Ayrancı’da 25 yıl: Dört yön, onaltı rüzgar ve yedi iklim, beş kıta*

Ankara coğrafyasıyla 50 yıllık maceram dediğim “Ankara Haritaları” ile haşır neşirliğimden sonra Ankara coğrafyası üstündeki hareketliliğimi ve Ayrancı’nın bunda tuttuğu yeri sizlerle paylaşmak istiyorum. 

Ankara’ya ayak basma

Ailem 1966 yılında Yozgat’tan Ankara’ya göç etmiş, ilk yerleşim olarak Gülveren’i seçmiş. Ben bu göçten 6 yıl sonra orada doğmuşum. Bizimkiler 1976 yılında Kemal Burkay’ın şiiri ve Yeni Türkü’nün bestesi ile ünlenmiş Mamak Cezaevi’nin de görüş kapısı olan; Kömür Deposu’nun olduğu yere çok yakın bir arsa alıp Almanya’da yaptıkları birikimlerle iki göz bir salon bir gecekondu yaptılar hayal meyal hatırladığım. Abimi ve beni “okuma” göreviyle bu evde babaanneme ve amcalara emanet edip Almanya’da çalışmaya devam etti annem ve babam. 1998 yılında Ayrancı’ya taşınana kadar orada yaşadım.

Ayrancı’yı bilir hale gelmem

Aslında üniversite yıllarımda Ayrancı benim için bilinir bir yer haline gelmişti az da olsa… Hatta geçen yazıda zihinsel harita tekniğiyle bakarsak benim için Kuzey Ankara’yı temsil ediyordu desem yeridir. Atakule’den ötesi pek yoktu benim için…

Staja uzun “yürüyüş”

Üniversite yıllığında bana ayrılan bölüme hakkımda yazan Müge arkadaşımın deyişiyle “kentin doğusu ile batısı arasında dokuduğum mekik” bir yandan devam ederken Pilot Sokak’ta Ankara Büyükşehir Belediyesi şirketi Metropol İmar’da staj yaptım. Böylece taşınmadan önce Ayrancı maceram başladı sayılır 1993’te. Ocak’ta dilekçe verip mayısta “kontenjanımız dolmuştur” yazılı mektupla orada staj yapma umudum kırıldıktan sonra Ağustos’ta bizim sınıfdan epey bir arkadaşımın orada staj yaptığını görünce Pilot Sokak’tan İzmir Caddesi’ne oradan Necatibey Caddesi’nde ki SHP Genel Merkezi’ne yaptığım “yürüyüş” ile staja başlamıştım. Oradan Dikmen Vadisi’nin sonundaki şirket merkezine oradan da tekrar Pilot Sokağı’na tekrar geldiğimde telefonlardaki bugün kullandığımız adım ölçerler olsa 10 binden fazla adımı görürdüm sanırım. O günlerde beni “herkesi buraya gönderiyorlar” sözleri ile beni karşılayan Sedvan Hoca’ya herkes diye genelleme yapmanın yanlış olduğunu birazda gençlik heyecanı ile sertçe söylemiş olsam da sonrasında Sedvan Hoca’yla yıllarca devam etti ahbaplığımız… İki ay süren bu ilk Ayrancı maceram aynı zamanda ilk mesleki deneyimimdi. Staj boyunca bir yandan Dikmen Vadisi’nde Proje çerçevesinde boşaltılmış ve boşaltılması için gün sayılan gecekonduların fotoğrafla tespitini yapıyor ve 1983 imar affına göre kazanılmış haklarını tespit ediyorduk. Bu arada diğer yanda da Eryaman’da proje aşamasında olan “Kırkayak” adlı bir pilot yapı kooperatifinin maketini yapıyorduk.

Dikmen Vadisi’nde ilk kaygılar

Gecekondu tespitleri yaparken Dikmen Vadisi sakinlerinin bir yandan belediyenin vaatlerine inanmak isterken diğer yandan da yaşadıkları kaygıları gözlerinden okuyordum. Doğrusu bugün Dikmen Vadisi’nde ortaya çıkan kentsel çevre ve onun kullanıcıları düşünüldüğünde hem onların yaşadığı hem de benim onlar adına duyduğum kaygıyı bile çok aşacak şekilde bir soylulaştırmaya tabi olduklarını görmek gerçekten yürek acıtıcı… Bu günlerin belki 10 yıl sonrasında artık sosyal olguya dönüşen “Barınma Hakkı Mücadelesi”ne destek ve yön vermek üzere tekrar oraya ayak bastım. Arkasından en son ilçe belediyesi yöneticisi olarak Vadiye gittiğimde kendimi rubik küpün her rengini tamamlamış gibi hissediyordum ama bu ne yazık ki bir başarı duygusundan çok hüzün vermişti bana.    

Ayrancı’nın üç sokağı

Ayrancı’da 15 yıla yakın zaman diliminde üç sokakta oturdum. Sırasıyla Tirebolu, Güz ve Portakal Çiçeği… Aslında bu sokakların rakımındaki yükseliş misali, Ayrancı sakini olma sürecim benim de Ankara kentine kendimi ait hissetme duygumu da güçlendirmişti.

Ayrancı’ya don biçme

Bir Ayrancı sakini olduğum dönem aslında kentin batısında Çayyolu ve ötesinde büyük imar rantları eşliğinde yeni bir Ankara’nın kurulduğu yıllardı. Tunalı-Kuğulupark-Şili Meydanı-Güvenlik Caddesi-Yeşilyurt Sokağı-Hoşdere aksının parıltısının azaldığı yıllardı. Ayrancı’nın havalı günleri yavaş yavaş geride kalıyordu. Ama bu günler geride kaldıkça olgunluk ve karakteri de oturuyordu bir yandan. Daha yalın daha net bir kimlik üretmeye başlamıştı semt. Bu kimlik kuşkusuz ki, yeni yetme zenginlikten, biraz sonradan görmüşlükten ve lüksten sıyrılmış bir kimlikti. Üstündeki rant baskısından sıyrılarak boşalan dükkanlarda küçük küçük cam, seramik, resim atölyelerinin boy gösterdiği ikinci el eşya dükkanlarının da arzı endam ettiği yeni bir dönemdi bu. 

Ayrancı’nın bildiğim ilk kentsel toplumsal mücadelesi “Kuğulu Park Direnişi”

İlk Kuğulu Direnişi – 2006

Bu dönemde Ayrancı’nın bildiğim ilk kentsel toplumsal mücadelesi “Kuğulu Park Direnişi”ni de yaşamıştık. Ben Odalar ayağından yaşadığım bu sürece Kavaklıderem Derneği’nden rahmetli İsa Bey, Bir bölge sakini olarak Alper Fidaner, bir koruma derneğini temsil eden Nevin Hanım, Belediyeden Ergun bey ve daha nice Ankaralı destek olmuştu. Mücadelemizle her ne kadar alttan geçen tüneli engelleyemesek de o dönemde Kuğulupark’ı heba edecek bir proje olmasının da önüne geçmiştik. Kızılay’da yaya geçitlerinin geri alınmasıyla başlayan() Ankaram Platformu’na dönüşen bu süreçte Kuğulu Park Direnişimiz de Ankara’nın kent hafızasında yerini almıştı. Ankara’da 2013’de Gezi Direnişinin merkezi de Kuğulu Park olmuştu. Ankara’da o tarihlerde Gezi Direnişi “Kuğulu Park Direnişi” olarak anılır olmuştu.

Kavaklıderem Derneği’nden rahmetli İsa Çapanoğlu’nun da başını çektiği Kuğulupark direnişi

Son sözler – Son hisler

Kuğulu Park mücadele süreci 1990’lı yıllarda yani bizim yirmili yaşlarımızda katlı kavşak kavgasında Odaları teknik raporları ile yalnızlaştıran “Mimarlar-mühendisler-şehir plancıları işine baksın trafiği şoförlere bıraksın” şiarına karşı otuzlu yaşlarımızda yanımızda tüm kent bileşenleri ile birlikte verdiğimiz kolektif-diyalektik bir yanıttı. 

Bu sürecin en çok emek verenlerinden biri olarak, en fazla dayandığımız siyasi öğretinin TMMOB’nin unutulmaz başkanı Teoman Öztürk’ün “Yüreğimizdeki insan sevgisini ve yurtseverliği, baskı ve zulüm yöntemlerinin söküp atamayacağının bilinci içinde, bilimi ve tekniği emperyalizmin ve sömürgenlerin değil, emekçi halkımızın hizmetine sunmak için her çabayı güçlendirerek sürdürme yolunda inançlı ve kararlıyız…” sözlerinde saklı olduğunu söyleyebilirim.

Beni Ayrancı’nın bir sakini olmaya götüren sürecin kentsel toplumsal mücadeleler açısından da bir kesitini sunmak istedim. 

Ne demiş Karanfil Sokağı şiirinde Ahmed Arif “Döğüşenler de var bu havalarda”. Ayrancı da o misal bende…


(*) Ahmet Arif’in Karanfil Sokağı şiirinden…

Tekmil ufuklar kışladı

Dört yön, onaltı rüzgar

Ve yedi iklim beş kıta

Kar altındadır.

Ayrancı’nın “efsane muhtarı” Ahmet Sezai Günışıldar

Ahmet Sezai Günışıldar Ayrancı tarihinde efsane olmuş muhtarımız. Yirmi yıldan fazla mahallemize hizmet etmiş 26 yıl önce aramızdan ayrılan değerli büyüğümüz.

Teknoloji ve bilgisayarların hayatımıza bu kadar çok girmediği dönemlerde muhtarlık daha önemliydi çünkü yaptıracağınız her işlemin muhtardan alacağınız belgeler ile tasdiklenmesi gerekirdi. O zamanlar devletin düzenli maaş ödemediği muhtarların geliri de attıkları imza karşılığı vatandaşın gönlünden kopan paralardı. Benden büyüklerim ve yaşıtlarım Ayrancı’nın efsane muhtarı Ahmet Sezai Günışıldar’ı çok iyi hatırlar. Hoşdere Caddesi’ndeki muhtarlık binasını kira ödeme güçlüğü nedeniyle boşaltınca babamın daveti üzerine Kuzgun Sokak’taki binamızdaki boş dükkana taşınmıştı. Ben o zamanlar ilkokul öğrencisiydim. Okuldan geldikten, ödevlerimi bitirdikten sonra kapının önüne iner, muhtar Sezai Amca’ya yardım ederdim. Belgeleri doldurur, imzalayıp mühürlemesi için kendisine uzatırdım. Bu imza işi öyle hemencecik olmazdı, aslında büyük bir seremoni olurdu. İmza atılacak evrakın boyu ne kadarsa, imza da o kadar uzun olurdu. Kağıdı boydan boya imzalamak öyle bir çırpıda yapılmazdı. İmzanın ilk kısmı atılır, sigaradan bir nefes çekilir, imzanın ikinci kısmı atılır yeni bir nefes çekilir ve imza bitirilirdi. Sonra mühür büyük bir özenle mürekkeple ıslatılır, güzelce hohlanır ve öyle basılırdı.

Ayrancı Muhtarı Ahmet Sezai Günışıldar‘ın büyük seramoni ile attığı uzun imzası

Belgeleri benim doldurmam Sezai Amca ile belge almaya gelen kişiye sohbet için yeterli zamanı yaratırdı. Bu sohbet sonunda gelen kişinin gelir düzeyi ile ilgili bir kanaati oluşurdu. Ödeme faslı geldiğinde hiç rakam telaffuz etmezdi. Hali vakti yerinde olanlar için gönlünden ne koparsa şuraya bırakırsın derdi. Ödeme güçlüğü olacağını düşündüğü mahallelisine de ‘sana bir bilmece sorayım, bilirsen para yok’ derdi.

Birlikte çok günlerimizin geçtiği Sezai Amca, ‘büyüdüğünde bu mührü sana devredeceğim, benden sonraki muhtar sen olacaksın’ dediğinde Türkiye’de kadın muhtar sayısı bir elin parmağından azdı. Kadının hayatın içinde olmasını destekleyen tavrı ile çağının önünde bir insandı.

Güler yüzlü büyükle büyük, küçükle küçük olmayı bilen değerli bir insandı.

Eski muhtarlarımızdan Ahmet Sezai Günışıldar’ı okurlarımıza tanıtmak, tanıyanlara hatırlatmamız gerektiğini düşündüğümüz için torunları ile görüşmek istedik. Ulaşabildiğimiz torunları da bizi kırmayarak Ayrancı’ya kadar ziyaretimize geldiler. Torunları Ceyhun ve Ümit torunu Ümit’in kızı Beyza ile bu görüşmeyi gerçekleştirdik.

Ahmet Sezai Günışıldar

Sezai Amca’yı torunları anlatıyor… 

Dedemin baba tarafı mübadele ile değil kaçarak gelen Selanik Dimetoka köyü göçmenlerinden. O yüzden kütüğümüz Edirne’ye bağlı ama biz Edirne’yi görmedik. Rahmetli dedem İller Bankası’nın (Opera’daki yıkılan bina) hukuk müşavirliğinden emekli olduktan sonra muhtarlığa adaylığını koyuyor ve kazanıyor. Daha önce muhtar olarak “Mecit bakkal” diye bir ismi hatırlıyorum.

Dedemiz Ahmet Sezai Günışıldar, 1968 -1989 yılları arasında kesintisiz olarak 21 yıl Ayrancı mahallesinin muhtarlığını yapıyor. Artık aday olmamaya karar verince bayrağını birinci azası olan berber Osman Özcan’a devrediyor. İnsanlar öyle alışmışlar ki onun muhtarlığına, adaylığını koymadığı seçimde adını göremeyince bazı seçmenler yanlış sandığa geldik galiba diyorlar. Halbuki aday olmamıştı.

Dedemin 1910 yılı doğumlu olması gerek; artı eksi 1-2, nüfus cüzdanı eski takvime göreydi. O yıllarda Reşat Nuri Sokağının yukarı kısmında oturuyorduk. Oralar kentsel dönüşüme girince Sokullu’ya taşındık. Dedem 1995 senesinin yazında orada sandalyede vefat etti.

Arada bir es vererek sigarasından bir fırt çektiği uzun imzası meşhurdu. “A. Sezai Günışıldar” O, A nokta özellikle söylenirdi. Tam adı Ahmet Sezai Günışıldar. Ahmet’i kullanmazdı. Rahmetli anneannem Fatma da ona Sezai diye hitap ederdi. Birbirlerine elbette saygıları vardı ama o zamanlar öyle canım, cicim, aşkım, öyle bir şey yok.

Hatırlayabildiğim, yardım severliği ön plandaydı. Muhtarlık, hele Ayrancı gibi bir yerde, tabiri caizse banka gibi para basma yeriydi, fakat dedem çoğunlukla kapıcılardan para almaz, mahalleye gelenlerden, ‘hoş geldiniz’ der para almaz, mahalleden gidenlerden ‘güle güle’ der almaz, öğrencilerden almazdı, böyle çoğundan para almazdı.

Muhtarlığın son yeri Kuzgun Sokak 26 numaralı Gülün Apartmanı’ndaki dükkandı. Biz de gelirdik oraya öğlenleri bir iki saat geçirir, muhabbet ederdik. Esnafları tanırdık. Ben ilkokulu Salih Alptekin’de, orta okulu Ayrancı Lisesi’nin orta bölümünde okudum. Liseyi de Ayrancı Ticaret Lisesi’nde okudum, Uçarlı Sokak’ta. 1991 yılında oradan mezun oldum.

Nazilli Sokağın Hoşdere Caddesi köşesinde de oturduk. Orası tek katlı bir yerdi, karşıda Polat Gazete dergi bayii açılmıştı. Önce Ayrancı Taksi’nin orada bir büfeydi. O bina yapılınca Polat ve çocukları geniş dükkana geçtiler.

Çocukluğumuzun Ayrancı’sı

Çocukluğumuzda işte Çimen Pastanesi, Teoş Kırtasiye ve Can Tuhafiye (torpil mantar filan alır patlatırdık, küçük bir dükkandı ama acayip, yok yoktu yani), buralar Ayrancı denince aklımıza gelen yerlerdi. Etraf alabildiğine boş, arsa da diyemiyorum, topraklık, ağaçlar var, salıncak kurmuşlar sallanıyorlar. Çankaya tarafında, daha yukarıda sonradan yerle bir edilen değişik şekilde villalar varmış. 6-7 yaşlarımın geçtiği, 12 Eylül yıllarında yaşadığım evin on metre aşağısında bir çeşme vardı, gürül gürül akardı; tıpası vardı hatırlıyorum. Şimdi Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Ayrancı Pazarı’na doğru yayıldığı yerler.

Dikmen deresi vardı. Çetin Emeç Bulvarı’nın başladığı yerin yukarısı Dikmen Vadisi diye geçiyor, aslında orası Dikmen deresi, belki de 45 derece açıyla büyük taşlıklar vardı, bent de vardı ve açıktan akardı.

Körfez savaşı sırasında kapatılan sığınak vardı, bir tarafı Ayrancı’da, bir tarafı Dikmen’e çıkıyordu. Dikmen Caddesi’nde Zeki Bey durağını geçer geçmez, şu anda büyük blokların olduğu sağ tarafındaydı bir ucu. Bir ucu da Ayrancı’daydı. Biz oraya fenerlerle girerdik. İçi gerçekten labirent gibi, yazın içeri girip üç metre gidince içerisi buz gibi soğuk oluyordu. Bazı yerlerde, odalara giriyorsunuz, geniş odalar; yerlerde kare şeklinde (en az 50x50cm) düzenli açılmış, köşeli delikler var, kötü kokmuyor, bunların hepsi ağzına kadar su dolu. Ben hatta o zaman birkaç tane taş atmıştım, ses gelecek mi gelmeyecek mi diye, inanın taş atıyorsunuz sesi duymuyorsunuz. Sonraları Körfez Savaşı esnasında bu sığınaklardan bahsedildi ve burada bizim de hissemiz var, buradan faydalanma gibi söylemler oldu, okuduğum kadarıyla orası içeriden ışıklandırıldı ama kapatıldı, zaten şimdi inşaatlar yapılınca otomatikman kapandı. 

Dedemin bu şekilde anılması gurur veriyor

Facebook’ta ilk defa “Nostaljik Ayrancı” sayfasında dedemle ilgili yorumlarla karşılaştım ve hiçbir tane kötü bir şey yoktu. Hiç mi kimse kötülemez, kötü bir anısı geçmiş olabilir, insanlık hali, bir tane bile kötü yoruma rastlamadım. 

Sebze kamyonetine çıkar seçim turu atarmış mesela. İmzasından çok söz ediliyor. Durumunun iyi olmadığını bildiği ailelerden gelen çocukların parasını alıp sonra parayı evrakın içine koyup, ‘bunu annene ver’ deyip geri gönderdiğini yazıyorlar. Güzel yorumlar okuyunca insan gurur duyuyor. Belki maddi olarak bir şeyler olmadı ama bunlar maddiyatın ötesinde şeyler. Dedemin bu şekilde anılması gurur veriyor. Bu dünyada kazandığı kazanabildiği en büyük servet budur. Dedem o dönemin lise mezunu. Almanca ve Arapça biliyor.

Gözlerinin etrafındaki kırışıklıkları hatırlıyorum; alemci bir tarafı da vardı, çoğunlukla rakı da içerdi, hemen hemen her gün içerdi. Ama asla ertesi günü aksatmazdı, işi var çünkü. Ve fitti; inceydi, göbek falan hiç yoktu. Dedem dünya için belki bir şey yapmadı ama ahiretlik çok şey yaptı.