Cihat Baluken: Planlama bir diyalog ortamıdır

Cihat Balüken
CİHAT BALUKEN Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi YK Üyesi

6 Şubat depremlerinin ardından hükümet afet bölgesindeki kentleri bir yılda inşa edeceğini açıkladı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Kentler bir yılda inşa edilemez, mümkün değil. Kent dediğimiz şeyler “inşa edilen şeyler” de değil. Bir biraraya geliş, bir ortaklaşma, biraraya gelip sorumluluk alan insanların birlikte yaşayabilmesi. Bu ortaklaşma da yüzyıllar alan bir sürece tekabül ediyor. O nedenle kurulabilen bir olgu olarak görmüyorum. Bir yılda zaten mümkün değil. Ama farklı gerekçelerle yeniden yerleşimler oluyor mu dünya üzerinde? Tabi ki oluyor. Bunlar ya zorunlu bir takım afetler nedeniyle gerçekleşebiliyor veya enerji projeleri başta olmak üzere bir topluluğun başka bir yere taşınması gündeme gelebiliyor. Burada şöyle bir hassas bir durum var, çok ciddi araştırmaların yapılması gerekiyor. Bu araştırmaların, analizlerin bile bir yılda olması mümkün değil. Buradaki insanların geçmiş yaşamı, mevcuttaki etki durumu, gidecekleri yerde yapmaları gerekenlerin araştırmalarının yapılması gerekir. Bu bile zaten Türkiye’de gerçekleştirilen bir uygulama değil. Bugün de böyle bir durum yok. Bir yılda kaba bir inşaatla olası bir durum değil. 

Siyasal iktidar bu gerekçeyle kentleri de siyasal olarak yeniden inşa etmeyi mi planlıyor?

Modern planlamanın ilk büyük ölçekli uygulamalarından olan ilk modern şehir plancısı olarak bilinen Haussmann’ın 1800’lerin sonlarına doğru Paris için farklı bir kent tahayyülü vardır. Aslında güvenlik kaygılarından oluşan siyasi gerekçeler üzerine bir kent planı oluşturmuşlardı ve bunu hayata geçirmişlerdi.

Bizim bahsettiğimiz kentlerin yeniden inşası değil tabii ama burada yapılacak bir çalışmanın da siyasi bir arka planı olduğunu düşünüyorum. Zaten son 20 yılda yapılan şehircilik uygulamaları, şehircilik projelerine ve şehir algısına baktığımız zaman siyasetten ayrı düşünmek mümkün değil. Bu doğrultuda 20 yıldaki siyasi pratik neyse bunun devamı niteliğinde şehircilik zihniyeti de devam edecektir.

Kent merkezlerine baktığımızda meydanlarını küçülten, kamusal alanları ortadan kaldıran şeyler görüyoruz. Afet bölgesindeki kentlerin yeniden inşasında bu tür bir şehircilik anlayışıyla karşılaşabilir miyiz?

Bunlar 20 yıllık bir süreçte kent ölçeğinde ortaya konulan somut gerçeklikler. Bizde bunun canlı şahidi olduk. Bundan bağımsız farklı bir şehircilik pratiğinin ortaya konulabileceğini düşünmüyorum, böyle de ilerlemiyor süreç. Bütün problemlerin var olma potansiyelinin olduğu bir tabloyla karşı karşıyayız. Burada hem vatandaşın hem ekonomik yaşamın, hem sosyal yaşamın, hem ekolojik dengenin tamamen zıttı süreçler işletiliyor. Bu süreçler aynı şekilde devam edecektir diye düşünüyorum.

Şehir plancıları planlamayı nasıl yapıyor, toplu konut bu planlama sürecinin neresindedir?

Ben planlamayı şöyle tanımlayabilirim; kamu kaynaklarının ve çevresel kaynakların etkili bir kamu yönetimi aracılığıyla etkili ve verimli kullanılmasını sağlayan bir araç. Bunlar bizim imar mevzuatında geçen tanımlar değil. Orada farklı bir tanım yapılıyor ama biz bunu yeterli görmüyoruz. 

Türkiye’de planlama bir prosedür olarak görülüyor. Önceden karar verilen sonra bir plancı eliyle resmiyet kazandırılan, çizim yaptırılan bir meslek alanı olarak görüyorum. Bunun ötesinde bir tanım getiren kimse yok.

Bu sürekli kötüye giden ve giderek yolsuzlaşan bir süreç. Cumhuriyetin ilk döneminde gerçekten planlı yapılan, o dönemin ileri teknikleriyle Avrupa’dan öncü mimarların davet edildiği bir süreçten bahsediyoruz. Şu anda bile Ankara’da keyif aldığınız noktalar o dönemin izlerini taşıyor. 

50-60’larda sürekli bir kayıp, sürekli bir geri plana itilmeden bahsediyoruz. Ne etkili olabilir? Sürekli bir büyüme hırsı, ülkenin büyüme hırsı kaliteli yaşamın, çevre kaynaklarının dengeli kullanılmasının önüne geçiyor. Kamu yönetimi bunu sağlayamayacaksa büyüme hırsına yönelecekse büyük bir yıkıma sebep olabiliyor. 

Son yirmi yılda geldiğimiz nokta itibariyle plan artık bir prosedüre dönüşüyor. Kimsenin birşey soramadığı, yorumda bulunamadığı bir alanda en hızlı büyümeyi, en hızlı projeleri nasıl yaparız anlayışıyla bir senaryo konuşuluyor. Planlamaya da uydurulması gereken bir mantalite var. Bu acıya sebep oldu, bundan sonrada böyle olur.

70’lere gelen süreçte ne farklıydı? Bir iktisatçı, bir mühendis, bir mimar, bir plancı biraraya gelip konuşup bölgesel kalkınma nasıl sağlanır tartışılıyordu. Bir diyalog ortamı sonucunda planlar oluşuyordu. Planlama bir diyalog ortamıdır, plancının da görevi bir arabuluculuktur. Şu anda böyle bir durum yok. 

Afet bölgesindeki kentlerin yeniden inşasında nasıl bir şehircilik anlayışıyla karşılaşacağız? 

Mimar ve plancı TOKİ’nin en altında ezilen teknik bir tabaka. Karar mekanizmasında plancı yoktur.

Burada bir meydanlar sistemi yok, erişilebilirliği sıkıntılı. Burada yaşayanlar nasıl mutlu olabilir. 

Afete dayanıklılık” toplu konut üretimi değildir, afete dayanıklı bir toplu konut projesi yapmak da değildir. Siz bunu yaparak kentin kırılganlığını daha da ileriye götürebilirsiniz. Çünkü o kaynakları etkili bir şekilde kullanmamış olursunuz. 

Kentin kırılganlığını daha da ileriye nasıl götürebilirsiniz; eğer hayatından mutlu olmayan, komşusunu tanımayan, mahalle kültürü olmayan, organize olamayan bir topluluk oluşturmuşsanız bu kişiler zaten orada yaşamayacaktır. TOKİ’sini kiraya verip başka yerde yaşamayı tercih edecektir. Bu tabloda herhangi bir afete dayanıklılık yaratmak  mümkün değil. 

Bir afet esnasında düşünün; kimsenin kimseyi tanımadığı, kimsenin nereye gideceğini bilmediği, ne yapması gerektiğini bilmediği, kime yardım edeceğini bilmediği bir ortamda, herhangi bir yakınına ulaşamadığı bir ortamda kaos oluşur, kontrolsüz bir ortam oluşur. 

Eğer siz buna hizmet eden mekanlar üretiyorsanız o bina afete ne kadar dayanıklı da olsa dirençli olmazsınız. Nitekim bugün TOKİ çok konut üretti, bunlar sağlam kaldı ama kentin bütününe baktığınızda bir başarısızlıktan bahsedebiliriz, herkes bunda hemfikir. Toplu konut tek başına düşünülmemesi gereken çok boyutlu düşünülmesi gereken bir konudur. Bunun uzağında olan her anlayış bir şekilde başarısız oluyor. Bir yerden tutturursa, bir yerden kaçırıyor. Zemini binayı sağlam yapıyor ama kimsenin kimsenin farkında olmadığı topluluklar oluşuyor bu da dirençlilik değil.

Bundan sonra afeti önceleyen bir planlama olacağını düşünüyor musunuz?

Bunu yapmıyorlarsa zaten allah akıl fikir versin. Türkiye’de öyle şeylere şahit oluyoruz ki, yeni yeni fay hatları çıkıyor, bazı projelerin selameti açısından fay hatlarının yerinin değiştirildiğini duyuyoruz. Bu devam ettirilirse artık suç oluşturur bunlar. 

Kamu denetimi çok önemli bir nokta. Meselemiz tek başına afet değil, tek başına fay hatları da değil. Afete dayanıklılık sosyal, ekonomik, ekolojik yönleri olan bir mesele. Bunun bu yönleriyle değerlendirilmesi gerekiyor. İmar mevzuatı buna hakim değil. Bunu bu boyutlarıyla düşünmediğiniz zaman iş bir noktada çığrından çıkıyor. 

Kent bir yılda inşa edilebilir mi?

Ömer Dursunüstün: 1 yılda ancak kentkırım yapılır

Ömer Dursunüstün
ÖMER DURSUNÜSTÜN Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Sekreteri

6 Şubat depremlerinin ardından hükümet afet bölgesindeki kentleri 1 yılda inşa edeceğini açıkladı. Bu açıklama üzerine TMMOB Şehir Plancıları Odası’nın bir açıklaması oldu “kent bir yılda inşa edilebilir mi?” diye. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Kent nedir, kentler sıfırdan bir yılda inşa edilebilir mi?

Bu konu iki başlık altında değerlendirilebilir; birincisi bu inşanın maddi koşulları, ikincisi de bu inşayı depremi ve travmalarını yaşamış insanlar için ve onlarla beraber yapmak.

Gerçekten bu kadar sayıda konut üretimi, altyapı ve inşasıyla alakalı tek sorun bir yıllık süre ile kısıtlanması değil, burada kurulacak çalışma biçimleri, buraya gelecek işçiler, burada oluşacak yoğun insan nüfusu ve bunların kendi arasında da bir gündelik hayat kurgusunun olması, yani bu inşa sürecinin maddi koşullarının oluşturulması gerekliliği.

Diğer taraftan bu süreci depremin etkilerini, travmalarını, kayıplarını yaşamış insanlarla birlikte, ancak onları sürece dahil etmeden sürdürmek toplumsal yaraları çok daha büyütecek. Örneğin hala bazı köylerde, ilçelerde uzun zaman önce yapılan deprem konutları, yıllar sonra bile adres tarif edilirken “deprem konutları” olarak geçiyor. Bu konutlar ev olmuş değil, bir semt olarak tanımlanmış değil. Bu şekilde toplumsal travmalar miras bırakılmış oluyor. Orasık, o depremin izini taşıyan deprem konutu olarak tanınıyor. Çünkü mevcudu düşündüğümüzde orası kentle birlikte gelişmemiş oluyor. Bugüne kadarki birikimin, kültürün, gündelik hayatın sekteye uğraması, ihmal edilmesi diğer taraftan yaratacağı gündelik hayatın aşina ve insani olmaması durumu var. 

Elbette ki, gerektiği zaman gerektiği imkanla herhangi bir yapılı alan yeniden yapılabilir. Ama bu yapım insanlarla beraber olmayınca bambaşka bir şey tanımlar ve şu anki uygulamaya baktığımız zaman kesinlikle iyi bir şey çıkmayacak burada. TOKİ’nin tüm şehirlerde yaptığı uygulamalar gibi konut ve ticari alan ayırıp terk edecek buraları. Bu işin maddi koşulunun çok da önemli olmadığını, bir şekilde yapılabileceğini düşündüğümüz zaman böyle oluyor. Böyle bir süreç 10-11 İle yayıldığında; bir sürü ilçe, bir sürü nüfus Türkiye’deki yıllık ortalama konut üretimimizin 11-12 katına tekabül ediyor. Bunu müteahhitlerle yapacakları bölge bu süreçte aslında rantabl olmayan bir bölge. Devamında oraya nasıl çekim sağlayacakları da ayrı bir mesele. Rantabl olmayan bir bölgede tüm Türkiye’nin toplam konut üretiminin 10-11 katını bir tarlanın ortasında üretebileceklerini düşünüyorlar. İddiaları bu ama maddi olarak mümkün değil. Sadece çimento, beton santrallerini düşündüğümüzde bile ülkedekiler yetmiyor. Bu aslında Kanal İstanbul gibi bir mega proje. Her yere bir yılda beş yüzer, biner tane konut yapmayı düşündüğünüzde bu Kanal İstanbul’dan daha büyük bir maliyeti gerektiriyor.

Diğer taraftan geçici barınma alanları olması gerektiği gibi kurgulanmadığı için yetersiz hem de kentle ilişkileri olmadığı için büyük bir nüfus hareketiyle karşı karşıyayız. Bu nüfus hareketiyle memleketine dönmek isteyen ya da dönebilecek durumda olanları yapılacak bölge kalkınma planlarıyla ve çeşitli istihdam şekilleriyle buraya geri çağırabilmek önemli.

Orada kente 5 km, 10 km uzaklıkta bir tarlada evinin olması, daha sonra işe, erzağa, paraya muhtaç yardım bekleyen insanlar yaratmak demek. Yani bu maddi koşullar üstüne ancak böyle bir toplum var olabilir. O nedenle onların geri dönüşü için kentin iş alanları, çalışma alanlarıyla birlikte düşünülmesi gerekiyor.

Aynı şekilde gecekonduların bol olduğu, yavaş yavaş dönüşümlerin, yerinden edilmelerin veya apartmanlaşmanın başladığı zamanlardaki toplumsal ve bireysel kırılmaları biliyoruz Türkiye’de. Balkonunda gecekondudaki bahçesini yaşatmaya çalışan insanlar, hayvanlarını özleyen insanlar, direkt bahçeyle, sokakla ilişki kuramayan insanlar deprem bölgesindeki gibi acı bir sonuç olmasa da bireyleri de çok fazla etkileyen süreçlerde planlama ve yapım işlerinde halkın katılımının hiçbir zaman göz önünde bulundurulmadığını gördük. Ama burada gerçekten kim için yapıldığı bile belli olmayan konutlar yapılacak. Kim yaşayacak burada, nasıl yaşayacak? Hiçbir ekonomik ve sosyal arka planı yok bu fikrin. 

Dolayısıyla 1 yılda bir yerler üretilebilir, 1 yılda bina yapılabilir ama 1 yılda kent inşa edilemez. Birbirleriyle ilişkisi olan, birikimi olan bir toplum yaşantısı üretemez burası.

Kentler sosyal ve kültürel donatılarıyla öne çıkan alanlar. Buralarda yok olan sosyal ve kültürel yapı nasıl tekrar hayata geçecek?

Kentlerin, üstüne koyarak, geliştirerek, bir kısmını terk ederek yeni şeyler yaratarak ama birikimli bir şekilde geliştiği ortada. Hem kültürel, hem ekonomik, hem makroform ve yapılı alan anlamında birikimli gelişmesi bu.

Şöyle düşünebiliriz; sosyal ve kültürel donatılar dediğimiz şeyler aslında “kamusal alanlar.” Kamusallık uzun zamandır niteliksizleştiriliyor, zayıflatılıyor. Bugün bu bölgede sanat galerileri olmazsa, tiyatrodan yoksun kalırsa gibi bir husus değil. Orada bir okul bahçesinde birbirlerine denk gelemeyecek çocuklar var. Bir kahvehanede oturup sohbet edemeyecek insanlardan bahsediyoruz aslında. 

Böyle bir kurguda örneğin Elbistan’ın 100-150 bin arası bir nüfusu var. Çevresinde 4-5 parça biner biner konutlar konulmuş, 5-10 km aralıklarla hepsi farklı farklı yerlerdeler. Daha sonra burada çalışma alanları, sanayisi, ticareti geliştirilse bile bu merkezde birbirlerine uzak yerlerden gelip çalışıp, gece yatakhane gibi konutlarına dönen insanlar oluşacak. Burada kamusal nitelik kaybedilmiş oluyor. Bir taraftan göç, bir taraftan yabancılaşma hem kenti hem diğer insanları etkileyecektir. 

Bu arada kentteki mevcut konutların hak sahiplerine ne olacak, araziler ne olacak hususu var? Bir şekilde yerlerinden edilmiş oldular. Oradaki ekonomik yapıyı düşündüğümüz zaman TOKİ’nin verdiği eve razı olacak bir sürü de insan var. Bu açıdan bakıldığında “kentkırım” gibi birşey bu, kenti alıp parçalayıp 5-10 km çevresine yayıyorsun. 

Depremden sonra uzun süre sosyal medyada Amerikan banliyölerinin görselleri paylaşılmıştı; yeni yerleşimler bahçeli olsun, müstakil olsun diye. Oradaki en büyük problem, yaşamın merkezileşememesi. Banliyölerin otomobil bağımlı olması gibi hususlar var. Bu 100 yıl öncesinin meselesi olarak tartışılmış geçilmiş uluslararası literatürde. Biz yeniden deneyimliyoruz böyle bir şeyi. Çok ilkel bir karar. Üstelik şimdi biz bunu yapacağız ama keyfini çıkarabilecek bir bahçemiz bile yok. Çünkü apartman banliyöleri yapıyor şu an hükümet. 

Bunu bir kentkırım olarak yorumluyorsunuz. Siyasal iktidar kentlerin yeniden inşası meselesiyle kentlerin hem siyasal hem kültürel yapılarını da yeniden inşa etmeyi planlıyor mu size göre?

Son 4-5 yıldır iktidarın en büyük kamusal alan projesi millet bahçeleri oldu. Her şehirde yapılmaya başlandı, yüksek bütçelerle yapıldı. Orada aslında bir toplum tahayyül ediliyor, bir toplum tarifliyor. Camisi olan, kıraathanesi olan, kütüphanede kek yiyen, idari tesisin dibinde oradaki görevlilerin hegemonyası altında bir kamusal alan tarifliyordu. Çok fazla sayıda da uygulamaya geçti. 

Şimdi siyasal iktidarın kamusal alan, sosyo-kültürel faaliyet noktasındaki yaklaşımını ve üretimlerini biliyoruz. Burada bir tarihsel süreç düşünüldüğünde burada şahane meydanlar, şahane kent merkezleri üretme şansı zaten yok. Eğer üretirse de, bir sosyokültürel mekandan ne anladığının en iyi örneğinin millet bahçeleri olduğunu gördük. Açık yeşil alan ancak, cami, kimin çalışacağı belli olmayan, gerekli olup olmadığı tartışmalı 6-7 odalı idari tesis…

Stadyumların kent merkezinden dışarı çıkarılması, tarihi kent merkezlerinin niteliksizleşmesi aslında bunların hepsi siyasal iktidarın toplumla bir savaşı. Toplumsal bağlarımız giderek zayıflamış vaziyette. 

60’lara kadar Türk edebiyatını, sanatını şekillendiren bir sürü yazar, heykeltraş yetiştirmiş bir Ankara son 20 yılda kiminle adını duyurdu? Ulusal manada duyurabilmiş kimsenin yetişmemesinin bir sebebi de kamusallığın olmaması, farklı olanların birbiriyle karşılaşacak mekanlar bulamamasıdır. Bir taraftan elimizdeki mekanlar niteliksizleştirilirken, kimi rant projeleriyle yok edilirken diğer taraftan yeni yaptıkları yerlerde kendi hegemonyalarını kurdukları kentsel mekanlar üretiyorlar.

Deprem sonrasında yapılan konut projeleri, iktidarın bugüne kadarki inşaat politikası ve kentleşme politikasının aslında tutarlı bir şekilde yürüdüğünü düşündürüyor. Çünkü zaten tüm kentlerde istediği buydu; sadece konutlar olsun, kamusallık olmasın, insanlar bir araya gelmesin.

Bu iktidar 2002’den beri gündeme getirdiği ve ısrarla politikleştirdiği kent-şehir ayrımını ortaya koydu. Bu süreç şimdi tam da bunun yeniden inşası gibi görünüyor, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kent, makroformda sınırlanan yakın çevresinden ibaret olan yapılı alandır. Haymana’ya da kent diyebiliriz buna göre. Şehir daha hiyerarşik, daha merkeziyetçi bir yaklaşımın, onun tarifi diyebiliriz. Bunu da en çok hayata geçiren büyükşehir yasası oldu. Köylerin mahalle olması, her şeyin merkeze bağlanması. Hem siyasal hem ekonomik gücü merkezde toplamanın sonucu oldu.

Deprem sonrası Antakya (Foto: Cahit Akın)
Deprem sonrası Antakya (Foto: Cahit Akın)

Afet bölgesindeki kentlerin yeniden inşasında nasıl bir şehircilik anlayışıyla karşılaşacağız? 

Mahalleler bir idari birim olarak anılır. Ama bizim mahalle kültürü, mahalle yaşantısı diyebileceğimiz farklı bağlamlarla ilerleyebileceğimiz artık başka bir şey yok. Sadece son 20 yılda değil bu daha da geriye gidiyor. Muhafazakar ideolojinin kentlerle ilgili yaklaşımını buradan görebilirsiniz; Ankara’da eski kentten (Ulus) yeni kente kurgulanan ve TBMM gibi simge ile biten bir Atatürk Bulvarına karşı Kocatepe Camisi ile biten Mithatpaşa Caddesi’nin geliştirilmesi muhafazakar toplum inşasının mekânsal ayağıdır. İdeolojik olarak ayrımın, kırılmanın arka planıdır bu.

Gerçekten ideolojiyi mekana türlü yatırımlarla, türlü politikalarla yansıtmanın mücadelesi verilirken arka tarafta Ankara’nın gecekondularla büyüdüğü bir dönemden bahsediyoruz. Yani aslında halkçı bir politika olmayan, konut sunumu, bir yaşam tarzı örgütlemek yerine mevcut ideolojinin, kurucu ideolojiyle ve yaptıklarıyla savaşa harcadığı bir efor var. 80 sonrası bu kavga sermayeye terk edildi. 2002’den beri de bu sermayenin temsilcisi olarak seçilmiş bir partinin mevzuat değişiklikleri, yasa değişiklikleri, uygulamaları, söylemlerini gördük biz. Yüz yıllık bir kavganın üretimi. Şimdi burası da böyle, kontrol edilebilir biner konuttan ibaret yaşam alanları. Toplanıp değerlendirme yapabilecekleri, birbirleriyle karşılaşabilecekleri bir alan yok. Ne istihdam sunarsan onu yapmak zorunda olan, bir alternatifi kalmayan kolu kanadı kırık bir toplum yaratacak.

Şehir plancıları yeniden inşanın neresinde?

Planlamanın normal süreci gereği üst ölçekli plan, alt ölçekli plan yapılır, parselasyon yapılır ona göre ruhsatlar hazırlanarak inşaatlara başlanır. Biliyorsunuz bir kararname yayınlandı. Kararnamede planlara gerek olmadan sadece vaziyet planı ile ruhsatlandırılabiliyor. Meslek alanı olarak tamamen dışarıda bırakıldığımız bir süreç.

Herhangi bir görüş alındığına dair bir bilgimiz de yok. Çok hızlı gelişti, o karar çıktıktan sonra kimseden görüş alınmasına da gerek yok. Bizim en başında önerdiğimiz süreç öncelikle geçici barınma alanlarının hızlıca inşasıdır. Yer seçimi daha basittir onun, kurgusu daha kolaydır ve temel ve acil ihtiyaçtır. 

Düzce depreminden sonra 5-6 yıl çadırlarda kalanlar vardı. Irak’ın bazı yerlerinde 70’lerden kalan konteynır kentlerde yaşayan insanlar kentle birleşmiş. Bunlara “geçici” denmesinin nedeni aslında yaşanabilir yerler de olmasıdır. Ama geçici olarak bir yıl boyunca burada kalacaksa, eş zamanlı olarak 50 yıl, 100 yıl ayakta kalacak kentsel alanlar inşa etmek uğruna 6 ay, 1 yıl harcanarak yapılacak bir planlama çalışması gecikme olarak sayılmamalı. Birbirine paralel ve etaplı gidecek bir sürü şey ekarte edildi. Biz meslek alanı olarak tamamen dışarıda bırakıldık.

Şehir plancıları planlamayı nasıl yapıyor, toplu konut bu planlama sürecinin neresindedir?

Toplu konut, sosyal politikayla baş başa gitmesi gereken bir mesele. Konut sunumunu sadece sermayeye, sadece müteahite devredince barınma hakkının yerine getirilmesi tamamen ihmal edilmiş bir vaziyet alıyor diyebiliriz. 

Kentsel dönüşüm yasasıyla uzun zamandır hem büyükşehirin yetkisinde hem bakanlığın yetkisinde kentsel dönüşüm alanları belirleniyor, riskli alanlar belirleniyor, rezerv alanlar belirleniyor. Tamamen kamunun TOKİ eliyle konut sunumu yapabilmesi için elini güçlendiren yasa bunlar. Toplu konut sosyal konut olmadığı sürece yenilmeye mahkum. 

Ankara’da da, deprem bölgesinde de milyonlarca alan böyle imar ediliyor. Ama riskli alana geldiğimizde üzerinde riskli yapılar “varmış gibi” riskli alan ilan ediliyor. 

Bundan sonra afeti önceleyen bir planlama olacağını düşünüyor musunuz?

Bugüne kadar kentte ne yapıldı? Dereyi kapatıp üstüne yolu geçirmeyi becerdik, bir kanala alıp doğal yatakları değiştirebildik, aynı şekilde fay olur, temel hesaplarını yaparım ona göre yaparım deyip geçtik. Dere yataklarının, taşkın alanlarının hepsini de özel mülkiyete geçirdik, yapılaştık. Bu sırada denetleyen kurumlar vardı bir şekilde.

Roma hukukunun temeli şudur “malikle mülkün arasına kamu yararı girer.” Sen her türlü tasarrufta bulunamazsın. Bunun genele bir faydasının olması lazım. Bunu denetleyecek olan da devlet. Devletin asıl amacı bu, o denetleyecek. Bu denetimi “onu da sen yap” diye devrettiğin zaman işte böyle oluyor. İmar barışı denilen “yapıdan maliki sorumludur” noktası, devletin kendini reddetmesidir. O olamaz. Binlerce yıldır her türlü kuralda var kamu yararı kavramı. 

Yolculukları severim ama göçebe ruhlu değilim

Erendiz Hanım 41 kere maşallah.Yanılmıyorsam 41 yıldır “Kadın sorunları” üzerine bıkmadan yazıyorsunuz. Yanlış saymadıysam 8 roman, 9 hikaye, 10 deneme kitabı sığmış bu yıllara… Bu sürede bir kısım kadının bilinçlenmesi arttı ama eşitsizlik, cinayetler, tacizler azalmadı, hatta arttı sanki. Ya da görünür oldu. Ne dersiniz? Bu gidişle acılı, ezilen, katledilen kadın hikayeleri hiç bitmeyecek…

Türkiye’de hayatın hemen hemen her yönünde olduğu gibi kadın meselesinde de büyük çelişkiler mevcut. Evet, belli kesimlerde, kadının bilinçlenmesi, her alanda kendini gerçekleştirmesi  belirgin biçimde yaygınlaştı; ama belirli kesimlerde. Kesim derken illa ekonomik ve kültürel açılardan bir sınıflandırma yapıyor değilim. Türkiye insanı çok şaşırtan ve ön kabullere pek uymayan bir yer. Toplumun bir kısmında kadının durumunun fecaate dönüşmesinde ise yoksulluğun ve cahilliğin etkisi olduğu kadar, Türkiye’nin –kimse kusura bakmasın, her olguya gerçek adını vermekten yanayım– geçtiğimiz on yıllarda “yobazlığa’’ itilmesinin büyük rolü var. Bütün tek tanrılı dinlerin yobaz uygulamaları kadından korkar ve nefret eder ve nu cezalandırır. Tabi iç göçle kırsalın kente taşınması ve kentte iletişim imkanlarının teknoloji sayesinde çok gelişmesi, ayrıca nüfusumuzun aşırı kalabalıklaşması da “kadın’’a karşı işlenen suçları hem sayıca kabartıyor, hem duyulmasına ön ayak oluyor; ama ne olursa olsun, kadının dünya yüzündeki yeri bağlamındaki geri ve gerici ön yargılar  başta yöneticiler tarafından açıkça ifade edilemese vakalar bu denli artmazdı.

Eczacılık fakültesinde doçentken yazmaya başlamışsınız, profesörlüğe rağmen gittikçe artan bir şekilde yazılarınız, kitaplarınız artmış. Sizi buna iten neydi? Zaman sorunu çok zorladı mı? Öğrencileriniz yazar hocaları olmasından nasıl etkilendi? 

Yazmaya daha önce başladım. Yazdıklarım yayımlanmaya başladığında doçenttim. Zaman elbette bir sorundu, sorumluluk isteyen ağır bir işim, yolunda gitmeyen bir evliliğim, hasta bir annem ve küçük bir çocuğum vardı. Sanıyorum, yazarak dayanıyordum. Gençken çok güçlü bir hafızam vardı. Metni noktası virgülüne kadar zihnimde kuruyor, Çarşamba öğleden sonralar fakülteyi “asıp’’ , sakin bir kafeye gidiyor, orada zihnimdekileri kağıda döküyor, ilk fırsatta daktiloya çekiyordum. Özel bir yetenek olmadan yapılacak şey değil, bir de gençlik enerjisi gerek her halde. Profesör olduktan birkaç yıl sonra emekli oldum.  Bu kararda yazmayı seçmem elbette büyük etmendi; ama sadece o değil, üniversitenin ikiyüzlü hayatına daha fazla tahammül edemedim.

Çok satan bir yazar olmadığım için öğrencilerimin kitaplarımdan pek de haberdar olduklarını sanmıyorum.

Son kitabınız “Bir Başka Düğün Gecesi” yüreklerimize işledi. Kurban Menekşe, Saldırgan Hıdır, çevrelerindeki kişiler tek tek, çok güzel işlenmiş. Daha düğün gecesine gelmeden  “Bir Düğün Gecesi” romanı havası oluşuyor. Bu kişiler tamamen kurgu mu, yoksa sizi bunları yazmaya iten kişiler, haberler oldu mu?  

Karakterler kurgu, ama böyle olaylar duydum, hepimiz duyduk, basına yansıdı, çünkü. Konuya ilgim, sosyoloji dalında insan ticareti üstüne doktora yapan kızımın çalışması sırasında, yıllar önce başlamıştı. Emniyet güçleri (sadece bizimkiler değil, diğer ülkelerde de) işin uluslararası boyutuyla daha çok ilgililer. Ülke içindeki  insan ticareti biraz “kol kırılır yen içinde kalır’’ muamelesi görüyor. 

Son kitabınızla Adalet Ağaoğlu’na ve başka yazarlara gönderme yaptığınızı söyleyebilir miyiz? Bu dönemden Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Firuzan, İnci Aral, Ayla Kutlu, Pınar Kür… gibi bir çok iyi kadın yazar sayabiliriz. Bu yazarlar birbirini okur mu, görüşür mü, kayıplardan nasıl etkilenir?  Birbirinizden etkilenir, beslenir misiniz? Sevdiğim bir yazar ölünce ben hem onun ölümüne üzülürüm, hem de bencilce bir daha okuyamayacağım diye…

Evet, tabi kitapta pek çok gönderme var. Böyle göndermeler hoşuma gider, unutkan okura kültürel bir hatırlatmadır bu; anılan yazara da bir dost selamı. Valla, herkes ne yapar bilemem ama, en azından ben hemcinsim yazarları okurum, hele eskiden her yazdıklarını okurdum. Yaşım yetmişi geçeli o kadar okuyamıyorum, neden derseniz, yaşlanma sürecinde enerji azalmasına bağlı olarak belli bir yavaşlama çıkıyor ortaya, eskiden çabucak yapılan işler bir bakıyorsunuz bir türlü bitmek bilmiyor. Bu da zamanı daraltıyor. Mutlaka kadın yazarlar arasında bir etkileşim oluyordur, bu bence güzel bir şey.

Erendiz Atasü

Ankara Film festivalinin “Sanat Çınarı” ödülü size çok yakıştı. Film festivallerinde sık sık karşılaşıyoruz, sinemanın hayatınızdaki yeri nedir? Sinemaya uyarlanmış eseriniz var mı? Son kitap ve birçoğu uyarlanabilir gibi ama uyarlansa ne kadar içinize siner bilmem…

Çok teşekkür ederim. Pandemi döneminde en çok özlediklerimden biri sinemaya gitmek. Sinemalar açıldı ama cesaret yok. Bununla beraber internette yoğun biçimde film izliyorum. Çocukluğumdan beri severim sinemayı, hatta “Sinema Tutkusu” diye bir öyküm bile var. Sebebini bilmiyorum. Belki kitapları, edebiyatı sevmemle aynı sebebe dayanıyordur. Kardeşsiz, dolayısıyla bir anlamda yalnız  çocukluğumda, bana bir hayal dünyası açmışlardır. Hiçbir eserim sinemaya uygulanmadı, televizyon için de herhangi bir uyarlama olmadı. Olsaydı içime siner miydi, bilemem. Genelde yazarlar pek memnun kalmıyorlar bu işten, yani manevi açıdan memnun kalmıyorlar. Her halde maddi bir karşılığı oluyordur. Memnun olmuyorlar, çünkü yazı ve görsellik tamamen farklı yaratı ortamları. Filmin yönetmeni ticari kaygılarla basitleştirmelere, ucuzlatmalara gitmese bile, görselliğin ve yazının farklı ifade biçimlerinin olması sanırım yol açıyor hoşnutsuzluklara. Öte yandan sinemanın, sanat sinemasının elbette,  biz yazarları esinlediği, bize yeni  ufuklar açtığı kanısındayım.

Sizi yarı Ayrancı, yarı Çankayalı kabul edebiliriz. Semtimiz sizin için ne ifade ediyor? Oturup kalakaldınız mı, yoksa burada kalmaya iten özel nedenler var mı? 

Aslında Tunalı Hilmi caddesine sadece on yıl önce taşındım. Asıl yuvam tam kırk iki yıl yaşadığım evim Kızılay, Yüksel caddesinde idi. Melih Gökçek denen kimsenin belediye uygulamaları sonucu yaşanmaz hale gelen semtten üzülerek ayrılmak zorunda kaldım. Hayatımda çok az taşınmışımdır. Yerleşik ruhlu bir insanım ben, yolculukları severim ama göçebe ruhlu değilim.