Komşuluk kadar sıcak, ahşap kadar sağlam Tahtadan Tükkan

Ayrancı’nın Kırkpınar Sokağı’nda, dışarıdan bakıldığında sade görünen ama içine adım attığınız anda sizi zamanın gerisine taşıyan bir marangoz atölyesi var: “Tahtadan Tükkan”. Bu küçük ama derin hikâyeli dükkânın ustası Serkan Bey, ahşapla kurduğu ilişkiyi yalnızca bir meslek üzerinden değil, yaşamın bir parçası olarak tanımlıyor. Ahşap yolculuğu, 2012 yılında bir hobi olarak başlamış ama zamanla tutkuya dönüşmüş. Ankara Kalesi’nde küçük bir atölyede, birkaç el aletiyle oyma işleri yaparak başlayan bu serüven, zamanla profesyonelleşmiş. Öncesinde bir şirketin yöneticiliğini yapan Serkan Usta, masa başı işini bırakıp tamamen ahşaba yönelmiş.

İlk yıllarda Ankara Kalesi’nde küçük bir atölyede başlayan bu hikâye, zamanla Seyranbağları’na, ardından Birlik Mahallesi’ne taşınmış. Son iki yıldır ise dükkan, Ayrancı’da mahalleye kök salmış durumda. Ayrancının mahalle kültürünü hâlâ yaşatan semtlerden biri olması, burada yaşayan insanların mobilyaya olan ilgisi ve özellikle eski eşyalarla vedalaşmak istememeleri, bu tercihi değerli kılıyor. Burada yaşayan eski diplomatlar, bürokratlar ve kuşaklardır aynı eşyalarla yaşayan mahalle sakinleri sayesinde, tamir ve restorasyon işleri değer kazanıyor.

Tahtadan Tükkan’da yapılan işler modern marangozhanelerden oldukça farklı. Serkan usta, suntadan ya da MDF’den yapılmış işlerle ilgilenmiyor. Onun asıl meselesi, masif ahşap. Doğal haliyle, boyasız, kimyasalsız ahşapla çalışmayı tercih ediyor. Yüz yıllık tekniklerle, kök boya ve gomalak cila gibi geleneksel yöntemlerle, eski ustaların izinden gidiyor. Bu sayede hem malzeme hem işçilik doğal kalıyor, ahşabın kendi karakteri bozulmadan yaşatılıyor. Zira usta için ahşap, hâlâ yaşayan bir varlık. Mevsime göre çalışan, nem tutan, esneyen bu malzeme, doğayla bağını koparmamış bir ustalık alanı sunuyor.

2018’den beri ağırlıklı olarak antika mobilya restorasyonuna yönelen atölyede, mobilyalar sadece onarılmıyor; geçmişleriyle birlikte korunuyor. Bir gardırop düşünün: 1950’lerden kalma, sahibinin memuriyeti boyunca 40’a yakın yer değiştirmiş ama hâlâ sapasağlam ayakta. Böyle bir eşyayı dönüştürmek, yalnızca marangozluk değil, tarih bilinci de gerektiriyor. Serkan usta, bu tür işlerde orijinal yapıya mümkün olduğunca sadık kalmaya dikkat ediyor. Restorasyon sırasında eski ustanın tekniğine saygı gösteriliyor, bu da işin hem maddi hem manevi değerini artırıyor.

Salgınla birlikte insanların el emeğine olan ilgisi de artmış, eve kapanılan dönemde, birçok kişi kendi elleriyle bir şeyler üretmenin kıymetini fark etmiş durumda. Usta, atölyesinde çeşitli müdavimleri ağırlıyor. ODTÜ’de mimarlık okuyan bir öğrenci gelip çalışmak istiyor, bir dövme sanatçısı oyma işlerine merak salıyor, emekli bir hanımefendi tamirat deniyor. Kimi sadece zımpara yapıyor, kimi kafasını dağıtıyor. Bu atölye, ustanın deyimiyle zamanla bir terapi mekânına dönüşüyor. İçeri giren herkesin bir şekilde kendinden bir şey bulduğu, sabrı, emeği, üretmenin dinginliğini deneyimlediği bir alan oluyor.

Mahalleliyle kurulan ilişki ise işin belki de en güzel yanı. Usta, Emek Mahallesi’nde büyümüş biri olarak komşuluk kültürüne yabancı değil. Sandalyenin kırık bacağı, çıkmış gardırop kapağı gibi basit işleri çoğu zaman ücret almadan yapıyor. Çünkü bu onun için meslekten öte bir şey. Bir mahalleli, bir komşu olarak işini yapıyor. Böylece Ayrancı’da hem işini hem yerini bulan bir marangoz olarak, mahalleyle arasında sıcak bir bağ kuruyor.

Gençlere bu mesleği önerip önermediği sorulduğunda ise yanıtı net: “Türkiye’de ekonomik anlamda çok verimli olmasa da Avrupa’da el işçiliği çok kıymetli. Ama işin manevi yönü bambaşka. Sabır, emek, dikkat ve özveri isteyen marangozluk, hem bedeni hem zihni terbiye eden bir uğraş.” Usta, eski ahilik geleneğinden örnek veriyor: “Bir çocuğun marangoz olup olamayacağını anlamak için eline zımpara verirlermiş. Sekiz saat aynı yüzeyi zımparalayabilecek kadar sabırlıysa, devam ettirilirmiş.” Marangozluk böyle bir sabır ve sebat işi. Elinizin değdiği şey size ait oluyor. Usta, başladığı günden bu yana kimseye hediye almadığını, hep kendi elleriyle bir şeyler yapıp verdiğini söylüyor. Bu da bu işin getirdiği başka bir tatmin.

Ahşapla en çok bağ kurduğu malzeme ise ceviz. Ceviz, deseninin güzelliği, sağlamlığı ve çalışma keyfi açısından ustanın favorisi. “Delikanlı ağaç” diyor kendi ustası zamanında, çünkü ne kadar oyarsan o kadar karşılık veriyor. Gürgen de benzer nitelikte ve daha ekonomik. Her iki ağaç da uzun ömürlü ve sağlam malzeme olarak öne çıkıyor.

Mobilya üretiminde ahşabın doğru kullanımı da önemli. Yaş ağaçla yapılan işler kısa sürede çatlıyor, bozuluyor. Bu nedenle kesilen ağacın en az iki yıl uygun koşullarda kurutulması gerekiyor. Türkiye’de bu süreçler çoğunlukla Orman Genel Müdürlüğü denetiminde yürütülüyor. Bazı ağaç türleri endüstriyel olarak yetiştiriliyor, özellikle kavak gibi hızlı büyüyen türler inşaatlık ve mobilyalık olarak düzenli kesiliyor ve yeniden dikiliyor. Ekolojik denge de bu şekilde korunmaya çalışılıyor.

Kırkpınar Sokak’taki Tahtadan Tükkan, sadece marangozluk hizmeti sunan bir yer değil. Aynı zamanda hafızayla, emekle, sabırla ve mahalleyle kurulan derin bir ilişkinin mekânı. Bu atölye, her şeyin hızla tüketildiği bir zamanda, durmanın, üretmenin ve yaşatmanın değerini hatırlatıyor. Ahşabın yaşadığını ve yaşattığını görebileceğiniz nadir yerlerden biri. Ve iyi ki mahallemizde.


Serkan ÜNAL
Tahtadan Tükkan
Kırkpınar Sokak No: 5/A
(0532) 540 30 41
https://www.instagram.com/tahtadantukkan

Bir idealin peşinde: Artopia Sanat Galerisi

Sanatla kurulan yol, bazen yalnızca düşünsel üretimle değil, fiziksel mekânlarla da ete kemiğe bürünür. Artopia Sanat Merkezi, tam da böyle bir üretimin ürünü olarak Ayrancı semtinde, Cinnah Caddesi’nde doğdu. Burada, bireysel bir düş ile kamusal bir sorumluluk kesişiyor; sanat, mahallenin dokusuna usulca karışıyor.

Artopia’nın kurucuları Sevgi Yılmaz-Mehmet Yılmaz

Artopia’nın kurucuları (Sevgi-Mehmet Yılmaz), için sanatla yolculuk, çocukluk yıllarında çizgi romanların renkli dünyasında atılmış bir ilk adımla başlamış. Zamanla duvarlara asılan ilk tablolar, yerlerini yüzlerce eserin oluşturduğu bir koleksiyona bırakmış. Onlar için estetik bir beğeninin ötesinde; yaşama dair bir duruş, bir varoluş biçimi haline gelen bu süreç, onları kendi sanat mekânlarını kurmaya yönlendirmiş.

Artopia isminin kökeni de yolculuğun bir özeti gibi. “Art” ve “Utopia” sözcüklerinin birleşimiyle türeyen bu ad, sanatın taşıdığı idealist yükü ve düşlenen dünyaları çağrıştırıyor. Mehmet Ali Bey, Mülkiye yıllarında aldıkları ağır siyaset felsefesi dersleriyle, Platon’dan Campanella’ya kadar ütopyacı düşünürlerin dünyasında gezindiklerini anlatıyor. Mülkiye yıllarında edindikleri ütopya düşüncesinin, sanatla birleşerek Artopia’da vücut bulduğunu söylüyor: “Öğrencilik dönemimizde ütopya hep konuştuğumuz bir şeydi. Şimdi sanatla bütünleşerek bu özlem somut bir mekâna dönüştü.

Sanatı yalnızca bireysel bir uğraş olarak değil, toplumsal bir sorumluluk olarak gören Artopia, galericiliği, sivil toplumla sanat arasında bir köprü inşa ediyor. Kuruculardan Mehmet Ali Yılmaz, aynı zamanda Mülkiyeliler Birliği Başkanlığı görevini yürütüyor. Bu iki sorumluluğun birbirine paralel ilerlediğini belirterek, “Orası da burası da kamusal iş baktığımızda” diyor. Ona göre, “Sanat, hayatı ve yaşantıyı takip eder.” Bu anlayış, hem koleksiyonlarındaki seçimlere hem de galeri programlarına sinmiş durumda.

Artopia Sanat Galerisi

Artopia’nın Ayrancı’da, özellikle Cinnah Caddesi gibi güçlü bir aks üzerinde konumlanması da rastlantı değil. Kuruculardan Sevgi Yılmaz, Ayrancı’nın çocukluğunun geçtiği bölge olduğunu belirterek, galerinin mekânsal belleği ile kendi geçmişi arasında gizli bir bağ kuruyor: “İlkokulu, ortaokulu, liseyi burada okudum. Kaykayla dolaştığım sokaklarda şimdi bir sanat mekânı açmak, benim için çok özel bir his.

Galeri, sadece bir sanat mekânı değil; aynı zamanda bir yaşam alanı. Kurucular, eş olmanın yanında iş ortağı olmanın getirdiği profesyonel uyumdan söz ediyor. Sevgi Yılmaz, “Buraya adım attığımızda iş ortağı kimliğimiz öne çıkıyor” derken; Mehmet Ali Yılmaz ise, yıllardır hayatı birlikte paylaşmanın getirdiği kader birliğinden söz ediyor Koleksiyonerlikten galericiliğe geçiş, sanatın farklı yüzleriyle temas etmeyi de beraberinde getirmiş. Artık sadece almak değil, satmanın, paylaşmanın ve temsil etmenin sorumluluğunu taşıyorlar.

Ayrancı ile kurdukları ilişki şimdilik yeni yeni filizleniyor. Mahalle sakinlerinden gelen sıcak tepkiler, galerinin geleceği için umut verici bir tablo çiziyor. “Burada daha ne sürprizlerle karşılaşacağız bilmiyoruz” diyorlar, ama hissettikleri şey belli: Potansiyel yüksek. Sevgi Yılmaz, “Bir ressamla iletişim kuracağız diyoruz, bir bakıyoruz, bir arka sokakta atölyesi var” diyor. Mehmet Ali Yılmaz ise Ayrancı’yı, geçmişten bugüne galerilere ve sanatçılara ev sahipliği yapmış, Ankara’nın kültürel kalbi olarak tanımlıyor.

Söyleşiler, sanatçı buluşmaları ve sergilerle Ayrancı’daki kültürel mirasa katkıda bulunmayı hedefliyorlar. En önemlisi, Artopia’nın herkesin rahatça gelip bir çay kahve içebileceği, sanatla iç içe keyifli vakit geçirebileceği sıcak bir mekân olması arzusu. “Kapımız her zaman açık” diyorlar. Artopia Sanat Merkezi, sanatı hayatın doğal bir parçası haline getiren, küçük ama güçlü bir adımın hikâyesi olmaya devam ediyor.


Artopia Sanat Galerisi
Cinnah Caddesi No: 64/A Y.Ayrancı – Ankara
0533 743 20 68
artopiagaleri@gmail.com

Ekin Yüksel: Bir işi çok iyi yapmak sizi sanatçı yapmaz, usta yapar. Sanatçı, eserine yorum katabilendir.

Seramik sanatçısı Ekin Yüksel ile seramik, sanat ve sanatçı olmak üzerine konuştuk. Ayrancı’da Çalgı Sokağında atölyesinde çalışmalarına devam ederken bir yandan hem kendi eserleri hem öğrencilerinin eserleri için sergiler düzenliyor. Kendisi son derece esprili, şakacı bir dost, güçlü bir kadın ve özel bir sanatçı. Bir sanat, bir kendini sağaltma, bir toprağa dokunma seçeneği olarak seramik konulu sohbetimize buyurunuz.

Seramik atölyeniz nerede, neler yapıyorsunuz?

Atölyemin biri Ayrancı’da, burada daha sanatsal çalışıyorum, galerilerle çalıştığım eserleri üretiyorum ve düzenli dersler veriyorum. Birlik mahallesindeki atölyem daha ziyade günlük workshoplar tadında ilerliyor. Düzenli ders alamayanların günlük olarak deneyim edinmesini, yoğunluktan çıkıp seramikle buluşmalarını hedefliyorum.

Heykellerimi galerilerle çalışarak satıyorum, aynı zamanda Birlik’teki atölyede aslında yurtdışında pottery house dediğimiz bir yöntem işliyor. Duvarlarda, raflarda yarı mamül dediğimiz ürünler var. İnsanlar onlara sunduğumuz renkler ve yöntemlerle dekorlamalar yapıyor ve çalışmaları bitince bunları fırınlıyoruz. Özel markalara özel tasarımlar yapıyoruz. Kurumsallarla da çalışıyoruz. Kurumların aktivite günleri oluyor; mesela 30 kişi geliyor o gün o kurum için atölye yapıyoruz. Çocuklar için doğum günü partileri düzenleyip çocukların böyle günlerde seramikle tanışmasını ve kaliteli, aktif ve verimli zaman geçirmelerini sağlamaya çalışıyoruz. Sırla Clup diye ekstra bir markamız var, bununla kapılarımızı dünyaya açıyoruz. Sırla Clup’ta Türk mitolojik yapısına dayanan özel parçaları modernize ederek dünya pazarına sunuyoruz.

Seramik kursunuz nasıl işliyor, öğrencilerden beklentiniz ne?

Seramik kursuna gelenlerden iki temel beklentimiz var: Birincisi, bizim çuvallarımız 20 kilo, herkes kendi çuvalını taşıyabilecek kadar güçlü olmalı. İkincisi ise vizyoner olmak ve eğlenceye açıklık. Bunun dışında öğrencilerimden bir beklentim yok. Çünkü atölyelerimizde geçirdiğimiz zamanda dost oluyoruz, çok eğlenceli bir ortamımız oluyor. Bu yüzden bu ortamı bozmayacak yükseklikte öğrenci arıyorum. İyi vakit geçirmeye müsait olsun ve kendi çamurunu taşısın, geri kalan her şey bende. Ekip oluştururken katılımcıların yaş aralığında makasın çok açık olmamasına dikkat ediyorum. Başka bir kriterimiz yok. 

Herkes seramik yapabilir mi? Seramik sanatçısı olmak için ne yapmak gerekir?

Ben sanatçı olmayı doğuştan bir yetenek olarak görmüyorum, bu tamamen disiplin ve azim işi. Herkes çizmeyi, elleriyle şekil vermeyi öğrenebilir. Kiminin el-göz-beyin koordinasyonu çocukluğundan itibaren daha iyidir o bir senede çözer, kimi vâkıf değildir beş senede çözer ama disiplinli çalışan, azmeden, çözmek isteyen herkes elbet başarıya ulaşır. 

Sanatçı olabilmenin kriteri, bir kırılma noktası var. Bu, dünyayı algılamak, bakmak ve görmek arasındaki farkla ilgili bir durum. Bu kırılma da biraz uzun zaman harcayarak olan bir şey. Bir işi çok iyi yapabilirsiniz, çok güzel bir Poseidon heykeli çalışabilirsiniz ama bu sizi sanatçı yapmaz, iyi bir usta yapar. Fakat o Poseidon heykelini yorumlayabilmek, bir manifesto yaratmak sizi sanatçı kılar. Bu yüzden duvara yapıştırılan bir muz trilyonlarca liraya satılırken rönesans tablosu gibi işler çok komik fiyatlara gidebiliyor. Çünkü aslında onu kıymetli kılan beceri değil üzerine düşünebilme kapasitesi. Üç ay kursla sanatçı olamazsınız ama tek bir konuya yoğunlaşarak, doğru materyalleri, doğru yöntemle kendi üretiminizi yapmaya başlayabilirsiniz. Sanatçı olmak zorunda değilsiniz seramikçi de olabilirsiniz. Bu da az ya da daha çok bir şey değil.

Seramik atölyelerinde gözle görülür bir artış var. Bu ilginin nedeni nedir?

Bence insanlar bir öze dönüş dönemine geçti. Özellikle pandemiyle birlikte içimize döndük, stresimizin farkına vardık ve bir toprağa dokunma ihtiyacı duyduk. Aslında bu atölyelere katılanlar çoğunlukla alaylı insanlar. Hayatları boyunca başkasının emeli, amacı için çaba sarf etmiş kişiler kendilerine dönmeye başladılar. Bunun finansal kaynağını sağlayabilenler kendilerine bir özgürlük alanı oluşturmaya başladılar. Ben bu durumu tatlı bir girişim olarak buluyorum. Herkesin yeterliliği ve işi doğru konumlandırılabilirse bu görünürlüğü de artırır. Aynı sektördeki insanların yan yana sanat dükkanları açarak bir muhitte toplanması girişimlerini çok destekliyorum. Tabii dışardan finansal kaynağınız varsa, çünkü kendi içinde döndürmesi korkunç derecede zor bir sektör. 

Ekin Yüksel’in eserleri

Eserlerinizde ağırlıklı bir kadın imajı görüyoruz. Sizce kadın oluşunuzla sanat arasındaki bağ nedir? 

Güçlü bir kadın imajı bana çocukluğumdan beri atfedilen bir durum, bu bir mecburiyet. Yani bu sadece dürtüsel bir durum değil. Sanırım ailemin de beklentisini karşılamak için de ekstra bir çaba sarfediyorum. Çünkü genelin onayını almak benim için ne yazık ki çok önemli. Bunu görsele dökebilecek varoluşa sahip olabilecek bir alanım var. Çoğu zaman duygularımızı 3 boyuta dökme şansımız olmaz ben bunu sağlayabiliyorum ve bu bende ekstra bir tatmin yaratıyor. Samimi düşüncem şu; keşke kimse gerçek manada güçlü olmak zorunda olmasa, çünkü güç gerektiren herhangi bir şey hayatımızda olmasa. Ama ne yazık ki, hayat bu şekilde akmıyor hepimizin uğraşıp didindiğimiz konular var ve bunu bazen kelimelerle, metaforlarla bazen de boyutsal olarak ortaya dökmek herkesin ihtiyacı olan bir konu. 

Kamuoyunda çokça tartışılan Beypazarı’ndaki havuç, Kızılcahamam’daki bazlama gibi yapıları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir cismin heykel olması için onun büyüklüğü ya da materyali önemli değil. Herhangi bir obje mermerden yapılınca heykel olmuyor. Doğru metafor ve manifestoyla, doğru anlam yüklenen şey heykel olup sanata dahil olabilir. Diğerlerine sadece büyük bir mısır, büyük bir havuç ya da büyük bir bazlama diyebiliriz ama asla heykel diyemeyiz.

EKİN YÜKSEL SERAMİK

Ayrancı Mahallesi,
Çalgı Sokağı No:1/C
Çankaya/Ankara

Instagram: ekinyukselceramic

Tiyatro, dekorsuz, ışıksız, kostümsüz hatta oyuncusuz bile olur ama seyircisiz olmaz

Tiyatro; insanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatıdır. Turgut Özakman

Bu sayımızda, sanat yapma arzusu ile yolları kesişen dört arkadaşın kurdukları bir tiyatro oluşumu olan ve oyunları semtimizde sergilenen Sisifos Sanat’a ve bu ekibin iki üyesi Burak Efe Meyilli ve Tuğkan Öztürk’e yer vereceğiz.

Bize kendinizden bahseder misiniz?

Efe: Ben Burak Efe Meyilli, 28 yaşında bir yazar ve oyuncuyum, hadi bir de yönetmen diyeyim çok sık yapmasam da. Hukuk Fakültesi mezunuyum ama meslekle bir alakam kalmadı, artık sadece biraz havasını attığım ayrıntı benim için.

Tuğkan: Ben de Tuğkan Öztürk, 25 yaşındayım, yazılacak birçok hikayenin henüz çok başındayım. Mühendislik fakültesi mezunuyum ancak kendimi daha çok tiyatro üreticisi olarak görüyorum.

Tiyatroya ilginiz nasıl başladı? Bu ilginin doğmasında neler etkili oldu?

Efe: Çocukken yazmaya ve bir şeyler canlandırmaya meraklıydım, ailem enerjimi atayım diye beni bir tiyatro kursuna yolladı. Şimdi görüyorum ki benim için nokta atışı bir yönlendirme olmuş bu.

Tuğkan: Ben Kırşehir’de büyüdüm. Pek tiyatro yoktu ama televizyonla büyümenin büyük etkisi oldu sanıyorum. Televizyonda gördüğüm insanlar gibi olmak istemiştim. Oynamayı hayal etmek çok keyifliydi. Anaokulundayken bir skeç sahneleyeceğimizde bütün rollere “Ben oynayacağım!” diye atlardım. Hâlâ da böyle yapıyorum.

Farabi Sahnesi’nde gösterimde olan “Sanat” adlı tiyatro oyununuzda sizi izledik, başarılı performansınızı ve seyirciden aldığınız dönütleri yerinde görmüş olduk böylece. Peki sizler rol seçimlerinde nelere dikkat ediyorsunuz? Bir tiyatro metnini okuduğunuzda, “Ben bu kişi olmalıyım!” dediğiniz yerler oluyor mu?

Efe: Kendi dertlerime benzer dertleri olan, benim amaçlarımla benzer gayelerde olan karakterleri kendime yakın bulurum. Örneğin, Sanat oyununda Sergey adlı karakteri canlandırıyorum, bu karakter yüksek bir meblağ ödeyerek üzerinde tek bir çizik dahi olmayan bembeyaz bir tablo satın alıyor. Bu tablonun da tüm olumsuz eleştirilere rağmen bir şaheser olduğunu düşünüyor. Ben de Sergey ile aynı fikirdeyim, bembeyaz bir tablo dahi ona bakanda sanatsal hisler uyandırıyorsa evet bunun adı sanattır ve evet, o eser bir şaheserdir.

Tuğkan: Bir tiyatro metni veya bir romanla karşılaştığımızda ana karakterle bağ kurmaya daha eğilimli oluyoruz. Çünkü ana karakterin iç dünyasını, motivasyonlarını, geçmişini, aslında amiyane tabirle her şeyini yazar doğrudan okura sunuyor. Yan karakterler ise birkaç ipucu ile anlatılıyor ve hikayesi o birkaç ipucu ile tamamlanmış oluyor. Bu açıdan bakınca yan karakterleri canlandıracak oyuncuların aslında birer yazar olup ipuçlarını doldurarak karakterini yaratması gerekiyor. Ben, yönetmen olarak bir rol dağıtacağım zaman kim o karakteri “yazabilir” bunu düşünüyorum. Ben bir karakteri canlandıracağım zaman aynı şekilde bu sefer ben hangi karakteri daha iyi yazabilirim diye düşünerek seçim yapıyorum.

Sizce sahne bir bağımlılık mıdır? İzlenme deneyimini tarif edebilir misiniz? Bu deneyim sizin için ne ifade ediyor?

Efe: Sahne tozu diye bir şey var tabi. Bir çeşit bağımlılık mı? Bence evet. İzlenme deneyimi büyük bir baskı elbette fakat bu baskının altında güzel bir iş ortaya koyduğunu görmek insan için hayatı çok anlamlı hale getiriyor.

Tuğkan: Bu biraz farklı bir soru. Ben tiyatroyu bıraktığımı hayal dahi edemiyorum ancak bunu bağımlılık olarak da tanımlayamam. Bağımlılık olumsuz çağrışım yapıyor sanki. İzlenmek ise büyük bir sorumluluk. Günümüzde dikkatimiz dağılmadan bir işe 5 dakika bile odaklanabilmek mümkün değilken, seyircinin 2 saate yakın bir zamanı bizlere ayırması çok ama çok değerli. Sahneye her zaman bu farkındalık ile çıkmak gerekiyor.

Oyunculuk ve yönetmenlik deneyimlerinizi düşündüğünüzde kendinizi hangisine yakın hissediyorsunuz, arasındaki farklardan bahseder misiniz?

Efe: Oyunculuk bir tutku, daha ziyade katartik bir eylem, hissetmeye dayalı. Yönetmenlik ise nereye gideceğini bilmediğin bir gemi kaptanı olmak, yol bulmak gibi. Ben kendimi daha ziyade oyunculuğa yakın buluyorum.

Tuğkan: Evet bence de oyunculuk bir tutku işidir ancak yönetmen olmak için deli olmak gerekiyor. Çok büyük bir sorumluluk farkı var ortada, resmin tamamını yaratmaya çalışmak ya da resmin bir parçasında var olmak… Bir seçim yapmak çok zor, ben ikisine de eşit mesafedeyim diyebilirim.

 “Sanatçı” ya da “tiyatrocu” olmak nasıl bir duygu?

Efe: Askerlik çok ilginçtir. Askeriye kadar sanatçı olmanın ilgi çektiği bir ortam daha görmedim. Ülkenin her yanından, kültüründen ve mesleklerinden insanların aslında sanatın önemine ve değerine ne kadar vakıf olduğunu gördüm. Hani nasıl desem törende şiir okuyorum diye askeriye kantininden bana cips, kola ısmarlayan da oldu.

Tiyatroya ilişkin bir hayaliniz var mı?

Tuğkan: “Godot’yu Beklerken” oyununu ilk okuduğumda gerçekten büyülendiğimi hissetmiştim. Tiyatroya ilgimi katlayan oyunlardan biriydi belki de. Okuduktan yıllar sonra da üniversitedeyken sergilemek istedim Godot’yu. Bir kaç prova sonrası ise bunun için henüz erken olduğuna karar verdik. O gün bugündür. Bekliyorum Godot’yu. Birgün gelecek ve sahnede beklemeye devam edeceğiz.

Sizce, ülkemizde ve/veya şehrimizde tiyatroya dair en büyük problem nedir? Bu problemin çözülebilmesi adına, biz sanat tüketicilerinin, sanat üreticileri adına yapabileceği neler var?

Efe: Tiyatroda yaşanan en büyük sıkıntıların temeli bence ekonomik. Ekonomik kaygılar sanat yapmayı, risk almayı zorlaştırıyor. Tiyatroya gidin, size hitap eden bir oyunun bambaşka bir deneyime dönüştüğünü göreceksiniz.

Tuğkan: Bir tiyatro, dekorsuz olur, ışıksız olur, kostümsüz olur hatta oyuncusuz bile olur ama seyircisiz olmaz. Biz tiyatro yaparken izleyicide bir anlık bile olsa bir düşünce yaratmak istiyoruz. Bu motivasyonla yola çıkıyoruz. Sanat tüketicilerini farklı kaynaklardan beslenmeye davet ediyorum. Sadece belli oyuncuların veya grubun oyunlarına yönelmektense farklı kaynaklardan beslenmek tüketici açısından daha yararlı olacaktır diye düşünüyorum.

Bizlere oyunlarınızdan bahseder misiniz? Sizi takip etmek isteyenler hangi platformlardan ulaşabilir?

Efe: Güncel olarak gösterimde “Sanat” ve “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” oyunlarımız var. Ayrıca ilk oyunumuz olan Kaktüslü Adam’ı da tekrar seyircimizle buluşturmak için provalara başladık. Ormanlardan Hemen Önceki Gece, her yerde ve herkeste yabancı olmuş, yaşamla ölüm arasında bir adamın derdini anlatma çabası. Hem ait olmak hem reddetmek isteyen, hem yaşamak hem de ölümle burun buruna gelmek isteyen oksimoron bir adamın hikayesi. Kaktüslü Adam ise işsizliğin hat safhaya ulaştığı bir ülkede işsizlik temelli intiharların arttığı bir dönemde geçiyor. Farklı gruplardan bir avuç intihara meyilli insanın, aynı parkta yollarının kesişmesini ve bu kesişimden doğan başkaldırıyı anlatıyor.

 Tuğkan: Ben de Sanat adlı oyunumuzdan bahsedeyim. Sanat aslında bir dostluk hikayesi diyebilirim. Birbirleriyle çok sık görüşemeyen ancak dostlukları çok eskilere dayanan üç arkadaştan biri, günün birinde beyaz bir sanat eserine bir servet harcadığında tepkilerimiz ne olur? Oyunda bu soruya yanıt bulmaya çalışıyoruz. Güncel olarak gösterimde olan üç projemiz var ancak elbette ki dahası da olacak. Bunlar için bizi sosyal medya üzerinden “Sisifos Sanat” olarak aratıp takip edebilirler.

Ayrancı Semti’nde bulunan tiyatro merkezlerinden birinde oyunlarınızı sergiliyorsunuz. Buradan yola çıkarak, semtimizin tiyatroya yaklaşımı ile ilgili genel değerlendirmenizi alabilir miyiz?

Tuğkan: Ayrancı’nın yıllar içinde bir tiyatro semtine dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Tunalı’daki sahnelerle birlikte bu civarda altı adet sahne var. E tabi bu karşılıklı bir ilişki. İlk sahne açıldı ve böylece bu çevrede bir tiyatro kitlesi oluşmuş oldu. Daha sonra bir ikincisi açıldı ve hem bu kitleden beslendi hem de bu kitleyi büyüttü. Sonunda sayı altıya kadar yükseldi. Eminim ki bu sayı daha da artacaktır. Çünkü burada artık bir tiyatro kültürü oluşmuş durumda. Bundan dolayı Ayrancı’daki tiyatro izleyicisi oranının diğer mahallelerden çok daha yüksek olduğunu düşünüyorum.

Efe: Ayrancı tiyatroya gitmeyi seven, sokakları ve insanları temiz, sanata ilgili bir semt. Çevrede pek çok sahne var, bu semt bu sahneleri yalnız bıraksaydı, bu yerler ayakta kalamazdı. Biz de yıllardır koltuklarımızı dolduran Ayrancılılara teşekkür ederiz.