İklim krizi kısa tarihi ve güncel konular

İklim krizine dair bilimsel kanıtları bir araya getirmek uzun ve zor bir süreç olagelmiştir. Bir asırdan fazla bir süredir binlerce zihni meşgul etmiş, üzerine yürütülen tartışmalar ilkokul sıralarından meclislere ve hükümetlerarası panellere uzanan çok çeşitli alanları işgal etmiştir.

İlk çalışma olarak, Joseph Fourier’nin (1824) şimdi “sera etkisi” diye adlandırılan olguyu keşfetmesi işaret edilir. Yalnızca güneşten uzaklığa dayanan tahminlere göre dünyanın gerekenden çok daha sıcak olduğunu hesaplar. Buna sebep olan şeyin, dünyanın atmosferinin ısıyı uzaya yaymayı yavaşlatması olduğunu önerir. Güneşten gelen ışığın, karaları ve okyanusları ısıtmak için atmosferden geçtiğini, atmosferin ise bu ısının kaçmasını engellediğini belirtir. Ancak “sera etkisi” adlandırması kendisi tarafından o tarihlerde yapılmaz.

Eunice Foote

Ancak günümüzde yeni yayınlanan araştırmalar, “sera gazı” deneylerini ilk yürüten araştırmacının Eunice Foote isimli bir kadın araştırmacı olduğunu göstermektedir. Tüm kaynaklarda keşfin atfedildiği John Tyndall’dan 5 yıl önce, güneş ışınlarının farklı gazlar üzerindeki ısınma etkisini, çok basit ancak çok etkili bir deneysel düzenekle test etmiş ve bulguları sonucunda, “(…) diyelim ki tarihinin bir döneminde hava daha büyük oranda “karbondioksit” ile karışırsa, zorunlu olarak sıcaklık artışıyla sonuçlanmalıdır” diyerek, Sanayi Devrimi sonra yaşayacağımız ve bugün içinde bulunduğumuz tüm gerçekliği öngörmüştür. Fakat çalışmasının sonuçları American Association for the Advancement of Science isimli bilimsel kongrede kendisi tarafından sunulmamış, onun yerine Joseph Henry tarafından kısa bir bildiri olarak okunmuştur. Daha sonra kısa bir bildiri yayınlasa da görmezden gelinmiş ve ilk çalışmalar kendisinden tam 5 yıl sonra aynı sonuçları bulgulayan John Tyndall’a atfedilmiştir.

Steve Arrhenius,1896’da buzul çağlarına CO2’deki bir düşüşün neden olduğu hipotezini test etme arayışında, atmosferdeki değişen karbondioksit seviyelerinin etkisinin ayrıntılı bir hesaplamasını yapan ilk kişiydi. Bu çalışma, hem atmosferdeki ne oranda CO2 artışının ne kadar sıcaklık artışıyla sonuçlanacağını belirlemenin temelini oluşturur hem de dünyanın geçmiş döngülerindeki iklimsel değişkenlikleri anlamamıza olanak sağlar. 

Sera gazları” araştırmalarının temelini oluşturan tüm bu çalışmalar, yayınlandıkları sırada bu terimi kullanmamışlardır. “Sera gazı” ve “sera etkisi” farklı yayınlarda adı geçmiş olsa da ilk kez 1907 yılında John Henry Poynting tarafından detaylı tanımı yapılarak kullanılmıştır. 

Bu ilk çalışmaların ardından geçen 100 yılda, iklim krizi gündemi çokça değişmiştir. Ortalama 5 yıl öncesine kadar “iklim değişikliği” diye bahsettiğimiz olgu, hükümetlerin “iklim acil durumu” ilan etmeye başlamasıyla “kriz”e dönüşmüştür. Yalnızca bilimsel bir çalışma alanı olmaktan çıkmış; gıda gündeminin, sivil toplum örgütlerinin, sanatın, yerel hükümetlerin, felsefenin, uluslararası anlaşmaların konusu olmuştur. Beraberinde iklim şüphecileri ya da iklim inkarcıları üretmiş, daha sonra onları tüketmiştir. Son yıllarda sıklığı artan ve etki alanı genişleyen iklim eylemleri başlamıştır. 2023 yılında gündelik hayatımızın neredeyse her alanına işlemiş bu kriz, ilk keşfinden bugüne geldiğimiz noktada artık çok daha farklı konulara odaklanmaktadır.

İklim Göçü (Kaynak: The Guardian)

Bu konuların başlıca örneklerinden biri iklim göçleridir. Belli bölgelerde, iklim krizi kaynaklı kuraklık artışları, su kaynakları azalışı ve buna bağlı olarak gıda üretimi verimsizleşmesi; fırtına, taşkın gibi aşırı hava olaylarının artışı ve deniz seviyesinde yükselmeler nedeniyle yaşamanın, barınmanın elverişsiz hale gelmesi insan topluluklarının göç etmesini tetikleyen unsurlardan başlıcası haline gelmektedir. Aynı zamanda, iklim krizinin yaşayabilirlik üzerine bu negatif etkileri asimetriktir. Toplumun her bireyi eşit olarak zarar görmez; yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve yoksullar ilk etkilenen dezavantajlı gruplar olarak düşünülebilir. Daha geniş perspektifte ise yoksul ve beyaz-olmayan toplumların iklim krizinin etkilerinden doğrudan zarar görme ve göçe mecbur kalma oranı çok daha yüksektir. Oxfam tarafından yayınlanan bir rapor, iklim kaynaklı afetlerin son 10 yılda ülke içi göçlerin bir numaralı itici gücü olduğunu, yılda 20 milyondan fazla insanın (her iki saniyede bir kişi) evlerini terk etmek zorunda kaldığını ileri sürmektedir.

Avusturalya Orman Yangınları (2019). Kaynak: New Scientist.

Hem dünyada hem Türkiye’de sıklığı ve şiddeti artan orman yangınları, iklim krizinin güncel konularına bir diğer örnektir. Orman yangınlarının evrimsel tarihin bir parçası olduğu ekosistemlerde, yangının o ekosistemde yaşayan türler üzerine negatif bir etkisi olmaktan ziyade, üremelerini tetiklediği, popülasyon yenilenmesini sağladığı uzun zamandır araştırmacılar tarafından bilinmektedir. Ancak iklim krizinin sıcaklıkları ve kuraklığı artıran etkisiyle, doğal yangın sıklığından daha sık gerçekleşen yangınlar hem ekosistemin kendini toparlamasına fırsat vermez. Aynı etkilerle şiddeti ve süresi artan yangınlar ekosistemlerin devamlılığı ile birlikte insan yaşam alanlarını da tehdit eder hale gelmektedir. Aynı zamanda Avusturalya yangınları (2019) sonrası  kanser, solunum ve kalp hastalıkları oranlarında artış olduğu belirtilmektedir.

İklim krizinde geldiğimiz noktada, değişen iklimle birlikte var olmanın ve krize uyum sağlamanın bir yöntemi olarak önerilen dirençli toplumdur. İklime dirençli kentler, iklime dirençli tarım uygulamaları, iklime dirençli kalkınma, iklime dirençli okullar/kampüsler dirençli toplum çalışmalarının birkaç örneği sayılabilir. Tarım bağlamında su gereksinimi az ürün örüntüsüne geçiş, kalkınma bağlamında iklim krizi nedeniyle işini kaybeden bireylere istihdam sağlanması, okullar bağlamında karbon salımını azaltmaya yönelik uygulamalar örnek verilebilir. 

Kent Parkları: Kimlerle paylaşıyoruz?

Son yüzyıllarda, tüm dünyada nüfusun yoğunlaştığı yerler olan kentler, insanlarla birlikte gelen kültürel birikimin ve bilgi birikiminin de merkezi olarak değerlendirilebilir. Yeterli yaşam alanı sunmak için artan yapılaşma, yapılaşmanın artması ve kente dahil sayılabilecek alanın sınırılılığıyla; yaşam alanlarının sürekli bölünerek küçülmesi de kaçınılmaz olmuştur denebilir. Birim alandaki yoğunluğu artarken kendi küçülen bu yaşam alanlarında kültürel ve sosyal etkileşimleri gerçekleştirmek, bina yoğunluğundan kısmen de olsa uzaklaşmak, gün ışığından direkt olarak faydalanmak gibi amaçlar ve çok daha fazlası için uygun ortamı oluşturabilen yegane mekanlar ise elbette kent parkları!

Portakal Çiçeği Parkı – Lavanta ve kelebek (Foto: Nurbahar Usta Baykal)

Çeşitli insan aktivitelerine alan sağlaması ve iyi olma haline katkısının yanı sıra kent parklarının şehir içi biyoçeşitliliğe ev sahipliği yapma gibi bir işlevi de bulunuyor. “Ekosistem hizmetleri” olarak adlandırılan ve esasında “doğal habitatların insanlara sunduğu hizmetler” olarak algılayabileceğimiz araştırma alanının önerdiği mikroiklimi düzenleme, gölgelik oluşturma, büyüklüğüne göre yağış çekme ihtimalinin olması gibi işlevleri de bulunuyor elbette bu parkların. Ancak, bir süreliğine kendimizi bir kenara bırakalım ve kent parklarının bizler dışında kimlere fayda sağladığı ve kimlere ev sahipliği yaptığına bakalım:

Bir kent parkı tahayyül edildiğinde aklımıza gelen ilk görüntü, tür ya da bileşen ağaçlar oluyor. Parkların, ya var olan ağaçları koruyarak ya da ağaçsız bir alana ağaç dikilerek kurulduğunu düşünürsek bu oldukça normaldir ancak ağaç varlığı bize parkların “doğal” olduğunu düşündürmemelidir; çünkü “doğal” bir alanın aksine ağaç ve otsu bitki dikimleri, budama, seyreltme ve insan ziyareti gibi oldukça fazla müdahale görmektedirler. Dolayısıyla yarı-doğal diyebileceğimiz parkların en çok alan kaplayan türleri olan ağaçlar, hem yaşam alanı ve besin oluşturması açısından hem de civardaki sıcaklığı dengeleyip, nemi artırarak iklimi düzenlediğinden diğer türler açısından oldukça önemlidir. Aynı zamanda birçok kuş ve böcek türü için de yuva alanı sağlamaktadırlar. Kış aylarında göç etmeyen kuşlar için önemli bir yuva, yaz başı ve sonunda ise göçmen kuşlar için dinlenme merkezi olarak işlev görürler. Örneğin; Botanik Parkı’nda kış aylarında Kızılgerdan ya da küçük bir Uzun kuyruklu baştankara sürüsü, Portakal Çiçeği Parkı semalarında yaz sonu Arı kuşları veya yarı çıplak ağaçlarda Benekli sinekkapanlar görmek son derece olasıdır.

Botanik Parkı’nda görebileceğiniz Kızılgerdan (Foto: Alper Tüydeş)

Ormanların aksine kent parklarında ölü ağaç görmek ise pek olası değildir fakat unutmamak gerekir ki ölü ağaçlar gövdeleriyle birçok tür için habitat oluşturmaktadır. Bu noktada insan merkezli bakış açımızla, ölü ağaçlar üzerinde gördüğümüz böcekleri ve mantarları istenmeyen unsur olarak algılıyor, ölmüş bir ağaç parkın estetiğini bozuyor diye düşünüyor ve kent parklarından ölü ağaçların kaldırılması için belki de kamuoyu baskısı oluşturuyoruz. Kurumaya yüz tutmuş bir ağacın gövdesinin yüksek kısımlarında bir Küçük ağaçkakan yuvası görme, gövde boyunca dağılmış farklı mantar türlerini keşfetme ihtimalimizi düşündüğümüzde ölü ağaçların da bu döngünün bir parçası olduğunu ve yeni yaşamlara yer açtığını görebiliriz.

Botanik Parkı mantar (Foto: Nurbahar Usta Baykal)

Parklardaki ağaçlar konusunda bir diğer önemli nokta da ağaç türlerinin çeşitliliğidir. Her ağacın farklı dallanma yapısı, gövde kalınlığı, yaprak dökme veya herdem yeşil özellikleri farklı türler için farklı habitatlar oluşturur. Yani, ne kadar çok ağaç türü, parkta o kadar biyoçeşitlilik! Ancak, ağaç türü çeşitliliğini bölgenin yerel türlerini kullanarak oluşturmak da bir o kadar önemlidir. Örneğin; Dikmen Vadisi’ne, bulunduğu bölgenin neredeyse tüm su kaynaklarını tüketen ve egzotik bir tür olan Okaliptüs ağacını dikmek, ekolojik olarak yapılmış bir hata olacaktır. Görsellik ve estetik açısından beğenilse de, bölgenin tüm suyunu kullanacağından ve diğer türlerin yaşama şansını azaltacağından ya da sürekli sulamaya ihtiyaç duyacağından ne mantıklı olur ne de ekolojik…

Botanik Parkı mantar liken (Foto: Nurbahar Usta Baykal)

Ağaçlardan otsu bitkilere geçecek olursak, çeşitliliğin çok daha baskı altında olduğunu görürüz. Günümüzde birçok parkta estetik amaçlı gül, lale, kasımpatı gibi süs bitkileri kullanılmaktadır. Gül gibi çok yıllık bitkiler daha az bakım isterken, lale gibi türler daimi bakım ve yenilemeye muhtaçtır. Bu türler bazı böceklere ev sahipliği yapsa da, aynı ağaçlar örneğinde olduğu gibi bir coğrafyanın doğal türü olmadığında hem bir parkın biyoçeşitliliğine katkısı sınırlıdır hem de bakımı maaliyetlidir. Bu bitkilere alternatif olarak Ankara’da uygulanan bir yöntem bu iki sorunu da çözmüş gözükmekte: Kuğulu Park ve Portakal Çiçeği’ne ekilmiş lavantalar hem kuraklığa dirençli, su isteği fazla olmayan bitkiler hem de aromatik kokularıyla birçok kelebek, böcek ve arı türü için ideal bir yuva ve besin kaynağı. Bir yaz öğle sıcağında lavantanın etrafında kümelenmiş onlarca arı ve kelebeği aynı anda görmek mümkün!

Parkların bir diğer olmazsa olmazı; çimler! Yapay şekilde çimlendirilen topraklar, çoğunlukla diğer otsu bitkilerin büyümesine imkan tanımıyor. Büyüyebilenler ise park düzenleme faaliyetlerinden biri olan çim biçme sırasında makinalara kurban oluyor denebilir. Uzun zaman biçilmemiş bir parkta Karahindiba, bazen Ebegümeci, Papatya türleri, fiğler gibi türleri çok rahatlıkla görebilirsiniz. Lavanta uygulaması gibi, diğer türlere yaşam alanı sağlaması açısından örneğin Ballıbaba türlerinin parklardan temizlenmemesi; biyoçeşitlilik açısından faydalı olacaktır.

Son olarak, Ayrancı özelinde düşündüğümüzde, çoğu mahallede gördüğümüz apartmanlar arası boşlukların ağaçlandırılması ya da var olan ağaçların buralarda korunması uygulaması da şehir içi biyoçeşitliliğin korunmasında önemli bir katkı sunar. Yine birçok kuşa, arıya, kelebeğe ve böceğe ev sahipliği yapar, özellikle apartman aralarındaki yaşlı ağaçlar.

Kent parklarını başka canlılarla da paylaştığımız, bu parkların farkında dahi olmadığımız yaşam döngülerine ev sahipliği yaptığı bilgisiyle kent parklarına ve düzenlenme şekillerine bakış açımızı değiştirebiliriz. Olmaz değil ya, parkları birbirine bağlayan, bir parktan çıkıp şehir içi trafiğine karışmadan bir diğerine gidebileceğimiz park koridorlarının hem bizlerin yaşamında hem de bizim dışımızdaki türlerin yaşam döngülerinde ne kadar önemli olabileceğini hayal edelim! Belki hayal kurarak başlayıp gerçekleştirebiliriz de bir gün.