Mahalleden tanıdık yüzler “Ayrancı’da Bir Apartman”

Adı Ayrancı olan bir kitapla karşıladınız bizi. Kitap nasıl oluştu, neden Ayrancı? 

Ben küçük bir kasabada büyüdüm, Sivas’ın Kangal ilçesi. İlçenin Kangal Gündem isimli bir yerel gazetesi var, ben de üniversite yıllarında o gazeteye çocuklukta oynadığımız oyunları, çocukluk anılarımı köşe yazısı olarak yazıyordum, kasabanın terzisiyle, fotoğrafçısıyla röportajlar yapıp yayınlıyordum. İlk kitabım “Kurusırt’ın Ardı” o yazılardan oluştu. 

Liseyi yatılı okudum Sivas’ta. Ulusal gazete ve dergilerde yazmaya başlayınca da bu yılların anılarını köşe yazısı olarak yazmaya başladım. Sivas’taki mahallemizin çay ocağı, orada vakit geçirdiğimiz mekânları, mahallenin delilerini, lisedeki hocalarımızı yazdım. İkinci kitabım “Evden Uzakta” da böyle oluştu. Ben aslında her an mekânları ve insanları gözlemliyorum; mekânlar ve insanlar üzerine yazmayı seviyorum.

Ankara’ya da 2001 yılında üniversite için geldim. İlk geldiğimde Batıkent’te oturdum. Orası biraz daha site formunda tabii; sonrasında Bahçelievler’de, Esat’ta, Cebeci’de, Emek’te oturdum, bu semtlerde çeşitli vesilelerle vakit geçirdim. Yine hem mekân hem insan gözlemleri yapıyordum ama aktif olarak yazdığım bir dönem değildi. Sonra 2015 gibi Ayrancı’da oturmaya başladım, Tomurcuk Sokağı’nda. Ayrancı’nın çok orijinal bir mahalle havası ve mahalle durumu var, korunmuş bir şey. Mesela esnafla mahallelinin ilişkisi, yani kasabın herkesi tanıması, bir şey istediğiniz zaman onu ayarlayıp geldiği zaman size haber vermesi, taksi duraklarının sizin rutinlerinizi bilip ona göre taksi ayarlaması. Bu tip mahalleliyle mahallenin kendi dinamikleri Ayrancı’da hâlâ devam ediyordu. Bunu çok fazla yerde görmedim ben. Ankara’nın diğer semtlerinde oturduğumda da görmedim.

Bu gözlemler beni yeniden yazmaya itti. Fakat bu defa diğer kitaplarımdaki deneme üslubundan çıkıp, yarı kurgu hikayeler şeklinde oldu. 

Ayrancı’nın beni yeniden yazmaya çağıran ruhu, kendimi rahat hissetmemi sağlayan atmosferi nedeniyle bu kitap bir Ayrancı kitabı oldu. 

Kitapta sekiz mahalle var anlattığınız, niye Ayrancı’yı diğerlerinden öne çıkardınız? 

Ankara’nın bence özü korunmuş birkaç semtinden bir tanesi hâlâ Ayrancı. Mahalle yaşantısı anlamında korunmuş bir durumu var, benim vakit geçirdiğim mekânlara çok yakın, Tunalı’ya, kitapçılara, yürüme mesafesinde. O yüzden Ankara deyince aklıma artık bir anlamda Ayrancı geliyor. Kendimi Ayrancı’da iyi hissediyorum.

Bu kitap, her ne kadar diğer semtlerdeki hikayeleri anlatsam da benim için Ayrancı ile özdeşleşti. Kitabın içindeki hikayelerin hepsi farklı semtlerde geçse de aslında hepsinde biraz Ayrancı var. Mahalle ruhunu koruyan, kendine özgü bir döngüsü olan her semti Ayrancı’ya benzetiyorum. Kitapta anlatılan Emek de Bahçelievler de aslında bu anlamda biraz Ayrancı sayılır.

Aşağı yukarı bütün hikayelerde komşuluk ettiğim insanları anlatıyorum. Bu anlattığım hikayelerin hepsinin hem kurgu hem gerçek tarafları var ve hepsinin dokunulabilir olduğu bir yer Ayrancı. O yüzden kitabın omurgasını da Ayrancı oluşturdu. Okuyanın da anlatılan hikayelerde alacağı hisleri bulabileceği tek yer bence Ayrancı. Bir de tabii “Ayrancı’da Bir Apartman” hikayesinin özel bir yeri de var benim için, o hikâye Semizotu’nun hikayesi…

Harun Kaban ve Semizotu

Bu kitap aslında bir Semizotu kitabı anladığım kadarıyla. 

Evet. Yani Semizotu’nun kitapta etkisi çok fazla. Semizotu hayatıma girdiğinden beri bütün hayatım değişti. Semizotu’yla birlikte Ayrancı’da gezerken bir yandan da gözlem yapıyoruz. Tomurcuk Sokak’tan buraya gelirken yol üzerinde bir mahalleyi gözlemleyebiliyorsunuz. Birebir tanışıklığınız olmasa da tanıdık simalarla selamlaşıyorsunuz, Semizotu bayağı popüler burada. Ayrancı hayvansever bir mahalle aynı zamanda. Yani hayvanların rahatlıkla sosyalleşebileceği o anlamda komşuluk ilişkilerine çok alan açan bir yer.

O anlamda benim edebiyata bakışımı da etkiledi, hayata bakışımı da değiştirdi. Semizotu ve Ayrancı zaten ayrılmaz bir ikili artık.


“Yazılarımın birçoğunu yürürken yazarım. İlk anda garip gelebilir ama Ayrancı yürünebilir bir yer. Yanında bir köpekle yürümek için Ayrancı buna da zemin sağlayan bir yer. O nedenle yürüme mesafesi insanın yaşadığı yerle, hayatla ilişkisini çok belirleyen bir durum diye düşünüyorum.”

Bütün bunları anlatırken yürüme mesafesini vurguluyorsunuz. Yürümekle ilgili olan kısmını biraz açacak olursak, yürümeyle, o semtle, o mahalleyle kurduğunuz ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz? 

Yazılarımın birçoğunu yürürken yazarım. Aslında birçok yazarın ortak tecrübesi bu. Yürürken bir yandan cümleler, yazının üslubu, omurgası şekillenir, hikayeler yavaş yavaş oluşur.

Semtin de buna izin veriyor olması çok önemli. Yani hem araç trafiği hem sokakların ve kaldırımların buna uygun olması, yerleşimin buna uygun olması çok önemli. Bu her yerde mümkün olan bir şey değil. Birincisi, yani bu kulağa belki ilk anda garip gelebilir ama Ayrancı yürünebilir bir yer. Ankara’nın birçok yerinde yürümek mümkün değil. İkincisi ben Ayrancıda yürürken genellikle Semizotu ile yürüyorum. Yanında bir köpekle yürümek için yine mekânın buna izin vermesi lazım. Ayrancı buna da zemin sağlayan bir yer. Ankara’nın birçok yerinde bu da mümkün değil.

Yürümek ve yazmak birbirini besleyen paralel süreçler. Ayrancı buna çok zemin sağlayan bir yer. Yürürken mevsimlerin dönüşünü görmek, yaprakların sararması, kar yağması, dalların yeşillenmesi, yürüme yolu üzerinde bunlara şahit olmak bence bir şehirde yaşamanın en güzel tarafları.

Bunların tamamen kaybolduğu yerler var artık. Bazı siteler tamamen yapay, farklılaşmış ve kendi çevresinden kopmuş yerler. Yürüyüş parkurları var ama burada yürümek de anlamsız geliyor. Yürümek için hayatın içinde olmak gerekir. Ayrancı yürümek için bu anlamda çok keyifli bir şey. 

Böyle bakınca, yürüme mesafesi durumu da benim için çok önemli. Ben toplu taşımayı kullanıyorum ama sevmiyorum. Çok uzak bir mesafe değilse yürümeyi tercih ediyorum. Ayrancı’dan Tunalı’ya inip orada yürümek ya da Kızılay’a yürüyüp kitapçıları gezip tekrar buraya yürümek mesela. Benim için çok keyifli bir yolculuk. Favori sokaklarım var; Güvenlik’ten aşağı inerken Meclis’in yanından Kızılay’a doğru indiğim sokak mesela. Estetik olarak da güzel bir yer. Şehrin bütün hengamesi ve gürültüsünün bir noktada kesilip birden sessiz ve sakin bir alana geçtiğiniz yerler var. O nedenle sorunuzun cevabı, yürüme mesafesi insanın yaşadığı yerle, hayatla ilişkisini çok belirleyen bir durum diye düşünüyorum.

Yürümek sizin komşuluk ilişkilerinizi geliştiriyor anladığım kadarıyla.

Ben küçük bir kasabada büyüdüm, herkesin birbirini tanıdığı bir yerdi aslında. Sonra Sivas’ta yaşadım ama Sivas da nispeten herkesin birbirini tanıdığı bir yerdir. Ankara’ya geldiğimde hiç kimseyi tanımadığım bir yere düşmüş oldum. Yani benim aslında yetişkinlik sürecine geldiğim esnada önemli bir tecrübem birden sıfırlandı; kimsenin kimseyi tanımadığı bir yerdeyim artık. 

Bunun şöyle pratik sorunları oluyor. Ben Sivas’ta veya Kangal’da öğrenciyken cebimde para olmadığında herhangi bir şey için endişelenmeme gerek olmazdı. Arkadaşımın evi o civardadır girer karnımı doyururum ya da başıma bir şey geldiyse yardım istemek için hemen ulaşabileceğim birileri vardır.

Ankara’ya geldiğimde bunlardan tamamen sıyrılmış bir yere düştüm. Yani hiç kimseyi tanımıyorum ve bir de sosyal birisi değilim yardım istemekte zorlanırım. Bir yandan da böyle tedirgin edici bir noktaya evrildim. 

Ayrancı’ya gelince yeniden güven hissini aldım. Yani herhangi bir şeye ihtiyacınız olduğunda etrafta birileri vardır. Hiçbir şey olmasa taksi durağındaki arkadaşlardan ya da esnaftan bir şeyler talep edebilirsiniz. Bu benim için büyük bir aşamaydı. Komşuluğu yeniden keşfettim bir anlamda. Yetişkinlik hayatıma denk gelen kaybettiğim bir şeyi yeniden bulduğum bir alandı. Mahallede Semizotu ile gezerken benim tanımadığım insanlar Semizotu’nu tanıyor. Öyle olunca selamlaşacağımız bir mesele de oluyor. Bu da aslında çok önceden var olan ama kaybettiğimiz bir şey. Yani sokakta sürekli tanımadığınız insanlardan tedirgin olmakla tanımasanız bile selamlaşabileceğiniz bir durumun olması çok farklı. Hayatı çok zenginleştiren bir şey.

Kitabın arka kapağında da, tanıtım yazısında da var bu yenilik kavramı. Yeni şehir, yeni mahalle, her şeyin yenisine olan ilgi. Biraz oradan Ayrancı’ya bakabilir miyiz? 

1950’lerin Ankara’sı ile 2000’lerin Ankara’sı tabii ki aynı değil. 

Gölbaşı’nda yaşıyorsanız Gölbaşı’nın Sakarya’nın bir mahallesinden çok bir farkı yok. Yani Gölbaşı’nı oradan alıp Sakarya’ya koysanız aşağı yukarı aynı yer. Fakat Ayrancı, Ankara’dan alıp başka bir yere koyabileceğiniz bir yer değil. Dolayısıyla Ankara’nın sosyal yaşantısı Ayrancı’da bütünüyle var. Bu 1940’lardan 50’lerden beri aslında gelişen bir şey.

Sözlü tarih çalışmalarından çok yararlandım bu kitap için. Ankara üzerine yazılmış kitapları, makaleleri karıştırdım. 

Okuduğum sözlü tarih çalışmalarında burada yaşayan insanların hatıralarına baktığımda bazı noktalar çok özenle korunmuş ve bazı noktalar da zamana yenilmiş. Yani yeni yapılan mimar apartmanları yok artık, müteahhitlerin 3-5 ayda birbirinin kopyası olarak diktiği apartmanlar var. Ama hâlâ bazı sokaklarda 1950’lerde, 60’larda yapılmış ve mimarını bildiğiniz apartmanlar var. Yapıldığından beri aynı apartmanın ayrı dairesinde oturan insanlar var. İkinci kuşak, üçüncü kuşak dönmüş. Belki o insanların çocukları oturuyor, torunları oturuyor ama sahiplik aynı kalmış. El değiştirmemiş ama eskimiş değil. Çünkü hâlâ hayatın içinde ve içinde hayat devam ediyor. Bunlar mesela şehir hafızası için çok önemli. Bunun da korunduğu yerlerden birisi Ayrancı.

Can Öktemer: Ama ben Ankara’yı hep sevdim

Can Öktemer ile Ankara’nın gizli başrolde olduğu ilk romanı “Hayat, Evren ve Sezen Hakkında” üzerine Ayrancım Gazetesi için söyleştik. Sadece ilk romanı ile değil iflah olmaz bir Ankaralı olarak bugüne dek yazdıkları, yaptıkları, yürüyüş rotaları, kente dair yazıları, flanörlüğü ile Ayrancı’ya, Ankara’ya ve hayata edebiyatın izleğinden bakan Can Öktemer ile Cemal Süreya Parkı’nda bir araya geldik. Yürüyerek kamusal alanlara, açık havaya, gökyüzüne, toprağa, mahallemize karışarak yaptığımız bu söyleşiyle gazete okurlarımız için kent ve edebiyatın penceresini araladık.  

“Ama ben Ankara’yı hep sevdim.” Kitabınızda geçen bu cümle ile başlayalım ve soralım. Ankara sizin eviniz mi yuvanız mı? Neden?

Evim diyebilirim. Sembolik olarak en rahat ettiğin, dönmek istediğin bir anakara gibi düşünürsek evi, ne zaman bir yere gitsem dönmek istediğim için rahat ettiğim bir yer olarak Ankara’ya evim diyebilirim.

Fotoğraf: Büşra Bozdemir

Ankara’nın çimentosunda rutinler var

“Şehrin çimentosuna karıştım” diyorsunuz. Bu kentte, özelinde Çankaya, detayında Ayrancı’da hayata ve evrene nasıl karıştınız? Ne var Ankara’nın harcında? 

Kitaptaki bu söz, karakterlerden Pena Yavuz’un mağlubiyet hissiyle de söylediği sözdü. “Benden bir şey olmayacak, ben yenildim zamana sen git” diyerek Cem Taner’e tavsiyede bulunuyordu. Hayat, Evren ve Ayrancı diye bağlarsak; savaşlar, pandemi ve türlü siyasi, ekonomik krizlerin ortasında dünya ahvalinin küçük bir semtten nasıl göründüğünün, karakterler üzerindeki etkisinin hikayesiyle yola çıkmıştım. Kitabın ismini de Douglas Adams’a selam göndererek, saçmalıklar ve anlamsızlıklar üzerinde inşa olan modern hayatın gündelik hayatımıza yansımalarıyla dalga geçmek için seçmiştim. 

Ankara’nın çimentosunda ne var? Alışkanlıklar ve rutinler var. Bunlar büyük kentlerde zor bulunan özellikler. Keşmekeştir aslında metropoller ve insanlar birbirinden uzaktır ama Ankara, yarı metropol yarı taşra gibi davrandığı için harcında karşılaşmalar, alışkanlıklar, hayatı küçültmek, mahallede gibi davranmak var. Eşinizle dostunuzla tesadüfen plansız programsız karşılaşma ihtimali sunan bir kent. İstanbul’da bunu yapabilmek zor. Herkes herkesle bir yerden tanışık gibi olunca da insan ilişkilerindeki bağlar sağlam olabiliyor. Harcı sağlam. 

Ankara’nın hangi mahallelerinde, apartmanlarında yaşadınız? Çocuklukta, gençlikte, yetişkinlikte Ankara’ya dair kolektif hafızanızdaki anı paylaşır mısınız?

Biz hep Emek ve Bahçeli’de yaşadık; açıkçası çok enteresan bir hatıram yok apartmanlarla ilgili ama hep mahalle ortamı vardı. Mahallenin sözlük tanımıyla uyumlu insanların birbirini tanıdığı birbirinden kopuk olmayan bir bağ vardı. Sanırım hâlâ da öyle. 

Sizin romanı yazmaya başlamanız; bir vedanın hatırasını görünür kılmak için burnunuzun ucundakini görmeye başladığınız, “hikayenin çok yakında” olduğuna inandığınız an mı başladı?

İkisinin tam ortası sanırım. Yüksek desibelli bir duygu durumunun yansıması da olabilir. Esasen bu hikâyenin ham kısmını Lavarla’da yazmışım. 10 yıl kadar olmuş. Hakan Kaynar Hoca bana yürümeyi sevdiğim, sosyal medyada da paylaştığımdan hareketle bunları yazmalısın demişti. Cebeci’den Kızılay’a kadar yürürken ne gördüysem bir denemeci gibi yazıyordum. Yazdıklarım birikmeye başladı. Hikaye yazabilir miyim diye düşündüm, biraz kişisellikler de vardı; yarı gerçek yarı kurgu diyebileceğim, oyun da yaptığım şekilde yazmaya başladım. Bunun aslında alt türü varmış; autofiction deniyor. Biyografi gibi değil işin içerisinde kurgunun da otobiyografik ögelerin de olduğu, ikisinin muğlaklaştığı bir şekilde düşünülebilir. Zaten romanda da biraz öyle ne zaman Leonard Cohen geliyor ne zaman işte siz gerçekten yürüyorsunuz ya da kim o sözü söylüyor. O söz Can’ın sesi mi yoksa müzisyenin dinletisindeki etki mi bazen muğlaklaşıyor. Hoşuma giden bir şey oldu. Cem Taner ben miyim değil miyim, insanların bunu sormasını istedim. Kafa karışıklığı yaratmak da bir oyuna dahil olsun diye düşündüm.

Fotoğraf: Büşra Bozdemir

Bavulunda sıklıkla sıkıntı taşıyan biriyim

Ortaçgil şarkısındaki gibi “Bir Eylül Akşamı” başlayan roman yazarlığınızda “İnsanların yanında evimi, evimde insanları özlüyorum” diyorsunuz. “Bavulunda sıkıntı taşıyan adam” olarak mı yazdınız bu romanı? 

Bavulunda sıklıkla sıkıntı taşıyan biri sayılabilirim. Ankara’dan ara ara sıkılıyorum herkes gibi. Özellikle pandemi döneminde eve kapandığımız zaman özellikle artık yaşanmaz hale geldi. Ankara vaatkarlığını yitirmişti. Arada sırada bir şehri aniden nedensizce terk edip geri gelmek gerekiyor bence; nefes almak için. 

Bir de neredeyse gün be gün artan 15 yıllık siyasi baskının da bir yabancılaştırma etkisi var hiç şüphesiz. Tansiyonu yüksek siyasi atmosfer, derinleşen ekonomik kriz, kamusal alandaki ifade özgürlüğün daraldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu vaziyet insanları mekânla, yaşadığı yerle yabancılaştırdı. Herkes bir elinde bavul diğerinde pasaport önünde atlas gidilecek yer arıyor. İşin ironisi gitmek istediğimiz yerlerdeki insanlar da kendilerine başka yerler arıyor. Mevcut müesses nizam koltuklarımızın altına çivi koydu. Şu an evimiz neresi bilmiyoruz. Ankara özelinde konuşacak olursak, etrafımdaki birçok kişi taşındı, yurt dışına gitti, veda etti.  

Belirli yaş bariyerini aştığınızda hayatınızda yapabileceğiniz ani dönüşler, alacağınız virajlar zorlaşıyor. Böyle durumlarda bir karar vermek gerekiyor galiba. Ankara’da yaşamaya tamam demek de bunlardan biri. Tüm lanet durumlara, sinir bozucu olaylara rağmen, eşin, dostun, alışkanlıkların hatırına şerefli mağlubiyeti kabul ederek devam etmek de bir tercih. Romanda tüm bu yaşadıklarımızı, yabancılaşmaları roman içine katmaya çalıştım; kaybolma anını ruhsal olarak iyisiyle kötüsüyle bu yaşadığım yeri kabul edip devam etmeye karar bir kahramanın portresi bir anlamda.  Karakterin tercihi mağlubiyet midir kazanmak mıdır bilemem tabii ama hayatla bir yerde sulh içinde olmak lazım çünkü her şeye rağmen “gelecek uzun sürer” 

Yabancılaşmayı bir yana bırakarak “Anıların boşluğundan faydalanıp şimdiki zaman işgali” olarak tanımladığınız boş zaman var. Siz boş zaman yaratabildiğinizde, kendinize döndüğünüzde mi yazdınız? Yazı serüveninize hangi mekânlar tanık oldu?

Daha çok evde yazıyorum. Özellikle gece yarısından sonra hayatın yavaşladığı anlarda. Eskiden dışarıda yazamazdım dikkatim kolay dağılırdı ama son zamanlarda kafelerde de yazmayı öğrendim. Öyle bir rutinde de ilham verici şeyler olabiliyor. 

Romanınız “Yerdeki kelimelere basmamaya dikkat ederek” “kendi zaman dilimine bıraktığınız kalabalıklar” arasında “düşünerek yürürken” mi? Yoksa edebi anlatılar için söylenegeldiği üzere, bir şehre bir “adam” gelince ya da bir “kadın” evden çıkınca mı başladı?

Her gün yazan birisi değilim. Çok düşünüyorum, uzun uzun yürüyorum yazmaya başlamadan önce, sonra eve gelip kapanıp topladıklarımı yazmaya başlıyorum. Kelimelerin asfalta düşmesi hikayesi Cebeci’deydi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin önden gidip biraz sağa döndüğünüz zaman bir taraf askeri taraf bir taraf hastane bir tarafta öğrenciler aynı yerde ve zamanda. Dolayısıyla o kadar kozmopolit insanlar o sırada oradan öyle telaşla gidiyorlar ki hepsi ayrı ayrı konuşuyor, söylüyor. Bağıra çağırıp konuşuyorlar işte askerler, öğrenciler, insanlar. İnanılmaz kelime baloncukları oluşuyor. 

“Hayat, Evren ve Sezen hakkında” kitabınızın ana karakteri Ankara mı yoksa herkesin Sezen Aksu zannettiği Sezen mi?

İkisi birden diyebilirim. Açıkçası Ankara biraz daha gizli başrol, Sezen de hikayenin ana dönüştürücüsü. James Joyce’un Dublin’i çok sevdiği için sürgündeyken yazdığı Ulysess’ten ilham aldım. Hakikaten Dublin’e aşkla yazılan bir romanda tüm sandalyeleri, kokuları, yemekleriyle capcanlı bir kent var, hayat var. Mesela romandaki “dandirik” bir limon kolonyacısı şimdilerde Dublin’de turistik seyahatlerin uğrak mekânı olmuş durumda. Romanımda, Sezen dönüştürücü karakter olarak ise kitabın ikinci bölümünde sahnede. En nihayetinde “Bir şehri sevmek aşka sebep aramaksa” Sezen de Cem Taner için bu sözü gerçek kılıyor.  

Roman iki bölümden oluşuyor ve ikinci bölümde sahneye tüm ışığıyla Sezen giriyor. Bir şehir, “aşk”la mı anlam kazanıyor? Kentin sokakları, merdivenleri, köşeleri, meydanları, parkları ve kuğuları aşkla mı direniyor tükeniş ve yok oluşa? 

Yüzde yüz ben de böyle düşünürüm. Bence, yolu tek başına yürümekle birisiyle yürümek arasında fark var. O yüzden kitap iki bölümden oluşuyor. Birlikte yürümek de yaşama meydan okumak da iki kişiyle mümkün olabiliyor. İnsanı hayatın içinde hissettirecek anlar, durumlar vardır. Birine aşık olmak da böyle bir şey. Hayattayım, yaşıyorum hissi verdirebilir hakiki bir aşk hali. Sokakların, mekânların, kaldırım taşların anlam kazanabilmesi bazen birine ihtiyaç duyabilirsiniz. İçinden çıkmak istemeyeceğiniz bir karenin içinden dünyaya bakmak; bu da bir şey çoğu zaman da çok şey demek. 

“Yaşam bizim için dibi görülmeyen bir deniz.” Peki ya aşk, dalgalarla boğuşarak çıkılan bir kıyı diyebilir miyiz? Bu kitabın adı ve parçası olarak evrenin dehlizlerinde kaybolmamak için rotayı nereye çevirmeliyiz?

Diyebiliriz. Karakterler de böyle bir ailevi mücadeleden çıkıp bir de hayat şartlarıyla mücadele edip kendine düzen kurmaya çalışıyorlar. Ne kadar kurduklarını bilmiyoruz ama o mücadele gemiyi karaya çıkartmak için önemli bir güç noktası olabilir. Hayatın belirli zorlukları var. Yönümüzü bulmak, rotayı hesaplamak sandığımızdan zorlu olabiliyor. Bu yüzden bir şekilde devam edebilmemiz önemli, çünkü sadece yola çıkabilecek cesarete sahip olanların hikâyesi olur. 

Yol hikayesi gibi ama uzak mesafe değil

Denizi olmayan bir kentte rota nasıl mümkün ise… Belki şehre “deniz” gelir diyerek bağlayalım mı?

Bir arkadaşım demişti kitabım için bir yol hikayesi gibi ama uzak mesafe değil. “Kahramanın Sonsuz Yolcuğu” kitabı yazıyla hemhal olan herkese önerilir. Campbell’in kitabında biliyorsunuz küçük bir yerde yaşayan maceraya atılma konusunda gönülsüz bir kahraman vardır; bilge birisi gelir ve onu bir maceraya davet eder, küçük hayatlardan büyük maceralara atılırlar ve sonunda olgunlaşıp başka forma dönüşürler. Benim karakterim de işte küçük bir yerden başlayıp olağanüstü büyük hayatlar yaşamasa bile dönüşüm yaşayarak bir olgunluk seviyesine geliyor. İşte biraz o Sezen’in varlığıyla olabilecek bir durum, sembolik bir rota arayacaksak? Sezen ile beraber, en azından sisleri kaldıracak bir hat ve rota olabilir diye düşünüyorum.

Plakçı Kamil’den Pena Yavuz’a, Ankara İletişim İguana’sından Kıtır’a, Cebeci’den Meneviş Sokak’a, Tunalı Hilmi’den Kuğulu Park’a, insanlar kadar mekânların da özgünlüğüyle yaşatıldığı bir Ankara anlatısı diyebilir miyiz?

Evet bu roman bir Ankara anlatısıdır. Karnaval gibi ortam yaratayım, endemik, az bulunan tipleri ortaya çıkarayım istedim. Örneğin takıntılı plakçı karakter, Pena Yavuz, arada anlatıya girip çıkan Leonard Cohen gibi az bulunan tipler bu yönüyle endemiktir. Ankara gibi kasvetli, gri gibi görünen, memur kenti olmasıyla dalga geçilen bir yerde böyle insanların da olduğunu göstermek istedim. Güzel manzara aldatıcıdır önemli olan o manzarada kimlerin olduğudur bence. 

Pena Yavuz gibi karakterler kolay kolay her yerde karşınıza çıkacak insanlar değil. Yaptıkları işlere ve rutinlere takıntılık seviyesinde bağlılar ve bundan asla sıkılmıyorlar, her gün aynı hayatı yaşıyorlar bu bana çok ilginç geliyor. 

Ankara’da kalanlar, sevdiği için kalıyor

Müdavimlik kültürünün adresi midir Ankara?

Alışkanlıklara çok bağlı Ankara’daki insanlar. Özellikle böyle küçük mahallelerde, Ayrancı gibi bir yerdeyseniz aynı çeperde, güneşin etrafında döngü gibi aslında bir yılı tamamlıyor insanlar. Aidiyet hissetmenin enerjisi elbette var. Burada kalan sevdiği için kalıyor aslında; Ankara bir tercih meselesi. Bence diğer şehirlerle burayı ayıran nokta tam da bu. Mesela İstanbul’a maddi imkanlar için gidenler, İzmir’e ben denizi özlüyorum dayanamıyorum diye gidenler oluyor. Buradan gidenler oluyor ama burada iyisiyle kötüsüyle nefret ettiğin şeylere rağmen inatla sevdiğin için kalıyorsun. 

Renklerin en grisine hapsedilen Ankara’da yaşamak yerine “Gözün belleğini şaşırtmak için” gitmek mi gerekir bazen? Aynı evde, mahallede, semtte on yıllarca yaşamak klişe midir? Yoksa bulunduğumuz işte bu çemberde üçgende yaşadığımız yerde gözün belleğini şaşırtmak için yıllarca yaşadığımız yerde de arada uzaklaşıp geri dönerek bu şaşırtmayı kendimiz için yapabilir miyiz?

Yapmak lazım, arada gitmek lazım. Kenti özlemek güzel. Kitapta atıfta bulunduğum “Gözün Belleği”ni ben Kant’tan almıştım. Kant, yaşadığı yerden hiç çıkmayan biri. Her gün aynı rotada yürüyüp, çalışmalarına odaklanıyor. Sanırım bir defa rutini bozuluyor onda da Jean – Jaques Rousseau’nun kitabını almak için. Hep aynı döngü içinde yaşıyor belki ama felsefe tarihinin en çığır açıcı eserlerinden birini de yazıyor. Mekânsal ferahlama ve gitme biraz tercih meselesi. Bana kalırsa arada çıkıp denize kıyısına inmek lazım. İmkanım olsa şimdi mesela deniz kıyısında olurdum, sonra tekrar yazın Ankara’ya gelirdim. 

“İnsan bazen bir şehri aniden terk etmek isteyebilir.” Aniden terk etme isteğini ne zaman uyandırır Ankara? O isteğe rağmen dönüp geleceğimize dair duyduğumuz güvenin adresi bir yuva mıdır yoksa?

Kentin rutinlerinin, tekrarlarının vaatkarlığını yitirdiği anlarda terk etme isteği gelebilir. En azından benim için öyle. Şehri terk etmeyle, gitme isteğiyle ilgili kitaptaki bir bölüm vardı; barın içindeki bir yazıhane bölümü… Yaşanmış bir olaydan ilham alarak yazmıştım o bölümü. Halen de gitmekten çok hoşlandığım bir barın içinde bir zamanlar otobüs yazıhanesi vardı. Barda oturup bir şeyler içiyorsunuz, arada insanlar geliyor ve ve asla bara oturmak gibi bir dertleri yok, bir yere gitmek için, barın içine içeri girip Afyon’a, Kayseri’ye bilet alıp tekrar dışarı çıkıyor. Bilet almak gidebilmek için barın içine girmek zorundasın. Metaforik olarak gitme isteğiyle ilintili… O an sıkılma hasıl olduysa arkada yazıhane var yazıhanede bilet kesiliyor, hafif çakırkeyif olununca gözümü açtım Bozburun’dayım denilebilir mi düşündüm. 

“Neden eve dönmekten ibarettir hayat?” diye bir sorgulama vardı kitapta. Bu bağlamda eve dönüş ve gidişle, yollarla mı ilgili yeni çalışmanız?

Eve dönmekle ilgili çok düşünüyorum. Ben çok az hareket eden birisiyim ama arkadaşlarım başka ülkeye gitmek durumunda kaldılar, deneyimleri sürekli yer değiştirme, sürekli ev değiştirme, sürekli bir yerden bir yere gitme. Onlarla konuştuğu zaman da evi arıyorlar. Belki de aradığımız bizim evimiz, coğrafi bir yer değil belki; topografyayı aşan bir şeyi arıyoruz aslında, böyle bir koltuk belki rahat bir koltuk “oh, dünya varmış” diyebileceğim. Dışarıda zaten çok rahatsız edici olabiliyor hayat. Burada da kafanın üstünden helikopterler geçiyor çok gürültülü bir yer Evin bir sığınak olduğunu bilmek ama hayatın sokakta aktığını hissederek yaşamak gerekiyor bence. 

Yeni yerler kadar yeni türlere de açık mısınız yoksa yeni tür de roman mı olacak? 

Eve dönmek kavramıyla ilgili bir de müzik hikayesi kafamda ama galiba evle ilgili olan ağır basacak. Bizim ailemizin bir bölümü yörük, git gel fazla olmuş. Köklerimiz öyle. Hani tarihin ilk romanı burada yazılmış ki o da eve dönmek ile ilgili: Odysseia. Bu toprakların kadim meselesi demek ki eve dönmek. 

“Bazı şeyleri kabullenmekten” söz ettiğiniz romanda “gökyüzünü ileri itmenin zamanı” derken “göğe bakma durağındaki” biz semt sakinleri için neyi öneriyorsunuz?

Gökyüzünü itmekle kastettiğim, hayatın riskleri karşısında ipleri kendi elinize alarak mümkün olabilir. İlerleyebilmeniz için ancak sıkıntı halinde şikayet ederek, düşe kalka, yaraları saklamadan, büyüyerek, olgunlaşarak,  hayatın kontrolünü ele alıp devam etmek. Hayattayım, yoluma devam ediyorum demek gerek. Çünkü bir adım diğerine geldiğinde yeni bir ihtimal çıkabilir. 

Ankara’da kabullenmesi en zor olan uğurlamaktır

Ankara’da kabullenmesi en zor olan nedir? Kitapta da izi sürüldüğü üzere gitmek mi, kalmak mı, uğurlamak mı?

Ben uğurlamak derim. Ankara zaten hepimiz gibi tarihi de kaderi de böyle. Kalmak isteyen hakikaten kalıyor ama burası öğrencisinin çalışanlarının dışarıdan geldiği, bir süre sonra döndüğü, bu çerçevede uğurlayan da bir yerdir. Hep de uğurlarız biz. Ama kalan da sonuna kadar kalır. 

Son olarak “Yeni yerler keşfetmek için “bırakmak ve ayrılmak mı? Ayrancımızın “mutlu sakinleri olarak kalalım mı? Ayrancı’ya akın olmasın, bu haliyle kalsın diye mi çalışalım?

Bence böyle kalınsın. Hatta herkes gelmesin diye evler eski ısınma problem var, apartmanlar asansörsüz, binalar eski filan denebilir. Semt havası Ayrancı’da hala bozulmadı, evler güzel, yaşanabilir yer. Hep cazip Ayrancı, merkezi bir yerde… O yüzden insanlar kendisine karşı boş değiller. 

O zaman herkes olduğu yerde mutlu olmayı denesin diyelim ve soralım: Sizin Ayrancı’ya dair anınız var mı? 

Paris Caddesi’ne Yazanlar Sokak’a yakın zamanda kaybettiğim halama özellikle bayramlarda sıklıkla gelirdik. Evleri Fransız Sefareti’nin karşısındaydı. O sokak ne zaman gelse farklı ve değişik gelirdi. Şehrin keşfedilmeyi bekleyen koca bir tarihi var. Sonradan yıllar sonra öğrendim ki, halamın evinin tam paralelinde Mülkiyeli şair Ergin Günçe oturmuş. Şair Cemal Süreya’ların, Turgut Uyar’ların, Enis Batur’ların geldiği bir binaymış. Ayrancı’da böyle bir hafıza mekânı olması kıymetli…  

Ankaramızda gerçek hayatımızda çok bürokratik olan dairelerle, kurumlarla idari yapılanmalarla rutinin içindeyiz. Kitabınızda gerçek hayatta karşılaşmadığımız çok farklı isimleri olan departmanlar kurmuşsunuz: Pişmanlık Departmanı, Kolektif Hafıza Birimi… Son olarak böylesi birimlerin olduğu bir mahalle, semt, kent yaşamı hayal etmek mümkün mü diye sormak istiyorum.

Gelecek henüz yaşanmadı. İhtimaller açık. Şu anda gelecek negatif görünse de hayatın diyalektiği var. Her şey her zaman böyle gitmeyebilir dünyada. Umarım biz görürüz. 

Ayrancı, Ankara ve hayat hakkında… Spolier vermeden romandan alıntılarla izini sürdüğümüz bu özel söyleşi için çok teşekkürler. 

Beni davet ettiğiniz için ben teşekkür ederim.

Büyümek, başarmak ve gitmek hakkında

Sevgili Ayrancım Gazetesi okurları, 2023 yazının Ağustosundan merhaba! Umarım şu anda bir klimanın altında ya da buzlu bir içecekle berabersinizdir. Sanırım son zamanların en kavurucu yaz mevsimini yaşıyoruz. Gerçi biz her yaz, son zamanların en sıcak yaz mevsimini yaşıyoruz. Her neyse, iklim krizi ile moralimizi bozma meselesini sonraya bırakarak, asıl konumuza girelim.

Hepimizin hakim olduğu üzere, 20 Temmuz günü üniversite sınav sonuçları açıklandı. Aradan 10 sene geçmesine ve halihazırda üniversiteyi bitirip çalışma hayatına başlamış olmama rağmen, bu dönemlerde ben de geçmişte yaşadığım bunalımı neredeyse yeniden hissediyorum. Sınava gireceğim sene, mutlu ve başarılı olmak için tek bir yolumun olacağını, o yoldaki dev reklam tabelalarında ise neon sayılarla sınav sonuçlarımın yanıp söneceğini, eğer sınav puanım kötü olursa yanlış yollara sapacağımı, kaybolacağımı düşünürdüm…

Oysa aradan biraz zaman geçince, belki biraz büyüyünce anlıyor insan. Şöyle bir durup düşünüyor, alıcı gözlerle çevresine, başka başka insanların, birbirinden çok farklı yaşamlarına bakıyor ve kaçınılmaz bir şekilde soruyor: Hayat o kadar büyük, zengin ve renkli ki, herhangi bir şey için tek bir yol ya da yöntemin olması mümkün mü hiç?

Şimdi, üniversite sınav sonuçlarım, benim için, o dönemin stresinden, başarıdan, okuduğum bölümden, halihazırda yaptığım meslekten çok başka bir şeyi ifade ediyor: Gitmeyi. 

Nasıl diyor Cemal Süreya, Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir’inde: 

“Şair arkadaş, bir derdin mi var, bir şeyler çıkarmak mı istiyorsun derdinden, Ankara’ya gelmelisin.” 

İşte ben de tam olarak böyle yaptım; yıllar önce, büyük çoğunluğumuzun yaptığı ve yapacağı gibi, doğup büyüdüğüm şehirden ayrıldım ve üniversite eğitimim için Ankara’ya geldim. Bu kadar genç bir yaşta, yeni bir şehirde, yeni bir hayata başlamak; yeniden doğmak kadar sancılı ama harikulade bir süreç. Kent öyle bir şey ki, insanı büyütüyor, şekillendiriyor, kendine benzetiyor, bir şekilde genlerini aktarıyor ona. Gidince, bir süre sonra kavramların değişiyor, gurbetin evin, evin gurbetin oluyor. Hepsi yaşayan bir organizma: gittiğin yer, geldiğin yer… Onlar durmadan değişip dönüştüğü için, senin başkalaşımın da kaçınılmaz oluyor. Zor olsa da, gitmek, puzzle’ın eksik parçalarını aramak için en iyi yöntem. Ben, geldiğim şehri öyle sevdim ki, gitmek benim için geride bırakmak değil, bulmak oldu artık.

Madem ki temamız bu, o halde, “büyümek ve başarmak için gitmek” adlı önerilerimiz geliyor. 

Kitap: Amerikana

Feminist Manifesto’su ile tanıdığımız Chimamanda Ngozi Adichie’nin 2013’te yayımlanan ve Ulusal Kitap Eleştirmenleri Birliği Ödülü’ne layık görülen romanı Amerikana, üniversite eğitimi için Nijerya’dan Amerika’ya giden genç bir kadın olan Ifemelu’nun hikayesini anlatıyor. “Hepimiz Feminist Olmalıyız” başlıklı TEDx konuşmasından sonra feminist kimliğiyle de ön plana çıkan yazar Ngozi Adichie, henüz 19 yaşında iken Drexel Üniversitesi’nde iletişim ve siyaset bilimi alanında yüksek öğrenim görmek üzere Nijerya’dan Amerika’ya taşınıyor. Bu nedenle, kitaptaki otobiyografik unsurları fark etmemek imkansız. Ifemelu, bambaşka bir kültürde kendi ayakları üzerinde durmaya çalışırken, aynı zamanda bir ırk, kültür ve sınıf mücadelesi veriyor. Amerika’da yaşadıkları üzerine bir blog sayfası yazmaya başlıyor ve sayfası giderek ünleniyor. Bu blog üzerinden, Ifemelu’nun Amerikan kültürü ve ırkçılık konusundaki görüşlerini okurken, aynı zamanda günlük hayatta karşılaştığı sosyal ve siyasi konularla ilgili analizlerini öğrenme fırsatı ediniyoruz. Bir kadının büyüme ve güçlenme mücadelesini anlatan roman, bu yönüyle yazmak konusunda da okuyucuya ilham veriyor.

Ifemelu’nun Blog Sayfasından:

“Biz üçüncü dünya insanıyız ve üçüncü dünyalılar ileriye bakar, her şeyin yeni olmasını ister; çünkü bizim için en iyi hala ileride, oysa batı en iyiyi geride bıraktı ve bu nedenle geçmiş onlar için bir fetiş.”

“İyi giyinme konusunda Amerikan kültürü kendinden o kadar memnun ki, sadece kendini bir başkasına sunmakla ilgili kuralları hiçe saymakla kalmamış ama bu saygısızlığı bir de meziyete dönüştürmüş.”

“Başka insanlara nasıl göründüğümüzü önemsemeyecek kadar üstün/meşgul/ havalı/rahatız, o yüzden okula pijamayla, alışveriş merkezine iç çamaşırıyla gidebiliriz.”

“Profesör Hunk’a ayrıca şöyle dedi: Hem neden sürekli ırktan konuşmak zorundayız? Sadece insan olamaz mıyız? Profesör Hunk da yanıtladı: Beyaz ayrıcalığı tam da bu, bunu söyleyebilmen. Senin için ırk diye bir şey aslında yok çünkü bu sana hiç engel oluşturmadı. Siyahlarınsa bu seçeneği yok.”

Film: Columbus (2017)

Columbus, bağımlılık ile mücadele eden annesini yalnız bırakmamak için şehrinden ayrılamayan, bu nedenle de üniversite eğitimi almayan ve yerel bir kütüphanede çalışan Casey adlı genç bir kadının hikayesi. Bu genç kadının yolu, ölmek üzere olan babasını ziyaret etmek için Kore’den Columbus’a gelen Jin ile kesişiyor. Jin, Casey’nin mimarlık konusunda çok ilgili ve yetenekli olduğunu fark ediyor ve onu üniversite eğitimi için Colombus’tan ayrılmaya ikna etmeye çalışıyor.

Jin ve Casey’nin arkadaşlığını gitmek ve kalmak kavramları üzerinden işleyen film boyunca, aynı zamanda modern mimari turizmine ev sahipliği yapan Columbus adlı şehrin yapılarını da ziyaret ediyoruz. Modernizmi hep soğuk ve mesafeli kavramlar ile karşılarız, buna rağmen filmin senaryosunu da yazan yönetmen Kogonada, sıcak ve pastel bir ortam yaratmayı başararak modern mimari hakkında da yeni bir bakış açısı yaratıyor.

Yönetmen Kogonada, her ikisi de alternatif rock grubu Common Children’ın eski üyeleri olan Marc Byrd ve Andrew Thompson’nın kurduğu Hammock’tan Columbus için filme özel bir albüm istemiş. Filmin müzikleri ile teması birbiriyle öyle bir uyum içerisinde ki, seyir zevki neredeyse iki katına çıkıyor. 

Anne Frank ve hatıra defteri

Anne Frank, 12 Haziran 1929 yılında, Frankfurt şehrinde dünyaya geldi. Sadece 16 yaşına kadar dünyada kalabilen bu küçük kadın, nazi zulmünden saklanırken yazdığı günlükler ile hatırasını günümüze kadar yaşatmakla beraber, yahudi soykırımının simge isimlerinden biri haline geldi. Anne Frank ve ailesi, 1933 yılında Nazilerin Almanya’yı ele geçirmesinden sonra, Hollanda’ya taşındılar. Ancak, SS birlikleri ailenin izini buldular ve Anne Frank’ın kızkardeşi Margot’yu toplama kampına çağırdılar. İfşa olduklarını anlayan aile, İsviçre’ye kaçmış görüntüsü vererek, günümüzde “Anne Frank Evi Müzesi” olarak bilinen, baba Otto’nun Amsterdam’da bulunan ofisinin gizli üst katında saklanmaya başladı. Anne Frank ve ailesi üst katta saklanırken, alt kat hala aktif bir işletmeydi. Bu nedenle, ailenin gün içinde hareket etmesi, tuvalete gitmesi, duş alması, geceleri ise ışık açması son derece tehlikeliydi. –Anne Frank bu durumu günlüklerinde şöyle anlatır: “Artık birşey yapmaya cesaret edemiyorum, çünkü yasak olmasından korkuyorum.”– Anne Frank ve ailesi, neredeyse nefes dahi almadan bu evde iki yıl geçirdiler. 4 Ağustos 1944 yılı sabahı, gizli ev hala ismi bilinmeyen birinin ihbarı sonucunda, SS subayları tarafından basıldı. Aile, toplama kamplarına gönderilirken, onlara yardım eden iki kişi de tutuklandı. Anne Frank, savaşın bitmesine sadece 2 ay kala, Belsen-Belsen Toplama Kampı’nda, tifüs nedeni ile hayatını kaybetti.

Anne Frank’ın Hatıra Defteri

Anne Frank, bu gizli evde kalırken, saklanmaya başlamadan kısa bir süre önceki doğum gününde, on üçüncü yaşı için kendisine hediye edilen bir ajandayı günlük haline getirdi ve 2 sene boyunca düzenli olarak yaşadıklarını yazdı. Bu günlük, Anne Frank’ın fikren ve ruhen olgunlaşmasını ve yaşamı yorumlama şeklinin evrimini içtenlikle sunarken, aynı zamanda tüm dünyaya malolmuş kocaman bir savaşı küçük bir kadının gözlerinden görmemizi sağlayan nadide bir eserdir. Anne Frank, içerisinde bulunduğu şartlara rağmen, sevgiyi ve güzelliği mesele eden kadınlardan biriydi. “Sevgi, sevgi nedir? Sanıyorum sevgi sözcüklere sığmayan birşey. Sevgi birini anlamak, onun varlığından mutlu olmak. Mutlulukları, mutsuzlukları onunla paylaşmak.” Anne, yaşamak zorunda olduğu küçücük alana, hareketsizliğe, sıkışmışlığa ve tüm korkulara rağmen, iç dünyasında zenginleştikçe zenginleşen; değişmek, gelişmek ve özgürleşmek arzusunda bir çocuk olarak tüm dünyayı kendisine hayran bırakmıştır. “Ne istediğimi biliyorum, bir amacım, bir fikrim, bir dinim ve sevgim var. Kendimim ve çok mutluyum. Bir kız olduğumu, iç gücü ve çok fazla cesaretli bir kız olduğumu biliyorum.”

Anne Frank’ın Hatıra Defteri, yazarının en büyük dileğini yerine getirmiştir: “Öldükten sonrada yaşamak istiyorum. Onun için Tanrı’ya bana bu vergiyi bağışladığı, kendimi geliştirmek, yazıyla kendimi, içimdekileri anlatmak kolaylığını verdiği için dualar ediyorum. Elime kalemi alınca hiçbir şey gözümde değil, üzüntülerim siliniyor, cesaretim artıyor. Ama bakalım gerçekten değerli bir şeyler yazabilecek miyim?” Anne Frank’ın Hatıra Defteri, altmıştan fazla dile çevrildi ve en çok okunan kurgu olmayan kitap oldu. Savaştan sağ kurtulan tek aile üyesi OttoFrank, kızının günlüğü hakkında şöyle diyor: “Günlüğünü okuyana dek bunca derin düşünceye sahip olduğunu anlayamamıştım. Bu hem şoke olduğum, hem de çoğu ebeveynin çocuklarını gerçekten tanıma fırsatı bulamadığını düşündüğüm korkunç bir andı.”

Anne Frank, tutuklanmasından sonra sadece altı ay daha hayatta kalabiliyor. Şüphesiz ki, Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ndeki en acı detay, günlüğün son sayfası. Son sayfa, ailenin tutuklanmasından 3 gün önce, 1 Ağustos 1944 tarihinde yazılıyor. Anne, bu son sayfada her zamanki gibi rutin hayatından ve iç dünyasından bahsediyor. Sonrasında, günlük bir anda bitiyor; bir devamı, sonu ya da sonucu olmadan, bir bakıma, son söz söylenmeden. Sadece bu detay dahi, dünya tarihinde hala bir insanlık utancı olarak anılan soykırım ve savaş olmasaydı, Anne Frank’ın yaşaması muhtemel günlerin boşluğu gibi kalbe oturuyor. Daha on yaşındayken İkinci Dünya Savaşı ile tanışan Anne, “Yaşadığım her şeye rağmen insanların kalbinde iyilik olduğuna inanıyorum.” diyor.

Anne Frank’ın Hatıra Defteri sayısız tiyatro ve filme uyarlandı. Bu eserler, Pulitzer Tiyatro Ödülü, Tony Ödülü ve New York Drama Eleştirmenleri En İyi Oyun Ödülü ve 3 Dalda Oscar ödülünü kazandı. Bununla birlikte, günümüzde müze olan Anne Frank Evi Youtube hesabı, “Anne, 1944 yılında bir günlüğe değil de video kameraya sahip olsaydı neler çekerdi?” sorusunun cevabı olarak, günlükleri video olarak canlandırdı ve 15 bölümlük bir seri yayınladı. Aynı zamanda, “annefrank.org” adresi üzerinden, kitapta bahsedilen gizli ev ve ofisin planını görebilme ve odalara sanal ziyarette bulunabilme imkanı mevcut. İnanıyorum ki, günlüğünün hemen hemen her sayfasında hayallerinden bahseden, yaşamak arzusuyla dolu bu küçük kadının, bu tamamlanmamış ömrün, bizlere öğreteceği çok şey var:

Ve eğer kitap ya da gazete makalesi yazacak kadar yetenekli değilsem de her zaman kendim için yazmaya devam edebilirim. Ama bundan daha fazlasını istiyorum. Annem, Bayan van Daan ve işlerini yapan ve unutulan diğer tüm kadınlar gibi olmayı hayal bile edemiyorum. Bir koca ve çocuklar dışında kendimi adayacağım bir şeye ihtiyacım var benim!

Her şeye rağmen iyiliğe ve güzelliğe inanan, özgür ruhlu emekçi kadınlara.