Tiyatro, dekorsuz, ışıksız, kostümsüz hatta oyuncusuz bile olur ama seyircisiz olmaz

Tiyatro; insanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatıdır. Turgut Özakman

Bu sayımızda, sanat yapma arzusu ile yolları kesişen dört arkadaşın kurdukları bir tiyatro oluşumu olan ve oyunları semtimizde sergilenen Sisifos Sanat’a ve bu ekibin iki üyesi Burak Efe Meyilli ve Tuğkan Öztürk’e yer vereceğiz.

Bize kendinizden bahseder misiniz?

Efe: Ben Burak Efe Meyilli, 28 yaşında bir yazar ve oyuncuyum, hadi bir de yönetmen diyeyim çok sık yapmasam da. Hukuk Fakültesi mezunuyum ama meslekle bir alakam kalmadı, artık sadece biraz havasını attığım ayrıntı benim için.

Tuğkan: Ben de Tuğkan Öztürk, 25 yaşındayım, yazılacak birçok hikayenin henüz çok başındayım. Mühendislik fakültesi mezunuyum ancak kendimi daha çok tiyatro üreticisi olarak görüyorum.

Tiyatroya ilginiz nasıl başladı? Bu ilginin doğmasında neler etkili oldu?

Efe: Çocukken yazmaya ve bir şeyler canlandırmaya meraklıydım, ailem enerjimi atayım diye beni bir tiyatro kursuna yolladı. Şimdi görüyorum ki benim için nokta atışı bir yönlendirme olmuş bu.

Tuğkan: Ben Kırşehir’de büyüdüm. Pek tiyatro yoktu ama televizyonla büyümenin büyük etkisi oldu sanıyorum. Televizyonda gördüğüm insanlar gibi olmak istemiştim. Oynamayı hayal etmek çok keyifliydi. Anaokulundayken bir skeç sahneleyeceğimizde bütün rollere “Ben oynayacağım!” diye atlardım. Hâlâ da böyle yapıyorum.

Farabi Sahnesi’nde gösterimde olan “Sanat” adlı tiyatro oyununuzda sizi izledik, başarılı performansınızı ve seyirciden aldığınız dönütleri yerinde görmüş olduk böylece. Peki sizler rol seçimlerinde nelere dikkat ediyorsunuz? Bir tiyatro metnini okuduğunuzda, “Ben bu kişi olmalıyım!” dediğiniz yerler oluyor mu?

Efe: Kendi dertlerime benzer dertleri olan, benim amaçlarımla benzer gayelerde olan karakterleri kendime yakın bulurum. Örneğin, Sanat oyununda Sergey adlı karakteri canlandırıyorum, bu karakter yüksek bir meblağ ödeyerek üzerinde tek bir çizik dahi olmayan bembeyaz bir tablo satın alıyor. Bu tablonun da tüm olumsuz eleştirilere rağmen bir şaheser olduğunu düşünüyor. Ben de Sergey ile aynı fikirdeyim, bembeyaz bir tablo dahi ona bakanda sanatsal hisler uyandırıyorsa evet bunun adı sanattır ve evet, o eser bir şaheserdir.

Tuğkan: Bir tiyatro metni veya bir romanla karşılaştığımızda ana karakterle bağ kurmaya daha eğilimli oluyoruz. Çünkü ana karakterin iç dünyasını, motivasyonlarını, geçmişini, aslında amiyane tabirle her şeyini yazar doğrudan okura sunuyor. Yan karakterler ise birkaç ipucu ile anlatılıyor ve hikayesi o birkaç ipucu ile tamamlanmış oluyor. Bu açıdan bakınca yan karakterleri canlandıracak oyuncuların aslında birer yazar olup ipuçlarını doldurarak karakterini yaratması gerekiyor. Ben, yönetmen olarak bir rol dağıtacağım zaman kim o karakteri “yazabilir” bunu düşünüyorum. Ben bir karakteri canlandıracağım zaman aynı şekilde bu sefer ben hangi karakteri daha iyi yazabilirim diye düşünerek seçim yapıyorum.

Sizce sahne bir bağımlılık mıdır? İzlenme deneyimini tarif edebilir misiniz? Bu deneyim sizin için ne ifade ediyor?

Efe: Sahne tozu diye bir şey var tabi. Bir çeşit bağımlılık mı? Bence evet. İzlenme deneyimi büyük bir baskı elbette fakat bu baskının altında güzel bir iş ortaya koyduğunu görmek insan için hayatı çok anlamlı hale getiriyor.

Tuğkan: Bu biraz farklı bir soru. Ben tiyatroyu bıraktığımı hayal dahi edemiyorum ancak bunu bağımlılık olarak da tanımlayamam. Bağımlılık olumsuz çağrışım yapıyor sanki. İzlenmek ise büyük bir sorumluluk. Günümüzde dikkatimiz dağılmadan bir işe 5 dakika bile odaklanabilmek mümkün değilken, seyircinin 2 saate yakın bir zamanı bizlere ayırması çok ama çok değerli. Sahneye her zaman bu farkındalık ile çıkmak gerekiyor.

Oyunculuk ve yönetmenlik deneyimlerinizi düşündüğünüzde kendinizi hangisine yakın hissediyorsunuz, arasındaki farklardan bahseder misiniz?

Efe: Oyunculuk bir tutku, daha ziyade katartik bir eylem, hissetmeye dayalı. Yönetmenlik ise nereye gideceğini bilmediğin bir gemi kaptanı olmak, yol bulmak gibi. Ben kendimi daha ziyade oyunculuğa yakın buluyorum.

Tuğkan: Evet bence de oyunculuk bir tutku işidir ancak yönetmen olmak için deli olmak gerekiyor. Çok büyük bir sorumluluk farkı var ortada, resmin tamamını yaratmaya çalışmak ya da resmin bir parçasında var olmak… Bir seçim yapmak çok zor, ben ikisine de eşit mesafedeyim diyebilirim.

 “Sanatçı” ya da “tiyatrocu” olmak nasıl bir duygu?

Efe: Askerlik çok ilginçtir. Askeriye kadar sanatçı olmanın ilgi çektiği bir ortam daha görmedim. Ülkenin her yanından, kültüründen ve mesleklerinden insanların aslında sanatın önemine ve değerine ne kadar vakıf olduğunu gördüm. Hani nasıl desem törende şiir okuyorum diye askeriye kantininden bana cips, kola ısmarlayan da oldu.

Tiyatroya ilişkin bir hayaliniz var mı?

Tuğkan: “Godot’yu Beklerken” oyununu ilk okuduğumda gerçekten büyülendiğimi hissetmiştim. Tiyatroya ilgimi katlayan oyunlardan biriydi belki de. Okuduktan yıllar sonra da üniversitedeyken sergilemek istedim Godot’yu. Bir kaç prova sonrası ise bunun için henüz erken olduğuna karar verdik. O gün bugündür. Bekliyorum Godot’yu. Birgün gelecek ve sahnede beklemeye devam edeceğiz.

Sizce, ülkemizde ve/veya şehrimizde tiyatroya dair en büyük problem nedir? Bu problemin çözülebilmesi adına, biz sanat tüketicilerinin, sanat üreticileri adına yapabileceği neler var?

Efe: Tiyatroda yaşanan en büyük sıkıntıların temeli bence ekonomik. Ekonomik kaygılar sanat yapmayı, risk almayı zorlaştırıyor. Tiyatroya gidin, size hitap eden bir oyunun bambaşka bir deneyime dönüştüğünü göreceksiniz.

Tuğkan: Bir tiyatro, dekorsuz olur, ışıksız olur, kostümsüz olur hatta oyuncusuz bile olur ama seyircisiz olmaz. Biz tiyatro yaparken izleyicide bir anlık bile olsa bir düşünce yaratmak istiyoruz. Bu motivasyonla yola çıkıyoruz. Sanat tüketicilerini farklı kaynaklardan beslenmeye davet ediyorum. Sadece belli oyuncuların veya grubun oyunlarına yönelmektense farklı kaynaklardan beslenmek tüketici açısından daha yararlı olacaktır diye düşünüyorum.

Bizlere oyunlarınızdan bahseder misiniz? Sizi takip etmek isteyenler hangi platformlardan ulaşabilir?

Efe: Güncel olarak gösterimde “Sanat” ve “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” oyunlarımız var. Ayrıca ilk oyunumuz olan Kaktüslü Adam’ı da tekrar seyircimizle buluşturmak için provalara başladık. Ormanlardan Hemen Önceki Gece, her yerde ve herkeste yabancı olmuş, yaşamla ölüm arasında bir adamın derdini anlatma çabası. Hem ait olmak hem reddetmek isteyen, hem yaşamak hem de ölümle burun buruna gelmek isteyen oksimoron bir adamın hikayesi. Kaktüslü Adam ise işsizliğin hat safhaya ulaştığı bir ülkede işsizlik temelli intiharların arttığı bir dönemde geçiyor. Farklı gruplardan bir avuç intihara meyilli insanın, aynı parkta yollarının kesişmesini ve bu kesişimden doğan başkaldırıyı anlatıyor.

 Tuğkan: Ben de Sanat adlı oyunumuzdan bahsedeyim. Sanat aslında bir dostluk hikayesi diyebilirim. Birbirleriyle çok sık görüşemeyen ancak dostlukları çok eskilere dayanan üç arkadaştan biri, günün birinde beyaz bir sanat eserine bir servet harcadığında tepkilerimiz ne olur? Oyunda bu soruya yanıt bulmaya çalışıyoruz. Güncel olarak gösterimde olan üç projemiz var ancak elbette ki dahası da olacak. Bunlar için bizi sosyal medya üzerinden “Sisifos Sanat” olarak aratıp takip edebilirler.

Ayrancı Semti’nde bulunan tiyatro merkezlerinden birinde oyunlarınızı sergiliyorsunuz. Buradan yola çıkarak, semtimizin tiyatroya yaklaşımı ile ilgili genel değerlendirmenizi alabilir miyiz?

Tuğkan: Ayrancı’nın yıllar içinde bir tiyatro semtine dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Tunalı’daki sahnelerle birlikte bu civarda altı adet sahne var. E tabi bu karşılıklı bir ilişki. İlk sahne açıldı ve böylece bu çevrede bir tiyatro kitlesi oluşmuş oldu. Daha sonra bir ikincisi açıldı ve hem bu kitleden beslendi hem de bu kitleyi büyüttü. Sonunda sayı altıya kadar yükseldi. Eminim ki bu sayı daha da artacaktır. Çünkü burada artık bir tiyatro kültürü oluşmuş durumda. Bundan dolayı Ayrancı’daki tiyatro izleyicisi oranının diğer mahallelerden çok daha yüksek olduğunu düşünüyorum.

Efe: Ayrancı tiyatroya gitmeyi seven, sokakları ve insanları temiz, sanata ilgili bir semt. Çevrede pek çok sahne var, bu semt bu sahneleri yalnız bıraksaydı, bu yerler ayakta kalamazdı. Biz de yıllardır koltuklarımızı dolduran Ayrancılılara teşekkür ederiz.

Ve karşınızda Çankaya Sahne

Tiyatro, seslendirme, oyunculuk, yönetmenlik, sesli kitap… Devlet Tiyatroları, Ankara Sanat Tiyatrosu, şimdi de Çankaya Sahne. Büyülü bir süreç. Kimdir Mehmet Atay?

Sorunun son kısmından yola çıkayım, bu “büyülü süreç” diye bir kelime kullanmışsınız. İnsanın hayatını erekler, amaçlar, vizyonlar kadar tesadüfler de belirliyor. Bilemiyorum ne kadar büyülü olduğunu. Ama şunu diyebilirim; tiyatro hayatım, saydığınız bütün mesleklerin dışında her şeyin ortasında, merkeze tiyatro oturuyor. Bu da biraz tesadüflere bağlı olarak gelişmiş bir şey.

Mehmet Atay

Lise yıllarımda biraz haylaz bir öğrenciydim ve son sınıfa geldiğimde de pek akıllanmış sayılmazdım. Biliyorsunuz liselerde kol faaliyetleri asılır; işte gazetecilik kolu, müzik kolu falan. İşte tiyatro kolu da bunlardan bir tanesiydi. Bir dedikodu geldi kulağımıza, “geçen sene tiyatro kolu çok iyi çalıştı, çok iyi de ders asabildi.” Biz de tiyatro koluna girelim mi diye 3-5 arkadaş konuştuk aramızda. Girdik tiyatro koluna.

O sene şans eseri, öğretmenlerimizin de teşvikiyle 3 tane oyun oynandı. Bir tanesi Şinasi’nin şair evlenmesi, bir tanesi Çanakkale ile ilgili bir oyun, birisi de Uzak Dünyalar oyunuydu. O senelerde; Halk Eğitim Merkezi (şimdiki Resim Heykel Müzesi) 3. Tiyatro’da Halk Eğitim faaliyetleri varmış ve Liselerarası Tiyatro Yarışması açtılar. Biz de Ankara Atatürk Lisesi olarak – o zaman erkek lisesiydi ama son sınıfta kızlar da gelmeye başlamıştı. Kızlar, erkekler birlikte tiyatro yapabilme şansı elde edebildik.- Hasbelkader, liselerarası tiyatro yarışmasında “en başarılı erkek oyuncu” ödülü aldım. Bu ödül hem kanıma girdi, hem de teşvik ve tahrik etti. Tiyatro kolunu organize eden edebiyat öğretmenimizin de teşviki, “konservatuarı denemelisin” demesiyle başvurdum ve kazandım. Babamın da haberi vardı, rahmetliye “ben konservatuar imtihanına gireceğim” demiştim, o da “olur gir” demişti. Girdim, sonra “kazandım” diye gittiğimde yanına, –heves gibi düşünmüştü galiba– biraz hayal kırıklığına uğradı, birkaç ay küstü bana.

İşte böyle tesadüflerle başlayan bir süreçtir tiyatro hayatım benim. Konservatuara girince de, o lisedeki haylaz, hayta, derslerle ilgilenmeyen çocuğun yerini, tamamıyla eğitimine, tiyatroya kendini adamış bir talebe aldı. 24 saatim tiyatro olmaya başladı, demek ki severek yapıyormuşum.

Tabii şimdiki gibi aslanın ağzında değil tiyatroculuk (1975 yılı). 5 yıl okuyup mezun olduktan 1 saat sonra kadrolu Devlet Tiyatrosu Sanatçısıyız, o zaman öyle bir şansımız vardı. Şimdi öyle değil yeni çocuklar için. Çok zor geçiriyorlar bu süreci, iş bulamıyorlar, Devlet Tiyatrosu’na girmek neredeyse imkansız hale geldi, çok mezun var. 7.000 tane işsiz mezun olduğu söyleniyor İstanbul’da.

Bu süreci dolu dolu geçirdiğiniz zaman, mezun olduktan sonrasını da dolu dolu geçirmeye ve tiyatroda üst üste görevler almaya başlıyorsunuz. Yan branşlar ilginizi çekiyor; seslendirme, dizi/sinema oyunculuğu teklifleri de gelmeye başlıyor. Ama bunların hepsinin merkezinde tiyatro var, eğitim var, vizyon var.

Sesli kitap başka bir süreç. Önce benim ihtiyaç duyduğum bir ürün. İstanbul’a çok sık gidiyordum bir dönem ve özgür olmak adına arabayla gidiyordum. Gittin 6, geldin 6 saat, sürekli gözün yolda, boşa giden zaman gibi gelmeye başlıyor. Bu, yolda geçen zamanın bir şeyle değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz. Dünyada yapılan örnekler var ve sesli kitapla (bizim markamız o) tanışıyorsunuz. Bizde niye olmasın diye araştırdım. O zamana kadar münferit bir şeyler yapılmış. Genellikle popüler olan isimler, o anı değerlendirmek, para kazanabilmek için yapmışlar. Adile Hanım rahmetli, masal kasetleri çıkarmaya başlamış popüler olduğu dönemde. Onların her biri de bizim için birer sesli kitap.

Bu nasıl sistemli bir hale gelebilir” diye düşünürken (şimdiki bir) ortağımla tanıştım. O da, çocuklar üzerine sesli kitap çıkarmak istiyormuş seri halde. Önüme, çocuklar için “okur musun” diye çocuk kitapları verdi. Dedim ki, “çocuk kitapları için, hem sesim ve hem cinsiyetim itibariyle –genelde kadın okuyucular okur- doğru insan olduğumu düşünmüyorum” dedim. “Benim de yetişkinler için böyle bir projem var, gel ikisini evlendirelim” dedik ve evlendirdik, 2009’dan beri sesli kitap üretiyoruz. Şu anda bayağı iyi bir koleksiyonla, hem Storytel hem kendi sitemizde dinleyicisiyle/okuyucusuyla buluşuyor sesli kitaplarımız.

Ben öyle çok hırsı olan, “o’nu yapayım, bunu da yapayım” diyen biri değilim. Biraz tesadüflerle gelişmiştir hayat. Mehmet Atay da oluştuysa, o da odur zaten.

Mekan, mahalle, merkezde olmak, mekanın geçmişi… Şili Meydanı’nda, Ayrancı’da, kentin göbeğinde, böylesine tarihi olan bir yerin tiyatroya dönüşünü sağladınız. Neler söylersiniz?

Buraların çocuğuyum zaten. Çocukluğum, gençliğim, delikanlılığım hep Esat’ta geçti. Buralar da bölgemizdi ve ben de bir sinema tutkunuydum o zamanlar. Çankaya Sineması da benim çok sık geldiğim bir yerdi. Yanında da Kilim Pastanesi vardı. Pastanenin kokusunu duymak, kız arkadaşlarımızla buraya gelmek falan, bir nostalji yaşıyorsunuz tabii ki. Hiç aklıma gelmeyecek bir şeydi, oldu. 2006 yılında Devlet Tiyatrosu’ndan emekli oldum, tercih ettim kendimi biraz özgür hissetmek istedim, iyi de oldu.

Burasının kült bir mekan olması yanında benim için nostaljik hatıraları var. Buraya girdiğim zaman her yerini ayrıntılı hatırlayamadım ama localarını, konumunu, kapısının arasından perdenin görünümünü hatırlayabildiğim için onları yerli yerine koyabiliyorum. Burası sinema iken bu kadar kalabalık ve hareketli bir yer değildi. Zaten buradaki (Şili Meydanı ve onu merkeze alan bölge) hareketlilik son 2 yılda oluştu ve birbiri ardına işletmeler açılmaya başladı.

Burada birçok şey denenmiş. Eskiden sinema, sinemadan sonra bir müddet disko yapılmış, sonra gazino yapılmış, bir süre atıl kalmış ve ihmal edilmiş. İçindeki kiracı bir süre kira verip oturmuş ama hiç bakılmamış binaya. Yıllar sonra terk ettiğindeyse tam bir virane olarak kalmış. Biraz korkarak girdik. Bir tiyatroyu yapmak masraflı bir iş. Neyimiz varsa, varımızı yoğumuzu ortaya koyarak, bazı özel zevklerimden feragat edip onları da paraya çevirerek, burayı çalışır bir tiyatro haline getirdik.

Geçen yıl açıldınız çok iyi oyunlar ve aktivitelerle. Ve üzerine pandemi geldi. Neler dersiniz; ülke, ekonomi, seyirci, sanatın para kıskacı üzerine.

Tabii ki işin başı; seyirci burayı tanıyacak, bilecek ki teveccühünü, ilgisini gösterecek. Buranın da tanınmaya ihtiyacı var. Bu konuda eksiklerimiz olduğu için ancak bu bölgeyi besleyecek kadar çalışabildik. Pandemi dolayısıyla 5 ay kadar faaliyette kalabildik. Çok memnun kaldı buraya gelenler, kim geldi ve takip ettiyse bir daha gitmedi, hiçbir gösteriyi kaçırmamaya başladılar, bu güzeldi.

Manevi tarafını çok iyi düşünerek girdiğimizi söyleyemeyeceğim. Çevre öyle besliyor ki insanı, buraya gelip kapının önünde durup, burada bir sanat mekanının açılmış olması insanların gözünde o kadar büyüdü, o kadar taltifle karşılaştık ki, burayı canlandırmış olmanın maneviyatını onlar sayesinde anlayabildik. Büyük bir iş, önemli bir iş yapmış olduğumuzu o zaman anlayabildik.

Farkında değildik, korku çok hakimdi çünkü; “Acaba becerebilecek miyiz, acaba yapabilecek miyiz, acaba gücümüz yetebilecek mi, bir yerde tıkanırsak ne olacak” gibi, endişeler taşıyorduk ve hâlâ da taşıyoruz. Pandemi sebebiyle birçok tiyatro da, firma da, bütün sektörler de ayakta kalma mücadelesi veriyor. Ama tiyatroların önemli olan tarafı şu:

Marketinizi burada kaparsınız bir sonraki sokakta açabilirsiniz. Market, terzi, kafe açacak çok yeriniz vardır. Ama tiyatro yapabileceğiniz alan yok, kalmadı. Devlet kurumları da mal sahipleri de dahil tiyatrolara hala destek verilmiş değil. Eğer tiyatrolar pandemi döneminde destek görmez ve kapanırsa bu büyük sanat boşluklarına yol açacak, bunların yerini yine marketler, otoparklar alacak ve bir daha Türkiye’de sanat hayatı kolay kolay tekrar dirilemeyecek. Ya çok büyük yatırımlar (kapitalizmin sermayesi) girecek işin içine ki o zaman tiyatronun asıl özü kayboluyor. Bir tiyatrocu hiçbir zaman tiyatrosunu; bir yatırım aracı, zengin olma aracı olarak düşünmez. Orayı tiyatro yapabileceği için ayakta tutmaya çalışır. Eğer bu alanlar yok olursa, Türkiye’de sanat hayatı uzunca bir süre kendine gelemeyecek, toparlanamayacak demektir.

“Tiyatronun, canlı ve yüz yüze temasın büyüsü… İnsanla temas” desem, neler dersiniz?

Seyircinin sahnedeki kişiyle özdeşleşmesi, buluşmasıyla eskiden daha çok karşılaşırdık. Şimdi eskisi kadar karşılaşmıyoruz çünkü seyirciyi illüzyona sokabilecek, içine alabilecek, teknolojik imkanları çok geniş olan sanat yapıtları var, sinema bunlardan sadece bir tanesi. Biz tiyatroda bu illüzyon üzerine çalışmıyoruz, tiyatro bu illüzyonu seyirciye sağlayamaz. Sağlamaya çalışırsa komik olur, yapabilmesi için de çok büyük prodüksiyonlar haline gelmesi gerekir.

Eskiden turnelerde çok sık rastlardık, oyunda kötülük yapan oyuncuyu çıkışta dayak atmak isteyen seyirciyle karşılaşırdık. Şimdi öyle değil, seyirci oyun olduğunun bilincinde. İşte bizim arınma dediğimiz şey, eğer gerçekleştirebiliyorsak zaten onu biz burada bir tiyatro yapıtı sunabiliyoruz demektir seyirciye. Tiyatroda seyirci, sahnedeki oyunun “mış” gibi olduğunu bilerek ve kabul ederek oturur koltuğuna. Oradaki patlayan silah gerçekten patlamaz, ölen gerçekten ölmez, tabanca tahta tabancadır, onu kabul eder. Öyle bir şansımız var bizim.

Ayrancım Gazetesi olarak sizinle söyleşmeye geldik. Semtin ve kentin kalbi olan bir noktadayız. Okuyucularımıza, kent-kentli kültürüne, mekanın tarihine ilişkin bize ne dersiniz.

Ben sosyolog değilim, bir takım tespitler yapamam. Buraların tarihçesi üzerine söyleyeceklerim sınırlı. Ama şuradan geçen ve buraya gelen seyirciyi biliyorum, dokunabildiklerim üzerinden konuşabilirim. Buraya geldiği zaman seyirci, kendisinin burayla paylaştığı şeyi anlatma ihtiyacı duyuyor. “Burası vaktiyle şöyleydi…  Ben burada şöyle yapardım… Çocukluğumda bunu yapardım… Şurada Kilim Pastanesi vardı, burada Börekçi vardı…” Benim de bazen bilmediğim şeyleri paylaşıyorlar, paylaşmak istiyor ve içeriyi merak ediyor, “Acaba hala aynı duruyor mu” diyor çünkü yıllardır buraya girilememiş.

Diskoyken büyük bir kesim girmemiş, ondan sonra uzun süre atıl kalmış. Burası kapalı bir kapıymış, çukurda, karanlıkta ve kimse buranın arkasında –aşağı yukarı– o zaman sinemayken 800 kişilik, şimdi 500 kişilik bir tiyatro olabileceğine ihtimal verememiş. Önünden geçmiş ama burası karanlık bir kapıymış. Belli bir yaş grubu “Evet ben burada bir şeyler yaşadım onu görmek istiyorum” diyor. Belli bir yaş grubu ise “Burası karanlık bir kutuydu, neresi ne olmuş burası, burada tiyatro mu olur” diye merak edip giriyor. Bunun arkasında bu kadar büyük bir şey olabileceğini aklı hafzalası almıyor. “Burada ne varmış, böyle bir yer var mıymış, nasıl, neymiş” diyor. Airport zamanında, diskoya giden bazı çocuklar, “burası bizim için Airport’tu” diyor, onlar da ayrı bir nostalji yaşıyor. Arkadaşlarıyla geldiler eğlendiler, aradan 15-20 yıl geçti ve 20 yıl önce bir genç olarak gelip eğlendikleri mekanlar 40-50 yaşlarındaki insanlar için yine bir nostalji kaynağı oldu.

Son söz yerine…

Bu muhitler birbirinden çok farklı değildir. Bir zamanlar bir Esat çocuğu olarak, bir zamanlar Ayrancı’da yaşamış biri olarak, Ayrancı’da 30 senede 3 tane seslendirme stüdyosu açmış olarak burada özel bir hikayemiz var.

Cinnah’ta başlar bizim öykümüz, Mesnevi’de devam eder, Hoşdere’de sürer ve şimdi buradayız. Sağlam bir öykümüz var Ayrancı’da.

Burası bence tescil edilecek, kültürel sit ilan edilecek bir yer/yapı. Ankara’nın kült mekanlarından bir tanesi. Ben devlet olsam, Kültür Bakanlığı olsam önce buraya ben sahip çıkardım. Maalesef bu tip şeyler olmuyor, ya en son sıraya atılıyor ya da hiç ilgilenilmiyor. 

Ve Ayrancılılara seslenmek istersek, Ayrancılılara diyoruz ki;

Gelin ve mekanınıza sahip çıkın. Gelin gidin, oturun, çay için, oyunlarımızı seyredin. Bizi yönlendirin, isteklerinizi söyleyin.”

Bir terslik olmazsa 19 Eylül’de “Geçmiş zaman olur ki” isimli –benim talebelerim olan– Kulis Sanat Oyuncuları’nın oyunuyla başlıyoruz. Bahçelievler’de 7-8 senedir inatla tiyatro yapmaya çalışan ve tiyatro aşkıyla dolu çocuklar. Pandemi sürecinde hem sahneleri çok küçük hem oynama imkanları yok artık, oynasalar da anlamlı olmayacak kendini kurtaramayacak oyun. Onlarla bir işbirliğine gittik. Ben onlara “buyrunuz paylaşalım” dedim ve oynayabilecekleri bir alan yarattım, onlar da bana genç enerjileriyle destek verecekler, benim de öyle bir desteğe ihtiyacım var. Bu işbirliği bizi ayakta tutar diye düşündük ve bir işbirliğine gittik. Eylül ayı içinde 4 oyun oynayacak, hepsi talebelerimin oyunları.

Dürrenmatt’ın “Uyarca”sı, kısmetse 4 Ekim’de prömiyerini yapacak. O Çankaya Sahne’nin oyunu. Bekliyoruz.

(web sitesi: cankayasahne.com)