Suat Derviş ile 1940’ların Ankara’sında bir polisiye yolculuk: Ankara Canavarı

Ankara’ya taşınalı henüz 8 ay oldu, ama bu şehre gelip gitmeye başlamam çok daha öncesine dayanıyor. Ankara’nın kendine has mahzunluğunu, ‘memur şehri’ tanımını fazlasıyla hak ettiğini düşündüğüm sakin atmosferini seviyorum.

Ankara’ya temelli taşındıktan sonra şehre olan ilgim ve merakım daha da arttı. Yeni taşındığım bu şehirde nelerin var olduğunu, kimlerin nasıl yaşadığını, parklarını, sokaklarını, eski Ankara apartmanlarını hiç durmadan öğrenmeye koyuldum. Her gün öğrendiklerim, gördüklerim ve duyduklarım iştahımı daha da kabarttı.

Önce kendime bir yol haritası çizmeliydim. Hemen bir kitapsever olarak, Ankara ile ilgili yazılan romanları, hikayeleri araştırmaya başladım. Tahmininiz üzere birçok eser çıktı karşıma. Romanlar, hikayeler, makaleler…  Romanların birçoğu da beklendiği gibi savaş yılları Ankara’sını anlatan, adlarını bildiğim, bir kısmını da okuduğum eserlerdi. Ancak, Ankara’yı anlatan eserler arasında daha önce hiç duymadığım biri, en çok da adından etkilendim sanırım, Suat Derviş’in “Ankara Canavarı” polisiye romanı dikkatimi çekti. 

Bendeniz Ankara’yı sakinliğiyle tanımış ve sevmiş biri olarak, bu polisiye roman, adıyla sanıyla, “Ankara Canavarı” dikkatime mazhar oldu. Heyecanlandım. 1940’ların Ankara’sında geçen polisiye bir roman! Üstelik bir kadın yazar, Suat Derviş yazmış, Cumhuriyet Türkiye’sinin en cevval gazetecilerinden… 

Suat Derviş ve kitabı Ankara Canavarı

Romanı görünce, Suat Derviş’in Ankara serüvenine bakmak aklıma geldi; kendisi, eşi Reşat Fuat Baraner’in hapse girmesi üzerine Ankara’ya daha sık gidip gelmeye, hatta uzun bir süreliğine Ankara’da yaşamaya başlıyor. İşte bu dönemde yazdığı kitaplardan biri de “Ankara Canavarı” romanı. Roman ilk olarak 1948’de Kudret gazetesinde tefrika ediliyor. Romanın 1952’de, Son Telgraf Gazetesi‘nde tefrika edilen resimli romanı da basılıyor.  Benim okuduğum baskısında romanın sonuna onu da eklemişler. O zamanki çizimleri görmek ve romanı bir de böyle okumak nefis oldu. 

Tüm bunları bir araya getirince bendeniz için bu kitabı edinmek farz oluyor.  Her şey bir yana, kesin bir bit yeniği de vardı bu işte, Ankara’da bir canavar olacak iş değildi…

Ankara Canavarı polisiye romanı, Ankara’da, Keçiören, Etlik ve Telsizler’de üç gün içerisinde arka arkaya aynı yöntemle işlenen üç korkunç cinayeti anlatıyor. Kitabın arka yüzündeki tanıtım yazısı şöyle;

“Üç gün içinde üç cinayet işleniyor; biri Etlik’te, biri Keçiören ve biri de Telsizler’de. Her üçü de aynı elle, aynı şekilde, bir silah ile yapılıyor. Maktullerin üçü de ayrı ayrı sosyal seviyeleri olan kimseler. Ankara’da müthiş bir cani yaşıyor. Esrarengiz bir cani. Güzel, küçük, sevimli ve temiz şehrimizin içinde henüz ele geçmemiş olan müthiş bir katil var ki, kurbanlarının karşısına onları ürkütmeyen bir yüzle çıkıyor. Ve onlar arkalarını dönünce vahşi bir hamle ile üzerlerine saldırıp bir hançer darbesiyle onları hemen öldürüyor.”  

Romanımızın baş kahramanı, Suat Derviş gibi bir gazeteci, zabıta muhabiri Hikmet Altıntaş. Bir Ankara gazetesinde zabıta muhabiri olarak çalışan Hikmet Altıntaş, romanda geçen cinayetlerin izini sürmeye başlıyor. Cinayet soruşturmasında kendini de hikâyenin tam ortasında buluyor. Romanda seri katil şüphelisi Ruhsar ile gazeteci Hikmet arasında oluşan bağ da Hikmet’in Ruhsar’a olan hayranlığı ve zaafı da cinayetlerin çözülmesinde kilit bir rol oynuyor. 

Bu hikâyede Hikmet’in Ruhsar’a beslediği duygular, bana Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sını ve Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” filmini anımsattı. Romanımızda Hikmet’in Ruhsar’a benzer sadelikte ve naiflikte duygular beslediğine şahit oluyoruz. 

“O gün Ulus Meydanı, Bankalar Caddesi ve bütün Ankara içinde, her tarafında o kadar çok güzel kadın, güzel masum ve cici kızlar varken niçin onun arkasında durdum ve onu takip ettim? Bilmiyorum. Gözlerini dahi görmediğim bu kadının peşi sıra beni sürükleyen şüphesiz ki kötü kaderim olmuştur.”

Romanda; 1940’ların sonundaki Ankara’yı, Ulus’u, yani eski Ankara’yı da öğrenme şansına sahip oluyoruz. Hikayemizin baş kahramanı Hikmet, sıklıkla cinayeti araştırmak üzere Ankara sokaklarını dolaşıyor, şüphelinin peşine düşüyor ve o sayede biz okurlar da Ankara’yı keşfediyoruz. 

“Bankalar Caddesi’nden gelmişti. Beyaz iskarpinli küçük ayaklarının metin adımlarıyla abideye doğru ilerledi. Abidenin önünü, İş Bankası’nı geçti ve Keçiören otobüslerinin durduğu yerde durdu.”

“Konur sokağı çok kalabalık bir sokak olmamakla beraber nihayet dağ başında değildik.”

“… Ve bugün, Bankalar Caddesi’nde, Merkez Bankası ile Karpiç arasında tekrar önüme çıkmıştı.”

“Eğer bu cinayet işlenmemiş olsaydı muhakkak ki ben bu kadınla ömrümün sonuna kadar konuşmak ve onunla böyle Ankara’nın bu büyük otelinin bahçesinde karşı karşıya oturmak fırsatını bulamazdım.”

Kitaptaki bu alıntılardan görüldüğü üzere zabıta muhabiri Hikmet Bey ile cinayetlerin peşine düşerken eski Ankara’yı da Suat Derviş’in gözünden dolaşıyoruz.  Romanın sonunda ise gazeteci Hikmet katili yakalıyor ve adalete teslim ediyor. 

Suat Derviş’in, yeni kurulan Cumhuriyet Ankara’sından verdiği detaylar, bir kadın gazetecinin gözünden dönemin Ankara’sını anlatıyor. Alışılmışın tersine, bir kadın yazarın polisiye bir eser yazma cesaretini de vurgulayan bu romanı, okurların mutlaka keşfetmesini öneririm. Siz de benim gibi polisiye okumayı seviyor, Ankara’yı polisiye bir romanla keşfetmek nasıl oluyor diye merak ediyorsanız mutlaka okumanızı tavsiye ederim! 

Romanda adı geçen mekanların haritasını aşağıda paylaşıyorum. Belki de benim gibi meraklı okurlar, romanda geçen yerleri ziyaret etmek ve görmek isteyebilirler.

* ile belirtilen noktalar romanda kurgusal olarak yer almaktadır. Konumları tahmini olarak haritaya yerleştirilmiştir.

Yolculukları severim ama göçebe ruhlu değilim

Erendiz Hanım 41 kere maşallah.Yanılmıyorsam 41 yıldır “Kadın sorunları” üzerine bıkmadan yazıyorsunuz. Yanlış saymadıysam 8 roman, 9 hikaye, 10 deneme kitabı sığmış bu yıllara… Bu sürede bir kısım kadının bilinçlenmesi arttı ama eşitsizlik, cinayetler, tacizler azalmadı, hatta arttı sanki. Ya da görünür oldu. Ne dersiniz? Bu gidişle acılı, ezilen, katledilen kadın hikayeleri hiç bitmeyecek…

Türkiye’de hayatın hemen hemen her yönünde olduğu gibi kadın meselesinde de büyük çelişkiler mevcut. Evet, belli kesimlerde, kadının bilinçlenmesi, her alanda kendini gerçekleştirmesi  belirgin biçimde yaygınlaştı; ama belirli kesimlerde. Kesim derken illa ekonomik ve kültürel açılardan bir sınıflandırma yapıyor değilim. Türkiye insanı çok şaşırtan ve ön kabullere pek uymayan bir yer. Toplumun bir kısmında kadının durumunun fecaate dönüşmesinde ise yoksulluğun ve cahilliğin etkisi olduğu kadar, Türkiye’nin –kimse kusura bakmasın, her olguya gerçek adını vermekten yanayım– geçtiğimiz on yıllarda “yobazlığa’’ itilmesinin büyük rolü var. Bütün tek tanrılı dinlerin yobaz uygulamaları kadından korkar ve nefret eder ve nu cezalandırır. Tabi iç göçle kırsalın kente taşınması ve kentte iletişim imkanlarının teknoloji sayesinde çok gelişmesi, ayrıca nüfusumuzun aşırı kalabalıklaşması da “kadın’’a karşı işlenen suçları hem sayıca kabartıyor, hem duyulmasına ön ayak oluyor; ama ne olursa olsun, kadının dünya yüzündeki yeri bağlamındaki geri ve gerici ön yargılar  başta yöneticiler tarafından açıkça ifade edilemese vakalar bu denli artmazdı.

Eczacılık fakültesinde doçentken yazmaya başlamışsınız, profesörlüğe rağmen gittikçe artan bir şekilde yazılarınız, kitaplarınız artmış. Sizi buna iten neydi? Zaman sorunu çok zorladı mı? Öğrencileriniz yazar hocaları olmasından nasıl etkilendi? 

Yazmaya daha önce başladım. Yazdıklarım yayımlanmaya başladığında doçenttim. Zaman elbette bir sorundu, sorumluluk isteyen ağır bir işim, yolunda gitmeyen bir evliliğim, hasta bir annem ve küçük bir çocuğum vardı. Sanıyorum, yazarak dayanıyordum. Gençken çok güçlü bir hafızam vardı. Metni noktası virgülüne kadar zihnimde kuruyor, Çarşamba öğleden sonralar fakülteyi “asıp’’ , sakin bir kafeye gidiyor, orada zihnimdekileri kağıda döküyor, ilk fırsatta daktiloya çekiyordum. Özel bir yetenek olmadan yapılacak şey değil, bir de gençlik enerjisi gerek her halde. Profesör olduktan birkaç yıl sonra emekli oldum.  Bu kararda yazmayı seçmem elbette büyük etmendi; ama sadece o değil, üniversitenin ikiyüzlü hayatına daha fazla tahammül edemedim.

Çok satan bir yazar olmadığım için öğrencilerimin kitaplarımdan pek de haberdar olduklarını sanmıyorum.

Son kitabınız “Bir Başka Düğün Gecesi” yüreklerimize işledi. Kurban Menekşe, Saldırgan Hıdır, çevrelerindeki kişiler tek tek, çok güzel işlenmiş. Daha düğün gecesine gelmeden  “Bir Düğün Gecesi” romanı havası oluşuyor. Bu kişiler tamamen kurgu mu, yoksa sizi bunları yazmaya iten kişiler, haberler oldu mu?  

Karakterler kurgu, ama böyle olaylar duydum, hepimiz duyduk, basına yansıdı, çünkü. Konuya ilgim, sosyoloji dalında insan ticareti üstüne doktora yapan kızımın çalışması sırasında, yıllar önce başlamıştı. Emniyet güçleri (sadece bizimkiler değil, diğer ülkelerde de) işin uluslararası boyutuyla daha çok ilgililer. Ülke içindeki  insan ticareti biraz “kol kırılır yen içinde kalır’’ muamelesi görüyor. 

Son kitabınızla Adalet Ağaoğlu’na ve başka yazarlara gönderme yaptığınızı söyleyebilir miyiz? Bu dönemden Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Firuzan, İnci Aral, Ayla Kutlu, Pınar Kür… gibi bir çok iyi kadın yazar sayabiliriz. Bu yazarlar birbirini okur mu, görüşür mü, kayıplardan nasıl etkilenir?  Birbirinizden etkilenir, beslenir misiniz? Sevdiğim bir yazar ölünce ben hem onun ölümüne üzülürüm, hem de bencilce bir daha okuyamayacağım diye…

Evet, tabi kitapta pek çok gönderme var. Böyle göndermeler hoşuma gider, unutkan okura kültürel bir hatırlatmadır bu; anılan yazara da bir dost selamı. Valla, herkes ne yapar bilemem ama, en azından ben hemcinsim yazarları okurum, hele eskiden her yazdıklarını okurdum. Yaşım yetmişi geçeli o kadar okuyamıyorum, neden derseniz, yaşlanma sürecinde enerji azalmasına bağlı olarak belli bir yavaşlama çıkıyor ortaya, eskiden çabucak yapılan işler bir bakıyorsunuz bir türlü bitmek bilmiyor. Bu da zamanı daraltıyor. Mutlaka kadın yazarlar arasında bir etkileşim oluyordur, bu bence güzel bir şey.

Erendiz Atasü

Ankara Film festivalinin “Sanat Çınarı” ödülü size çok yakıştı. Film festivallerinde sık sık karşılaşıyoruz, sinemanın hayatınızdaki yeri nedir? Sinemaya uyarlanmış eseriniz var mı? Son kitap ve birçoğu uyarlanabilir gibi ama uyarlansa ne kadar içinize siner bilmem…

Çok teşekkür ederim. Pandemi döneminde en çok özlediklerimden biri sinemaya gitmek. Sinemalar açıldı ama cesaret yok. Bununla beraber internette yoğun biçimde film izliyorum. Çocukluğumdan beri severim sinemayı, hatta “Sinema Tutkusu” diye bir öyküm bile var. Sebebini bilmiyorum. Belki kitapları, edebiyatı sevmemle aynı sebebe dayanıyordur. Kardeşsiz, dolayısıyla bir anlamda yalnız  çocukluğumda, bana bir hayal dünyası açmışlardır. Hiçbir eserim sinemaya uygulanmadı, televizyon için de herhangi bir uyarlama olmadı. Olsaydı içime siner miydi, bilemem. Genelde yazarlar pek memnun kalmıyorlar bu işten, yani manevi açıdan memnun kalmıyorlar. Her halde maddi bir karşılığı oluyordur. Memnun olmuyorlar, çünkü yazı ve görsellik tamamen farklı yaratı ortamları. Filmin yönetmeni ticari kaygılarla basitleştirmelere, ucuzlatmalara gitmese bile, görselliğin ve yazının farklı ifade biçimlerinin olması sanırım yol açıyor hoşnutsuzluklara. Öte yandan sinemanın, sanat sinemasının elbette,  biz yazarları esinlediği, bize yeni  ufuklar açtığı kanısındayım.

Sizi yarı Ayrancı, yarı Çankayalı kabul edebiliriz. Semtimiz sizin için ne ifade ediyor? Oturup kalakaldınız mı, yoksa burada kalmaya iten özel nedenler var mı? 

Aslında Tunalı Hilmi caddesine sadece on yıl önce taşındım. Asıl yuvam tam kırk iki yıl yaşadığım evim Kızılay, Yüksel caddesinde idi. Melih Gökçek denen kimsenin belediye uygulamaları sonucu yaşanmaz hale gelen semtten üzülerek ayrılmak zorunda kaldım. Hayatımda çok az taşınmışımdır. Yerleşik ruhlu bir insanım ben, yolculukları severim ama göçebe ruhlu değilim.

Ayrancı’nın yazarları: “Çember”in hikayesi

Mercan Alper, ilk kitabı “Çember”de birbirinden farklı ancak bir o kadar da birbirine yakın 13 öykü anlatıyor. Biz de bu sayıda komşumuz Mercan Alper ile Ocak ayında yayınlanan bu ilk kitabı ve edebiyat üzerine bir söyleşi yaptık. Şu günlerde özlemini çektiğimiz kültür ve sanat etkinliklerini; söyleşileri, kitap fuarlarını, yüz yüze yapılamayan etkinliklerin yerini doldurmaya çalışan muhtelif alternatifleri konuştuk:

Mercan Alper ilk kitabı Çember’le…

Ayrancım Gazetesi olarak öncelikle kitabın için tebrik ederiz. Seni kısaca tanıyabilir miyiz?

Merhabalar, ben Mercan Alper. 1989 yılında Kayseri’de doğdum. 2008 yılında üniversite için Ankara’ya geldim ve o zamandan beri de buradayım. Eşim ve tüylü oğlumuz Toz ile iki senedir Ayrancı’da oturuyoruz. 2012’de Gazi Üniversitesi Grafik Tasarım Öğretmenliği bölümünden mezun oldum. Şu sıralarda özel bir firmada dijital ürün tasarımcısı olarak çalışıyorum. İş dışında okuyorum, yazıyorum, resim yapıyorum. 

Geçtiğimiz Ocak ayında 13 öyküden oluşan “Çember” adındaki ilk kitabını yayınladın. Öykülerinde ilk bakışta fantastik bir hava göze çarpıyor. Bize biraz kitabından bahseder misin?

Çember” yıllar boyunca yazdığım öyküleri derlediğim bir kitap. Ocak ayında Epona Yayınları etiketi ile yayınlandı, 13 öyküden oluşuyor. Her öykü birbirinden bağımsız gibi görünse de derinde her biri aslında sürekli aynı çemberin içinde dönüp duran hayatları konu alıyor. Öyküler bizi dolaştırıp en sonunda başladıkları yere geri taşıyor. Kitap da adını buradan alıyor.

Öykülerdeki fantastik dokunuşlar benim de bu türe olan ilgimden kaynaklanıyor. Çoğunlukla fantastik edebiyat alanında okumalar yaptığım için yazdıklarım da ister istemez bu doğrultuda şekilleniyor. Ben içinde yaşadığımız dünyanın da tıpkı kitaplarda bahsedilen fantastik evrenler gibi bir sürü mucizeyi barındırdığına inanıyorum. Bu mucizeleri yazıya döktüğümüzde fantastik şeyler gibi geliyor kulağa. 

Okuyucuların çoğu, öyküleri biraz melankolik bulduklarını söylüyorlar ki haklılar. Ben genelde bittiğinde insanın içinde ufak bir sızı bırakan öyküleri seviyorum. Yıllar sonra öyküye dair bir şey hatırlamasanız bile o his, o sızı hep içinizde kalsın, hatırlansın istiyorum. Eşimle bu duruma kendi aramızda bir isim bile verdik; ‘kadife gibi’ diyoruz bu tür hikayeler için. Birbirimize kitap önerirken de “Sen çok seversin, tıpkı kadife gibi” diye özetliyoruz kitapları. Peki ne demek kadife gibi? Hani kadifenin yumuşak ve sıcak olduğunu bilirsiniz ama bazı insanlar kadifeye dokunamazlar ya, dokununca tüyleriniz diken diken olur ama kumaş öyle sıcaktır ki vazgeçemezsiniz de. Öykülerde bırakmak istediğim etki de tam böyle işte, kadife gibi; büyük ölçüde rahat ve sıcak ama bazen acıtan, huzursuz eden ve yine de okumaktan vazgeçemeyeceğiniz öyküler. “Çember”de bu hissi az da olsa yakalayabilmiş olmayı diliyorum.

Seni yazma sürecinde neler motive ediyor? Nelerden besleniyorsun, ilham alıyorsun?

İlham bazen bir rüyadan, bazen gün içindeki küçük bir andan, bazen annemin çocukken söylediği Çerkezce bir kelimenin yıllar sonra öğrendiğim anlamından hayat bulup geliyor. Bazen okuduğum bir kitaptan altını çizdiğim bir cümle bana yepyeni bir hikaye için ilham olabiliyor. 

Yazma için en büyük motivasyon kaynağım ise bir öyküyü bitirdikten sonra tamamen yabancı bir gözle okuduğum an hissettiğim heyecan sanırım. Her seferinde ‘ben bu hikayeyi yazar değil de okuyucu olarak bakınca sevecek miyim’ heyecanını yaşıyorum. Bu duygu beni hep bir sonraki öykü için motive ediyor. Sevmediysem okuyucu olarak sevebileceğim öyküler yazmak için daha da şevkle çalışıyorum.

Günlük rutinlerin sana ilham kaynağı olduğundan bahsetmişsin bir yazında. Bu açıdan baktığında mahallede böyle rutinlerin var mı?

Olmaz mı hiç. Pandemi öncesinde mahallede vakit geçirmek için çok zamanım olmuyordu. Ancak son bir senede yasaklar ve hastalık korkusuyla çok uzak mesafelere seyahat edemediğimiz için Ayrancı sokaklarında dolaşmak en büyük eğlencem oldu. Bir hikayede tıkandığım ya da ilham aradığım zamanlarda genelde evimin yakınlarındaki Cemal Süreyya Parkı’na inip yürüyüş yapıyorum. Yürüyüş sonrası parkın ortasındaki havuzun karşısındaki banklara oturup insanları izliyorum. O kadar çok insan ve o kadar çok hikaye var ki eve her zaman zihnimde bir yığın fikir ve büyük bir mutlulukla dönüyorum. 

Bazı günler Ayrancı sokaklarında evlere, sokak manzaralarına bakarak yürüyorum. Yürüyüş eğer çok zinde hissediyorsam Dikmen Vadisi’nde, daha sakin hissettiğim günlerde Güvenlik Caddesi, Nimet Fırın’da sonlanıyor. Her iki türlü de zihnimde onlarca fikir ve bazen de elimde mis gibi ekmeklerle eve dönüyorum. 

Pandemi öncesi dönemde sayıları çok olmasa da semtte bazı edebiyat söyleşileri düzenleniyordu. Örnek vermek gerekirse UMAG’ta yazarlarla zaman zaman söyleşiler oluyordu. Yine semtte bazı kafe ve kitap evlerinin düzenlediği benzer söyleşiler… Bunlardan bazıları kapandı, çoğu sessiz sedasız bekliyor. Sen, bir sanat dalı olarak edebiyat alanında sosyal ve kültürel etkinlikler açısından yapılanları yeterli görüyor musun? Edebiyat, resim, heykel, tiyatro, müzik, dans gibi bir dal değil. Yalnızlık daha çok yakışıyor sanki. 

Yazma dediğimiz eylem, içinde tek başınalık dışında bir şeye yer vermiyor. Diğer sanat dalları gibi izleyicilerin karşısında sergileyebileceğiniz bir performans değil. Bu yüzden etkinlikler daha çok soru-cevap halinde gerçekleşiyor. Günün sonunda elinizde şanslıysanız imzalı bir kitap ve geçirdiğiniz güzel saatlerin anısı kalıyor. Asıl performans, elinizde tuttuğunuz sayfaların içinde ve okuma eylemi ve en az yazma kadar tek başınalık ile ilgili. Bu yüzden aslında yazar, okunan her satırda kişilere özgü bir gösteri sergiliyor gibi. Her okuyucu için cümleler bambaşka anlamlarda şekilleniyor. Hiçbir okuma performansı diğerine benzemiyor. Bu yüzden ne yazma ne de okuma toplu halde yapılamayacak eylemler olarak kalmaya devam edecek gibi görünüyor. 

Ayrancı sokaklarında pek çok sahaf, kafe ve kitabevi var. Pandemi yüzünden gelinen durum pek iç açıcı değil ancak geçmişte bu mekanların bazılarının yazarları ağırladığını ve çeşitli etkinlikler düzenlediğini hatırlıyorum. Bu mahallede olmayı sevmemizin en büyük nedenlerinden biri de her zaman bu tür etkinlikler olmuştu. UMAG ve etrafımızdaki pek çok diğer etkinlik merkezi mümkün olduğunca online olarak bu deneyimleri bizlere sunmaya devam ediyor. Hiçbir online etkinlik canlı olan kadar etkili olmayacak gibi geliyor ama dünyanın değiştiğini, bazı şeylerin kalıcı olarak bu yöne evrileceğini de düşünmeden edemiyorum. 

Son olarak pandemi şartlarında mümkün olmayacak ancak sonrası için hayal ettiğin edebiyat özelinde etkinlikler var mı?

Türkiye’de yapıldığına pek denk gelmedim ama benim kişisel olarak en çok arzu ettiğim yazarların kendi eserlerini seslendirdiği etkinliklerde yer alabilmek. Hem dinleyici hem de yazar olarak. Yazdığı kelimeleri yazarın kendi sesinden duyabilmek sonrasında da kendisiyle sohbet edebilmek büyük bir keyif olurdu diye düşünüyorum. Tabii insanların dikkatinin çok çabuk dağıldığı şu günlerde onları bir kitabı oturup sakin sakin dinlemeleri için nasıl ikna edebiliriz bilemiyorum ama denemeye değer diye düşünüyorum.

Bir de kitap fuarlarının tekrar düzenleneceği günleri iple çekiyorum. Yayınevlerinin standları arasında koşturup, söyleşilere ve imza günlerine katılıp, eve yorgun ama yüzümüzde koca bir gülümseme ve kucağımızda bir yığın kitapla döndüğümüz o günlere geri dönmek istiyorum.