylarında, dolma gibi kış yemeklerinde kullanmak üzere kurutulmak için balkonlara asılan biberleri görebilirsiniz. Aynı evlerin duvarları ise yerel ve uluslararası sanatçıların birlikte oluşturduğu özenli grafitilerle süslüdür. Masa oyunlarının yaygın bir eğlence olduğu yıpranmış sandalyeli eski kafeler, çeşitli kahve demleme yöntemleri sunan modern işletmelerle yan yana durur. Yine de her iki mekânda da geleneksel çay temel bir unsur olmaya devam eder.

Eğer aktif olmak isterseniz, Ayrancı’da çok sayıda yoga stüdyosu bulunmaktadır. Ya da (nispeten) temiz havada egzersiz yapmayı tercih ediyorsanız bitiş çizgisindeki bir posterde Ayrancı’da “biz büyük bir aileyiz” ve “herkesin bir komşuya ihtiyacı var” yazılı olan yerel parkurda koşuya çıkabilirsiniz.

Pazar günü sona ererken, fırın rafları boşalacak, kafeler dolacak ve sokaklar her zamanki ritmine kavuşacak, Ayrancı’da sıradan bir gün daha…

Çaresiz ayaklar için mutluluk merkezi

Ayaklarınız oldukça taraklı ve büyükse fellik fellik büyük numara ayakkabı ararsınız ya da sipariş verip ustasına yaptırırsınız. “Büyük ayaklar yere sağlam basar” diyerek gönüllere su serpelim. Ülkemizde ‘Kocaayak’,  Çin’de ‘Yeti’, Avustralya’da ‘Yowi’ diye sevimli sözlerle hitap edilen büyük ayaklı kişilerin aynı zamanda büyük gönüllü olduğu söylenir.  

Zonguldak Ameli Birliği Konukevi karşısında Hoşdere Caddesi 76 numaradaki Büyük Numara Ayakkabı Merkezi sizi ustaya sipariş vermekten kurtararak, el işçiliğiyle yapılmış büyük numara ayakkabılar üretiyor. Bu mağazada erkekler için en küçük ayakkabı 45, en büyüğü ise 50 numara. Kadınlarımız için burada en küçük ayakkabı 36, en büyüğü ise 39 numara olarak bulunuyor.

Büyük Numara Ayakkabı Merkezi’nin işletme müdürü Kadir Hüner

Guinness Dünya Rekorlar kitabına giren en büyük ayaklı kişinin ayaklarının 35 cm dolayında, 56 numara ayakkabı giydiği yazılıyor..  Hoşdere Caddesi’nde 6 yıldır işletilen Büyük Numara Ayakkabı Merkezi’nin işletme müdürü Kadir Hüner iriadam.com ağından da online satış yapıyor. Ankara ve İstanbul üretim atölyelerinde özel seçilmiş ustalar durmadan büyük kadın ve erkek ayakkabısı yaptığını söylüyor. 

Büyük numara ayakkabıların seçilen derisinin dayanıklılık için daha kalın olduğunu belirten Kadir Hüner, yere sağlam basması için ortopedik  niteliklerin önemsendiğini, ücretinin de diğer normal ayakkabılarla aynı olduğunu ve toptan fiyatına sattıklarını, internet üzerinden yoğun ilgi olduğunu sözlerine ekliyor.

Mağazadaki bütün ayakkabılar öyle özenle, sanatsal estetik taşıyan bir ustalıkla üretilmiş ki, kadın ve erkek ayakkabıları ne kadar büyük olsa da hepsi de çok sevimli ve oldukça şık görünüyorlar. Ayakkabılardan hoş bir deri kokusu tüm mağazaya yayılıyor, insan birini alıp duvara süs olarak asmak istiyor. Hoşdere’deki Büyük Numara Ayakkabı Merkezi haftanın her günü 09.00-18.00, Pazar günleri ise 12.00- 19.30 arasında açık bulunuyor. Mağazanın İstanbul ve Ankara Hoşdere’de iki şubesi bulunuyor, her iki şehir atölyesinde de üretim yapılıyor,
iriadam.com adresinden iletişim kurulabiliyor.

BÜYÜK NUMARA AYAKKABI
Hoşdere Caddesi No:76 Ayrancı – Ankara
Tel: 0 544 474 23 26
www.iriadam.com