Nesneleri saklayarak ortaya çıkaran çift

Sanatı; tuvaller, heykeller olarak görerek, dört duvarın içerisinde hapsetmeye meyilliyiz. Belki de onlara fazlaca değer verdiğimiz ve korumak istediğimiz için bunu yaparız. Kalıcılığını sağlamaya çalıştığımız bu eserlerin zaman zaman taklitleriyle karşılaşırız bu nedenle. Çünkü eserlerin bulunduğu konumlara gidip görmek ve incelemek, mümkün olmayabilir.

Fiziki ihtiyaçların karşılanması, örtünme, korunma için var olduğunu düşündüğümüz kumaşı, sanat eserlerinin olmazsa olmazı olarak da görebiliriz. Burada Postmodern sanatla ilişkilendirsek de, tuvallerde boyaların kendilerini gösterdikleri yer bir kumaş parçası. Kumaş formdan forma girebilmesi, sosyal ve kültürel konumu göstermesi bakımından da önemlidir. Geçmişte farklı anlamlar taşısa da günümüzde kumaşın daha olumsuz bir işlevi vardır; farklılıkları karıştırmak, kuşku ve belirsizlikleri anlatmak gibi. Örtmek bir nevi maskelemedir.

Son yüzyıla kadar eserlerin belli mekânlarda görülebilmesine alışkındık. Ancak bu yüzyıl sanatın mekândan, boyadan, alçıdan, kağıttan ve fırçadan bağımsız olarak yaratılabileceğini de kanıtladı. Bir enstalasyon (yerleştirme, konumlandırma) sanatçısı olan Christo ve eşi Claude, adlarını binaları, nesneleri veya parkları renkli kumaşlarla örterek duyurdu. Her ne kadar farklı eserleri olsa da uzmanlıkları binaları kumaşla paketlemek. Sipariş üzerine çalışmayı reddeden sanatçı, nihayetinde şu an bahsi geçen enstalasyon eserlerden hayatını idame edemeyeceğinden, klasik tarzdaki eserlerinin gelirini enstalasyon çalışmalar için bir kaynak olarak görmüştür. Bu eserler maliyetli olmalarının dışında, sergilendikten hemen bir ya da iki hafta sonra eski hallerine dönmeleri nedeniyle dikkat çekicidir. Bu giydir-çıkart mekanizması nedeniyle sanatçının bu tarz bir kalıcı eseri yok. Bu eserlerden geriye sadece o anın fotoğrafları, proje çalışmaları ve anıları kalıyor. Doğa, onların galerisi, kumaşsa eserleri olmuştur. 

Sanatçıya neden böyle bir şey ortaya çıkardın diye sormak pek normal olmasa da, Christo’nun neden bu tarzı seçtiğini görebiliyoruz; kendince var olan sorunu başkalarına da göstermek ve çözüm üretmek. Sanatçıların neden kumaşı seçtikleri ise, “İnsanların kendilerine ve çevrelerine daha bilinçli yaklaşmalarına yardımcı olmaya çalışıyoruz. Bir projeye başladığımda sonucunun nasıl olacağını tam olarak bilmiyorum. Projelerimde çoğunlukla farklı tiplerde de olsa daima kumaş kullanmayı tercih ediyorum. Çünkü kumaş, dinamik ve dokununca karşılık veren bir materyal olarak, en ufak esintide bile hareketlenebilmektedir” (Keser ve Oskay, 2015, s.84) sözlerinde saklı. Christo ve Jean Claude’un binaları kumaşla kapladıkları çalışmalarında binaların bulundukları çevreyle uyumlu kumaş renkleri seçmeleri izleyici üzerinde çarpıcı bir etki bırakmaktadır. Her çalışma için farklı tipte kumaş kullanmış olsalar dahi kumaşların ortak noktası hiçbir yapay katkı maddesi içermeyen doğal ve yeniden işlenebilen kumaşlar olmalarıdır. Mimaride kumaşın kavramsal ve estetik yönüyle kullanılması, yapının, çevreyle uyumuna işaret etmektedir. Kumaşın mimari bir yapıyla yorumlanması öncü ve sıra dışı özellikler içermektedir. Christo- Jeanne Claude çiftinin kumaşlarla gerçekleştirdiği devasa projeler popüler bölge ve yapıları ikonlaştırmaktadır. Kendisini paketleme sanatının yaratıcısı olarak görmeyerek nesnelerin formlarını değiştirmediğini, sadece merak uyandırmaya çalıştığını söylemiştir. Eserlerini yaratarak, yorumlamayı izleyicilere bıraktıklarını söylemişlerdir. Sahiplenmeyi protesto eden ve özgürlüğün üstünde fazlaca duran ikili, projelerini ücretsiz ancak kısa süreli sunmayı tercih etmişlerdir.

Christo- Jeanne Claude çifti

Christo ve eşi Jeanne Claude, 70’li yılların başında Colorada’da ‘Curtain Valley’ (Perde Vadisi) projesini hayata geçirdi. 80’li yıllarda Florida’nın Biscayne Koyu’ndaki küçük adaları pembe kumaşlarla çevreledikleri ‘Surrounded Islands’ (Çevrilmiş Adalar) ve Paris’te Ponf Neuf köprüsünü giydirme projeleri büyük ses getirdi. Christo eşinin ölümünün ardından İtalya’da İseo Gölü üzerinde 2016’da gerçekleştirdiği enstalasyon ‘Floating Piers’ (Yüzen İskele) ile yaklaşık 1 milyon 300 bin kişiyi gölün üzerinde yürüttü. Projeye ilişkin belgesel ‘Walking on Water’da, Christo ‘Gerçek şeyleri seviyorum, gerçek rüzgar, gerçek kuruluk, gerçek ıslaklık, gerçek korku ve gerçek sevinç’ diyordu. Sanatının anlamını, izleyene bırakan Christo’nun biyografisini kaleme alan David Boundon, Christo’nun nesneleri ‘saklayarak, ortaya çıkardığını’ ifade ediyor.

Arazi sanatının bir temsilcisi olan Christo, Jeanne-Claude ile birlikte binaları, parkları, doğal alanları örterek, sararak, yeniden şekillendirerek, siyasi bir duruş da sergiledi. Coğrafi alanın bir sanat eserine dönüştürülmesi ile hiç kimsenin sahip olamayacağı bir durum yaratan Christo, sahiplenmeyi protesto ediyordu.

Bu fikri sonuna kadar savunan Christo’nun açık alandaki büyük çaplı projeleri sadece kısıtlı bir süre için, ücretsiz olarak izleyiciye sunuldu. Christo, Reichstag’ı giydirmesinin ardından sanatına ilişkin yaptığı açıklamada, eserlerinin ‘Bir süre sonra kaybolmasının, estetik konseptin bir parçası olduğunu’ söylüyordu. Eserlerine işaret eden Christo, ‘Böylelikle özgürlük ile kök salıyorlar, zira özgürlük sahiplenmenin düşmanıdır ve sahiplenme aynı zamanda devamlılık anlamına gelir’ diyordu.

Eserleri sadece bir kesimin değil, toplumun tüm tabakaları tarafından izlenmesi ve yorumlanması sanatçı çiftin aradığı mekanizma idi. Eserleri binalara hapsolmadığından, eleştirmenlerin sözleriyle etkilenmediğinden aynı anda oradaki tüm halk kendilerince yorum yaparak inceleyebiliyorlardı.

Bu eserleri ortaya çıkartmak hayli zahmetliydi. Almanya’nın eski parlamento binası Reichstag’ın paketlemesi izni 23 yıl önce alınmıştı. Sadece izinlerin alınması, görüşmeler, incelemeler bile büyük maliyetler, siyasi iletişimler ve efor gerektiriyordu. Federal mecliste yapılan oylamayla sonuç alınmıştı. Ancak projeye karşı olanlar, 1890’da inşa edilen ve Almanya’nın en zor günlerine tanıklık etmiş yapının sarıp sarmalanmayla konu edilmesini onaylamıyorlardı. Eserin oluşmasını isteyenlerden özellikle belediye başkanı ise Almanya’nın 2000 yılı olimpiyatları için isminin duyulmasının kolaylaşacağı düşüncesindeydiler. Sanatçı çiftimiz ise eserin Almanya’nın tamamını mutlu edeceği düşüncesindeydi; nüfusun yüzde sekseni eser oluştuğunda yüzde yirmisi ise eser söküldüğünde mutlu olacaktı.

Christo’nun planladığı son eseri ise, Fransa’nın başkenti Paris’teki Zafer Takı projesiydi. Eylül 2021’de gerçekleşmesi düşünülen enstalasyonda, Paris’in simgelerinden biri olan Zafer Takı’nın 25 bin metrekare gümüş mavisi renkte polipropilen kumaş ile kaplanması ve 7 bin metre uzunluğundaki kırmızı kurdele ile bağlanması planlanıyordu. Christo’nun yaratıcı yenilikçi sanat etkinliği, sadece iki haftada 6-19 Nisan 2020’de olup bitecekti. Zafer Takı, yüksekliği 50, boyu 45, eni 22 metre dev bir anıt. Ortasındaki kemerli açıklığın eni 15 metre, yüksekliği 30 metreyi buluyor. Napolyon’un yıldızı parlarken planlanan anıtın, inşaatı başladığında Napolyon’un yıldızı sönüyordu. 1821’de ölen Napolyon’dan sonra ise inşaat 15 yıl terk edildi. Nihayet 1836’da tamamlandı. Ancak kadere bakın ki, ne Napolyon bu anıtı görebildi ne de Christo burada yapacağı çalışmayı yapabildi. Çalışma, sanatçı öldükten bir yıl sonra yeğeni tarafından tamamlanarak gerçekleştirildi.

Eserlerinde kullandıkları malzemelerin geri dönüştürülebilir olmasına da dikkat çeken sanatçı çift, güzellikler sunmak kadar doğayı korumayı da amaçlamışlardır.

Christo’nun yapıtları sanat eseri midir değil midir diye düşünebiliriz. Bergson, ‘sanat eseri hayret değil hayranlık uyandırmalıdır’ der. Bu açıdan bakıldığındaysa, Christo’nun, oldukça büyük sanat eserleri oluşturduğunu söyleyebiliriz.

The Wrapped Coast

The Wrapped Coast (Sydney,1968-69)

Enstalasyonun gerçekleştirildiği Little Bay sahili Sidney merkezine 14.5 km uzaklıkta, 2.4 km uzunluğunda, 46-244 metre genişliğinde ve 26 metre yüksekliğinde. Sarılması için 92.900 metrekare sentetik kumaş kullanıldı. Enstalasyonun kurulumunda dört hafta boyunca 110 mimarlık ve sanat öğrencisi ile birçok sanatçı çalıştı. Projenin finansmanı için sponsorluk kabul etmeyen ikili, projeyi Christo’nun 1950-1960’larda ürettiği işlerini satarak finanse etti. 28 Ekim 1969’dan itibaren 10 hafta boyunca sarılı kalan sahilden çıkarılan tüm malzeme geri dönüştürüldü.

Wrapped Manuments

Wrapped Monuments (Milano,1970)

1970 yılında, Milano’daki İtalya Kralı Vittorio Emanuele II’nin Duomo Meydanı’ndaki anıtı ve Leonardo da Vinci’nin Scala Meydanı’ndaki anıtı polipropilen kumaş ve kırmızı polipropilen iple sarıldı. Bol kıvrımlara izin verilecek şekilde dikilmiş kumaşlarla sarılan iki anıt da aynı anda Galleria’nın merkezinden görülebiliyordu.

Valley Curtein

Valley Curtein (Colorado, 1970-72)

10 Ağustos 1972’de, Colorado’da, Grand Junction ve Glenwood Springs arasına 35 inşaat işçisi ve 64 sanat okulu ve üniversite öğrencisinden oluşan bir ekiple, 18.600 metrekarelik naylon kumaş perde gerildi. Hazırlanması 28 ay süren projenin finansmanı yine Christo’nun eski işlerinin satılmasıyla sağlandı. Enstalasyonun kurulumunun ertesi günü çıkan bir fırtına ise bu projenin toplanmaya başlanmasına neden oldu.

Surraunded Islands

Surraunded Islands (Florida 1980-83)

7 Mayıs 1983’te, Miami’deki Biscayne Körfezi’ndeki 11 ada, 603.730 metrekare yüzer pembe dokuma polipropilen kumaşla çevrelendi. 430 kişilik bir ekip aracılığıyla kurulan enstalasyon öncesi adalardan kırk tonluk çöp toplandı. 11.3 km’ye yayılan neon pembe enstalasyon iki hafta boyunca sergilendi ve büyük ses getirdi.

Le Pont Neuf

Le Pont Neuf (Paris, 1985)

Paris’te yer alan Pont Neuf Köprüsü 22 Eylül 1985’te 300 profesyonel işçili bir grubun yardımıyla 41.800 metrekarelik ipek görünümlü altın rengi kumaşla kaplandı. Nehir trafiğini engellemeyecek şekilde sarmalanan kumaş, halatlar yardımıyla sabitlenip köprünün ana hatlarını belli edecek şekilde konumlandırıldı. Enstalasyon 14 gün boyunca sergilendi ve köprüyü kullanan yayalar da bu kumaşın üzerine yürüdü.

The Floating Piers

The Floating Piers (İtalya 2015-16)

1970 yılında tasarlanan proje ancak 2016 yılında gerçekleştirilebildi. Modüler yüzer bir iskele sisteminin taşıdığı 100.000 metrekarelik sarı bir kumaş, İtalya’nın Iseo Gölü üzerinde 3 km uzunluğunda bir yürüme yolu oluşturdu. 16 gün süren sergide yolu 1 milyon 300 bin kişi deneyimleme şansı elde etti. Sergi sonrasında ise kullanılan tüm malzemeler endüstriyel olarak geri dönüştürüldü. Christo, “Yüzen iskeleleri deneyimleyenler kendilerini suyun üzerinde ya da belki bir balinanın sırtında yürüyormuş gibi hissettiler” dedi.

Ekin Yüksel: Bir işi çok iyi yapmak sizi sanatçı yapmaz, usta yapar. Sanatçı, eserine yorum katabilendir.

Seramik sanatçısı Ekin Yüksel ile seramik, sanat ve sanatçı olmak üzerine konuştuk. Ayrancı’da Çalgı Sokağında atölyesinde çalışmalarına devam ederken bir yandan hem kendi eserleri hem öğrencilerinin eserleri için sergiler düzenliyor. Kendisi son derece esprili, şakacı bir dost, güçlü bir kadın ve özel bir sanatçı. Bir sanat, bir kendini sağaltma, bir toprağa dokunma seçeneği olarak seramik konulu sohbetimize buyurunuz.

Seramik atölyeniz nerede, neler yapıyorsunuz?

Atölyemin biri Ayrancı’da, burada daha sanatsal çalışıyorum, galerilerle çalıştığım eserleri üretiyorum ve düzenli dersler veriyorum. Birlik mahallesindeki atölyem daha ziyade günlük workshoplar tadında ilerliyor. Düzenli ders alamayanların günlük olarak deneyim edinmesini, yoğunluktan çıkıp seramikle buluşmalarını hedefliyorum.

Heykellerimi galerilerle çalışarak satıyorum, aynı zamanda Birlik’teki atölyede aslında yurtdışında pottery house dediğimiz bir yöntem işliyor. Duvarlarda, raflarda yarı mamül dediğimiz ürünler var. İnsanlar onlara sunduğumuz renkler ve yöntemlerle dekorlamalar yapıyor ve çalışmaları bitince bunları fırınlıyoruz. Özel markalara özel tasarımlar yapıyoruz. Kurumsallarla da çalışıyoruz. Kurumların aktivite günleri oluyor; mesela 30 kişi geliyor o gün o kurum için atölye yapıyoruz. Çocuklar için doğum günü partileri düzenleyip çocukların böyle günlerde seramikle tanışmasını ve kaliteli, aktif ve verimli zaman geçirmelerini sağlamaya çalışıyoruz. Sırla Clup diye ekstra bir markamız var, bununla kapılarımızı dünyaya açıyoruz. Sırla Clup’ta Türk mitolojik yapısına dayanan özel parçaları modernize ederek dünya pazarına sunuyoruz.

Seramik kursunuz nasıl işliyor, öğrencilerden beklentiniz ne?

Seramik kursuna gelenlerden iki temel beklentimiz var: Birincisi, bizim çuvallarımız 20 kilo, herkes kendi çuvalını taşıyabilecek kadar güçlü olmalı. İkincisi ise vizyoner olmak ve eğlenceye açıklık. Bunun dışında öğrencilerimden bir beklentim yok. Çünkü atölyelerimizde geçirdiğimiz zamanda dost oluyoruz, çok eğlenceli bir ortamımız oluyor. Bu yüzden bu ortamı bozmayacak yükseklikte öğrenci arıyorum. İyi vakit geçirmeye müsait olsun ve kendi çamurunu taşısın, geri kalan her şey bende. Ekip oluştururken katılımcıların yaş aralığında makasın çok açık olmamasına dikkat ediyorum. Başka bir kriterimiz yok. 

Herkes seramik yapabilir mi? Seramik sanatçısı olmak için ne yapmak gerekir?

Ben sanatçı olmayı doğuştan bir yetenek olarak görmüyorum, bu tamamen disiplin ve azim işi. Herkes çizmeyi, elleriyle şekil vermeyi öğrenebilir. Kiminin el-göz-beyin koordinasyonu çocukluğundan itibaren daha iyidir o bir senede çözer, kimi vâkıf değildir beş senede çözer ama disiplinli çalışan, azmeden, çözmek isteyen herkes elbet başarıya ulaşır. 

Sanatçı olabilmenin kriteri, bir kırılma noktası var. Bu, dünyayı algılamak, bakmak ve görmek arasındaki farkla ilgili bir durum. Bu kırılma da biraz uzun zaman harcayarak olan bir şey. Bir işi çok iyi yapabilirsiniz, çok güzel bir Poseidon heykeli çalışabilirsiniz ama bu sizi sanatçı yapmaz, iyi bir usta yapar. Fakat o Poseidon heykelini yorumlayabilmek, bir manifesto yaratmak sizi sanatçı kılar. Bu yüzden duvara yapıştırılan bir muz trilyonlarca liraya satılırken rönesans tablosu gibi işler çok komik fiyatlara gidebiliyor. Çünkü aslında onu kıymetli kılan beceri değil üzerine düşünebilme kapasitesi. Üç ay kursla sanatçı olamazsınız ama tek bir konuya yoğunlaşarak, doğru materyalleri, doğru yöntemle kendi üretiminizi yapmaya başlayabilirsiniz. Sanatçı olmak zorunda değilsiniz seramikçi de olabilirsiniz. Bu da az ya da daha çok bir şey değil.

Seramik atölyelerinde gözle görülür bir artış var. Bu ilginin nedeni nedir?

Bence insanlar bir öze dönüş dönemine geçti. Özellikle pandemiyle birlikte içimize döndük, stresimizin farkına vardık ve bir toprağa dokunma ihtiyacı duyduk. Aslında bu atölyelere katılanlar çoğunlukla alaylı insanlar. Hayatları boyunca başkasının emeli, amacı için çaba sarf etmiş kişiler kendilerine dönmeye başladılar. Bunun finansal kaynağını sağlayabilenler kendilerine bir özgürlük alanı oluşturmaya başladılar. Ben bu durumu tatlı bir girişim olarak buluyorum. Herkesin yeterliliği ve işi doğru konumlandırılabilirse bu görünürlüğü de artırır. Aynı sektördeki insanların yan yana sanat dükkanları açarak bir muhitte toplanması girişimlerini çok destekliyorum. Tabii dışardan finansal kaynağınız varsa, çünkü kendi içinde döndürmesi korkunç derecede zor bir sektör. 

Ekin Yüksel’in eserleri

Eserlerinizde ağırlıklı bir kadın imajı görüyoruz. Sizce kadın oluşunuzla sanat arasındaki bağ nedir? 

Güçlü bir kadın imajı bana çocukluğumdan beri atfedilen bir durum, bu bir mecburiyet. Yani bu sadece dürtüsel bir durum değil. Sanırım ailemin de beklentisini karşılamak için de ekstra bir çaba sarfediyorum. Çünkü genelin onayını almak benim için ne yazık ki çok önemli. Bunu görsele dökebilecek varoluşa sahip olabilecek bir alanım var. Çoğu zaman duygularımızı 3 boyuta dökme şansımız olmaz ben bunu sağlayabiliyorum ve bu bende ekstra bir tatmin yaratıyor. Samimi düşüncem şu; keşke kimse gerçek manada güçlü olmak zorunda olmasa, çünkü güç gerektiren herhangi bir şey hayatımızda olmasa. Ama ne yazık ki, hayat bu şekilde akmıyor hepimizin uğraşıp didindiğimiz konular var ve bunu bazen kelimelerle, metaforlarla bazen de boyutsal olarak ortaya dökmek herkesin ihtiyacı olan bir konu. 

Kamuoyunda çokça tartışılan Beypazarı’ndaki havuç, Kızılcahamam’daki bazlama gibi yapıları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir cismin heykel olması için onun büyüklüğü ya da materyali önemli değil. Herhangi bir obje mermerden yapılınca heykel olmuyor. Doğru metafor ve manifestoyla, doğru anlam yüklenen şey heykel olup sanata dahil olabilir. Diğerlerine sadece büyük bir mısır, büyük bir havuç ya da büyük bir bazlama diyebiliriz ama asla heykel diyemeyiz.

EKİN YÜKSEL SERAMİK

Ayrancı Mahallesi,
Çalgı Sokağı No:1/C
Çankaya/Ankara

Instagram: ekinyukselceramic

Leonardo Da Vinci’ye saygı

Leonardo da Vinci ile tanışmam üniversite yıllarımda oldu. Mimarlık, içmimarlık, tasarım, mühendislik okuyan bir çok kişinin yolu mutlaka Da Vinci ile kesişir ve kiminin bu yolculuğu kısa, kiminin ise benim gibi hayat boyu sürer. Peki meşhur tabloları, icatları ile aslında hep hayatımızda olan Leonardo da Vinci kim? Böyle birini anlatmak zor. Bana göre mükemmeli bulsa bile daha da iyisini aramaya devam eden bir dahi, zor şartlarda mücadele etmenin ilham kaynağı. Araştırmacılara göre ise Rönesans döneminde yaşamış İtalyan hezarfen, döneminin önemli bir filozofu, astronomu, mimarı, mühendisi, mucidi, matematikçisi, anatomisti, müzisyeni, heykeltraşı, botanisti, jeoloğu, kartografı, yazarı, ressamı… 

Tuttuğu defterler pek çok alanda ilham kaynağı

Bu büyük dahinin yaşadığı bilimsel ve felsefi serüvenini anlatan 7 bine yakın eskiz ve taslak notları, Londra, Paris, Torino, Milano ve Madrid gibi şehirlerde sergileniyor. Tuttuğu defterler bile hala tıptan mühendislik ve müziğe pek çok alanda ilham kaynağı. Beni en çok etkileyenlerden biri ise insan anatomisi üzerine yaptığı kadavra çalışmaları. Da Vinci insan organizmasına, çalışma prensiplerini merak ettiği mükemmel bir makine olarak yaklaşıyor; insanı olabildiğince canlı ve tüm hareketlerini gerçeğe en yakın şekilde çizmek için dış gözlemleri yeterli görmeyip vücudun içini de görmek, kemiklerin, kasların ve eklemlerin birbirleriyle ilişkilerini kavramak istiyor. Onun bu araştırmacı merakı, eserlerinin arkasında büyük bir emek olduğunun göstergesi ve hala günümüze ışık tutmasının nedeni.

The Vitruvian Man is a world-renowned drawing created by Leonardo da Vinci circa 1487 and was based on the work of the famed Vitruvius.

Mekan-insan ilişkisi

Sanatçının dolmakalemle yaptığı yukarıda görülen eskiz, elinden düşürmediği defterlerinden birine aitti. Çizimin yanlarında, ideal insan bedenine ilişkin ters yazı ile yazılmış notlar yer alıyor. Bu eskiz Romalı mimar Marcus Vitruvius Pollio’nun M.Ö. 1. yüzyılda yazdığı bir kitapta yer verdiği, ideal bir insan vücudunun bir daire ve karenin içine yerleşebileceğine ilişkin teoriyi çizgilere döküyor. Da Vinci, eskizde bir erkek bedenini iki farklı pozisyonda kağıda yerleştiriyor; kareye tam sığması için kolları uzatılmış olan ve daireye tam yerleşecek şekilde bacaklarını ve kollarını açmış olan.

Rönesansın dahi adamı, Vitruvius’un kavramlarını görselleştirmeye çalışan tek sanatçı değildi ancak Da Vinci’nin eskizi, matematik, felsefe ve sanatı ustaca birleştirmesi ile Rönesansın en önemli eserleri arasına girdi. Ve günümüzde mimarlık kitaplarının en anlamlı sembolü oldu. İnsan anatomisini, fiziksel ihtiyaçlar ve ölçülerin birleşmesini, mekanların ölçek gereksinimlerini belki de bu çizim en iyi şekilde özetliyordu. 

Helikopter 1940’lı yıllarda icat edilmiş olsa da, Da Vinci’nin, havaya yükselmesi için spiral tasarladığı bu makinaya ait çizimlerin bir ilk olduğu düşünülüyor. 15. yüzyılın sonlarına ait Da Vinci’nin bu eskizi birçok diğer fikri gibi hayata geçirilip denenmedi ancak notları ve çizimleri, böyle bir cihazın nasıl çalışabileceğini doğru bir şekilde anlatıyordu. 

Son Akşam Yemeği”, İncil’den alınan bir sahneyi yansıtan tablo. Figürlerin yüz ifadeleri ve duruşuyla, insani duyguları yansıtmasıyla bu alanda ilklerden biri sayılıyor. Resimdeki neredeyse her unsur, gözlerin, merkezde yer alan İsa’ya yönelmesini sağlıyor. Da Vinci resimde tampera (Orta Çağ’da çok kullanılan tutkallı su ile boyanın karıştırıldığı teknik) ile yağlı boya kullanıyor.

1500’lerin başında Da Vinci tarafından yapılan Mona Lisa tablosu ise dünyanın en ünlü ve en gizemli tablolarından biri. Resmedilen figür gülüyor mu hüzünlü mü bilinmiyor ve belki de insanın karmaşıklığını ve tezatlarını aynı anda yansıttığı için bu kadar ilgi görüyor. Paris’e gittiğim yıl ben de bu tabloyu görmeden dönmedim ve bu kadar heyecanlanacağımı düşünmemiştim. Louvre müzesindeki binlerce eser, devasa tablolar, muazzam heykellerin arasından sıyrılmış bu küçük tablo (77cmx53cm) müthiş bir kalabalığı ağırlıyordu. Mona Lisa bize bakıyordu, biz ona. Ve günlerce bakabilirdi insan öylece kalıp, belki gizemini çözmek için, belki sadece seyretmek için, belki de kendimizi onda görmek için.

“Herkes uykudayken erken uyanmış bir adam”

Leonardo çok yönlü bir sanatçıydı. Yaptığı eserlerinin arkasında çok fazla merak, araştırma ve detay vardı. Bu da onu dünyanın en büyük sanatçılarından ve dehalarından biri haline getirdi. Çocukluğunda böcekleri, hayvanları ve doğanın bütün biçimlerini gözlemleyip taslaklar çizmiş durmadan. Gücünün, zekasının bilincine vararak, herşeyi merak ederek yaşamış; hiçbir yerin yerlisi olamadan, ruhuna yolculuk ateşi üflenmiş seyyahlar gibi. Sigmund Freud onun için “Herkes uykudayken, gökyüzüne karanlık hakimken erken uyanmış bir adam” der.

Leonardo da Vinci’ye Saygı projesine katılan sanatçılar

Leonardo da Vinci, 500. Ölüm Yıl Dönümü’nde dünyanın çeşitli yerlerinde, onuruna düzenlenen büyük organizasyonlarla anıldı. Ülkemizde de “Leonardo da Vinci’nin 500. Ölüm Yıl Dönümü” nedeniyle çok önemli bir proje gerçekleştirildi. Bir grup sanatçı, Paris’te yaşayan ressam Onay Akbaş’ın düşlediği “Leonardo da Vinci’ye Saygı” projesini, İbrahim Karaoğlu’nun küratörlüğünde ve Emre Sefer’in koordinatörlüğünde, Leonardo’nun ömrünün son üç yılını yaşadığı Amboise kentine bir yolculuk yaparak başlattılar. Yolculuk sonrası her sanatçı, orada duyumsadıklarını Leonardo’ya gönderme yaptıkları resim, heykel, kitap ve belgesel bir filme dönüştürerek sanatseverlerle buluşturdular. Bu proje için yapılan tüm yapıtlar bir sanat şöleniyle Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde Ankaralı sanatseverlerle buluştu. Bu değerli sergiyi görmeniz dileğiyle.

Su deposundan sanat merkezine

Ankara, cumhuriyetin ilk yıllarında aslında dereleriyle olduğu kadar susuzluğuyla da meşhur bir şehirdi. Sokak çeşmeleri ve kuyulardan sağlanan sular genelde dut ve kavak ağaçlarının yoğun olduğu bölgelerden gelirdi. 

Dr. Yalçın Ergir’in aktardığı bilgilere göre Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün evinin de bulunduğu bağlar “Can Kaya” olarak bilenen Can Memba’nın yakınındaydı. Bu memba suyu aşağılara, şimdiki Sheraton Oteli’nin karşısındaki vadiden (Seymenler Parkı’nın yanındaki İran Caddesi) akar, Kavaklı Dere’den (Kuğulu Park’tan Tunus Caddes’ini izleyerek) İncesu’ya karışırdı. Bu yıllarda bu alan bağ evleri ve kerpiç evler bulunan bir bölgeydi. Evlerdeki musluklardan suyun akması için 1936’yı beklemek gerekti. 

1926 yılında inşaatına başlanan ASKİ’ye ait su deposu

120 tonluk depo

1926-1928 yılları arasında Çankaya’yı beslemek için önce Alman Sefareti karşısında bir tulumba istasyonu ile 120 tonluk depo inşa edilmişti. İnşaatına 1926’da başlanmış ve 1928 yılında tamamlanarak 1930 başlarında hizmete alınmıştı. Daha sonraki yıllarda Kavaklıdere deposundan beslenen alanların genişlemesine koşut olarak kapasitesi de artırıldı.

Çubuk Barajı 1936 yılı sonlarında devreye alınıp yüzeysel göl suları “su süzgeci”nde arıtılıp kente verildikten sonra arıtılmış içme suyu önce Beştepe’deki sonra Devlet Demir Yolları’ndaki depolara, oradan da Kavaklıdere deposuna aktarıldı.

Kurtboğazı Barajı’nın tamamlanması (1967) ve İvedik İçmesuyu Arıtma Tesisi’nden kente su verilmeye başlamasından Kavaklıdere Deposu’nun devre dışı bırakılmasına kadar olan zaman diliminde buradan doğrudan beslenen yerler içerisinde Gaziosmanpaşa, Ayrancı ve Küçükesat dağıtım depoları ile Kavaklıdere, TBMM, Rusya Büyükelçiliği ve Ankara Oteli yer alıyordu.

Kültür merkezi olması şartıyla bedelsiz olarak belediyeye tahsis edildi

Su deposunun bulunduğu alan Ankara Anakent Belediyesi bünyesindeki ASKİ’ye aitti. Su depoları kaldırılıp da bu alan işlevini yitirince burası farklı projelerle gündeme geldi. 90’lı yılların başında Ankara Anakent Belediye Başkanlığı lojmanı için de yer aranıyordu ve su deposunun bulunduğu bu arsa da gündemdeydi. ASKİ’nin elindeki bu parseli, dönemin Çankaya Belediye Başkanı Doğan Taşdelen, kültür merkezi yapmak amacıyla Ankara Anakent Belediye Başkanı Murat Karayalçın’dan talep etti. Karayalçın’ın da projeyi olumlu karşılamasıyla belediyenin elindeki en kıymetli arsalardan biri kültür merkezi olması şartıyla bedelsiz olarak Çankaya Belediyesi’ne tahsis edildi.

Sonunda Taşdelen’in girişimi ve Karayalçın’ın özverisiyle tüm Ankara’nın beklentilerini karşılayacak ve gelecek nesillere taşınacak örnek bir kültür merkezi olması yönünde önemli bir adım atılmış oldu.

Pek çok aydın ve sanatçıya kucak açıyor

Proje için ise ‘bir yarışma mı açılsın yoksa biran önce işe başlayalım mı’ tartışması gündemdeydi. Sonunda yarışmadan vazgeçilerek mimarlar Erdoğan Elmas ve Zafer Gülçür tarafından 1994 yılında proje tasarlanmaya başlandı. Yapılan ilk proje, içinde büyük bir sinema salonu barındırsa da inşaat aşamasında maliyetleri katladığı için sinema salonundan vazgeçildi ve otoparka dönüştürüldü.

Temel atma töreni

İnşaatı Oyak tarafından üstlenilen merkezin açılışı ise 1998 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından yapıldı ve o günden bu yana Ankara’nın kültür sanat yükünü önemli ölçüde omuzlamış bu merkez, Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen’in ifadesiyle “bir sanat merkezi olmasının ötesinde ülkenin demokrasi tarihine, özgürleşme tarihine de katkısı olan bir yer” oldu; pek çok aydının fikirlerini paylaşacak alan, sanatçıların eserlerini sergileyecekleri salon bulamadığı dönemlerde onlara kucak açtı.

ÇSM’nin açılışı 1998 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından yapıldı

Türkiye’nin başkenti Ankara’nın en önemli ilçesi Çankaya’da 1989-1999 yılları arasında belediye başkanlığı yapan ve geçtiğimiz temmuz ayında vefat eden Doğan Taşdelen’in adı da artık görev döneminde yaptırdığı Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yaşayacak. Taşdelen’in en büyük eserlerinden biri olan, Ankara’nın yakın dönem kültür ve sanat tarihinde özgün bir yer edinmiş Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin adı, Çankaya Belediye Meclisi’nin oybirliği ile aldığı kararla “Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi” olarak değiştirildi. 

Yeni adıyla açılışı 3 Ekim 2020 tarihinde yapılan sanat merkezimizin daha nice yıllara kültür ve sanatı taşımasını diliyoruz.

3 Ekim 2020’de Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi adıyla yeniden açılış yapıldı.