Ayrancı’da yaşamanın ve yaşlanmanın keyfekeder hüzünleri

Yazanlar Sokağı’nda Sadi Hoşses

1980 yılıydı. Aşağı Ayrancı’daki Yazanlar Sokağı’nda yaşayan besteci Sadi Hoşses, Ankara Arı Sineması’nda jübilesini yapmaya hazırlanıyordu. Ardından İzmir’e taşınacaktı. O yıl, Olgunlar Sokağı’nda bir haber ajansında 19 yaşında acemi bir muhabir olarak çalışıyorduk. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askerlerin sabrını ve hasretini anlatan “Sabret Gönül”, “Bu Hasret Biter” adlı eserlerin bestecisi Sadi Hoşses ile bir röportaj yapmamız istenmişti.

Sadi Hoşses’in aynı mahallede TSM çalışmaları yapan dershanesi yerine, iki arkadaş Kızılay Güvenpark’tan eski marka taksi dolmuşlara binerek, evinde ziyaret etme acemiliğinde bulunmuş, Sadi Hoşses’in kapısını randevusuz çalmıştık. Kapıyı açtığında üzerinde eşofman türü bir giysi vardı. Amacımızı öğrendiğinde “buyrun çocuklar sizi salona alalım” kibarlığıyla izin istedi sonra kravatlı takım elbise giyinmiş haliyle salona girdi. Eski Ankara beyefendisinin bu davranışıyla büyük bir sanatçıdan büyük bir nezaket dersi almıştık.

Şadi Hoşses, 1982 yılında Ayrancı Yazanlar Sokağı’ndan ayrılarak İzmir’e yerleşti ve 1994’te vefat edene kadar orada yaşadı. 1988’de, Avni Anıl’ın Sadi Hoşses ile ilgili hazırladığı TRT programında, eşi Ayrancı’daki dostlarını çok özlediğini dile getirmişti.

Şu sıkıntılı günlerde dilimize Hoşses’in “Gülmedi şu bahtım gülmedi gitti” şarkısı denk düşse bile, şimdi oradan geçerken, Yazanlar Sokağı’ndaki o evden bir zamanlar terennüm edilen “Yıldızlı semalarda haşmet ne güzel şey” şarkısı gelir aklımıza ve ağlamaklı olur insan şu Ayrancı’da.

Sadi Hoşses ve Ziya Taşkent

Mesnevi Sokağı’nda Ziya Taşkent ıslığı

1999 Marmara Depremi’nde eşi, kızı ve iki torunuyla birlikte aramızdan ayrılan besteci Ziya Taşkent, 1980’lerde Mesnevi Sokağı’nda yaşardı. Akşama doğru, Karyağdı Sokağı kavşağındaki marketten alışveriş yapar, tanıdıklarıyla şakalaşırdı. Bazen dilinde pelesenk olmuş bir şarkıyı mırıldanır, bazen de bestelemeyi düşündüğü yeni bir eseri ıslıkla çalarak evine dönerdi. Şimdi oralardan geçsem Taşkent’in bestesi “Gücüme gidiyor böyle yaşamak” şarkısı düşer gönlümüze. 

Gazete sayfalarını paylaşarak okurlardı

Yeşilyurt kavşağından Kuzgun’a tırmanırken üçüncü apartmanın yüksek giriş katında oturan bir çift idiler. Sabahın erken vakitlerinde gözlüklü, takım elbiseli yaşlı beyefendi, Yeşilyurt’un köşesindeki fırından sıcak ekmek ve gazetesini alırdı. Eşi onu hep yoldan görünen giriş kapılarında karşılar, elindeki poşetleri alırdı. Ve o yaşlı beyefendi de yaşlı eşinin sırtını okşar, teşekkür ederdi. Kuzgun Caddesi’ne bakan pencerenin önünde gazete sayfalarını paylaşarak kalın çerçeveli okuma gözlükleriyle okurlardı. Perdeleri hep açık olurdu. Cam göbeği rengindeki eski Volkswagen arabaları apartmanın önünde hep park halinde durur, ara sıra yakın yerlere gezintiye çıkarlardı. Onlar gençlikteki aşkın, yaşlılıkta büyük bir sevgiye dönüştüğü en güzel örneklerdendi.

Bir gün apartmanın önünde bir kalabalık toplanmıştı. “Beyefendi kalp krizi geçirdi” dediler. Evlatları annelerini alıp götürdüler, kaplumbağa arabayı da bir daha gören olmadı. Şimdi oradan eve dönerken o pencereye bakarım hep, zihnmde onlar hâlâ orada gazete okumaktadırlar. 

Her gün traşını olur, kuşları yemlerdi

Kuzgun Sokağı’nda Mesnevi’ye yakın apartmanın yola bakan girişin üstündeki dairelerinde oturan evlatları olmayan yaşlı ve mutlu başka bir çift hatırlarım. Yaşlı adam her gün sinekkaydı tıraşını olur, artan ekmekleri ufalayıp yakındaki boş arsaya konan kuşlara götürür, sürü güvercinlerin arasında tebessümle gelene geçene selam verirdi. Hanımefendi ondan daha önce vefat edince, her gün tıraş olan tebessümlü beyefendinin önce sakalları uzadı. Hayata küstü. Gelene geçene selam veremez bezginliğe düştü. 

Bazen Hüseyin Onat Sokağı’ndaki Bahar Evi’nde tavla oynarken görüldüğünde yaşam ile yeniden barıştığı duygusu uyandırırdı fakat giderek içine kapandı. Münzevi görüntüsüyle ona sarhoş diyenler de oldu. Birkaç gün ortalıklarda görünmeyince onu evinin yatak odasında bir daha uyanmayacak halde buldular. Şimdi o eski binaları yıkılan boş arsaya ne zaman güvercinler sürü halinde toplansa her gün sinekkaydı tıraş olmuş yaşlı adamı ararlar ve gelmeyince de uçar gider kuşlar, insana bir hüzün çöker. 

Hoşdere’ye tırmanan merdivenler

O merdivenlerden her sabah birimiz çıkarken, birimiz inerdi. Artık sık sık rastlaşınca Ayrancı halkı birbirlerine selam vermeye başlarlardı. O yıllarda 20’li yaşlardaydık. Esmer, saçları uzun, müşfik yüzlü genç hanım gülümseyerek selam vermeden geçmezdi. İnsan sevgisinin erdemiyle mahalle kültürünün asaletini oluştururdu. 

Şimdi ömür saatimiz yarım yüzyılı on dört geçiyor.  Ahmet Haşim’in “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinden güneş rengi bir yığın yaprak / Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak” diye başlayan Merdiven şiirindeki gibi, Yeşilyurt’tan Hoşdere’ye çıkan merdivenleriyle birlikte gelip geçmekte olan yaşamı sorguluyorlar.

Uzun saçlı, esmer müşfik yüzlü genç kadın ve o adam, geçen her yılın yüze yapıştırdığı çizgiden imzalarla şimdi aynı merdivenlerden çıkıp inerken “Yıllar ne çabuk geçti o günler arasından” adlı hicaz şarkıyı duyar gibi birbirlerine bakıyorlar.

Sonra yaşadığı zamanda şairlerin sultanı olarak bilinen Şair Bakî’nin; “Avezeyi bu aleme Davut gibi sal / Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” mısraları Aşağı ve Yukarı Ayrancı’nın her köşesinde sağlıklı ve mutlu ömürler için yaşanılan anın tüm olumsuzluklarını unutturmaya başlar.

Kapalıçarşı’dan Ayrancı’ya saatin yarım asırlık öyküsü

Adım Mustafa Aktulga, Ayrancı’nın ilk saatçisiyim. 1973 yılının Eylül ayından beri buradayım. Bana altı ay ömür biçmişlerdi ama 73 yılından beri buradayım. Ayrancı’ya İstanbul’dan geldim. Kapalıçarşı’da esnaftım. Ankara’da askerlik sonrası başçavuşumun yoğun ısrarları ile burada dükkân açtım. Yeşilyurt Sokağı’nda bulduğumuz bu dükkânı kiralayarak zanaatımı bugüne kadar sürdürdüm. 

Ayrancı’nın ilk saatçisi Mustafa Aktulga.

Ben Kayseri’nin Develi İlçesi’nde doğdum. Sekiz yaşında bir saatçinin yanında çalışmaya başladım. O dönem İstanbul hakkında çok güzel şeyler anlatılıyordu. Benim de aklıma girdi orada yaşamak. İki sene yalvardım anneme gitmek için.

Kamyon kasasında İstanbul’a kaçtım çocuk yaşta. Harem’de üç gün kaldım. Sonra vapurla Sirkeci’ye geçtim. Aklımda hep saatçilik yapmak vardı. Kapalıçarşı’da duvar dibinde simit satarken sürekli gözüm bir saatçi dükkânındaydı. Dükkân sahibi Ramiz usta merakımı görüp beni yanına aldı. Haftalığım 25 liraydı. Mithatpaşa Caddesi’nde kiraladığım terasın kirası 150 lirayı karşılamak için sabah erkenden işportaya çıkardım. Akşam baskısı gazeteler satardım, 100 gazeteden 2,5 lira kalırdı elime. Bir süre sonra ustam kabiliyetimi görüp haftalığımı 75 liraya çıkarınca rahatladım. 

Bir süre sonra ustam bana kendi dükkânıma geçmemin zamanı geldiğini söyledi. Kapalıçarşı’da Fesçiler Çarşısı’nda meşhur Ali Baba dükkânının karşısında dükkân açtım. Kiramı rahat ödemeye, iyi giyinmeye, güzel yemekler yemeye ve haftada üç kere hamama gitmeye başladım. 

Saat sektörünün asıl yeri Polonya’dır. Nazilerden kaçan Yahudiler yerleştikleri İsviçre’de bu işi geliştirmişlerdir. Türkiye’de bir zaman çok tutulan İsviçre malı olan Nacar ve Hislon markaları Sirkeci’de Büyük Postane yakınlarında iki Ermeni vatandaşın dükkânında satılırdı. Onlar ithal ederdi. Daha sonra el değiştirdi, Konyalı Mustafa adlı bir bey satmaya başladı. 

Develi’de minicik bir bağımız vardı ama o toprak bizi doyurdu, büyüttü. Bostandan sebzemizi, meyvemizi, hayvanımız için yoncayı yetişirdi. 2,2 dönümlük üzüm bağımızdan pekmez yapardık. Kasabamız çok kültürlüydü o zamanlar. Ermeni ve Rum komşularımız vardı. Bağlardan gelen üzümleri Rumlar şarap yapardı. Demirci, derici, ayakkabıcı, terzilik yapan ustalarımız hep onlardan çıkardı. Rum bakkal şarap satardı. Develi’ye girişte bir han vardı. Han’da Ermeni ustalarımız demircilikle uğraşırdı. Ayakkabıcılar sokağında Rum ustalar bulunurdu. Terzi ustalarımız Ermeni idi. Onlardan öğrendi Türkler bu meslekleri. 

Develi’nin güzel evlerinin taşları Ermeni ustaların elinden çıkmıştır hep. Bizler hep birlikte asla ayrım yapmadan yaşadık ama Erzincan depreminden sonra ilçeye gelen insanlar anlaşamadı onlarla, kötü olaylar meydana geldi. O güzel ustalarımız aileleriyle İstanbul’a göçtüler.

Camcı Agop ustanın oğlu sınıf arkadaşımdı. Onun kardeşi Garo ile hâlâ görüşürüz İstanbul’da. Derici Armenak da İstanbul’a taşındı diğerleri gibi.  Hatta İstanbul Samatya’da Develi kökenli bir Ermeni’nin evinde kiracı olarak kaldım.

“Çocukluğumu bilen müşterilerim var hâlâ”

Develi ve İstanbul’da yaşadığım bu çok kültürlülüğü, dayanışmayı Ankara’ya geldiğimde bulamadım tabii ki. Bir kısım esnafla da anlaşmazlık yaşadım maalesef. Neyse ki sonradan güzel insanlarla tanıştım, dostluk edindim. Dükkânımın bulunduğu binada oturan Sema ile çok yakın bir dostluk kurmuştuk. Bir gün beni Cebeci’den buraya taşınan bir arkadaşıyla tanıştırdı. Tanışıklık ilerledi ve evlenme isteğimiz ailesi tarafından hoş karşılanmayınca birlikte kaçtık Antalya’ya. Birkaç gün sonra döndük ailesiyle barıştık sonrasında. Meneviş Sokağı’nda Yazanlar Sokağı’nın köşesinde ev tuttuk, döşedik. 

Ayrancılı müşterilerim çok özeldir. Yurt dışına, kent dışına gidenler mutlaka ziyarete gelirler bana. Çocukluğumu bilen müşterilerim var hâlâ. Görür gözetirler. Siyasetçi Ali Topuz, Gökberk Ergenekon ile komşuyduk, arkadaştık. Mahalleden çok arkadaşım oldu. Zamanla çoğu taşındı, yeni insanlar geldi yerine. 

Ayrancı’nın en eski esnaflarından birisi haline geldim. Bu muhitte eczacı Esin Hanım benden eskidir bildiğim kadarıyla. Daha önce Güvenlik Caddesi’nde Ziraat Bankası’nın hemen üstündeydi eczanesi. Ünal ve Asalet Kuaförler, kuru temizlemeci Yaşar ve Farabi’deki elektrikçi, gazete bayii Polatlar da benden eskidir. Vardar Hırdavat’tan Sabri eski dostlarımızdandır. Yan taraftaki bina eskiden bahçeli villa şeklinde idi. 

Hafta sonları bazen çiftlikteki Tekel Fabrikası’na gider orada bira içerdik. Aileler çiftlikte piknik yaparlardı. Ara sıra İlbank blokları altındaki müzikli R&V lokantasına giderdik. 

İlk ustam Develi’deki Şahin İzmirli idi. Askerden sonra Mehmet Mercan, Ramiz Yüksek, Ahmet Usta, Bakaraylar’dan öğrendim. En son yanımda yetişen oğlumdan çok önemli bir ayrıntı öğrendim ki bu bana meslekte öğrenmenin hiç bitmeyeceğini gösterdi. 

Mesleğimi devam ettirecek birkaç çırak aldım yanıma zaman içinde ama devam etmedi hiç birisi. 

Geçmişte saat tamiri daha çoktu. Artık sök tak şeklinde oluyor. Monte etmek yani. Ben hala tamir işini yapıyorum. Tamir işinden anlayan çok az usta var artık. Ankara’da Gürgenciler ailesi de bu konuda en iyilerinden idi. Divan Pastanesi’nin yanındaydı dükkânları. İstanbul esnafıydı kendileri aslen. Malzemelerimizi onlardan veya çoğunlukla İstanbul’dan alırdık.

Elektronik saatler çıkınca mesleğimiz ölecek diye korktuk başlarda ama onları da tamir etmesini kendi kendimize öğrendik.

İlk kırk yıl dükkânımı sabah sekiz akşam sekiz arası açardım. Son yıllarda sabah dokuz akşam yedi gibi çalışıyorum. Birkaç kere dükkânı değiştirmeyi düşündüm ama müşterilerim asla kabul etmedi. Aynı sokakta birkaç blok ileride bir dükkân alacaktım ama bunu bile kabul etmediler. Ben de onları kırmadım ve 1973 yılından beri aynı dükkânda devam ediyorum…