Gecekondudan kültür köyüne: Gamsheon

Kentsel dönüşümün, kent yoksullarının ve gecekonduların gündeminde insanların yaşadıkları yerlerden edildikleri günler yaşıyoruz. Bu sadece ülkemizde böyle değil gelişmekte olan pek çok yerde benzer şeyler görebiliriz. Aykırı bazı örnekler bize başka çözümlerinde olabileceğini gösteriyor. Bunlardan birisi Güney Kore’nin Busan şehrindeki Gamcheon köyü.

Güney Kore’nin Busan şehrindeki Gamcheon köyü

Kökenleri

Gamcheon, Kore Savaşı (1950-53) sırasında mültecilerin ülkenin ikinci büyük şehri Busan’a akın etmesiyle oluşan bir gecekondu kasabasıydı. Kore’nin çalkantılı savaş tarihinin izlerini bugün bile taşıyan köyde evlerin çoğu 30 m2’den küçük, dışarıda inşa edilen umumi tuvaletleri paylaşan haldeydi. Şehir planlaması, kanalizasyon sistemi ve yeterli su temini imkanları olmadığından, bölge sakinleri bugün bile kasabanın çevresinde görülebilen kamu kuyularına bağımlıdır.

1980’lerde 30.000’e kadar ulaşan nüfusun çevredeki daha gelişmiş köylere taşındığından azalmaya başlamış ve 2010 yılında 8.000’e kadar düşmüş. Genç kuşakların köyü terk etmesi ve köye taşınan sakinlerin sayısının azalmasıyla yaşlı nüfusun oranı %26’ya kadar yükselmiş. Boş evler sahipsiz kalmış ve bölge yavaş yavaş gettoya dönüşmeye başlamış. Sonuç olarak, bölgedeki nüfus giderek sosyal açıdan savunmasız, yoksul ve dışlanmış sınıflardan oluşmuştur. Köy sakinleri barınma, gelir, eğitim, güvenlik ve yaşam koşullarını bakımında Busan’daki 205 köy arasında en geri ikinci köy olmuş. 

2009 yılında köyü yeniden canlandırmak ve yaşam koşullarını iyileştirmek amacıyla köyün sakinleri ve sanatçılar BM’nin Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nden ilham alarak Busan şehriyle ortaklaşa bir proje geliştirdiler. Gamcheon Kültür Köyü Projesi adı verilen proje ile köyü varolan hali ile korumak, sürdürülebilir bir şehir yaratmak ve yaşayanlar için bir topluluk oluşturmak amaçlandı. Bu çerçevede, sağlıklı yaşam ortamı, sürdürülebilir tüketim ve üretim, insana yakışır işler ve ekonomik kalkınma ile  kaliteli eğitim gibi alt hedefler belirlendi. 

Neler yapıldı

Köyde yaşayanların ilk başta projeye kayıtsız kalmaları ya da şüphe duymaları doğaldı çünkü geçimlerini sürdürmek için harcayacak paraları yoktu. Bu nedenle başlangıç olarak, temel altyapı hizmetlerini iyileştirmek amacıyla çevresel iyileştirme politikaları yürütüldü; kamuya ait foseptik tankların kurulumu, kanalizasyon ve eski istinat duvarlarının iyileştirilmesi ve sokakların bakımı öncelendi. Halka açık bir hamam ve köy yönetim ofisi inşa edildi. Gamcheon, köy çevre düzenleme yarışması gibi çeşitli kültürel etkinliklere ev sahipliği yaparak kendisini bir turizm destinasyonuna dönüştürdü. Sokak festivali ve sergilerin yanı sıra enstalasyon sanatı, hediyelik eşya dükkanları ile yeni işler yaratıldı. Kafeler, restoranlar, interaktif aktiviteler, tur programları ve tur rehberliği hizmeti, sürdürülebilir tüketim ve üretim yoluyla yerel ekonominin yeniden canlanmasına yol açtı. 

Topluluk faaliyetlerini artırmak için bir köy okulu, kentsel dönüşüm akademisi ve kültürel programlar geliştirildi. Bölge sakinlerinin gönüllü katılımı ve yeteneklerinin artmasına yol açan eğitimler geliştirildi. Katılım başlı başına eğiticiydi fakat köy aynı zamanda bir öğrenme ortamı olarak da hizmet ediyordu. 

Projenin başarısı yönetim sistemine bağlı

Bu projenin başarısına yol açan şey köy sakinlerini, sanatçıları ve şehir yönetimini bir araya getiren yönetim sisteminde yatmaktadır. Yukarıdan aşağıya kurulan kamu uygulamalarının aksine köy topluluğu, Gamcheon Kültür Köyü’nde yaşayan ve proje tekliflerini yapıp yürüten 120 köy sakininden oluşmuş. 

Gamcheon Kültür Köyü Projesi’ne liderlik etmek için idari işlerden sorumlu 17 kişiden oluşan yaratıcı bir şehir ekibi kurulmuş. Yaklaşık 40 yerel sanatçı, etkinlik planlayıcısı ve akademisyen uzmanlıklarıyla katkıda bulunarak projeye destek vermişler. 

Yaşam koşulları iyileştikçe ve yeni işler yaratıldıkça bu durumdan en çok bölge sakinleri yararlanmış. Köyde düzenlenen kültür ve sanat projeleriyle yaklaşık 20 yerli sanatçı sanatsal çalışmalarına destek sağlamışlar. 

Proje sadece Gamcheon için değil, aynı zamanda Busan, Güney Kore hükümeti ve diğer kamu kurumları için de örnek bir kentsel dönüşüm modeli oluşturarak bölgesel büyümeye ivme kazandırmış. Her yıl 2 milyondan fazla ziyaretçi çeken turistik bir cazibe merkezi olan Gamcheon Kültür Köyü, turizm endüstrisini de etkilemiş. 

Projenin ilk başladığı 2009 yılından 2017 yılına kadar projeye toplam 9.400.000 ABD Doları yani yıllık ortalama 975.000 ABD Doları bütçe aktarılmış. Bütçeler, merkezi hükümetin desteği, yerel yönetim ve topluluk fonu yoluyla sağlanmış. Dört ünlü mimar ve on yedi yerel sanatçı, köyün sanatsal manzarasını bir sonraki seviyeye taşımak için becerileriyle katkıda bulunmuşlar. 

Sonuçlar ve etkiler

Proje, çürüyen köyü kaliteli yaşam koşullarına sahip canlı bir topluluğa dönüştürdü. Proje aracılığıyla elde edilen sonuçlar, yalnızca ülkenin turizm endüstrisini güçlendirmekle kalmadı, aynı zamanda Busan ve çevresinde dengeli bir bölgesel büyüme girişimini de teşvik etti. 

UNESCO başta olmak üzere pek çok kurumdan ödül alan ve dünyanın belli başlı basın kuruluşlarının da ilgisini çeken Gamcheon Kültür Köyü, Busan ve çevresinin en ünlü kültürel markalardan biri oldu ve kentsel dönüşüm girişimleri için yeni bir standart haline geldi. Yurt içi ve yurt dışından heyetler, şehrin yeniden geliştirme projesinin başarısını değerlendirmek üzere köyü ziyaret etmeye devam ediyor.

Şehrin yeşil sığınakları: Pandemi parantezinde parklar

Milyonlarca insanı öldürerek dünyayı sarsan İspanyol gribinin üzerinden bir asır geçti. Geçen zaman boyunca evrilen, yeni bir düzene, belki de eski düzenin cilalanmış bir biçimine adım atan dünya, tarihten ders alıp almadığını 2020’den beri mücadele ettiği yeni bir virüsle yeniden öğreniyor. Türkiye’de ve dünyada salgına karşı alınan önlemler arasında yer alan sokağa çıkma yasakları, okulların, iş yerlerinin ve lokantalar, alışveriş merkezleri gibi sosyal alanların kapatılması ve kişilerin aralarına koymaları gereken sosyal mesafe, nüfusta birçok olumsuz fiziksel ve psikolojik sonuç doğurdu. Yalnızca salgınlar sırasında değil, günlük hayatta da insanların kafa dinlemek ve yorgunluk gidermek için sık sık uğradıkları yeşil alanlardan ve şehir parklarından söz etmek, şehrin içindeki bu kamusal boş alanların hayatımızdaki yerine değinmek istiyorum. Türkiye’de daha fazla tartışılması gereken bir konu, park ve kamusal alan kullanımı. Bunun salgın gibi şoklarla ne derece değiştiğinden ve ücretsiz serbest vakit geçirme alanı olarak parkların değerlerinin ne denli arttığından bahsetmek istiyorum.

Boş alan diyerek kullanılmayan, izbe, terk edilmiş, bakımsız, uğrak olmayan alanları çağrıştırmak istemem. Giderek betonlaşan kentlerde kamuya ait ve yapılaşmamış alanların, özellikle park ve bahçelerin azlığı, şehrin içinde bu ‘boş’ alanların kıymetini arttırıyor. New York Parklar Müdürlüğü Komiseri Mitchell J. Silver’ın, parkların ve kamusal alanların zihinsel ve fiziksel sağlığa katkı sağlamak ve şehrin direncini arttırmak, hatta suç oranlarında düşüş sağlamak gibi pek çok konudaki faydalarından bahsettiği konuşmasında şu sözler paylaşmaya değer: “Parklar yalnızca yeşil alanlar değil, kamuya ait alanlardır da; zihinsel sağlığımızı kaybetmemeye yararlar. Araştırmalar yalnızca 20 dakika bir parkta zaman geçirmenin zihinsel sağlığı iyileştirdiğini, kaygı ve stresi azalttığını gösteriyor”. 

Aktif yeşil alan, kentte park, bahçe, piknik alanı gibi halka açık yeşil alanlar anlamına geliyor; orman veya mezarlık alanları kapsamıyor. Ankara’nın yeşil alanlarının yıllar içinde artıp artmadığı, doğal ögelerin mi yoksa yapay unsurların mı üzerine kuruldukları hakkında sayısal veriye fazla rastlayamıyoruz. ODTÜ Mimarlık Topluluğunun 2017’de Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Emre Sevim ile yaptığı bir röportajda, Sevim, Mogan Gölü’nden örnek verip, gölün yapılaşma ve betonlaşma sebebiyle gitgide yapaylaştığını söylerken, Eymir Gölü’nün, doğal yapısını korumayı başararak Ankaralılar için önemli bir mesire alanı olmaya devam ettiğini belirtiyor. Burada aslında mesire alanından ne kastettiğimiz de önemli. Mesire alanlarının ‘parklaşması’, yani içlerine kafeteryalar, çocuk etkinlik alanları, spor merkezleri açılması, dinlenme hakkını satın alınabilir bir ürüne mi dönüştürüyor? Her mesire alanı ‘parklaştırılmalı mı’? Alım gücünün giderek düştüğü kesimler için parklar ve kamusal alanlar ne ifade ediyor?  

Betonlaşmayla yapaylaşan Mogan Gölü

Parkların özellikle de salgın zamanlarında halkın zihinsel ve fiziksel sağlığına etkisi, Derin Yoksulluk Ağı’nın raporunda da ortaya çıkıyor. Raporda, görüşme yapılan hanelerde kişilere sosyalleşmek için evin dışında vakit geçirip geçirmedikleri sorulduğunda, yüzde 51’inin dışarıda vakit geçirdiği, bu kişilerin yüzde 75’inin açık hava, park, piknik alanı, sahil kenarı gibi alanlarda vakit geçirdiği belirtiliyor. Stres seviyesinin bilinmezlik, korku, izolasyon, sosyal bağların zayıflaması gibi nedenlerle önemli ölçüde arttığı bu zamanlarda, özellikle evden çalışma gibi bir seçeneği bulunmayan, ön saflardaki sağlık çalışanları, acil yardım çalışanları, market çalışanları, kargo kuryeleri, toplu taşıma çalışanları ve apartman görevlileri gibi vazgeçilmez işçiler ve salgın nedeniyle işlerinden olmuş tüm çalışanlar, Kinder Enstitüsü tarafından yayımlanan bir makalede de belirtildiği gibi, bir rahatlama supabına ihtiyaç duyuyor.

Doğma büyüme bir Ankaralı olarak, kentteki parklar, yeşil alanlar, kamusal ‘boş’ alanlar ve bunların şehrin geneline etkisini araştırırken Jansen Planı’ndan oldukça etkilendiğimi söylemeliyim. Jansen Planı, 1928’te Alman mimar Hermann Jansen’ın, Ankara Nazım İmar Planı için açılan yarışmayı kazanmasıyla Ankara için hazırladığı bir nazım planı. Goethe Enstitüsü arşivinde, Jansen Planı’nın Ankara kalesini “kentin tacı” kabul ederek, kale çevresinin imarı ve kalenin ‘güzel’ görünmesi için, yeşil ‘bakı koridorları’ önerdiğini görüyoruz. Ayrıca plan bir parklar sistemi geliştirmek istemiş ve Atatürk Orman Çiftliği arazisinin büyük bir park ve hayvanat bahçesi olarak kullanılmasını önermiş. Jansen, Ankara’yı bir ‘bahçe şehir’ olarak tasarladığını, büyük kentleri tasarlarken dikkat edilmesi gereken dört ana nokta olarak, “iktisat, trafik, sağlık, estetik” kavramlarını alarak Ankara’yı modern kent mimarlığı ile yeniden çizmek istediğini dile getirmiş. Arşivde bir tabloyla gösterilen Ankara’nın belli başlı yeşil alanlarının yüz ölçümüne bakılacak olursa karşımıza yeşil bir kent tablosu çıkıyor. Ne yazık ki, günümüzde örneğin kalenin etrafında neredeyse hiç yeşil alan kalmamıştır; Eski Ankara diye tabir edilen bölge viran durumdadır. Bu gerçek, planın düzgün uygulanamadığının da göstergelerinden biri belki de.

Ankara Kalesi’nin etrafında yeşil alan kalmamış, planın tam olarak hayata geçirilememiş veya içinin farklı kentleşme yolları ile boşaltılmış olması, akla şehrin tümünde önemli ölçüde azalmış bu yeşil alanları kimin kullandığını getiriyor. Ankara’nın yıllar içinde artan nüfusu, kentleşmeyi arttırarak yeşil alan sayısını azaltmış, geriye kalan yeşil alanlarınsa örneğin ulaşım zorluğu nedeniyle kullanım sıklığı düşmüş.

Yeşil alanlar çocukların da gidip oynamak için can attıkları yerlerdi eskiden. Tirebolu Sokağı’nda oturan dedem ve anneannem, evlerinde geçirdiğim yaz günlerinde beni Cemal Süreya Parkı’na götürür, ben parkta koşup oynarken kendileri de bir banka oturur, güneşli havadan yararlanırlardı. ‘Tepeli Park’ ismini koyduğum Meclis Parkı’na babamla gider, o zaman gözüme dev gibi gelen, aslında pek de yüksek olmayan tepeciklerden aşağı kayarak çok eğlenirdim. Yürüyerek gittiğimiz bu parklar neşe kaynağımızdı. Hala yerli yerinde durmalarına bir yandan seviniyor, bir yandan da, Meclis Parkı’nın bulvar tarafına dikilmiş taksi durağı örneğindeki gibi, alanlarının giderek daralıyor olmasına üzülüyorum.

Bilkent’te bulunan Şehir Hastanesi’ne ulaşım gerekçesiyle ODTÜ içinden geçirilecek yol.

Yeşil alanların fiziksel ve zihinsel sağlığa katkısından bahsederken, parklara erişimde ve niteliklerinde eşit haklardan da bahsetmek gerekiyor. Manhattan’ın ortasına yerleştirilmiş Central Park’ın peyzaj mimarlarından Frederick Law Olmsted için Mitchell J. Silver şunları söylüyor: “Olmsted’te farklı olan şey, gelir düzeyi ve ekonomik durumdan bağımsız olarak, herkesi hoş karşılayan kamusal alanlar oluşturmak istemesiydi. Demokratik kamusal alanlar”. Central Park’ın 1825’te burada yaşayan siyahların ve İrlandalı göçmenlerin mülklerinin de bulunduğu Seneca Village gibi yerleşimleri içinde barındırdığını ve park planlarının tamamlanmasıyla bu toplulukların yerlerinden edildiklerini de unutmamak gerek. Bir park, bir topluluğu ortadan kaldırmak pahasına mı yaratılmalı? Parkların ‘demokratlığından’ bahsederken, Silver’ın 1950’lerden beri ilk kez yenilenen Brooklyn’deki bir park hakkındaki sözlerini de paylaşmadan geçemeyeceğim: “Ekip arkadaşlarımdan birine sekiz yaşındaki bir Hispanik çocuğa yeni yapılmış parka neden uğramadığını sormasını istedim. Çocuk parkın çok güzel olduğunu, bu yüzden kendisi için yapılmadığını düşündüğünü söyledi. Mahallesinde daha önce hiç böyle bir park görmemiş. Park çok güzel göründüğünden girmek için para ödemesi gerektiğini düşünmüş.

Türkiye’ye dönüp şehirlerdeki yeşil alanların erişebilirliğine baktığımızda, örneğin Ankara’da, karşımıza vasıtasız gitmenin epey güç olduğu yeşil alanlar çıkıyor. Çankaya Belediyesi’ne ait Ahlatlıbel Atatürk Parkı bunlardan biri. Oyun alanları, tenis kortları, basketbol sahası gibi spor alanları, kafeteryalar barındıran, aslında yukarıda da belirttiğimiz gibi, ‘boş’ alan tabirinden epey uzak bu tesise araçla on beş dakikada ulaşılırken, toplu taşımayla şehir merkezinden kırk dakikada varabiliyorsunuz; elbette trafiksiz bir yolda, ideal koşullarda. Yani karşımıza yine kamusal yeşil alanlara erişim, nitelikleri ve bunların en çok kimin hizmetine sunulduğu çıkıyor. Örneğin özel aracı olmayan, gitmek istediği yere yaya giden veya toplu taşıma kullanan şehirlilerin, özel aracı olanlara kıyasla daha az hak ve hizmetten yararlanmak durumunda kaldığını söyleyebilir miyiz? Burada çarpıcı bir örnek yine New York’tan verilebilir. 1920’lerden 40’lara kadar, daha çok ormanlık alanlardan ve çiftliklerden oluşan Long Island’ı Manhattan’a bağlamak isteyen Robert Moses, iki yerleşim arasında birçok ekspres yol yaparak Long Island’ı, Manhattan’ın seçkinlerinin hafta sonlarını geçirdikleri, kır evleri satın aldıkları bir alana dönüştürmüş. Zenginler yapılan yolların evlerinin önünden geçmemesini sağlayabilmiş, fakat Long Island çiftçileri, yapılan ekspres yolları çiftliklerinden uzakta tutamamış ve hektarlarca alan ellerinden alınmış.

Şehirlerdeki yapılaşma baskısı, park ve kamusal alanların kapladığı alanları azaltırken, parkların üzerindeki baskıyı arttırıyor. Emre Sevim, bu konuda Eymir örneğini veriyor. ODTÜ’ye tahsis edilmiş, ODTÜ tarafından yeşillendirilmiş bir alan olan Eymir’in halka açık olmadığı iddiasının, politik bazı sebeplerden doğduğunu, Eymir’in herkes tarafından kullanılabilir bir yeşil alan olduğunu belirtirken, ODTÜ’nün kendi arazisini koruyarak bu alana girişi kısıtlama olasılığının da en doğal hakkı olduğunu söylüyor. Bu tartışmalı bir iddia olsa da, ODTÜ arazisi üzerindeki, Bilkent’te bulunan Şehir Hastanesi’ne ulaşım gerekçesiyle ODTÜ içinden geçirilecek yol yapımı ile başlayan ve ODTÜ ormanında ciddi tahribata yol açan, dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın projeleri belki de Sevim’i haklı çıkarıyordur.

İstanbul’un yeşil alanlarına tekrar dönerek Taksim Gezi Parkı’nı ele alırsak, Sevim’in sözleri kayda değer: “Yaşlı teyzelerin ilk günden itibaren parkı canla başla savunmalarının sebebi kentte gideceği bir tek yer olması, bütün hayatını orada geçirmiş olması, oturup kuşlara yem attığı bir yer olarak görmesi ve parkın bir AVM’ye dönüşmesini istememesiydi.” Ormanlardan konu açılmışken, İTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Derin Orhon’un sözleri de çarpıcı: “Kent içi yeşil alan denildiği zaman, ağacın, çimenin olduğu yeri düşünmemek lazım. Mahalle bazında yeşil alan yaratmak yerine otoyol kenarları yeşillendiriliyor.

Parklar, bahçeler demişken, Türkiye’de 24 Haziran 2018 seçimlerinde bir seçim vaadi olarak tekrar gündeme gelen millet bahçelerini ve kullanım oranlarını da tartışmalı. ODTÜ Mimarlık Bölümü doktora öğrencisi Cem Dedekargınoğlu’nun Millet Bahçeleri hakkında yazdığı makalede söz konusu kamusal alanların nasıl doğduğunu öğreniyoruz. Ankara Millet Bahçesi, 19. yüzyılda, bugünün Atatürk Bulvarı ve İstasyon Caddesi’nin kavşağında kurulmuş. Milli Mücadele döneminde bir karar mercii işlevi görmüş, önemi artmış ve Ankara’nın sayılı dinlenme alanlarından biri haline gelmiş. Zaman içerisinde bahçe-çarşı yerine, bugünün 100. Yıl Çarşısı olarak bilinen çok katlı çarşı-iş hanına dönüşmüş. Doçent Doktor Bülent Duru’nun, Prof. Dr. Murat Balamir’in düşüncelerini de aktardığı makalesinde şu endişeler belirtiliyor: “Atatürk Havalimanı’nı botanik bahçesine ya da kent koruluğuna kısa sürelerde dönüştürmek olanaklı mıdır? Uçakların milyonlarca kez iniş kalkış yaptığı bir alanda çeşitli kimyasalların birikimi ile bir zehir havuzu oluşmamış mıdır?” Ankara’da, Atatürk Kültür Merkezi’nden Ulus’a uzanan Cumhuriyet dönemi tarihi koruma alanında yapılmak istenen millet bahçesi projesini de Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin yargıya taşıdığını belirtmek gerekir.

The Guardian gazetesinde, parkların, salgınla yüz yüze geldiğimiz ve hastalıkla başa çıkma yollarına henüz aşina olmadığımız ilk zamanlarda nasıl kurtarıcı rolüne büründüğüne dair bir makale, tarihçilerin parkları Viktoryen dönemde tasarlandığı gibi kullanmaya başladığımızı söylüyor. 1840’lardan önce İngiltere’de özel bahçeler, parklar ve yürüme yolları dışında halka açık park yoktu ve şehirlerin boş alanları giderek kaplaması, insanların artan biçimde şehirlere sıkışmasına, doğal hayattan ve sağladığı fiziksel ve zihinsel faydalardan kopmasına neden oldu. Viktoryen parkların, yani ‘şehrin akciğerlerinin’ yapılmasını üç faktör etkiledi: ücretsiz ve kolay erişim sağlamak, spor etkinliklerinden köpek gezdirmeye birçok amaç için kullanılan çim alanlar sunmak ve kamusal alanda kamusal mal yaratabilmek. Salgınla beraber kapanan sosyal alanlar, sokağa çıkma yasaklarıyla azalan trafik ve araç gürültüsü, ardından gelen ve görece azalan hava kirliliği, parkların gözümüzdeki değerini arttırdı ve belki de bize ‘mekan ve ürün’ olmadan da vakit geçirilebileceğini hatırlattı. Madalyonun öbür yüzü: İngiltere’de kapanan sosyal alanlar, yeşil kamusal alanların kiralanmaya başlamasına, bu alanların ticari amaçlar için kullanılmasına, parkların toplumsal değerinin yerine ürün ve hizmet değişimi ile kar gütme araçları haline gelmesine sebep olmuş. 

Burada önemli olan, Türkiye’de giderek derinleşen yoksulluğu de göz önüne alarak, şehrin ‘boş’ alanlarına verdiğimiz değeri tekrardan düşünmek. Şehirde ticari emellerden arınmış, almaya ve satmaya değil, düşünmeye ve dinlenmeye odaklı, vasıtayla değil, kas kuvvetiyle erişilebilecek ‘yeşil boşlukların’ her birey için artması öncelikli ihtiyacımız ve dileğimiz olmalı.

Yoksullaşıyoruz

Geçtiğimiz hafta ülke geneli için açıklanan gelir ve yaşam istatistiklerinin bölgesel verileri 22 Haziran tarihinde paylaşıldı. Bu yazıda IBBS (İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması) 2. düzey bölgesinde yer alan Ankara’ya dair gelir ve yaşam istatistiklerini kısaca özetlemeye çalıştım: (Daha önceki yazılarda belirttiğim gibi maalesef TÜİK il bazlı veri paylaşımında ihtiyaca yönelik bir şekilde kamusal veri paylaşımı yapmıyor, bu da aslında TÜİK’in paylaştığı her il ya da alt bölge bazlı veriyi kıymetli kılıyor.

2020 verilerine göre tıpkı geçtiğimiz senelerde olduğu gibi yıllık ortalama eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert gelirinin en yüksek olduğu bölge 49 bin 239 TL ile İstanbul oldu. 2019’da İstanbul ile beraber gelir dağılımında en yüksek sınıfta olan Ankara ise 2020 yılında bir kademe düşerek İzmir ve Antalya, Isparta, Burdur bölgeleriyle aynı sınıfta yer aldı.

Bir ülke ya da kentte gelir dağılımının eşit dağılıp dağılmadığını anlamak için çeşitli metrikler kullanılmaktadır. Bu metrikler arasında en ünlü olanlar Gini Katsayısı (GK) ve P80/P20 oranıdır. Gini katsayısı 0 ile 1 arasında yer alan bir ölçüt. Bu ölçütün değerinin artması, yani 1’e yaklaşması gelir dağılımındaki eşitsizliğin arttığını ifade ederken azalması ya da 0’a yaklaşması gelir dağılımında eşitliğin arttığını gösteriyor. 

Kentimizin ve ülkemizin GK değerini son 4 yıl bazlı incelediğimizde artış ve azalış anlamında aynı hareketlere sahip olduğunu görüyoruz. Ankara’nın 2020 yılı için GK değerini 2019 yılı ile kıyasladığımızda ise maalesef GK değerimizde 0.029 puanlık bir artış yaşandığını görmekteyiz. Öte yandan ülkemizde de maalesef son senelerin en yüksek GK değerine ulaştığımızı söylemek mümkün. 

P80/P20 oranı ise bir bölgede yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun gelirinin en düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun gelirine oranı şeklinde hesaplanıyor. Buna göre, bu oran küçüldükçe gelir eşitsizliği azalırken, büyüdükçe gelir eşitsizliği de büyüyor. Ankara ve Türkiye için bu ölçüyü incelediğimizde maalesef Gini Katsayısı ile benzer bir durum göze çarpıyor. 

Türkiye’de P80/P20 oranı bir önceki yıla kıyasla 0.6 puan artışla 8’e yükselirken kentimizde de 0.8’lik bir artışla 6.4’e yükselerek 2018 seviyesine geri geldi. Bir diğer deyişle son 4 senenin en yüksek P80/P20 oranına daha doğrusu son 4 sene içinde gelir dağılımındaki adaletin en düşük olduğu seviyeye geldiğimizi söylesek pek yanılmayız. 

Bu sonucu şu veri ile de destekleyebiliriz sanırım; kentte gelir dağılımında en düşük yüzde 20’lik kesimin yıllık geliri 2020 yılında yüzde 13 artışla 14 bin 35 TL’den 15 bin 888 TL’ye yükselirken, kentin gelir dağılımında en yüksek yüzde 20’lik kesimde ise yıllık artış yaklaşık yüzde 20 olarak yaşanmış. (2019: 61 bin 740 TL / 2020: 74 bin 22 TL)

Kent bazında incelemelerle devam edelim:

Kentteki yoksulluk sınırını incelediğimizde yıllık gelir olarak kentin yoksulluk sınırı 2020 yılında bir önceki yıla göre yüzde 13.88’lik artışla 15 bin 863 TL’ye yükseldi. Son 4 yıl içindeki trend incelediğinde maalesef kentin yoksulluk sınırının her geçen yıl daha da yükseldiğini görüyoruz. 

Kentin yoksulluk sınırında yaşanan bu artışın yansımasını bizler çevremizde daha fazla sayıda arkadaşımızın, dostumuzun, komşumuzun yoksulluk sarmalına girmesi şeklinde tecrübe ediyoruz ne yazık ki. 2020 yılında kentimizdeki yoksul nüfus sayısı bir önceki yıla göre 20 bin artarken, yoksulluk oranı da yüzde 0.02 artış göstererek yüzde 9.9’a yükseldi. 

Resmi verilere göre 2020 yılında kentimizdeki gelir ve yaşam koşullarının maalesef bir önceki yılın gerisinde kaldığını söylemek mümkün. Uzak bir hayal gibi görünse de gelirin eşit dağıldığı, yoksulluğun olmadığı mutlu bir kentte yaşamak ümidi ile şimdiden tüm kentlilere iyi bayramlar.

Ankara’da yoksulluk sınırı (TL)
Ankara’da yoksul nüfus sayısı
Ankara’da yoksul nüfus oranı