Ceren Bozkurt: Gazinolardan lokantalara: Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’da yeme içme kültürü

Cumhuriyetin 100. Yılı etkinlikleri çerçevesinde gerçekleşen Ayrancı Festivali programının Cumhuriyet ve Kent Kültürü Konuşmaları etkinliğindeki ilk konuğumuz Ceren Bozkurt oldu. 25 Ekim 2023 tarihinde, Gazinolardan lokantalara: Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’da yeme içme kültürü başlığındaki söyleşi Cafe Creme’de kalabalık bir grup ilgiyle izledi.

Ceren Bozkurt

Cumhuriyetin ilk yıllarına başlamadan önce bizi eski Ankara’ya doğru yola çıkarmak istediğini söyleyerek sunumuna başlayan Ceren Bozkurt 19. yüzyılı bilmeden 20. yüzyılı anlamanın biraz zor olduğunu belirtiyor.

İstanbul Saray Mutfağı

İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçiş başlı başına bir devrim ve gündelik hayatı da oldukça etkiliyor. Ekonomik durum, savaşlar, eğitim reformları, kadınların sosyal hayatta görünür hale gelmesi önemli dönüşümler fakat en büyük dönüşüm İstanbul’un artık payitaht olmaması ile gerçekleşiyor. Çünkü 19. yüzyıl Osmanlı saray mutfak kültürü dendiğinde karşımıza İstanbul mutfağı çıkıyor; saraylar İstanbul’da ve doğal olarak bundan ilk etkilenen hep İstanbul oluyor. 19. yüzyılın ortasından itibaren Batılı mutfak kültürü Osmanlıya giriş yapıyor ve saray mutfağını da değiştiriyor. Osmanlıda seyyar satıcılar ve aş evleri, çorbacılar, pilavcılar börekçiler hep var ama İstanbul’da ilk restoranlar Tanzimat Fermanı’ndan sonra açılmaya başlıyor. Padişahlar siniden sofraya geçiyor. Çatal bıçak kullanımı Anadolu için de İstanbul için de çok yeni.

Ankara’nın Aşçı Dükkanları

Tarih her zaman İstanbul’u yazıyor ama hepimizin gönülden bağlı olduğu Ankara’nın da kendine ait bir mutfak kültürü var.

Evliya Çelebi 1648’de Engürü’ye yani Ankara’ya geliyor; burada içtiği paça çorbasından, bu çorbanın yanında yediği pastırmadan, tiftik keçisinden, Ankara’da hayvancılığın, bağların bahçelerin olduğundan, üretim ve ticaret yapıldığından bahsediyor. Bu dönemde dışarda yeme içmenin seyyar satıcılarla sınırlı olduğunu görüyoruz Ankara’da da.

20. yüzyılla beraber hepimizin bildiği At Pazarı’nda sokak köftecileri, dönerciler karşımıza çıkıyor. Anafartalar’da kuyulu kahve var, merkez kıraathanesi insanların sosyalleşebildiği alanlar ama gerçekten çok sınırlı mekânlar.

Restoran, Lokanta, Gazino ve Pavyon

1766 yılında yani 18. Yüzyıl’da Fransa’da ortaya çıkan bir kavram restoran. Şifalı konsantre suların sunulduğu mekanlara restoran deniliyor aslında. Sonra bunlar bir kültürel mekan olarak değişiyor. Yine lokanta ve gazino da enteresan kökene sahip iki kelime. İkisi de İtalyanca kökenli. Gazino, müzikli lokanta demek, lokanta da içinde konaklama odaları bulunan aşçı dükkânı demek. Bir de pavyonumuz var, Cumhuriyetin ilk yıllarında pavyon denilen yerler aslında içkili, müzikli eğlence mekânları.

İstanbul Çorbayı Anadolu’dan Öğreniyor

1920’lere kadar Ankara’da bir restoran kültürü yok, aşçı dükkânı kültürü var. Aşçı dükkanları çok az çeşit yemeğin olduğu, daha çok çorba üzerine olan bir nevi esnaf lokantası gibi düşünülebilir. Aslında bu aşçı lokantaları dışarıda çalışan erkek nüfus için var. Seyyar satıcılarda da aslında Ankara mutfağında da çorba karşımıza çıkıyor ki, benim çok hoşuma giden bir şey. Ortak bir yemek kültürü bulmak Anadolu’da biraz zor. Çünkü o dönemlerde gerçekten her coğrafyanın kendine özgü bir mutfak kültürü var ama Anadolu’da ortak başat bir kültür var: Sabahları çorba içmek. Bu aslında Anadolu’ya ait bir şey. İstanbul çorba içmeyi aslen Anadolu’dan biraz öğreniyor ama işkembe çorbası söz konusu olduğu zaman saray ve İstanbul’da dahil oluyor. Ankara’da da çok seviliyor işkembe çorbası, daha doğrusu sakatat çorbaları çok seviliyor. Ve seyyar satıcı olarak da daha çok çorbacıların olduğunu görüyoruz.

1920’li yıllara girdikten sonra da biz Ankara’da İstanbul tarzı yani batılı anlamda iki tane restoranla karşılaşıyoruz. Bunun birincisi “Kemal’in Lokantası”, Anadolu Lokantası olarak da biliniyor. Bu lokanta meclis binasının yanında ve milli mücadele dönemi Ankarasının en lüks lokantası. Tabii ki daha çok siyasiler geliyor buraya, fikir alışverişleri yapıyorlar birbirleriyle. Ama gerçekten döneme göre lüks bir restoran. Bir de “Abdullah Efendi Merkez Lokantası” var. Bu Anadolu Lokantasına göre daha uygun bir yer. Daha çok memur kesim, yani sivil bürokratlar burada yemek yiyorlar.

Taşhan

Ankara Restorancılığının Merkezi Taşhan

1919 ve 1920’lerde karşımıza çıkan Taşhan çok önemli bir merkez. Çünkü aslında ilerleyen zamanlarda Ankara’daki restorancılığın da temeli burada birazcık şekillenecek, filizlenecek.

İçkinin yasak olduğu Kurtuluş Savaşı döneminde Ankara’da meyhanelerin de olduğu biliniyor. Ama daha çok merdiven altı olduğu söyleniyor yahut herkes tarafından çok fazla gidilmeyen meyhaneler bunlar.

1923 yılında Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle aslında Ankara’nın gerçekten makus tarihi değişiyor diyebiliriz. 13 Ekim 1923 Ankara için çok önemli bir tarih çünkü başkent oluyor. Başkent olduktan sonra Ankara’nın o klasik, yoksul Anadolu şehri görüntüsünden bir an önce kurtulması gerekiyor çünkü bir sürü aydın, bürokrat insan Ankara’ya göçe başlıyorlar.

İstanbul-Ankara Çekişmesinin Çıkış Noktası Eğlence Mekanları

İstanbul’da batılı tarzda eğlence mekanları vardı. Mesela hepimizin aslında bildiği Pera Palas gibi oteller, çok güzel lokantalar var ama Ankara’da gerçekten çok az. Ankara’ya gelen İstanbul elitleri bunun farkına varıyor ve aslında bu İstanbul-Ankara çekişmesi bu tarihlerden itibaren başlıyor. İstanbullu aydınlar Ankara’da eğlenilecek bir mekânın veya modern lokantaların olmadığından yakınıyorlar.

Erken Cumhuriyet döneminde batı tarzı lokantalarda önemli olan şey şu: Bu lokantalar aslında sadece karın doyurmalık yerler değiller. Aksine, yemeklerden ziyade buralar birer kültürel mekân, bir sosyalleşme alanı. Burada insanlar adabı muaşeret kurallarını görüyorlar. Avrupalı menüleri görüyor, Fransız mutfağını, Rus mutfağını tadıyorlar. Aslında buralara karın doyurmaktan ziyade gerçekten birer sosyalleşme mekânı olarak bakmak gerekiyor.

Rus Devrimi Ankara Mutfağını Etkiliyor

Ankara’da açılan ilk restoranlarda Osmanlı mutfağının izleri yok. Çünkü bunlar cumhuriyetin Osmanlı kimliğini reddetmesinden dolayı ortaya çıkan yerler yani batılı restoranlar. Aş evi, köfteci gibi yerler ile seyyar satıcıların artık lokantalara doğru geçiş yaptığını görüyoruz. Burada önemli bir detay daha var. Ankara’nın kaderini değiştiren noktalardan bir tanesi 1917 Rus devrimi. Devrim sonrası Rusya’dan Anadolu’ya çok fazla insan göçüyor ve bu göçle beraber başta İstanbul mutfağı olmak üzere Anadolu ve Ankara mutfağı restorancılıkla tanışıyor. Beyaz Ruslar sadece aşçılıkta değil garsonlukta da çok iyiler. Ve artık garson olarak kadınları da görüyoruz.

1923’le 1950 yılları arasında Ankara’nın şehir merkezi Ulus. İlk merkez kayması 1950 yılında oluyor merkez Ulus’tan yeni şehir yani Kızılay’a doğru kayıyor.

Karpiç Lokantası (sağ önde)

Aşçı Lokantası Devrini Kapatan Mekan: Karpiç

Erken dönem Ankara’da restoran ya da lokanta denince akla gelen ilk yer Karpiç. Kendisi bir Rus göçmeni. Önce İstanbul’a göçüyor. 1923-24’de İstanbul’da bir lokantası var “İyi Tat Lokantası”.

Artık Ankara’da bir Cumhuriyet var. Ankara’ya memurlar, bürokratlar, yabancı elçilikler geliyor. Ankara’da insanların ağırlanması ve dolayısıyla mekân ihtiyacı ortaya çıkıyor. Bir devlet projesi mahiyetinde Karpiç İstanbul’dan Ankara’ya transfer ediliyor.

Karpiç, 1924’te geliyor Ankara’ya. İlk olarak Taşhan’ın alt katındaki “Şölen”i açıyor. Sonra Merkez Bankası’nın yanında havuzlu şehir bahçesinin içinde bir restoran daha doğrusu lokanta açıyor. İsmi “Şehir Lokantası” ama hep “Karpiç’in Yeri” olarak anılıyor. Çünkü bu dönemlerde bütün restoranlar sahiplerinin adıyla anılıyor. Bu dönemlerde restoran sahipleri müşterileri kapıdan girdikten çıkana kadar kontrol ediyorlar. Bu müthiş bir ağırlama.

Karpiç, bizim için neden önemli? Karpiç’in açılmasıyla beraber yeni Türkiye’de aşçı lokantası devri kapanıyor. Karpiç bir ekol artık. Karpiç’te yetişen garsonlar, aşçılar, kasada duranlar ilerleyen zamanlarda kendi mekanlarını açıyorlar. Bu inanılmaz bir etkileşim. Ben Karpiç’in gerçekten bir okul olduğunu, dönemin gastronomi eğitimi verdiğini düşünüyorum.

Karpiç Lokantası terası

Batıya Açılan Bir Pencere: Ankara Palas

Karpiç’ten sonra karşımıza “Ankara Palas” çıkıyor. Ankara Palas aslında bir otel fakat içinde bir restoran var. Yeni başkent olan Ankara için insanların güzel yemek yiyeceği, adabı muaşeret kurallarının uygulanacağı yerlere ihtiyaç vardı. Ankara Palas, Ankara’ya yeni gelenlerin modern tarzda, kalabileceği yer ihtiyacı için yapılmıştı. Bizzat Atatürk’ün talimatıyla yapılmış bir misafirhane, otel diyebiliriz. O yıllarda özellikle politik çevreye daha çok tesis ediliyor burası. Milletvekillerini sürekli Ankara Palas’ta görüyoruz.

Buranın bir mutfağı var ve mutfak bizim için önemli. Otelin aşçıbaşı Fransız, o nedenle Fransız yemekleri yapılıyor burada. Fransız olması aslında bizim bu alafranga mutfağı görmemizi daha iyi sağlıyor. Restorandaki servis ekibi de yabancı, Türk yok. Avrupa mutfağına dair bütün yemekleri görebiliyorsunuz. Ankara Palas’ta sadece yemek yenmiyor, müzikli yemekli balolar burada düzenliyor ve Ankara Palas gerçekten bir cazibe merkezi haline geliyor.

Atatürk’ün de deyimiyle Ankara Palas aslında doğudan batıya açılan bir pencere. Çünkü kadınları da artık Ankara Palas’ta görmeye başlıyoruz. Buraya kıyafetler diktirip gelmeye, çatal bıçak kullanımını öğrenmeye başlıyorlar.

1939 yılında ilk olarak tarihi Çiçek Lokantası Hüsamettin Sencer tarafından Zincirli Cami yakınlarında açılıyor. 1949 yılında Ulus meydanına taşınıyor. 1993’te de Necatibey’e taşınıyor. Çiçek lokantası hala devam ediyor zaten nadir kalan restoranlardan biri olduğu için değinmeden geçmek istemedim. Hüsamettin Sencer sonra Tavukçu Lokantası’nı da açıyor.

Restoranlar, kahvehaneler sosyal hayatı da aslında çok etkiliyor gerçekten yepyeni bir Ankara kültürü yaratıyorlar. Dönemin edebiyatçılarının da en çok ziyaret ettiği yerler bunlar.

1926’da karşımıza çıkan bir yer daha var; Anadolu Kulübü. Yine Atatürk’ün emriyle açılan bir mekan. Ankara’da oturan Türk ve yabancı üst düzey kişilerin zaman zaman buluştuğu bir yer burası.

Biz çok büyük değişimleri aslında 1940’lardan sonra görüyoruz. Ankara’nın rotasının Yenişehir’e kaymasıyla beraber restoranlar da bir nevi oraya taşınıyor. Asıl değişim siyasette gerçekleştiği için sosyal hayat da bundan çok ciddi bir şekilde etkileniyor. 50’lerden sonra Ankara’da gerçekten restoranların çok hızlı bir şekilde arttığını, özellikle hızlı yemek kültürünün yerleştiğini görüyoruz ki zaten işte göçler, ticaret, yeni sınıflar, yeni meslekler ortaya çıkıyor.

Ceren Bozkurt kimdir?
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesinde Tarih bölümünden lisans ve Hacettepe Üniversitesinde Tarih bölümünden yüksek lisans eğitimi aldı. “Tarih ve Tarif” isimli internet sitesinin kurucusudur. Yemek tarihi ve yemek kültürü araştırmaları yapıyor.

Yılbaşında neden hindi yeriz? 

2022’nin ilk günlerine giriş yaptığımız bu günlerde aklıma takılan ve uzun süredir düşündüğüm bir konu var. Acaba insanlar yılbaşlarında neden hindi yendiğini biliyor mu? İşte bu soru bu yazının ana konusu. Şimdi hep beraber hindinin tarihçesine ve bu kümes hayvanının neden sadece yılbaşı masalarının baş kahramanı olduğuna bir bakalım. Tarih ve Tarif gururla sunar!

Türkçesi hindi, İngilizcesi turkey olan hindi, esasen Kuzey Amerika kökenli bir kümes hayvanı. Peki neden Amerika kıtasına ait olan bu hayvana kalkıp Avrasya’dan bir ülkenin adı verilmiş? Hindiler de tıpkı Kızılderililer gibi Türk mü yoksa? Cevabı baştan söyleyip merakınızı kaçırmak gibi olmasın ama hayır.

‘Hindi’ nereden geliyor

Meleagris gallopavo yani bizim anlayacağımız ismiyle hindi, Amerika’ya ilk göç edenler tarafından keşfedilmiş bir hayvan. Yani aslında bu hayvan kadim zamanlardan beri Amerika kıtası habitatının bir üyesi. Aztekler zamanında evcilleştirilen bu hayvan, 1520’lerden itibaren İspanyol ve Portekiz kaşifler tarafından İspanya’ya getirildi. İspanya’dan sonra ise tüm Avrupa’ya yayıldı. Bu dönem, sınırları Avrupa’da olan Osmanlı’da da hindi tanınmaya başlandı. 

Bu yeni dünya keşfi kuşun “turkey” olarak isimlendirilmesi ise ticareti yüzünden. Bu yıllarda Akdeniz ticareti Levantenlerin elindeydi. Yani esasen bu kuşun ticaretini yapanlar Konstantiniyyeliydi. Levant şirketi yani diğer bir adıyla Türkiye tüccarları (Turkey Merchants) tarafından ticareti yapılan bu kuş, zaman içinde Türkiye kuşu ya da Türkiye horozu ismini aldı. Zaten bu dönemde İngilizler Doğu’dan gelen bütün ürünlerin başına nereden gelirse gelsin Turkey ibaresini ekliyordu. 

Diğer dillerde hindiye ne diyorlar peki? Bu soru hindinin hikayesini anlamamız için çok elzem. Hindinin Fransızcası “dinde” Hint tavuğu anlamına geliyor. O dönemlerde yaygın görüş hepimizin de aşina olduğu üzere, Hindistan’la Yeni Dünya’nın aynı olduğuydu. Bu sebeple yeni dünya menşeili bu kümes hayvanına Fransızlar da bizim gibi ya da biz de Fransızlar gibi Hintli diyoruz!

Hikaye burada bitmeyip daha da karışıyor. Mesela Portekizcede hindiye “Peru kuşu” deniyor. Tayland, Filipinler ve Endonezya’da ise bu kuşun adı “Hollanda tavuğu.” Hollanda ve Almanya’da Hindistan’daki bir limandan esinlenerek kalkoen/Kalkuhn dense de zaman içinde Almancaya da Türk horozu ibaresi adapte olmuş. İşin komik tarafı ise Hintliler hindiye Peru’ya ait olduklarını düşündükleri için Peru anlamına gelen isimler koymuşlar… Koskoca dünyaya bir hindiyi sığdıramamışız yani! 

Masanın “değersiz” kahramanı

Gelelim hindinin neden yılbaşlarında yendiğine… Esasen hindi, bir yeni yıl yemeği değil; şükran günü yemeğidir. Şükran günü tıpkı ismi gibi, Amerika Kıtası sakinlerinin yılın son günlerinde yapılan tüm hasatlara ve geçmiş yılın nimetlerine şükretmek için geniş ziyafet sofralarıyla kutladıkları bir ulusal bayramdır. 19. yüzyılda Abraham Lincoln’ün başkan olmasıyla ulusal bayram olma yolunda ilerleyen bu bayramın Amerika’daki kökeni ise 17. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Her ne kadar Amerika kıtasına yerleşen ilk kolonicilerin bu yıllarda şükran günü yemekleri yendiği bilinse de bu günle özdeşleşmiş olan hindinin o zamanlarda yendiğine dair pek kanıt yok. Kanıtı olan tek şey, o dönemdeki Amerika kıtasının asıl sahipleri olan yerel halkla kolonicilerin yemeklerini paylaşması ki zaten bu şükür bayramının kökleri Avrupa hasat festivaline ve Hıristiyanlığa dayanıyordu ve oldukça eskiydi. 

Hindinin şükran günlerinde bu kadar popüler olmasının sebebi ise daha yakın yüzyıl olan 19. yüzyıla uzanıyor. Bunun başlıca sebebi aslında çok basit. Çünkü her yerde bu kuştan vardı! Neredeyse 10 milyon hindinin bulunduğu tahmin edilen bu yüzyılda hindi yememek daha tuhaf olurdu açıkçası. 

Diğer bir sebep ise, hindinin diğer hayvanlara göre daha değersiz oluşuydu. Tavuğun her gün yumurtlaması ya da ineklerin sütünün sağılmasının yanında hindi yalnızca eti için beslenen bir hayvandı. Bu sebeple çok kolaylıkla gözden çıkarılabilirdi. 

Bunun yanında hindi, büyüklüğü sayesinde çok nüfuslu bir aileyi doyurabilirdi. Daha ne istenir ki? Uygun fiyatlı ve geniş aileleri doyurabilen, neredeyse maliyetsiz bir kümes hayvanı. Bu sebeplerle zaman içinde hindi, şükran günlerinde masanın kahramanı olmuş ve günümüze kadar bu gelenek süregelmiştir. 

Bu arada hindinin yağ ve kolesterol oranının çok düşük olduğunu da unutmadan söyleyeyim. Herkese mutlu, huzurlu ve en önemlisi koronasız sağlıklı bir yıl dilerim. Umarım 2022, 2021’i aratmaz! 

Kaynaklar:

https://www.britannica.com/story/why-do-we-eat-turkey-on-thanksgiving

https://www.etymonline.com/word/turkey

https://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId=97541602

https://www.cnrtl.fr/etymologie/dinde

https://www.dictionary.com/e/turkey/

10 bin yıllık gelenek: Aşure

Aşura

Tarihsel akış içinde Aşura’ya ait iki adet temel inanış bulunmaktadır. İlk inanış, Nuh Peygamber’den İbrahim Peygamber’e, oradan Cahiliye Araplarına kadar uzanan süreçte bu günde oruç tutulduğudur. İkinci olarak ise, Musa Peygamber ve ona inananların Firavun’un zulmünden kurtuldukları için bir şükran göstergesi olarak Yahudilerin bu orucu tuttuğudur.

Aşura’nın mühimliği hakkında bu iki temel inanışın dışında elbette pek çok farklı görüş bulunmaktadır. Öyle ki bu günde “Adem Peygamber’in tövbesinin kabul edildiği, Yunus Peygamber’in balığın karnından çıkarıldığı, Musa Peygamber ve İsa Peygamber’in doğduğu, Süleyman Peygamber’e mülkün verildiği, Davud Peygamber’in tövbesinin kabul edildiği, Muhammed Peygamber’in geçmiş ve gelecek bütün günahlarının affedileceğini müjdeleyen bir gündür.”[1] Lakin bu inanışlar çoğunlukla rivayettir. Velhasıl kelam, Aşura, tüm Sami dinleri ortak paydada buluşturabilmiş oldukça önemli bir gündür.

İlk olarak, Nuh Peygamber döneminden kalan Aşura gününde oruç tutmak, Yahudilere ait bir inançtı. Yahudilerin yedinci ayı olan Tişrin’in onuncu gününe rastlayan Aşura, onlar için hem bayram hem de yıllık günahlarının temizlendiği ilahi bir gündü. Bununla birlikte Muhammed Peygamber’in de Cahiliye Dönemi’nde Aşura orucunu tuttuğu ve Müslümanlara bu orucu tutmalarını önerdiği bilinmektedir.

Gelelim, İslam tarihinin en acımasız olaylarından birinin Aşura ile ilgisine. Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin’in 10 Muharrem 61’de Kerbela’da şehit edilmesinden sonra bu gün, müjdeleri ve sevinçlerinden ziyade yerini yasa ve mateme bırakmıştır.

Bir Tatlı Olarak Aşure:

Farsça aşure, “karışık aş” manasına gelen “aşur”dan türetilmiştir. İnsanlık tarihinin en önemli hububatlarından biri olan buğdayın ana kahramanı olduğu aşure, bereketle çok yakından ilişkilidir. Köken tartışmalarında bu yiyeceğin aslında tarımın icadına dayandığına dair pek çok önemli görüş bulunmaktadır. Bereketli Hilal’in dünya mirasına katkısı olan buğday ve buğday kültürü etkisini geniş sınırlar içinde göstermiştir ve aşure de bu mirasın bir sonucudur.

Aşureye benzer içinde buğdayın olduğu yemekler, genellikle çoğu ülkelerde bayram yemeği olarak tüketilmiştir. İslamiyet öncesi Araplarda da kutsal sayılan onuncu gün olan Aşura’nın yenildiği yemeğe bu isim verilmiştir.

Elbette bir diğer hikaye ise tufanda kalan Nuh Peygamber’in Cudi Dağı’na oturur oturmaz gemide neyi var neyi yoksa hepsini katarak aşureyi yaptığıdır.

Anadolu topraklarında ise aşure geleneğini üstlenen her zaman Osmanlı sarayı idi. Muharrem ayının 10. gününe denk gelen günde, Topkapı Saray’ı aşure hazırlıklarına günler önceden başlardı. Helvacıbaşıların pişirdiği bu aşureden ilk olarak padişaha, ardından harem halkına, bu iki önemli kademeden sonra ise devlet ileri gelenlerine, imaretlere ve en son olarak halka dağıtılması büyük ve önemi bir gelenekti. Aşure dağıtma geleneğinin ilk aşamasında yüksek rütbeliler bulunurdu. Saray testilerine konulan aşureleri tablakarlar bu hanelere götürür, ertesi gün ise bu kase ve testilerin içine hane sahipleri tarafından çikolata, badem şekeri, fıstık gibi ikramlar doldurulurdu. Ardından konak ağaları bu kapları saraya iade ederdi.

Mary Işın’ın Osmanlı Mutfak Sözlüğünde belirttiği üzere, 1870’de Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Sultan’ın pişirttiği miskli aşure için bir buçuk ton malzeme kullanılmıştı!

İkinci ve esas olan ise halka aşure dağıtımıydı. “Daneli” olarak adlandırılan, yani içinde buğday, incir, üzüm, kayısı, nohut, bakla ve çeşitli hububatlar olan aşureler kazanlar içinde Yıldız Talimhane Meydanı’na götürülür ve halka dağıtımı yapılırdı.

Türk mutfağında aşurenin 41 çeşidinin yapıldığı söylenir. Bazı yörelerde aşure etli ve tuzlu da yapılır. Bunun en büyük sebebi, Anadolu coğrafyasının insanlara sunduğu ürün çeşitliliğidir.

Eski yemek kitaplarından aşure tarifleri

1844 tarihli Melceü’t-Tabbâhîn’den aşure tarifi:

Tarîk-i tabhı: Matlûbü’l-mikdâr kabuğu çıkmış buğdayı ba’det-tathîr tencere içine koyub bolca su ile bir taşım kaynatub altına kömür tozu döküb az ateş ile beş on sâ’at terk itdikden sonra yine altına odun yakub kaynadıkda içine kaynamış fasulye ve bakla ve pirinc her ne murâd olunur ise ilâve ve tatlu olacak mikdârı asel veya şeker koyub bir taşım dahî kaynatub indireler. Eğer pek koyu olur ise bir mikdâr sıcak su ile alışdırub tabaklara vaz’birle üzerine kavrilmuş badem dizub tenâvül buyrula. Adisi budur.

1880 tarihli Yeni Yemek Kitabı’ndan bir Aşure tarifi:

Bir miktar aşurenin buğdayını tencerede bolca suyla bir taşım kaynattıktan sonra az ateşte beş on saat durduktan sonra tekrar altına keskin ateşi yakıp kaynatmalı ve içine üzüm, fındık vesaire koyup kararınca şeker ekleyip bir taşım daha kaynatıldıktan sonra aşağı alınmalı. İçine ceviz, badem de konur.

1924’te yazılmış Tatlı Ustası kitabından alışık olmadığımız bir tarif, Frenk Arpası Aşuresi:

Lüzumu miktar frenk arpası akşamdan ılık suda ıslatılıp ertesi sabah aşure buğdayı gibi kafi miktar su ile ateşte kaynatılır. Arpalar yarılıp helmesini koyuverinceye kadar pişirilir. Sonra diğer aşurelerde olduğu gibi şekeri vesairesi ilave edilip bir taşım daha kaynatılıp tabaklara ve kaselere tevzi olunur.

Bunun da üstüne diğer aşurelerde olduğu gibi ceviz, fındık, fıstık, kuş üzümü koymak adettir.

Arzu olunduğu halde su yerine süt konulur ve gayet nefis bir şey olur.

Kaynaklar:

[1] https://islamansiklopedisi.org.tr/asura

Hadiye Fahriye, Tatlı Ustası (Tatlıcıbaşı), Cinius Yayınları, İstanbul, 2019.

Özge Samancı, Yeni Yemek Kitabı, Çiya Yayınları, İstanbul, 2017.

P. Mary Işın, Osmanlı Mutfak Sözlüğü, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2017.

Mehmet Kamil, Melceü’t-tabbahin (Aşçıların sığınağı), Çiya Yayınları, İstanbul, 2016.

Eyüp Baş, “Aşure Günü, Tarihsel Boyutu ve Osmanlı Dini Hayatındaki Yeri Üzerine Düşünceler.”, AÜİFD XLV (2004), sayı.1, s.167-190.

Zeynel Özlü, “Osmanlı Sarayında Aşure Geleneğinin Uygulanmasına Dair”, Millî Folklor, 2014, Yıl 26, Sayı 101.

https://islamansiklopedisi.org.tr/asura

https://www.etimolojiturkce.com/kelime/a%C5%9Fure

Çiğdem Pilavı

Sapsarı çiçekli, soğan köklü bu çiçek, açmak için baharın ilk günlerini bekler. Karlar erimeye başladığı anda yeryüzüne kavuşur. Baharın mis kokulu müjdecisidir. Ne çok soğuğu sever ne de sıcağı. Yerini de pek yadırgar, her yerde yetişmez. Orta Anadolu’yu mesken belirlemiş bu çiçek, endemiktir. Peki, nedir bu çiçek; Crocus Ancyrensis, yani Ankara çiğdemi. 

Ankara Çiğdemi
Ankara Çiğdemi Crocus Ancyrensis – Fotoğraf: Ali Öner

Hem Hızır ve İlyas’ın yeryüzünde kavuştukları Hıdırellez’de hem de doğanın soğuk bembeyaz uykusundan uyandığı Nevruz’da, çiğdem Orta Anadolu için daha çok kıymetlenir. Çünkü bu kökü soğan, yaprakları mis kokulu çiçekten pilav yapılır. Çiğdem pilavı, aynı zamanda ‘bahar pilavı’ olarak da bilinir. Anadolu’nun temel hububatından olan bulgur, coğrafyanın sunduğu çeşitlilikle tarih boyunca şekillenmiştir. Çiğdem pilavı işte bu çeşitliliğin en naif örneklerinden biri. Yani coğrafya kader değil, coğrafya yemektir. 

Çiğdem pilavına değinmemin en büyük sebeplerinden birisi, tarihi olan yemekler kategorisinde hakkıyla yer aldığı için. Anadolu’nun bereketli topraklarında daha nicesi olduğu gibi, çiğdem pilavının kökleri de kadim. Yemek hem gündelik hayatın devamı için zaruridir, hem de kültürel mirastır. Şimdi, çiğdem pilavının lezzetli hikâyesi için birkaç bin yıl geriye gidelim:

Çiğdem’in tarihçesi

Anadolu toprakları üzerinde yaşayan her uygarlık hem bu toprakların sahibi hem de misafiri. İşin en etkileyici yanlarından biri, yine bu topraklar üzerinde yaşamış olan topluluklar, kültürlerini kümülatif olarak bir sonrakine mutlaka aktarmış. İşte bunun en güzel örneği, 2021 yılının Ankara’sında, bir bardak kahvemle bilgisayar başında, daha milat kavramı doğmadan önce, yaklaşık dört bin yıl evvel kurulmuş bir devletin kültürel mirasına ait bir çiçekten, onun gelişiyle kutlanan bayramdan ve bu çiçeğin yemeğinden bahsedebiliyor olmam.

Orta Anadolu’yu mesken bellemiş, ilk Anadolu uygarlıkları arasında yer alan Hititlerin, gündelik hayatlarını, yaşayış tarzlarını belirleyen en az 170 bayramı bulunmaktaydı. Bu bayramlar, aslında temelinde tanrılara en değerli yemeklerini ikram edip, onların gönlünü hoş tutma politikası temel alınarak düzenlenmişti. Hitit insanının, inandığı tanrısına minnet sunmasının en gözle görülür, en şaşalı vakti olan bayramlar, bu sebeple Hitit kültüründe oldukça öneme sahipti. Bayramların nihai getirisi olan bol, bereketli ziyafet sofraları, aynı zamanda sosyalleşme ve iktidarın halkla birebir temasta bulunduğu birer sosyal mekân haline gelmişti. Halkıyla tanrıları için yiyip içen kral, adadığı adaklar ve bol sunaklarla tanrısından güç almış ve iktidarını yine halkının önünde pekiştirmiştir.

İç Anadolu’nun geçit vermeyen kışları kurak ve soğuk iklimi, baharın gelişinin Hititlerde de coşkuyla kutlanmasına sebep olmuştur. Hititlerin en önemli bayramlarından birisi, ilkbaharın gelişi ile kutlanan AN.TAH.SUM.SAR yani ‘çiğdem bayramı’dır. Bu kadim çiçeğin karların altından o renkli yüzünü göstermesiyle birlikte 38 gün süren bayram başlar; kral, devlet erkânı ile ziyafet sofrasına otururdu. Bu ziyafet sofraları taşıdığı manaların dışında, Anadolu’nun eski yemek kültürünün anlaşılması açısından çok önemli. 

Hitit yemek kültürünün en önemli besin maddelerinin başında ekmek ve hububat geliyor. Ekmek hem bir gıda maddesi hem de tabak yerine geçen, servise yardımcı bir eleman. Bunun dışında elbette Anadolu topraklarının bir getirisi olan buğday, Hitit yemek kültürünün de olmazsa olmazıydı. Genellikle lapa, bulamaç yahut kızartılmış olarak tüketilen buğday aslında günümüz pilavlarının ilkel versiyonu.

Çiğdem Pilavı
Çiğdem Pilavı

Uğruna bayramlar düzenlenen yemek

Gelelim uğruna bayramlar düzenlenen çiğdem pilavına; Anadolu’nun unutulmaya yüz tutmuş baharı karşılama ritüellerinden biri çiğdem pilavı pişirmek. Genellikle yöre halkları tarafından, baharın ilk günlerinde, çocuğundan yaşlısına herkesin emeğinin geçtiği, her kapının rızkıyla pişirilen çiğdem pilavı, kimi yerlerde pirinçle, kimi yerlerde ise buğdayla yapılır. Soğanlı bir bitki olan çiğdem, toplandıktan sonra kabukları çıkarılıp yıkanır, önce soğanlar doğranır ve çiçekler ayıklanır. Bir yandan da et doğranıp tencerede kavrulmaya bırakılır ve kavrulan etin üzerine buğday konur. Ardından baharın müjdecisi çiğdem çiçekleri ve soğanı bu karışıma eklenir, üzerine su koyulur, suyu çekene kadar pişirilir. Kökleri bu topraklarda hayat bulmuş ve binlerce yıldır yapılan, buram buram tarih kokan pilav afiyetle yenir.

Bu yemek kültürünün unutulmaması için Ankara Somut Olmayan Kültürel Miras Müzesi, 2014’ten beri baharın gelişini kutlamak amacıyla Çiğdem Şenliği düzenliyor ve bu şenlikte çiğdem pilavı pişiriliyor. Hititler, her insan ve tıpkı insana benzeyen devletler gibi, doğdu; yaşadı ve öldü ama çiğdem pilavı görüldüğü üzere hala bizimle.

Çiğdem Pilavı (Kaynak: https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/yozgat/neyenir/cgdem-plavi)

Kaynakça

Ahmet Ünal, Hititler Devrinde Anadolu II, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2003.

Priscilla Mary Işın, Avcılıktan Gurmeliğe Yemeğin Kültürel Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2019.

https://evrimagaci.org/ankara-cigdemi-crocus-ancyrensis-7303

http://www.sokumenstitusu.org.tr/Faaliyet/32/%C3%87i %C4%9Fdem-%C5%9Eenli%C4%9Fi-2015