26 Temmuz 1963’te Üsküp’te gerçekleşen 6.1 M büyüklüğündeki depremde şehrin yaklaşık yüzde 80’i tamamen yıkılmıştır. Dünya ülkelerinin yardımlarıyla harabe durumundan kurtarılıp yeniden inşa edilen Üsküp’ün sloganı bu nedenle “Uluslararası Dayanışma Şehri”dir.
Depremden hemen sonra 35 ülke Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndan Üsküp’e yardım göndermeyi gündemine almasını talep etti. Maddi yardımın yanı sıra, tıbbi destek, mühendislik ve inşaat ekip ve malzemelerinin gönderilmesi 78 ülke tarafından teklif edildi.
1963 depremiyle yıkılan ve yeniden inşa edilen Üsküp şehri
ABD başkanı John F. Kennedy, Savunma Bakanlığı’na ve Uluslararası Gelişme Ajansı’na Üsküp’te afet yardımı için harekete geçmelerini, personel, prefabrik ev, çadır kentler gibi çeşitli yardımları göndermelerini emretti.
Sovyetler Birliğinden de önemli yardımlar geldi. SSCB lideri Nikita Kruşçev Üsküp’ü bizzat ziyaret etti.
Yugoslavya, Soğuk Savaş boyunca Bağımsızlar Hareketi’nin üyesi olduğu için Üsküp’teki Amerikan ve Sovyet askerleri II. Dünya savaşında Elbe’deki karşılaşmalarından beri ilk defa el sıkıştı.
Üsküp’e deprem haberi yapmak için gelen ilk yabancı muhabir The New York Times gazetesinden David Binder olmuştu. Uçaktan izlediği Üsküp’e bakarken, şehrin bombalanmış gibi göründüğü yorumunda bulunmuştu.
Kenzo Tange ekibi, şehir merkezinin doğusunu gösteren modelinin önünde (www.architectuul.com)
1965’te Birleşmiş Milletler Japon Mimar Kenzo Tange’den Üsküp’ün yeniden inşası için yarışmaya girmesini istedi. Daha sonra Tange, ödülün % 60’ını kazanırken Yugoslav ekibi % 40’ını kazanacaktı.
Ancak Tange’nin en büyük eserlerinden biri olan Üsküp için yaptığı şehir master planları, özellikle de “Yeni Üsküp Demiryolu İstasyonu” ve “Şehir Duvarı” için olanlar kısmen uygulanabildi.
Kenzo Tange tarafından Üsküp Şehri için tasarlanan kentsel ve mimari master plan
Şehir yaralarını sarmaya başlarken kültürel hayatı yeniden canlandırma ihtiyacı arttı. Ressam Pablo Picasso, “Bir Kadının Başı” (1963) tablosunu depremden sonra inşa edilen Makedonya Çağdaş Sanat Müzesi’nde sergilenmesi için bağışladı.
Üsküp Şehir Müzesi depremin izini sürdürüyor (www.slobodenpecat.mk)
Bağış için Picasso Paris Ulusal Modern Sanat Müzesi’nin eski direktörü Bay Jean Cassou ile işbirliği yapsa da, kişisel seçimiydi.
Bir Kadının Başı, sanatçının son stüdyolarından birinde resmedilmiştir. İlk olarak 1932’de geç dönemine özgü kübist çarpıtmalarla ortaya çıkan en sevdiği motif olan bir dizi kadın portresinin parçasıydı.
Hepimiz biliyoruz ki ülkemizde son zamanlarda yaşanan üzücü olaylardan dolayı, oturduğumuz binaların ne kadar sağlam olduğu sorgusu kaçınılmaz oldu. Evet deprem gerçeği. Yaşadığımız coğrafya koşulları itibari ile; Ülkemizin Alp-Himalaya kuşağı üzerinde yer alması, karmaşık jeolojik yapısı ve jeodinamik konumundan dolayı Türkiye’de çok sayıda aktif fay bulunmaktadır. Geçmiş tarihe baktığımızda da, şiddeti yüksek depremleri görmekteyiz. Yaklaşık yüzyıl önce olan bu depremler, hiçbir zaman bir daha olmayacak anlamına gelmiyordu. Yakın tarihimizde olan 19-Ağustos Depremi, bu depremlerin habercisi olup, yaşadığımız yerlerde önlemler almamızı gerektiren bir sinyaldi. Bu önlemleri alırken, işin bilimsel yanı bir yana, şehir, kentleşme kavramlarını çok iyi anlayıp ve hatta 18. ve 19. yüzyıllarda sanayi devrimini kapsayan insan yaşayış biçimlerinde şehirlerin nasıl meydana geldiğini öğrenip günümüze kadar nasıl gelişim gösterdiğini doğru örnekler üzerinde durup, yerleşim yerlerini bu yönde inşa etmeliyiz. İnsan tarihler boyu ihtiyaçları doğrultusunda büyüyerek kentler, şehirler kurmuştur. En küçüğünden en büyüğüne kadar olan yerleşim yerleri kurulurken doğal afetler kimi zaman göz önünde bulunduruldu kimi zaman göz ardı edildi. Gerçek şu ki, plansız ve denetimsiz yerleşim yerleri her zaman zarar gördü doğal afetler karşısında.
Özellikle büyük şehirlerde tehlikenin çok daha fazla riskli olduğu görülüyor. Binaların konumu, yılı, nüfusun oranı, çevresel faktörler, toprak, zemin, altyapı, kanun ve yönetmelikler gibi unsurlar şehirleşme döneminde dikkate alınarak, planlama yapılmalı. Bir şehir kurulurken süresi ne olmalı? Süresi olmalı mı ya da? Dikkat edilecek unsurlar nelerdir? Şehir nedir?
Şehir nedir? Neden şehirlerde yaşarız?
Şehir-Kent kavramları nüfusu on binin üzerinde olan sınırları belli, planı belli olan yerleşim yerleridir. İçinde ticaret, sanayi, hizmet sektörlerini barındırarak insanların daha kolay yaşama sebebi haline gelir. İş imkanları, temel ve sosyal ihtiyaçların olması, ulaşım gibi faktörler insanları büyük şehirlerde yaşamaya iter. Aşırı göç alma, plansız düzensiz yapılaşma, bir şehir için hem tehlikeli hem de yaşam kalitesini düşüren unsurlardır.
Şehir planlamasında daha küçük yapılaşmalarla hareket etmek daha doğrudur. Yerel yönetimler insanlara daha yakın kurumlar olduğundan, sağlıklı bir şehirleşme için, ihtiyaçları, planları göz önünde bulundurarak ‘’şehir planı’’ kurgusunu yapar. Şehir planlama hem teknik hem de sosyolojik açıdan yaklaşılması gereken bir kavramdır. Bu kurguda merkezi yönetimlerin, yerel yönetimlerin, sivil özel kuruluşların ayrı ayrı sorumlulukları vardır.
Brasilia
Tüm bu kavramları değerlendirdikten sonra bir şehrin kuruluş süresinden daha çok doğru planlama, sistemli çalışma, doğru yapılar ile kısa zamanda oluşturulabileceğini de görebiliriz. Kanunlara ve kurallara uyulduğu sürece bir şehri sıfırdan, kısa zamanda –coğrafi koşullar da el verdiği takdirde– kurulabileceğine Dünya üzerinde örnekler vardır. Bunlardan birine Brezilya’nın başkenti Brasilia’yı verebiliriz. Evet çoğumuz Brezilya’nın başkentini halen Rio de Janerio sanıyor olabiliriz. Uzun yıllar başkentlik yaptıktan sonra, ülkenin orta batı kesiminde düzlük bir bölgede sıfırdan şimdiki başkent olan Brasilia inşa edildi.
Resim:1 Başkent Brasilia (www.arkitera.com)Resim:2 Başkent Brasilia
Brasilia’nın en önemli kurulma sebeplerinden biri, Brezilyalıların temel isteklerinden biri olan, uçsuz bucaksız, nüfus yoğunluğu çok düşük kapasiteli iç kesimdeki alanı doldurmaktı. Diğer bir sebep ise, Rio de Janeiro nun jeopolitik konumu, ülke merkezinden uzak olması, kalabalık nüfusu, asayiş problemleridir.
Brasilia şehrinin planlamasına gelirsek; mimari açıdan dünyada eşine az rastlanır bir örnektir. Modern mimari olarak adlandırabilir. Birbirini dik kesen caddeler, blok yapılar, yeşil alana verilen önem ve miktarları, geniş bulvarları ile Brezilya’nın en kalabalık 3. kentidir.
“Dünyaca ünlü mimar Oscar Niemeyer’in imzasını taşıyan ve son derece planlı bir biçimde inşa edilen Brasilia, bu yönüyle UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’ne de girmeye hak kazandı.’’ 1956-1960 yılları arasında 41 ay gibi kısa sürede tamamlanan şehrin 15. ayında ilk etabı bitmiş ve yaşam başlamıştı. İnşası ve barındırdığı bölgelere göre şehir, 21. yüzyıldaki en düzenli, planlı olarak dünyada ilk sıralardadır.
Mimar Lúcio Costa ve Oscar Niemeyer’in hazırladığı kent planı haç biçimindedir: Haçın doğu-batı ekseni, üç gücü simgesel olarak bir araya toplar: Alvorada sarayı denen Başkanlık sarayı ve bakanlıklar; Yüce divan; Millet meclisi ve Senato. İki uçak kanadına benzeyen kuzey-güney ekseni, yönetim yapıları ve toplu konut bloklarıyla asıl kenti temsil eder.
Planlı ve simetrik yapılaşma ile trafik yoğunluğu ve nüfus yoğunluğu problemleri çözülmüştür. Bu planlamanın mimari olan Oscar Niemeyer modern mimarinin en önemli temsilcilerindendir. Kentteki devlet kurumu binalarının yanı sıra dini ve spor mekanlarına da tasarladı. Her biri özel mimariye sahip olan bu yapılar turistlerin de ilgi odağı oldu. Yaklaşık 4 milyon 300 bin kişinin yaşadığı başkent Brasilia’nın tasarlanmasında Oscar Niemeyer’in yanı sıra Lucio Costa ve Joaquim Cardozo gibi isimlerin de büyük katkısı bulunmaktadır. Dünya Kupası’nın maçlarına da ev sahipliği yapan Brasilia, güçlü altyapısı sayesinde sonrasında da çeşitli spor organizasyonlarını kusursuzca düzenlemeyi başarmıştır.
Brasilia inşaat çalışmaları 1957 yılında başlamıştır. En yakın yol 100 km ve en yakın büyük şehir de 700 km uzaklıktaydı. Kentin iklimi oldukça kuruydu, bunun sebebi kentin 700 m gibi bir irtifaya sahip olmasıdır. Zor şartlarda inşa edilmeye başlanan kentte, çok hızlı bir şekilde belli başlı yapılar ve konutlar üç yıldan biraz daha fazla zamanda hem tasarlanmış hem de yapımları bitmişti. Önemli konulardan biri olan maliyet; hiç hesaplanmamış ve ne kadara mal olacağı kimse tarafından bilinmiyordu. Baş mimar Oscar Niemeyer’e maliyet hakkında soru sorulduğunda, bunun bilmesinin mümkün olmadığını söylemiştir. Diğer bir yandan Niemeyer bu kentin, “ırk ve toplumsal ayrımcılığa maruz kalmayacak özgür ve şanslı insanlardan” oluşacağını düşlüyordu.
Resim:3 Başkent Brasilia- Kongre MerkeziResim:4 Başkent Brasilia Resim:5 Başkent Brasilia-Planalto Sarayı
Niemeyer’in işlevsellik karşısındaki umursamazlığının belki bir nedeni de kentin inşası sırasında yaşanan zorluklardı: Proje yarışmasıyla başlayan ve inşaatın bitimine dek süren, üç yıllık korkunç yorucu bir dönemdi bu. BBC’yle yaptığı bir söyleşide Niemeyer, bölgeye ilk kez adım attığında hissettiği “korku”yu tüm içtenliğiyle paylaşmıştı: “Her yerden öylesine uzaktı ki, dünyanın sonuna gelmiştiniz sanki. Hissettiğiniz yalnızlık ürperticiydi”. Barınak olarak çinko kaplı kulübelerden başka bir şey olmadığı düşünüldüğünde, yaşam koşullarının pek parlak olmadığı anlaşılıyor. Kent, bir daha sevdiklerini görebileceklerinden emin olmayan bu işçilerden, sanki cephede savaşıyorlarmışçasına fedakârlık yapmalarını bekliyor gibiydi. […] Niemeyer’e göre ise bu zorlu deneyim aynı zamanda bir çeşit arınmaydı da. Koşulların ağırlığı, işçisinden mimarına kadar projede yer alan herkes arasında sıkı bir bağ oluşturmuştu ve geçici bir süre de olsa Brezilya’da hüküm süren toplumsal ayrımlar ortadan kalkmıştı. (Sürreel Kent: Oscar Niemeyer’in Brasilia Vakası)
1960 yılında tamamlanan kent, kısa zamanda dünyanın ilgi odağı olmuş, mimarisi, yerleşimi, planı ile turist akınına uğramıştır ve hala da ününü korumaktadır.
Brasilia şehir planlamasında dikkat çeken nokta hükümet tarafından halkın isteğine cevap verilmesi ve buna istinaden şehrin kurulmasıdır. Evet günümüze dönecek olursak, doğal afetler her zaman olacaktır. Bunlara karşı önlemler her zaman alınmalıdır. Ama esas önemli olan Brasilia kent örneğinde de gördüğümüz gibi, belki o kadar kısa zamanda olmasa bile, bir şehir mutlaka planlı kurulmalı. Bilen kişilerle çalışılma, coğrafyası, konumu göz önünde bulundurulmalı. Nüfusun çoğalacağı düşünülerek hareket edilmeli.
Kaynakça
Ekşi, U. (2020) İstanbul Aydın Üniversitesi Dergisi – İAÜD – ISSN: 1309-1352, Ocak 2020 Cilt 12 Sayı 1 (83-99) Şehir, Şehirleşme ve Yerel Yönetimler.
Gürün, F. (2020) İstanbul Aydın Üniversitesi Dergisi – İAÜD – ISSN: 1309-1352, Ocak 2020 Cilt 12 Sayı 1 (83-99) Şehir, Şehirleşme ve Yerel Yönetimler.
“Ateşler gürleyip rüzgâr kuzeyden estiğinde köpeklerin anlattığı öykülerdir bunlar. her aile ateşin etrafında toplanır, enikler sessizce hikayeleri dinler, bitince bir dünya soru sorarlar:
İnsan nedir?
Peki Şehir nedir?”
Yansıma – Foto: Ceren Gamze Yaşar
Şehir biziz, bizlerin diğer türlerle beraber varoluşu ve gündelik yaşamı. Bu gündelik yaşamın ne kadar renkli olacağı, etrafımızdaki yapılı çevreye ve bizim yaşam düşümüze bağlı büyük ölçüde. Geçmişle kıyaslamak çok anlamlı olmasa da, kendi yaşamım içinde, son yirmi yılda şehir yaşamına dair pek çok şeyi kaybettiğimize tanık oldum. Konserler, canlı müzik, gece hayatı bunun bir kısmıydı sadece, siyasal islamı rahatsız eden kısmı. Oysa kentlerde canlı akşamlar ve geceler, geç saate kadar toplu taşıma demekti, o hareketlilik ile herkes için daha güvenli sokaklar ve geceler demekti. Önce gece bıraktık şehir merkezlerine gitmeyi, sonra da gündüz. Sinemayı, tiyatroyu, toplu taşımayı, konserleri, kitapçıları, merkezdeki kafeleri, söyleşileri, etkinlikleri, iş çıkışı biralarını ve şimdi aklıma gelmeyen sizin kendi yaşamınızdan rahatlıkla bulup çıkarabileceğiniz pek çok eylemi bıraktık. Çoğu kişiye, işten eve evden işe bir hayat ve arada bir arabayla gidilen alışveriş merkezleri yeter oldu. Böyle olunca merkezi yerlerde yaşamanın da bir anlamı kalmadı bazısı için, kent demeye bin şahit ister çeper alanlara taşındı, gündelik hayatı muhtemelen daha da yavanlaştı.
Konut kendimizi hapsettiğimiz bir kutu gibi sanki. Güvenli alanımız. Kamusal alanlar eskisinden çok daha fazla tedirgin ettiği için pek çok insanı, Ankara’da patlayan bombalarla, biber gazıyla, ya da laf atanlar, tehdit edenler ve sen benim kim olduğumu biliyor musunlarla, İstanbul’da ve diğer şehirlerde de benzer biçimlerde, özel alana, evimize, kendimizi hapsettiğimiz kutumuza kapanmak kaçınılmaz geldi. Biz çekildikçe kentlerin salonları olan merkezlerden, bizi daha da dışarı iter oldu bu alanlar, gece toplutaşıma bitti, canlı sokaklar canlılığını yitirdi, canlılıkla birlikte farklı toplumsal gruplar için güvenli olma halini de. Biz o sırada çeperlerdeki uzak, kendince güvenli ve izole evlerimizde arabaya bağımlı hale geldik. Belki insanlarla sadece evlerine gidip gelerek görüşmeye başladık o da denk geldikçe, yılda iki üç defa, belki yakında birileri varsa onlarla görüştük, ya da onu bile yapmadık. Evden işe, işten eve, arada alışverişe, belki avm sinemasına. Ortadirek böyle eve kapandı Ankara’da, yani şu ekonomik koşullarda ortadirek ne kadar kaldıysa tabii.
Peki hala merkezde yaşayanlar? Ben de onlardan biriyim bir Ayrancı sakini olarak. En büyük hastane, en büyük park, en büyük kültür merkezi, en büyük katlı kavşak, en büyük kentsel dönüşüm, en büyük havaalanı derken her şeyin en büyüğünün övüldüğü bu fallik düzende yürüyüverip gidiverdiğimiz pek çok kullanımı birer birer kaybettik ama en çok arabaya tapan kentleşmemizle, Ankaraca adıyla battı çıktılarla, üstünde doğru dürüst ışık ve yaya geçidi olmayan örneğin Cinnah caddesi, Atatürk Bulvarı gibi yollarla huzurla yürüme hakkımız elimizden alındı. Çeperde yaşayabilmek için arabaya mahkum kitleler merkeze indiklerinde bize yayalar üstünde zorbaca üstünlük sağlayan trafik olarak geri döndüler. Çanak biçimli Ankara’nın son yıllarda çanağının dibindeki kirlilik arttıysa en çok da bu yüzden.
Seni Gördüm – Foto: Ceren Gamze Yaşar
Şehrin dikişleri atıyor, gündelik yaşamımızdaki bu yavanlaşma ve kamusal alanın kaybı ile zaten birarada çok da duramaz olmuştuk da deprem sonrası iyice arttı güvenli konut isteğini bahçeli ev isteği ile ikame etme. Kendi toplumsallığımızı tamamiyle unuttuk, ihtiyaçlarımızı, sadece evden ibaretmiş gibi, kendimizi hapsettiğimiz kutudan ibaret bir hayat. Güvenli konut herkesin hakkı, bunun için önce sıkı yapı denetimleri, sismik sağlıklaştırma, gerektiğinde hak kaybına uğratmadan dönüşüm ve özellikle fahiş kiraların denetimi şart iken (pek çok kişi fahiş kiralar nedeniyle mevcutta güvensiz olduğunu bildiği konutu terk edemiyor bile, bu durumda piyasa koşullarında üretilecek bahçeli evlerin ucuz ve herkesin alabileceği gibi olacağını beklemek hayalcilik, tüm şehircilik açısından sorunları bir kenara bıraksam bile) taleplerimizi bu yönde gerçekçi biçimde yapmıyoruz. Yavanlaşan gündelik hayatımızda vazgeçtiğimiz kent yaşamını daha da kaybedersek neler olabileceğini anlatan en iyi kitaplardan biri girişte bir alıntı ile andığım Kent romanı Clifford Simak’ın. Ülke gündeminin, ekonomik krizin, kamusal alanlarda yaşanan bir sürü tedirgin edici olayın gölgesinde güme giden kent merkezlerimiz için bu belki de köprüden önce son çıkış. Buralara ya sahip çıkacağız, ya çıkacağız. Gündüzü, geceyi, şehirleri, meydanları, sokaklar, caddeleri, elimizden alınan kamusal yaşamı, ortak zamanlarımızı, ortak geçmişimizi, ortak birikimimizi ve ortak mekanlarımızı ne kadar çok sahiplenirsek o kadar iyi. O kadar umut var.
Bu yazı bir ağıt değil, güzelleme hiç değil, ne de manifesto. İsterim ki bu yazıyı bir Antakyalı’nın, “Kent bir yılda inşa edilebilir mi?” sorusuna Antakya’nın kalbinden, Antakyalı olma hâlinden, o kimlik, o bilinç ve o akılla cevap arayışı olarak okuyun. Antakya’da bir hakkım kaldıysa eğer, o hakkın bir feryada ve çağrıya dönüşmesinin küçük bir anlatısı olsun. Şehir hakkının feryadı ve çağrısı olsun.
Depreme Antakya’nın öğrenci mahallesi Zülüflühan’da yakalandım. Ayakta kalan birkaç yerden biri oldu. Devrilen dolaplar arasından kapıyı açıp çıktım, yakın mahallelere gidip yıkımın şiddetini gördüm, orada neler olduğunu herkes görsün diye ilk günden enkaz resimleri çekip paylaştım, ayaz gecelerde yakılan ateşlerin etrafında uykusuz oturanlara katıldım, kapısı kırılan marketlere girip çıktım, giden gitti kalan kaldı, el ayak çekilip de can güvenliği riski kendini iyice hissettirdiğinde birkaç parça eşyamı alıp arabama bindim ve şehirden ayrıldım. Sırtımı şehire döndüğüm için utandım, suçluluk duygusuna kapıldım -hâlâ böyle hissediyorum. Sonrası gurbet, her yer yaban, nereye baksam boşluk, yönsüzlük, belirsizlik, ve açılan kapılara rağmen ortada kalmışlık duygusu.
Deprem sonrası Antakya (Foto: Cahit Akın)
Daha eskiye, depremden öncesine gideyim. Okumak için ayrıldığım şehire 47 yıl sonra döndüğümde hafızamdaki Antakya imgesinden geriye devasa bir çöküntü alanı kaldığını görünce çok üzülmüştüm. Değişimi elbette bekliyordum ama bildiğimiz Antakya’nın, o kadim konut ve ticaret mekânlarının böylesine kalpsiz ve akılsızca kendi kaderine terk edilmiş olabileceğini bu denli tahmin edememiştim.
Hemen söyleyeyim: Işıltılı caddeleri, butik otelleri ve lezzet sofralarıyla sizi kendine çağıran o Antakya imgesi, mekânsal kurgu, bizim doğup yetiştiğimiz Antakya’dan çok başka bir hayatı sunuyordu size. O ışıltılı ve boyalı çemberden biraz uzaklaştığınızda kapısını açacak olan yaşlı ve yorgun mekânlar size son yirmi otuz yılda başlarına neler geldiğini, kırk yıllık komşuların çoğunun nasıl çeperlere dağılıp yerine bambaşka bir demografik profilin hâkim olduğunu, yeni Antakyalıları anlatırdı.
Eski otogarın yerine dikilen ne idüğü belirsiz beton nesnenin etrafını saran artık köhnemiş ve esnaf ve iş değiştirmiş dükkânlar, Kurtuluş Caddesinde buluşan ızgara planlı kadim sokaklar ve Uzun Çarşıya bağlanan koridorlar üzerinde omuz omuza değerek dolanan Antakyalılar, dillerin, dinlerin, etnik ayrımların kaynaştığı seslerle ördükleri gündelik yaşam pratiklerini ve tüketim alışkanlıklarını, kimyon ve çökelek kokusuna sararak, bakın hâlâ direniyoruz, buradayız, gitmiyoruz, diyen bir tebessümle anlatırdı size.
Demem o ki, Antakya depremden önce de çok dertliydi, derdinin dermanını arar idi, hükmün efendileri onun sesini işitmez, ondan yüz çevirir, aşına ekmeğine göz diker, rantına iktidarına bakar idi. Lakin Antakyalılar kadim şehrin binlerce yıldır eksilmeyen libidinal enerjisini, yaşam sevincini ve asırlar boyunca nice badireye direnişini miras alıp sürdürür, o direniş ruhunu Antakyalılık kimliğinin ve bilincinin ontolojik ilkesi sayarlardı.
Herkesin herkesi tanıdığı ve komşunun komşudan farkını bildiği, ortaklaşmanın ve çoğullaşmanın, benzeşmenin ve farklılaşmanın, uzlaşmanın ve çatışmanın diyalektik ilişkisine dahil olarak, burası bizim ve biz buraya aitiz, demeyi öğrendiği bir şehirdi Antakya. Antakya’da doğmuş olmaktan, soyunun sopunun orada kök salmış olmasından çok daha ötede bir duygu bu, Antakya’ya ait olma duygusu, Antakyalı olma, Antakyalılaşma hâli. Şehri ayakta tutan buydu aslında.
Deprem sonrası Antakya (Foto: Cahit Akın)
Antakya yıkıldı ama Antakyalı yıkılmadı. Ailesini yakınlarını komşularını dostlarını kaybetti, evini barkını mahallesini çarşısını okulunu işyerini kaybetti, camisini kilisesini havrasını kahvesini meclisini kaybetti, ama Antakyalılık duygusunu kaybetmedi. Şehirden çaresizce ayrılırken duyduğu keskin acı, gittiği yerden geriye nasıl döneceğini düşünürken girdiği çıkmaz sokak, önüne ballar börekler koyulsa da, altına yumuşacık döşekler serilse de, korkma ben buradayım yalnız değilsin dense de her yerin yaban ve gurbet gelişi ona, bu duygudan işte.
Antakyalı, kim bunu anlar kim anlamaz bilmem ama, Antakya’dan başka bir yerde yaşayamaz. Oradan senelerce ayrı kalır, ama sılasına döneceğini bilir, bunu unutmadan, bunun umuduyla yaşar gittiği her yerde.
Antakyalı olmayı anlarsa insan, Antakya’nın hayata yeniden nasıl döneceğini de görmeye başlar. Antakya bir yıl içinde inşa edilebilir mi yeniden? Kent bir yılda inşa edilebilir mi? Bu sorunun cevabı Antakyalılarda saklı, Antakyalılıkta saklı, hiçbir planda değil, hiçbir konut seferberliğinde değil.
Lefebvre’in mekân kuramını anlatmanın tam zamanı. Mekânın toplumsal üretimini konuşmanın tam zamanı. Temsil mekânları ile mekân temsilleri arasındaki diyalektik ilişkiyi kavramanın tam zamanı. Tasarlanan, algılanan ve yaşanan mekânın üçlü diyalektiğini, mekânın triyalektiğini masaya koymanın, kâğıt üzerinde planlar yapmadan, tek bir çizgi bile çizmeden önce, Antakya’da Antakyalı olmanın anlamını öğrenmenin tam zamanı.
Antakya’yı bir yıl içinde yeniden inşa edebilir miyiz? Hayır, on yılda da inşa edemeyiz, yüz yılda da. Antakyalılar elini taşın altına koymadıkça Antakya asla geri gelmeyecek, yerine başka bir “şehir” de gelmeyecek. Mekânın kullanım değerini üretenler şehrin sakinleridir, onu mübadele değerine indirgeyip rant kaynağına dönüştürenler ise şehrin düşmanları. Antakyalılar şehirlerini geri almadıkça, şehirdeki hakkını, şehir hakkını geri almadıkça Antakya geri gelmeyecek. Antakya’nın işte bu yüzden Antakyalıların dönmesine çok ama çok ihtiyacı var. Şehir Antakyalıları çağırıyor.
CİHAT BALUKEN
Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi YK Üyesi
6 Şubat depremlerinin ardından hükümet afet bölgesindeki kentleri bir yılda inşa edeceğini açıkladı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Kentler bir yılda inşa edilemez, mümkün değil. Kent dediğimiz şeyler “inşa edilen şeyler” de değil. Bir biraraya geliş, bir ortaklaşma, biraraya gelip sorumluluk alan insanların birlikte yaşayabilmesi. Bu ortaklaşma da yüzyıllar alan bir sürece tekabül ediyor. O nedenle kurulabilen bir olgu olarak görmüyorum. Bir yılda zaten mümkün değil. Ama farklı gerekçelerle yeniden yerleşimler oluyor mu dünya üzerinde? Tabi ki oluyor. Bunlar ya zorunlu bir takım afetler nedeniyle gerçekleşebiliyor veya enerji projeleri başta olmak üzere bir topluluğun başka bir yere taşınması gündeme gelebiliyor. Burada şöyle bir hassas bir durum var, çok ciddi araştırmaların yapılması gerekiyor. Bu araştırmaların, analizlerin bile bir yılda olması mümkün değil. Buradaki insanların geçmiş yaşamı, mevcuttaki etki durumu, gidecekleri yerde yapmaları gerekenlerin araştırmalarının yapılması gerekir. Bu bile zaten Türkiye’de gerçekleştirilen bir uygulama değil. Bugün de böyle bir durum yok. Bir yılda kaba bir inşaatla olası bir durum değil.
Siyasal iktidar bu gerekçeyle kentleri de siyasal olarak yeniden inşa etmeyi mi planlıyor?
Modern planlamanın ilk büyük ölçekli uygulamalarından olan ilk modern şehir plancısı olarak bilinen Haussmann’ın 1800’lerin sonlarına doğru Paris için farklı bir kent tahayyülü vardır. Aslında güvenlik kaygılarından oluşan siyasi gerekçeler üzerine bir kent planı oluşturmuşlardı ve bunu hayata geçirmişlerdi.
Bizim bahsettiğimiz kentlerin yeniden inşası değil tabii ama burada yapılacak bir çalışmanın da siyasi bir arka planı olduğunu düşünüyorum. Zaten son 20 yılda yapılan şehircilik uygulamaları, şehircilik projelerine ve şehir algısına baktığımız zaman siyasetten ayrı düşünmek mümkün değil. Bu doğrultuda 20 yıldaki siyasi pratik neyse bunun devamı niteliğinde şehircilik zihniyeti de devam edecektir.
Kent merkezlerine baktığımızda meydanlarını küçülten, kamusal alanları ortadan kaldıran şeyler görüyoruz. Afet bölgesindeki kentlerin yeniden inşasında bu tür bir şehircilik anlayışıyla karşılaşabilir miyiz?
Bunlar 20 yıllık bir süreçte kent ölçeğinde ortaya konulan somut gerçeklikler. Bizde bunun canlı şahidi olduk. Bundan bağımsız farklı bir şehircilik pratiğinin ortaya konulabileceğini düşünmüyorum, böyle de ilerlemiyor süreç. Bütün problemlerin var olma potansiyelinin olduğu bir tabloyla karşı karşıyayız. Burada hem vatandaşın hem ekonomik yaşamın, hem sosyal yaşamın, hem ekolojik dengenin tamamen zıttı süreçler işletiliyor. Bu süreçler aynı şekilde devam edecektir diye düşünüyorum.
Şehir plancıları planlamayı nasıl yapıyor, toplu konut bu planlama sürecinin neresindedir?
Ben planlamayı şöyle tanımlayabilirim; kamu kaynaklarının ve çevresel kaynakların etkili bir kamu yönetimi aracılığıyla etkili ve verimli kullanılmasını sağlayan bir araç. Bunlar bizim imar mevzuatında geçen tanımlar değil. Orada farklı bir tanım yapılıyor ama biz bunu yeterli görmüyoruz.
Türkiye’de planlama bir prosedür olarak görülüyor. Önceden karar verilen sonra bir plancı eliyle resmiyet kazandırılan, çizim yaptırılan bir meslek alanı olarak görüyorum. Bunun ötesinde bir tanım getiren kimse yok.
Bu sürekli kötüye giden ve giderek yolsuzlaşan bir süreç. Cumhuriyetin ilk döneminde gerçekten planlı yapılan, o dönemin ileri teknikleriyle Avrupa’dan öncü mimarların davet edildiği bir süreçten bahsediyoruz. Şu anda bile Ankara’da keyif aldığınız noktalar o dönemin izlerini taşıyor.
50-60’larda sürekli bir kayıp, sürekli bir geri plana itilmeden bahsediyoruz. Ne etkili olabilir? Sürekli bir büyüme hırsı, ülkenin büyüme hırsı kaliteli yaşamın, çevre kaynaklarının dengeli kullanılmasının önüne geçiyor. Kamu yönetimi bunu sağlayamayacaksa büyüme hırsına yönelecekse büyük bir yıkıma sebep olabiliyor.
Son yirmi yılda geldiğimiz nokta itibariyle plan artık bir prosedüre dönüşüyor. Kimsenin birşey soramadığı, yorumda bulunamadığı bir alanda en hızlı büyümeyi, en hızlı projeleri nasıl yaparız anlayışıyla bir senaryo konuşuluyor. Planlamaya da uydurulması gereken bir mantalite var. Bu acıya sebep oldu, bundan sonrada böyle olur.
70’lere gelen süreçte ne farklıydı? Bir iktisatçı, bir mühendis, bir mimar, bir plancı biraraya gelip konuşup bölgesel kalkınma nasıl sağlanır tartışılıyordu. Bir diyalog ortamı sonucunda planlar oluşuyordu. Planlama bir diyalog ortamıdır, plancının da görevi bir arabuluculuktur. Şu anda böyle bir durum yok.
Afet bölgesindeki kentlerin yeniden inşasında nasıl bir şehircilik anlayışıyla karşılaşacağız?
Mimar ve plancı TOKİ’nin en altında ezilen teknik bir tabaka. Karar mekanizmasında plancı yoktur.
Burada bir meydanlar sistemi yok, erişilebilirliği sıkıntılı. Burada yaşayanlar nasıl mutlu olabilir.
“Afete dayanıklılık” toplu konut üretimi değildir, afete dayanıklı bir toplu konut projesi yapmak da değildir. Siz bunu yaparak kentin kırılganlığını daha da ileriye götürebilirsiniz. Çünkü o kaynakları etkili bir şekilde kullanmamış olursunuz.
Kentin kırılganlığını daha da ileriye nasıl götürebilirsiniz; eğer hayatından mutlu olmayan, komşusunu tanımayan, mahalle kültürü olmayan, organize olamayan bir topluluk oluşturmuşsanız bu kişiler zaten orada yaşamayacaktır. TOKİ’sini kiraya verip başka yerde yaşamayı tercih edecektir. Bu tabloda herhangi bir afete dayanıklılık yaratmak mümkün değil.
Bir afet esnasında düşünün; kimsenin kimseyi tanımadığı, kimsenin nereye gideceğini bilmediği, ne yapması gerektiğini bilmediği, kime yardım edeceğini bilmediği bir ortamda, herhangi bir yakınına ulaşamadığı bir ortamda kaos oluşur, kontrolsüz bir ortam oluşur.
Eğer siz buna hizmet eden mekanlar üretiyorsanız o bina afete ne kadar dayanıklı da olsa dirençli olmazsınız. Nitekim bugün TOKİ çok konut üretti, bunlar sağlam kaldı ama kentin bütününe baktığınızda bir başarısızlıktan bahsedebiliriz, herkes bunda hemfikir. Toplu konut tek başına düşünülmemesi gereken çok boyutlu düşünülmesi gereken bir konudur. Bunun uzağında olan her anlayış bir şekilde başarısız oluyor. Bir yerden tutturursa, bir yerden kaçırıyor. Zemini binayı sağlam yapıyor ama kimsenin kimsenin farkında olmadığı topluluklar oluşuyor bu da dirençlilik değil.
Bundan sonra afeti önceleyen bir planlama olacağını düşünüyor musunuz?
Bunu yapmıyorlarsa zaten allah akıl fikir versin. Türkiye’de öyle şeylere şahit oluyoruz ki, yeni yeni fay hatları çıkıyor, bazı projelerin selameti açısından fay hatlarının yerinin değiştirildiğini duyuyoruz. Bu devam ettirilirse artık suç oluşturur bunlar.
Kamu denetimi çok önemli bir nokta. Meselemiz tek başına afet değil, tek başına fay hatları da değil. Afete dayanıklılık sosyal, ekonomik, ekolojik yönleri olan bir mesele. Bunun bu yönleriyle değerlendirilmesi gerekiyor. İmar mevzuatı buna hakim değil. Bunu bu boyutlarıyla düşünmediğiniz zaman iş bir noktada çığrından çıkıyor.
ÖMER DURSUNÜSTÜN
Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Sekreteri
6 Şubat depremlerinin ardından hükümet afet bölgesindeki kentleri 1 yılda inşa edeceğini açıkladı. Bu açıklama üzerine TMMOB Şehir Plancıları Odası’nın bir açıklaması oldu “kent bir yılda inşa edilebilir mi?” diye. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Kent nedir, kentler sıfırdan bir yılda inşa edilebilir mi?
Bu konu iki başlık altında değerlendirilebilir; birincisi bu inşanın maddi koşulları, ikincisi de bu inşayı depremi ve travmalarını yaşamış insanlar için ve onlarla beraber yapmak.
Gerçekten bu kadar sayıda konut üretimi, altyapı ve inşasıyla alakalı tek sorun bir yıllık süre ile kısıtlanması değil, burada kurulacak çalışma biçimleri, buraya gelecek işçiler, burada oluşacak yoğun insan nüfusu ve bunların kendi arasında da bir gündelik hayat kurgusunun olması, yani bu inşa sürecinin maddi koşullarının oluşturulması gerekliliği.
Diğer taraftan bu süreci depremin etkilerini, travmalarını, kayıplarını yaşamış insanlarla birlikte, ancak onları sürece dahil etmeden sürdürmek toplumsal yaraları çok daha büyütecek. Örneğin hala bazı köylerde, ilçelerde uzun zaman önce yapılan deprem konutları, yıllar sonra bile adres tarif edilirken “deprem konutları” olarak geçiyor. Bu konutlar ev olmuş değil, bir semt olarak tanımlanmış değil. Bu şekilde toplumsal travmalar miras bırakılmış oluyor. Orasık, o depremin izini taşıyan deprem konutu olarak tanınıyor. Çünkü mevcudu düşündüğümüzde orası kentle birlikte gelişmemiş oluyor. Bugüne kadarki birikimin, kültürün, gündelik hayatın sekteye uğraması, ihmal edilmesi diğer taraftan yaratacağı gündelik hayatın aşina ve insani olmaması durumu var.
Elbette ki, gerektiği zaman gerektiği imkanla herhangi bir yapılı alan yeniden yapılabilir. Ama bu yapım insanlarla beraber olmayınca bambaşka bir şey tanımlar ve şu anki uygulamaya baktığımız zaman kesinlikle iyi bir şey çıkmayacak burada. TOKİ’nin tüm şehirlerde yaptığı uygulamalar gibi konut ve ticari alan ayırıp terk edecek buraları. Bu işin maddi koşulunun çok da önemli olmadığını, bir şekilde yapılabileceğini düşündüğümüz zaman böyle oluyor. Böyle bir süreç 10-11 İle yayıldığında; bir sürü ilçe, bir sürü nüfus Türkiye’deki yıllık ortalama konut üretimimizin 11-12 katına tekabül ediyor. Bunu müteahhitlerle yapacakları bölge bu süreçte aslında rantabl olmayan bir bölge. Devamında oraya nasıl çekim sağlayacakları da ayrı bir mesele. Rantabl olmayan bir bölgede tüm Türkiye’nin toplam konut üretiminin 10-11 katını bir tarlanın ortasında üretebileceklerini düşünüyorlar. İddiaları bu ama maddi olarak mümkün değil. Sadece çimento, beton santrallerini düşündüğümüzde bile ülkedekiler yetmiyor. Bu aslında Kanal İstanbul gibi bir mega proje. Her yere bir yılda beş yüzer, biner tane konut yapmayı düşündüğünüzde bu Kanal İstanbul’dan daha büyük bir maliyeti gerektiriyor.
Diğer taraftan geçici barınma alanları olması gerektiği gibi kurgulanmadığı için yetersiz hem de kentle ilişkileri olmadığı için büyük bir nüfus hareketiyle karşı karşıyayız. Bu nüfus hareketiyle memleketine dönmek isteyen ya da dönebilecek durumda olanları yapılacak bölge kalkınma planlarıyla ve çeşitli istihdam şekilleriyle buraya geri çağırabilmek önemli.
Orada kente 5 km, 10 km uzaklıkta bir tarlada evinin olması, daha sonra işe, erzağa, paraya muhtaç yardım bekleyen insanlar yaratmak demek. Yani bu maddi koşullar üstüne ancak böyle bir toplum var olabilir. O nedenle onların geri dönüşü için kentin iş alanları, çalışma alanlarıyla birlikte düşünülmesi gerekiyor.
Aynı şekilde gecekonduların bol olduğu, yavaş yavaş dönüşümlerin, yerinden edilmelerin veya apartmanlaşmanın başladığı zamanlardaki toplumsal ve bireysel kırılmaları biliyoruz Türkiye’de. Balkonunda gecekondudaki bahçesini yaşatmaya çalışan insanlar, hayvanlarını özleyen insanlar, direkt bahçeyle, sokakla ilişki kuramayan insanlar deprem bölgesindeki gibi acı bir sonuç olmasa da bireyleri de çok fazla etkileyen süreçlerde planlama ve yapım işlerinde halkın katılımının hiçbir zaman göz önünde bulundurulmadığını gördük. Ama burada gerçekten kim için yapıldığı bile belli olmayan konutlar yapılacak. Kim yaşayacak burada, nasıl yaşayacak? Hiçbir ekonomik ve sosyal arka planı yok bu fikrin.
Dolayısıyla 1 yılda bir yerler üretilebilir, 1 yılda bina yapılabilir ama 1 yılda kent inşa edilemez. Birbirleriyle ilişkisi olan, birikimi olan bir toplum yaşantısı üretemez burası.
Kentler sosyal ve kültürel donatılarıyla öne çıkan alanlar. Buralarda yok olan sosyal ve kültürel yapı nasıl tekrar hayata geçecek?
Kentlerin, üstüne koyarak, geliştirerek, bir kısmını terk ederek yeni şeyler yaratarak ama birikimli bir şekilde geliştiği ortada. Hem kültürel, hem ekonomik, hem makroform ve yapılı alan anlamında birikimli gelişmesi bu.
Şöyle düşünebiliriz; sosyal ve kültürel donatılar dediğimiz şeyler aslında “kamusal alanlar.” Kamusallık uzun zamandır niteliksizleştiriliyor, zayıflatılıyor. Bugün bu bölgede sanat galerileri olmazsa, tiyatrodan yoksun kalırsa gibi bir husus değil. Orada bir okul bahçesinde birbirlerine denk gelemeyecek çocuklar var. Bir kahvehanede oturup sohbet edemeyecek insanlardan bahsediyoruz aslında.
Böyle bir kurguda örneğin Elbistan’ın 100-150 bin arası bir nüfusu var. Çevresinde 4-5 parça biner biner konutlar konulmuş, 5-10 km aralıklarla hepsi farklı farklı yerlerdeler. Daha sonra burada çalışma alanları, sanayisi, ticareti geliştirilse bile bu merkezde birbirlerine uzak yerlerden gelip çalışıp, gece yatakhane gibi konutlarına dönen insanlar oluşacak. Burada kamusal nitelik kaybedilmiş oluyor. Bir taraftan göç, bir taraftan yabancılaşma hem kenti hem diğer insanları etkileyecektir.
Bu arada kentteki mevcut konutların hak sahiplerine ne olacak, araziler ne olacak hususu var? Bir şekilde yerlerinden edilmiş oldular. Oradaki ekonomik yapıyı düşündüğümüz zaman TOKİ’nin verdiği eve razı olacak bir sürü de insan var. Bu açıdan bakıldığında “kentkırım” gibi birşey bu, kenti alıp parçalayıp 5-10 km çevresine yayıyorsun.
Depremden sonra uzun süre sosyal medyada Amerikan banliyölerinin görselleri paylaşılmıştı; yeni yerleşimler bahçeli olsun, müstakil olsun diye. Oradaki en büyük problem, yaşamın merkezileşememesi. Banliyölerin otomobil bağımlı olması gibi hususlar var. Bu 100 yıl öncesinin meselesi olarak tartışılmış geçilmiş uluslararası literatürde. Biz yeniden deneyimliyoruz böyle bir şeyi. Çok ilkel bir karar. Üstelik şimdi biz bunu yapacağız ama keyfini çıkarabilecek bir bahçemiz bile yok. Çünkü apartman banliyöleri yapıyor şu an hükümet.
Bunu bir kentkırım olarak yorumluyorsunuz. Siyasal iktidar kentlerin yeniden inşası meselesiyle kentlerin hem siyasal hem kültürel yapılarını da yeniden inşa etmeyi planlıyor mu size göre?
Son 4-5 yıldır iktidarın en büyük kamusal alan projesi millet bahçeleri oldu. Her şehirde yapılmaya başlandı, yüksek bütçelerle yapıldı. Orada aslında bir toplum tahayyül ediliyor, bir toplum tarifliyor. Camisi olan, kıraathanesi olan, kütüphanede kek yiyen, idari tesisin dibinde oradaki görevlilerin hegemonyası altında bir kamusal alan tarifliyordu. Çok fazla sayıda da uygulamaya geçti.
Şimdi siyasal iktidarın kamusal alan, sosyo-kültürel faaliyet noktasındaki yaklaşımını ve üretimlerini biliyoruz. Burada bir tarihsel süreç düşünüldüğünde burada şahane meydanlar, şahane kent merkezleri üretme şansı zaten yok. Eğer üretirse de, bir sosyokültürel mekandan ne anladığının en iyi örneğinin millet bahçeleri olduğunu gördük. Açık yeşil alan ancak, cami, kimin çalışacağı belli olmayan, gerekli olup olmadığı tartışmalı 6-7 odalı idari tesis…
Stadyumların kent merkezinden dışarı çıkarılması, tarihi kent merkezlerinin niteliksizleşmesi aslında bunların hepsi siyasal iktidarın toplumla bir savaşı. Toplumsal bağlarımız giderek zayıflamış vaziyette.
60’lara kadar Türk edebiyatını, sanatını şekillendiren bir sürü yazar, heykeltraş yetiştirmiş bir Ankara son 20 yılda kiminle adını duyurdu? Ulusal manada duyurabilmiş kimsenin yetişmemesinin bir sebebi de kamusallığın olmaması, farklı olanların birbiriyle karşılaşacak mekanlar bulamamasıdır. Bir taraftan elimizdeki mekanlar niteliksizleştirilirken, kimi rant projeleriyle yok edilirken diğer taraftan yeni yaptıkları yerlerde kendi hegemonyalarını kurdukları kentsel mekanlar üretiyorlar.
Deprem sonrasında yapılan konut projeleri, iktidarın bugüne kadarki inşaat politikası ve kentleşme politikasının aslında tutarlı bir şekilde yürüdüğünü düşündürüyor. Çünkü zaten tüm kentlerde istediği buydu; sadece konutlar olsun, kamusallık olmasın, insanlar bir araya gelmesin.
Bu iktidar 2002’den beri gündeme getirdiği ve ısrarla politikleştirdiği kent-şehir ayrımını ortaya koydu. Bu süreç şimdi tam da bunun yeniden inşası gibi görünüyor, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kent, makroformda sınırlanan yakın çevresinden ibaret olan yapılı alandır. Haymana’ya da kent diyebiliriz buna göre. Şehir daha hiyerarşik, daha merkeziyetçi bir yaklaşımın, onun tarifi diyebiliriz. Bunu da en çok hayata geçiren büyükşehir yasası oldu. Köylerin mahalle olması, her şeyin merkeze bağlanması. Hem siyasal hem ekonomik gücü merkezde toplamanın sonucu oldu.
Deprem sonrası Antakya (Foto: Cahit Akın)
Afet bölgesindeki kentlerin yeniden inşasında nasıl bir şehircilik anlayışıyla karşılaşacağız?
Mahalleler bir idari birim olarak anılır. Ama bizim mahalle kültürü, mahalle yaşantısı diyebileceğimiz farklı bağlamlarla ilerleyebileceğimiz artık başka bir şey yok. Sadece son 20 yılda değil bu daha da geriye gidiyor. Muhafazakar ideolojinin kentlerle ilgili yaklaşımını buradan görebilirsiniz; Ankara’da eski kentten (Ulus) yeni kente kurgulanan ve TBMM gibi simge ile biten bir Atatürk Bulvarına karşı Kocatepe Camisi ile biten Mithatpaşa Caddesi’nin geliştirilmesi muhafazakar toplum inşasının mekânsal ayağıdır. İdeolojik olarak ayrımın, kırılmanın arka planıdır bu.
Gerçekten ideolojiyi mekana türlü yatırımlarla, türlü politikalarla yansıtmanın mücadelesi verilirken arka tarafta Ankara’nın gecekondularla büyüdüğü bir dönemden bahsediyoruz. Yani aslında halkçı bir politika olmayan, konut sunumu, bir yaşam tarzı örgütlemek yerine mevcut ideolojinin, kurucu ideolojiyle ve yaptıklarıyla savaşa harcadığı bir efor var. 80 sonrası bu kavga sermayeye terk edildi. 2002’den beri de bu sermayenin temsilcisi olarak seçilmiş bir partinin mevzuat değişiklikleri, yasa değişiklikleri, uygulamaları, söylemlerini gördük biz. Yüz yıllık bir kavganın üretimi. Şimdi burası da böyle, kontrol edilebilir biner konuttan ibaret yaşam alanları. Toplanıp değerlendirme yapabilecekleri, birbirleriyle karşılaşabilecekleri bir alan yok. Ne istihdam sunarsan onu yapmak zorunda olan, bir alternatifi kalmayan kolu kanadı kırık bir toplum yaratacak.
Şehir plancıları yeniden inşanın neresinde?
Planlamanın normal süreci gereği üst ölçekli plan, alt ölçekli plan yapılır, parselasyon yapılır ona göre ruhsatlar hazırlanarak inşaatlara başlanır. Biliyorsunuz bir kararname yayınlandı. Kararnamede planlara gerek olmadan sadece vaziyet planı ile ruhsatlandırılabiliyor. Meslek alanı olarak tamamen dışarıda bırakıldığımız bir süreç.
Herhangi bir görüş alındığına dair bir bilgimiz de yok. Çok hızlı gelişti, o karar çıktıktan sonra kimseden görüş alınmasına da gerek yok. Bizim en başında önerdiğimiz süreç öncelikle geçici barınma alanlarının hızlıca inşasıdır. Yer seçimi daha basittir onun, kurgusu daha kolaydır ve temel ve acil ihtiyaçtır.
Düzce depreminden sonra 5-6 yıl çadırlarda kalanlar vardı. Irak’ın bazı yerlerinde 70’lerden kalan konteynır kentlerde yaşayan insanlar kentle birleşmiş. Bunlara “geçici” denmesinin nedeni aslında yaşanabilir yerler de olmasıdır. Ama geçici olarak bir yıl boyunca burada kalacaksa, eş zamanlı olarak 50 yıl, 100 yıl ayakta kalacak kentsel alanlar inşa etmek uğruna 6 ay, 1 yıl harcanarak yapılacak bir planlama çalışması gecikme olarak sayılmamalı. Birbirine paralel ve etaplı gidecek bir sürü şey ekarte edildi. Biz meslek alanı olarak tamamen dışarıda bırakıldık.
Şehir plancıları planlamayı nasıl yapıyor, toplu konut bu planlama sürecinin neresindedir?
Toplu konut, sosyal politikayla baş başa gitmesi gereken bir mesele. Konut sunumunu sadece sermayeye, sadece müteahite devredince barınma hakkının yerine getirilmesi tamamen ihmal edilmiş bir vaziyet alıyor diyebiliriz.
Kentsel dönüşüm yasasıyla uzun zamandır hem büyükşehirin yetkisinde hem bakanlığın yetkisinde kentsel dönüşüm alanları belirleniyor, riskli alanlar belirleniyor, rezerv alanlar belirleniyor. Tamamen kamunun TOKİ eliyle konut sunumu yapabilmesi için elini güçlendiren yasa bunlar. Toplu konut sosyal konut olmadığı sürece yenilmeye mahkum.
Ankara’da da, deprem bölgesinde de milyonlarca alan böyle imar ediliyor. Ama riskli alana geldiğimizde üzerinde riskli yapılar “varmış gibi” riskli alan ilan ediliyor.
Bundan sonra afeti önceleyen bir planlama olacağını düşünüyor musunuz?
Bugüne kadar kentte ne yapıldı? Dereyi kapatıp üstüne yolu geçirmeyi becerdik, bir kanala alıp doğal yatakları değiştirebildik, aynı şekilde fay olur, temel hesaplarını yaparım ona göre yaparım deyip geçtik. Dere yataklarının, taşkın alanlarının hepsini de özel mülkiyete geçirdik, yapılaştık. Bu sırada denetleyen kurumlar vardı bir şekilde.
Roma hukukunun temeli şudur “malikle mülkün arasına kamu yararı girer.” Sen her türlü tasarrufta bulunamazsın. Bunun genele bir faydasının olması lazım. Bunu denetleyecek olan da devlet. Devletin asıl amacı bu, o denetleyecek. Bu denetimi “onu da sen yap” diye devrettiğin zaman işte böyle oluyor. İmar barışı denilen “yapıdan maliki sorumludur” noktası, devletin kendini reddetmesidir. O olamaz. Binlerce yıldır her türlü kuralda var kamu yararı kavramı.
Yaşadığınız mahalleyi bu açıdan güvenli buluyor musunuz?
“Ayrancı semtinin bir afet karşısında hazırlıklı olduğunu sanmıyorum”
Nur Canoğlu (59) – Emekli Doktor / Seyyah
Bir afet durumunda yapacağımı bildiğim bir çok şey var tabii ama yeter mi, afet anında hatırlanır mı bilmem. İlk yardım eğitimlerinden biliyorum, bu bilgileri öğrenmeli ve zaman zaman tekrar gözden geçirmeliyiz…
Ülkemizde deprem, sel başta olmak üzere çok afet tehlikesi var…
Ayrancı semtinin bir afet karşısında hazırlıklı olduğunu sanmıyorum… Tüm Türkiye gibi… Ankara’da bircok dere toprak altında olduğu için temellerimize hiç güvenmiyorum. Eskiden de temelden hep su çekilirdi. İstanbul, Bolu depremlerinde Ankara’da sallandı. Yakınlarımızda da deprem oluyor. Şiddeti daha az olsa da depremler olabilir. Yeni evlerin mimarisi o kadar kötü ki dayanıklılıklarından da şüphedeyim. İlkyardım kursu da iyi olur. Ben de verebilirim ama sertifika verebilen Kızılay eğitimi daha iyi olur.
“Benim için en savunmasız ve olası afet deprem”
Pınar Erdoğdu (38) – Girişimci/Serbest meslek
Bence Ayrancı Semti bir afet karşısında hazırlıklı değildir. Benim için olası afet deprem. En savunmasız olduğumuz olduğu için ona hazırlanmak isterim. İlkokul çağında bir kızım var onunla birlikte deprem hazırlıkları için bazı videolar izledik ve ilk yardım eğitimi aldım ama ne yapacağımı bilmek eğitim almak isterim. Çalışan bir anne olarak bu eğitimin haftasonu yapılmasını tercih ederim. Ayrıca deprem toplanma alanımız var mı? Neresi bilmiyorum.
“Ayrancıda bir sığınak var mı, deprem toplanma alanı var mı bilmiyorum”
Fuat Turan (74) – Turist Rehberi
Semt Meclisini duydum. Afet eğitimi verilirse katılmak isterim. Daha önce iki kere biri Fransada biri Türkiyede ilk yardım eğitimi aldım. Bu eğitimleri Afad mı verecek? Umarım eğitimi konusunda uzman kişiler verir. Ayrancıda bir sığınak var mı? Bilmiyorum eskiden meclisin orada olduğu söylenirdi. Deprem toplanma alanı var mı? Bilmiyorum. Bunların bilinmesi faydalı olur. Bu tür bir eğitime hafta içi olursa katılırım.meclis çalışmaları için gayretini gördüm. Bu arkadaşlar belirli bir duyarlılığı ve ciddiyeti olan arkadaşlar. Daha çok sevindim. Güvenevler mahallesi muhtarlığı olarak semt meclisinin kuruluşunu sakinlerimize duyurduk. Semt meclisinin yurttaş duyarlılığını geliştireceğini düşünüyorum.
“Ankara’da büyük sel baskını gördüm, günlerce çamur içinden ceset çıkardılar.”
Av. Mehmet Sümter
Ankara’da büyük sel baskını gördüm. Babam iş için gittiği Nenek Köyü’nde mahsur kaldı. Ben Kale’den seyrettim seli. Sel mıntıkasına girmek mümkün değildi. Günlerce çamur içinden ceset çıkardılar Kazıkiçi Bostanları’ndan. Oysa halka uyarı yapılmıştı öncesinde ama gecekonduları boşaltmadılar. Ankara’ya yağış olmadığı için inanmadı kimse.
Eskiden Ayrancı, Portakal Çiçeği Vadisi’nde dere vardı. Doğal meşelikti oralar. Yağışı engellerdi ağaçlar. Botanik Parkı tarafı da koruluktu. Yerleşim yoktu. Dere vadilerine bağ, bahçe, ev yapılmazdı zaten. Dikmen Vadisi de meşelikti. Sonra gecekondulaşma başladı, ağaçlar kesildi. Uzun bir vadi olduğu için buradan çok sel gelirdi. Sonradan sel kapanı yaptılar buraya. Artık sel tehlikesi yoktur.
Ankara deprem tehlikesi azdır. Yine de alüvyal arazilerdeki yapılarda tahribat riski mevcut. Kazıkiçi Bostanları, Hipodrum, Demetevler risk alanı. Kuzeydeki fay hattı yüzünden bu muhitler tehlikede. Özellikle Demetevler imar geçmeden yapıldığı için gecekondu hükmündedir. Müteahhitler çimento ve demirden tasarruf ettiği için ilk yıkılacak apartmanlar burada.
Yangın tehlikesi de mevcut. Yetmişli yıllarda Çıkrıkçıların üst tarafında Kavaflar Çarşısı’nda büyük bir yangın çıktı. Yüzlerce dükkan yandı. Ankara İtfaiyesi kafi gelmeyince civar illerden yardım gelmişti.
“Bir saatlik yağışla tüm Ayrancı sel altında kalır”
Yaşar Çevik – Oto Yıkama Sahibi
78/79 yıllarında Dikmen deresi taşmıştı. O zamanlar Çetin Emeç Bulvarı ve Emniyet Müdürlüğü yoktu. Uçarlı Sokak’ta bulunan arabalar sel sularıyla meclis duvarına kadar sürüklenmiş. Her yer çamur ve moloz kapanmıştı. Ben sel sularından amerikan arabam sayesinde kurtulmuştum. Yakın zamanda da çok yoğun bir yağış gerçekleşti. 4-5 yıl önceydi. Kuzgun Sokak’ta dükkanların altları su altında kaldı. Daha önce yolun altına döşenmiş olan borular da pek fayda etmedi. Diyebilirim ki o yağış bir saat daha sürse tüm Ayrancı sel altında kalırdı.
“Ankara’da afet yaşanmasına gerek yok, İstanbul yıkılacak olsa onun yükünü Ankara sırtlamayacak mı?”
Ali Somel
Şu anda bir afet içindeyiz zaten. Covid-19 herhalde yakın zamanların en büyük doğal afeti. İlla anlık bir deprem, bir sel baskını olmasına gerek yok. Göz göre göre gelen salgına Ankara olarak hazır mıydık ki? Tüm sağlık hizmetleri piyasacı bir mantıkla şehir hastanelerinde toplanmışken… Aşı üreten Refik Saydam Hıfzıssıhha Kurumu kapatılmışken… Sağlık ocaklarının yerini işletmeye çevrilmiş aile hekimlikleri almışken… Bu en basit örnek. Bugün Karadeniz’de sel baskınları olduğunda rantçı yapılaşmanın neden olduğunu herkes biliyor; bu politikalardan vazgeçilmeden alınan tüm tedbirler boşa gider. Piyasacılık, rantçılık dediğimiz politikaların tek alternatifi kamu mülkiyetine dayalı sosyalist sistem. Örneğin dünyanın öbür ucunda ABD ablukası altındaki türlü yoksunluklar yaşayan Küba bu sayede her yıl kasırgalara göğüs gerebiliyor. Bugünkü Türkiye’den ve Ankara’dan konuşacak olursak, benim ilk olarak aklıma gelen olası İstanbul depremi. Ankara’da afet yaşanmasına gerek yok, yanı başımızda sayabileceğimiz İstanbul yıkılacak olsa onun yükünü sırtlayacakların başında Ankara gelmiyor mu? İzmir depremi sonrası halk sağlığı hekimi Zuhal Okuyan “Afet yönetimi mahalleden başlar” demişti. Öğretmeniyle, sağlıkçısıyla, meslek odası temsilcisiyle tüm mahalle sakinlerinin bir kriz anına karşı örgütlü hareket etme becerisi kazanması lazım. Aslında şu anki ekonomik durum da afetlerin nasıl katmerlenme potansiyeli olduğunu gösteriyor. Sorun sadece yoksullaşma değil, sermayedarların bu koşullar altında zenginleşmeye devam etmesi. Tek başına stokçuluk, vurgunculuk diye düşünmeyelim. Bir afetin takip eden en acil gereksinimler arasında gıda ve enerji vardır. Bunları elinde tutan büyük şirketler bugün bile insanların çaresizliğini sömürürlerken bir afette onların insafına kalmışsınız demektir. O yüzden şimdiden mahalli dayanışmayı güçlendirirken piyasacı politikalara karşı da birleşmeliyiz. Elektrik ve doğalgaz hizmetinin halkın çıkarları için devletleştirilmesini talep etmeliyiz mesela! Bunları yaparken doğal afet halinde ihtiyaç duyacağımız mahalli örgütlülüğün de temelini atmış olacağız.
Kent nüfusunun hızlı artışı ve çevre sorunlarının görünür hale gelmesi uluslararası örgütleri de harekete geçirdi. 1972 Birleşmiş Milletler İnsan ve Çevre Konferansı Stockholm Bildirgesi’yle çevre hakkı ilk kez uluslararası bir konferansın gündemi oldu ve üçüncü kuşak (dayanışma) haklar kategorisinde insan hakkı sayıldı. Avrupa Kentsel Şartı’nda da yer alan “Kirletilmemiş Sağlıklı Bir Çevre Hakkı”:
Doğal yaşamın, flora ve faunanın korunmasını,
Toprak, su ve havanın temiz olarak muhafazasını,
Kimyasal sanayi atıklarının uygun şekilde imha edilmesini,
Estetik bir çevre yaratma ve kültürel varlıkların korunmasını,
Savaş gibi çevreye zararı yüksek duruma karşı barışın talep edilmesini kapsıyor.
Bu hak çerçevesinde yaşanabilir kentler için “kentsel dönüşüm” de imar planları ile yaklaşık 50 yıllık sürelerle yapılan değişime alternatif olarak daha kısa süreli ve hızlı çözüm aracı olarak ortaya çıktı. Özellikle hızlı kentleşmenin başladığı dönemlerde gecekondulaşma ve sağlıksız konut miktarı artmış, bu durum hem o konutun kullanıcısı hem de diğer insanlar için sorun teşkil etmeye başlamıştı. Dolayısıyla amacına uygun olarak yapılacak kentsel dönüşüm projeleri gerekli fakat burada ‘amacına uygun’ demek önemli. Çünkü kentsel dönüşüm aynı zamanda rant konusu haline de geldi. Kentsel dönüşümünün Türkiye’deki gelişimi aslında şöyle:
Sağlıklı, kaliteli ve erişilebilir konut şart
Anayasa’nın 56. Maddesi’nde bu durum “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir” şeklinde belirtiliyor. Buna göre tüm vatandaşlar çevreden yararlanma hakkına ve çevreyi koruma yükümlülüğüne sahip. 1983 yılında yürürlüğe giren Çevre Kanunu’nun amacı da bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda korunmasını sağlamak. Çevre kavramı sadece doğal yaşamı değil fiziksel olan her yapıyı yani konut alanlarını da içine alıyor. Dolayısıyla sağlıklı, kaliteli ve erişilebilir konut şart.
Konutların inşası ya da düzenlenmesi ise bazı kriterlere göre yapılıyor; 1985’te yayınlanan İmar Kanunu yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü sağlamak amacıyla düzenlendi. Bu şartlara uygun olmayan yapılar kentsel dönüşüme tabii tutulur, özellikle afet riski olan bölgelerde risk potansiyeli çok az da olsa kentsel dönüşüm uygulanır. 2005 Belediye Kanunu’nun 73. Maddesi; konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak, eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak veya deprem riskine karşı tedbirler almak amacıyla kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulanabileceğini söyler. Belediye sınırları içerisinde ise bu yapılara ilişkin çalışmalar belediye tarafından yürütülür.
Ekonomik ömrünü tamamlamış yapılar
Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesine ilişkin kanun da 2012 yılında yürürlüğe girdi. Kanunun amacı afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemek. Kanunda da yer alan afet riski dışındaki alanlar yani “ekonomik ömrünü tamamlamış” yapılar ise muğlak bir kavram. Zira yönetmelikte ekonomik ömre ilişkin net bir zaman belirtilmemesi rant için kullanıma da oldukça açık. Ankara’da ekonomik ömrünü tamamlamış riskli yapıların yıkımı için kentsel dönüşüm projeleri uygulanabiliyor.
Ayrancı semti de bu kapsamda kentsel dönüşüme tabii tutulmuş ve son birkaç yılda bazı binalar dönüştürülmüş. Ancak kentsel dönüşüm kent ve kent kültürü açısından oldukça önemli olması sebebiyle çok boyutlu olarak ele alınmalı. Ayrancı’nın fiziksel yapısı, parkları, eski binaları ile şahsına münhasır bir kent dokusuna sahip. Kentsel dönüşüm sadece fiziksel bir proje değildir, kentin sosyal yönünü de göz önünde bulundurarak yapılması gereken, özellikle kullanılmaz hale gelmiş ve çöküntü olmuş alanları yenileme çalışmasıdır. Ancak Ayrancı’da binaların genellikle 4-5 katlı olması dikkate alınmaksızın yüksek rezidansların yapılması, kentsel dönüşüme tabii tutulmuş apartmanların çok yüksek fiyatlara satılması sonucu Ayrancı sakinlerinin başka semtlere taşınmak zorunda kalması semtin sosyal yapısına da zarar veriyor. Aynı zamanda Ayrancı gibi bölgelerde kentsel dönüşüm projeleri uygulanırken yıkılan sadece apartmanlar değil. Ön ve arka bahçelerin tamamen inşaat alanı içinde kalması nedeniyle tüm ağaçların kesilmesi ve bu ağaçlarda yaşayan hayvanların göç etmesi ya da yaşam alanı bulamayıp ölmesi de çevre hakkına uygun değil. Ayrıca kentsel dönüşüm projesinde göz ardı edilen yeşil alan zorunluluğunun da mevcut yeşil alanlara zarar vermeden sağlanması konusu da gözden kaçmamalı.