Ankara’nın caz tarihi üzerine-1 

Bu sayımızda sizi Ayrancılı bir caz sanatçısı ile tanıştırmak istiyoruz. Bilmeyenler için söyleyelim, Sayın Canan Aykent 30 yıldan fazladır vurmalı çalgılar çalıyor. Kendisi, lise çağlarında ilgi duymaya başladığı caz müziğinde zamanla ilerlemiş, 90’lı yıllardan başlayarak Pepe Cursi Orkestrası, Tuna Ötenel Beşlisi, Meserret Orçan Trio, Kaan Bıyıkoğlu Trio, Yıldız İbrahimova’nın Çocuk Şarkıları, Yahya Dai ve Murat Arkan’la trio, Murat Arkan’la duo, Akis gibi çeşitli caz gruplarında yer almış yetenekli bir sanatçı.

Canan Aykent, Ayrancılı bir caz sanatçısı. Otuz yıldan fazladır vurmalı çalgılar çalıyor.

Canan Aykent ile söyleşimizde kısaca hem sanat yaşamını hem de Ankara’nın 100 yıllık caz tarihi içinde neler yaşandığını öğrenme fırsatı bulduk:

“1974 yılından beri Ayrancı’dayım ve hep aynı apartmanda oturmaktayım. Birkaç akrabam da komşu apartmanda bulunuyorlar. Ortaokul zamanında vurmalı çalgılara merak duymaya başladım ama nerede öğrenebilirim diye düşünüyordum. Fırsat oluşmamıştı. Lise sonda Tuna Ötenel ve eşi ile tanıştım tesadüfen. Eşi bir gün bana, Kemal Eroğlu’nun Kızılay’daki müzik dershanesine gitmemi önerdi. Orada Kemal Amca’dan davul dersleri aldım. Davula notayla başlamış oldum. Kendisinin kurduğu kızlar orkestrasında çalmaya başladım. Daha sonra yine tesadüf eseri Tuna abiye eşlik etmeye başladım. Benim için böylesi bir ustayla çalışmak büyük şanstı gerçekten. 80’li yılların sonunda caz yapmaya başladım diyebilirim.  

30’lu yaşlarda konservatuarın modern bale bölümünde eşlikçilik yaptığım sırada müzikoloji bölümünde yüksek lisansa girdim. 2002 yılından beri Ankara Türk Dünyası Müzik Topluluğu’nda geleneksel müzikler çalıyorum.”

Caz müziğinin ülkemize ilk girişi yüz yıl öncesine kadar uzanıyor

1900’lü yılların başında Beyoğlu’na gelen Beyaz Ruslar’ın içinde Frederick Thomas adında ABD asıllı siyahi bir göçmen de bulunur. 19 yıl yaşadığı Moskova’da, çeşitli mekanlar işlettikten sonra 1913 yılında Maxim gazinosunu açarak oldukça ünlenmiş ama Ekim Devrimi’nden sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a kaçmak zorunda kalmıştır. Thomas’ın girişimiyle Osmanlı topraklarında ilk caz kulübü 1919 Haziranı’nda Şişli’de Stella ismiyle açılır. Oldukça tutulan bu mekanın ardından 1921 yılında Sıraselviler Caddesi’nin başındaki Majik Sineması’nın altında Maxim’i de açar. Burada Palm Beach Orkestrası ile caz müziği çalındığı söylenir. İstanbul’da cazın sultanı ünvanı ile anılır.

Frederick Thomas

“Tabii ki müzik denince gayrimüslimler bu işin içinde. Onların Avrupa ile bağlantıları çok önemli. Dünyada ün yapmış zil üretiminde bulunan Zilciyan ailesi de çok mühim mesela. En ünlü senfoni orkestraları bu zilleri kullanıyor o dönemde. İşte ilk caz kültürü o Rumlar, Ermeniler ve Beyaz Ruslar üzerinden gelişiyor. O dönemde gelişen bir cazbant deyimi var, İngilizce’de. “Caz Orkestrası” anlamına kelen bu kelimeyi biz dönüştürmüşüz. Artık insanlar ‘dün gece cazbant’a gittik’ diyorlar. Çalınan müzik o zamanlar fokstrot, çarlistonlar, tangolar hatta bizim kantolar… İşte dönemin müziklerini çalan orkestraya yani içinde nefeslilerin, piyanonun, kontrbasın, davul setinin, akordeonun olduğu orkestraya cazbant demişiz ve onların çaldığı müziğe de cazbant deniyor o zamanlar. 

İstanbul’da belli süreli çalışmaya gelen yabancılar var, bizdeki gayrimüslimler var, bunlar üzerindendir ilk cazla tanışmamız. Ardından bazı okullarda müzik grupları oluşmaya başlıyor yavaş yavaş. Galatasaray okulundaki grup buna ilk örneklerden. Sonrasında karşıda Kadıköy, Moda ekibi çıkıyor.”

Caz Ankara’ya ise 1928 yılında giriyor. Ankara Palas başkentin en önemli sosyal kulübü, Cumhuriyet balolarıyla başlayan etkinlikler yerini yerli ve yabancı orkestraların düzenli programlara bırakır. Palas’ın bahçesinde cazbant çalmıştır. Ünlü Karpiç Lokantası’nda da kalburüstü müzisyenler çalar. 1937 yılında açılan Gar Gazinosu Ankara müziğine güç katar. 

Ankara Palas Kaynak: sanatinyolculugu.com

“Ben bu döneme pre-caz dönemi diyorum, 1940’lı yıllara kadar devam ediyor” 

“Şöyle kurgulandırıyorum o dönemi; şimdi Ankara’ya yeni gelen politikacılar, yabancı temsilciler Ankara Palas’ta kalıyor, Meclis’te mesai geçiriyor, Karpiç’te yemek yiyor. Buralarda müzik dinliyor. Cumhuriyet’in ilk döneminde her şey Ulus’un bu güzergahında olup bitiyor. Gar Gazinosu’na hep yabancı revüler, orkestralar geliyormuş. Doğu turnelerinde trenle Sofya, İstanbul, Beyrut’a giden bu revüler Gar’da bir gazino açılınca buraya da gelmeye başlamışlar. Bu revü dönemi epey devam etmiş, 50-60’lı yıllarda falan varlarmış yani. Ayrıca müzik alanında Ankara’da Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası da bulunmakta. Tabii ki yeni kurulan konservatuarın öğrencileri de var. Muvaffak Falay gibi ünlü trompetçiler çıktı o okuldan.

Ankara Palas Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi Tarih: 02 Mart 2018

1940’lı yıllarda ilk caz faaliyetleri başlar 

“Ankara Radyosu’nda hem tango hem caz orkestrası kuruluyor. Sanatçı yokluğundan her ikisinde de aynı sanatçılar var. Birinde keman çalan diğerinde saksofon çalıyor mesela. Sevinç ve Sevim Tevs kardeşler de Voice of America Radyosu’nda dinledikleri şarkıları ezberleyerek o yıllarda vokal yapıyorlar Radyo Caz Orkestrası’nda. Swing içeren şarkılar söylemişler. 

1944 yılında Ankara Radyosu’nda plaktan dinletilen ilk açıklamalı caz programı, Halil Bedii Yönetken tarafından yapılıyor. Ankara’daki ilk caz konseri de 1946 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde; Hasan Kocamaz ve hukuk öğrencisi İlhan Mimaroğlu ağız armonikası çalarlar. Konsere dönemin başbakanı Recep Peker’in geldiği söyleniyor.

Dinlediği Charlie Parker-Dizzy Gillespie plağı ile caza başlayan Muvaffak Falay, kemancı ve piyanist Erdoğan Çaplı ile ilk ciddi caz denemelerini yapar. 50’li yıllar Ankara cazı için çok önemli bir dönemdir. Pek çok yabancı müzisyen gelir kente. Yerli caz sanatçıları için rol model olurlar. Birlikte çalma olanağı bulurlar. Ankara için İstanbul’u geçtiği yıllardır bu dönemler diyebiliriz. 1950’li yıllarda Ankara’da NATO üyeliği sonrası askeri üsler, haber alma merkezleri kurulur ve bunlara bağlı olarak dernek, kulüp gibi yerler açılır. Pek çok asker, teknisyenler çalışmaya ve sosyal tesisleri aileleriyle beraber kullanmaya başlar. Amerikalı askerlerin sosyal tesisi Officers’ Club açılır şimdiki Atakule’nin olduğu yerde. Erol Pekcan orada çalar bir süre sonra. Orada çalmak büyük bir prestij meselesiymiş. CSO’da çalmak gibiymiş. İzmir Caddesi’nde Amerikan ürünlerinin satılmaya başladığı mağazalardan caz plakları bulmak mümkün olur.”  

 Bu yıllarda Ankara caz hayatına renk katacak olan İtalyan orkestralar çeşitli kulüplerde müzik yapmaya başlamışlardır. Soysal Apartman’ın alt katındaki ünlü Süreyya Pavyon’da, Gar Gazinosu ve Ankara Palas’ta sahne almışlardır. Ünlü Happy Boys Orkestrası Ankara Palas’ta, Süreyya’da Renzo Bonaveri ve Mario Cavaceppi Orkestrası, Gar Gazinosu’nda ise Nico D’Agostino Orkestrası çalmışlardır. 

“Maltepe’de Muvaffak Falay’ın çaldığı İntim Pavyon pek çok caz severi kendine çeker o dönemlerde. 1950’li yıllarda piyanist Yaşar Güvenir, İzmir Caddesi’nde kendisinin de sahne aldığı Kulüp Yaşar’ı açar. Nisan 1956’da Dizzy Gillespie Orkestrası’nın Ankara’ya gelmesi de çok heyecan verir. Havaalanında minik bir karşılama töreni yapar Ankaralı müzisyenler. Gillespie, Büyük Sinema’da 3 konser verir. Türk-Amerikan Derneği’nin bahçesinde verdiği konserde ise dışarıdaki gençler içeri alınana kadar sahne almaz. Son gün İntim’de yerel müzisyenlerle jam session yapar.”

Dizzy Gillespie, Muvaffak Falay, Süheyl Denizci, Sabahattin Doğangöz 1956. Kaynak: Bengi, 2016.

İngiliz Albay’ın gözünden 1876 Ankara’sı

İngiliz Albay Frederick Gustavuz Burnaby (1842-1885)kıvrak zekasıyla öğrendiği 7 yabancı dil, yazı kabiliyeti ve maceracı ruhu sayesinde savaş bölgelerinde muhabirlik görevlerinde bulundu. Almanya, İspanya, Amerika, Fas, Rusya, Orta Asya’yı gezen Burnaby, Sudan’da çatışma sırasında hayatını kaybetti. Burnaby, Osmanlı topraklarında Rus yayılmacılığının tehlikesinin büyüdüğü dönemde, ülkesi adına istihbarat için Anadolu’ya seyahat ederek gözlemlerde bulundu. 1876 yılında İstanbul’dan Batum, Kars, Van’a kadar beş ay sürecek yolculuğa çıkarak Osmanlı’nın gücünü, İstanbul ve özellikle Kafkasya sınırlarındaki sosyo-ekonomik durumu inceleyerek Rusya ile savaş durumunda bölgenin direncini rapor etmeye çalışan Burnaby’nin bu zorlu yolculuğu sırasında tuttuğu notlar, dönemin Ankara’sına dair değerli bilgilere de ışık tutuyor. Burnaby’nin notlarından aktardıklarımız şöyle:

Tahılla geçinen 400 evli Nallıhan

Tahılla geçinen 400 evli Nallıhan’a vardığımızda hava kararmıştı. Kaymakamın evine davet edildim. Ermeni, Türk, Çerkezlerden oluşan bir grup beni soru yağmuruna tuttu. Ruslarla savaş tehlikesi üzerine konuştuk. Ertesi gün rengarenk tepelerin arasından giderek Aladağ Irmağı’nda köprüden geçtikten sonra Çayırhan Köyü’nde bir çiftlik evinde geceledik. Bereketli ama ekilmemiş geniş arazilerden geçerek ulaştığımız Beypazarı’nda eski bir handa konakladık.  Gün doğarken çıktığımız yolda küçük Çekme Çayı’nı geçtikten sonra İstanos’a (Yenikent) doğru yol aldık. Bizden önce bir haberci oradakilere bir İngiliz gezginin geleceğini söylediği için kadı ve jandarma yolda bizi karşıladı. Yarısı Türk, yarısı Ermeni olan 400 evli bir köy olan İstanos azametli bir kayanın yamacında, akarsuyun kıyısında bulunuyordu. Kayanın içinde mağaralar vardı. Kaymakamın evinde halktan ileri gelenler toplanmıştı. Ruslar hakkında düşüncelerimi ve İngiliz Hükümeti’nin Ruslarla savaş çıkarsa ne yapacağına dair sorular sordular.  

Ertesi sabah İstanos’tan ayrılırken kaymakam ve iki oğlu bize eşlik ettiler. Ermeni papaz da evinin önüne çıkmıştı. Köy sakinleri de erken saat olmasına rağmen damlara çıkmış bizi selamlıyorlardı. Kaymakam ‘ulusunuzu seviyorlar’ dedi bana; ‘Kırım Savaşı’nı anımsıyorlar ve Ruslar’a karşı bize yine yardıma geldiğinizi sanıyorlar.’ 

‘Bir İngiliz’in Ankara yolunda olduğunu duydum ve konuğum olmanıza karar verdim’

Nehir kıyısı boyunca yol aldık. İyi inşa edilmiş kırk metrelik taş köprüden (Akköprü) geçerek eskiden Timurlenk’in savaştığı geniş ovanın bir ucundaki tepe sırasının üstünde Ankara görünüyordu. Harap durumdaki mazgallı duvarlarıyla, azametli minareleri dikkat çekiyordu. Kent, bayırın üstündeydi. Dar bir sokağa saptığımızda bir zaptiye bizi karşıladı ve Süleyman Efendi’nin bizi ağırlamak istediğini söyledi. Birçok kirli ve dar sokaktan geçerek ucunda büyük ve güzel bir bina olan geniş bir meydana geldik. Binanın avlusunda Süleyman Efendi bizi karşıladı. Zengin İran halılarıyla kaplı, sandalye ve divanın olduğu odaya geçtik. Benimle divanda oturdu, konuklar da halının üstüne geçtiler. Kendisi başındaki fes hariç Avrupai tarzda giyinmişti. İyi Arapça konuşuyordu; ‘Bir İngiliz’in Ankara yolunda olduğunu duydum ve konuğum olmanıza karar verdim’ dedi.

Burada başka İngiliz olup olmadığını sorunca konsolos yardımcısının kentte yaşadığını öğrendim. Kendisi duvardaki dolaptan çıkardığı sürahiden bir bardak dolusu içkiyi ilaç niyetine bir defada içti. Ardından resmi üniformasıyla konsolos yardımcısı geldi. Bana İstanbul’dan gelen telgrafta anayasa ilan edildiğini ve ertesi akşam kentte top atışı ile kutlama yapılacağını söyledi. 

Ertesi sabah konsolos yardımcısının evine gittim. Eşi piyanosunu göstererek ‘Türk hanımları şaşkınlıkla oturup çaldıklarımı dinliyorlar saatlerce’ dedi. Ardından paşanın saray bahçesinde anayasayla ilgili telgrafı okumasını dinlemeye gittik. İnsanlarla dolu avludan binaya girdik. Paşa hemen bizi kabul etti. Ardından güzel Fransızca konuşan oğluyla tanıştım. Bana, ‘Ankara’da tek bir topumuz var, zavallının 101 kere ateşlenmesine dayanamayacağından korkuyoruz’ dedi. Sonra merdivenlerden avluya indik. Yeşil entarili katip halkı davet etti. Paşa bundan sonra, padişahın, halkına daha fazla özgürlükler bahşetmekten mutlu olduğunu, şimdiki otokratik hükümet modelinin yerine yeni bir anayasanın kabul edildiğini duyurdu.  Bu sözlerin ardından imamın ‘amin’ sesi duyuldu.

Birlikte girdiğimiz odada anayasa üzerine konuşurken atılan top sesleri pencereleri sallarken dışarıda ise halkın alkış ve tezahüratları yükseliyordu.

Paşa, bizi arabasıyla bırakmayı teklif etti. Eski ve garip görünen yaysız arabasıyla eve gidene kadar kemiklerim yerinden çıkacaktı. Sürücüsü dört yıldır burada yaşayan bir İrlandalıydı. Yalnızlık ve yabancılıktan dolayı morali çok bozuktu. O gün Noel olduğu için kendisine viski ikram edilince yüzü biraz güldü. 

Konsolos yardımcısı evindeki Noel kutlamasına davet etti. Kestaneli hindi yapıldığını, eşinin Türk hizmetkarlara Noel pudingi yapmasını öğrettiğini ve Ankara’nın ünlülerinden bazılarını da davet ettiğini söyledi. 

Stanos Kasabası  (Zir/Yenikent)

‘Kentin önemli ticaret metası keçiler…’

Ermeni bir davetli, paşanın sabahleyin, kentin dirlik düzeni hakkında konuşmasının tersine şekilde kentte hüküm süren bir hırsızlık çetesinin halkı huzursuz ettiğinden ve bazı ileri gelenlerin bunlarla ilişkisinden yakındı. Bir başkası Ankara’dan dört yılda on paşanın gelip geçtiğini, bunun da otorite boşluğu yarattığını söyledi. Ayrıca kenti perişan eden 1873-74 kıtlığının etkilerinin devam ettiğini öğrendim. Vilayette 18 bin kişinin öldüğü, ardından 25 bin kişinin de dolaylı nedenlerle öldüğü söylendi. Kentin önemli ticaret metası keçiler başta olmak üzere tüm hayvanların yüzde altmışı kıtlık döneminde ölmüşler. 

Ertesi gün ev sahibim Süleyman Efendi’nin kardeşi Hacı Tevfik Efendi beni görmeye geldi. Aşırı kavgacı görünen bu ilahiyatçı bey savaş çıkmasını istiyordu; ‘Rus ajanları, eyaletlerimizdeki halkları bize kışkırttılar durmadan. Bulgaristan’daki kıyımların nedeni de budur. Gazeteleriniz niçin doğranan Bulgar kadınlarıyla, çocuklarını yazıyor da Bulgarlarca katledilen Türk kadınlarını veya Hersek’te asilerin katlettiği askerleri yazmıyor?’

Bu arada Hacı Tevfik Efendi’nin beş, Süleyman Efendi’nin tek karısı olduğunu öğrendim.

Akşam başka bir eve davet edildik. Avlunun içindeki evde Türkler, Ermeniler, Rumlar, bir Bulgar, kentte doktorluk yapan İtalyan Gasparani Bey ve konsolosumuz vardı. Sedirlerle kaplı odanın ortasındaki masada Ermeni yapımı kırmızı ve beyaz şarap, rakı, mastika, konyak, likör duruyordu. Şişman ve çok esmer olan ev sahibi bir yandan bardağına içki koyarken öte yandan Gasparani’ye sindirim problemlerinden şikayet ediyordu. Doktor bana İtalyanca olarak, ‘Bu Türkleri tedavi etmek imkansız, her şeyi birbirine karıştırıyorlar, sonra da iyileşmeyi bekliyorlar’ dedi. Konukların bolca içki, sigara, nargile içmesinin ardından yemek odasına geçildi. Burada telli sazları olan üç çalgıcı çok farklı Türk ezgileri çalmaya başladı. Düzgün ölçülere sahip Avrupa müziğinin tam aksiydi ve derin bir keder vardı. Müzisyenler hızlanan ritme uygun başlarını sallıyor, konuklar da eşlik ediyordu. Ezgi birden durdu, bir müzisyen ağır ve kasvetli ağıt çalmaya başladı. Bu da uzun sürmedi, parçanın en kederli bölümünde orkestranın ani çıkışıyla parça son buldu. 

Türk misafirperverliği

Konuklardan biri, ‘Türk müziği, Türk yemekleri gibidir. Bir dizi sürprizdir. Orkestra andante’den ani bir yarış temposuna geçer. Yemekler de öyle, bal kadar tatlı bir yemekten sonra gelen çok ekşi bir sos sizi şaşırtır. Bir an balık yerken, ardından muhallebi gelebilir. Derken, önümüze konan sebze bitmeden tatlı bir çorba servis edilir.’

Kalabalık hizmetkar ordusu biri bitmeden hemen başka bir yemek servisi için koşuşturuyordu. Masanın etrafına Avrupalı konuklar onuruna sandalyeler konmuştu. Parmaklarımızla yemek yiyorduk. Konsolos yardımcısı ile İtalyan doktor uzun zamandır Doğu’da yaşamalarından dolayı parmaklarını çatal, bıçak gibi ustalıkla kullanıyorlardı. Sofrada sosyal statüye önem veriliyordu. Üstte olan parmaklarını tabağa daldırmadan diğeri başlamıyordu. Yemek faslı nihayet sona erdi, meyveler, kuru üzüm ve incirler, salatalarla kremalar, tabak tabak sebzeler, koca bir kase pilav ve tatlılar, kırmızı şarap eşliğinde tüketilmişti.

Ev sahibi, ‘Allah’ım, sana çok şükür!’ diyerek ayağa kalktı, konuklar da onu izledi. Bir hizmetkar mevki sırasına göre herkesin ellerine su döktü. Bir başka odaya geçince kahve, çubuklar ve nargile servis edildi. Konsolos, konukseverlik hakkında söze girdi; ‘Bir yabancı her nereye giderse gitsin, büyük bir konukseverlikle karşılanır. Birkaç yıl önce gezgin dostum Thompson, Karadeniz’den Ankara’ya seyahati sırasında bir handa konaklamak ister ama han dolu olduğu için oda bulamaz, pelerininin üstüne avluya uzanır. O sırada oradan geçmekte olan yaşlı bir Türk ona bir yabancının dışarıda kalmasına izin verilemeyeceğini söyleyerek evine davet eder. Onu ağırlar, doyurur karşılık istemeden. Bir Türk, İngiltere’de benzer bir durumda kalsaydı, hiç tanımadıkları bir yabancıya karşı aynı şekilde davranacak kaç İngiliz çıkardı dersiniz?’

Türklerle Hristiyanlar uyum içindeydi

Ertesi sabah bazı Ermenileri evlerinde ziyaret ettim. Evleri ev sahibiminki gibi döşenmişti. Yerlerde kalın halılar, duvar dibinde sedirler, bunların önünde nargileler vardı. Duvarlar çıplak ve beyaz badanalıydı. Tablolar ve aynalar ender bulunuyordu. Giysileri de Türklere benziyordu. Kadınları örtülü ve peçeli sokağa çıkıyordu. Evlenmeden önce birbirlerini görmüyorlardı. 

Türklerle Hristiyanlar uyum içindeydi. Birinin sofrasında mutlaka diğer gruptan insanlar olduğunu gördüm. Bu durumun Anadolu’nun başka yerlerinde olup olmadığını sorduğumda ise Ermeniler, aynı olmadığını, özellikle Sivas’ta Hristiyanlara kötü davranıldığını, hapishanelerin onlarla dolu olduğunu söylediler. 

Oysa İzmit’te kaldığım sıra bana Ankara’da Hristiyanların çektikleri anlatılıyordu. Buna rağmen her iki dinin iyi geçindiğini gördüm Ankara’da. Söylenenleri şüpheyle karşıladım, Sivas’a bizzat gidip, kendi gözlerimle görmeye karar verdim. 

Akşama doğru hizmetçim Radford topallayan atı satmamızı tavsiye ederken, Türk baytar da atın şişmiş ayağına neşter atarak iltihabı akıtıyordu. Bazı at satıcıları yanıma gelerek on iki mecidiye teklif etseler de kırk mecideye değerindeki atı satmak yerine bir gün daha kalıp iyileşmesine karar verdim. Böylece kentin en ilginç yerlerinden olan Augustus anıtını da yakından görebilecektim.

Ameliyatın ertesi akşamı atım rahat yürüyebiliyordu. Ben de sabah yola çıkma emri verdim. Bu arada paşanın konağından bir uşak bana hediye getirdi. Konağın kütüphanesinde görüp ilgilendiğim ‘Osmanlı İmparatorluğu Tarihi’ adlı on ciltlik eseri paşa bana armağan olarak yollamıştı. Yükümüz en az on kilo daha ağırlaşacağı için bu nazik teklifi üzülerek reddettim. 

Türklerin konukseverlilikleri ve cömertlikleri meşhurdur. Hatta bu erdemlerini abarttıkları bile söylenebilir. Bazen beğendiğim bir atı vermeye kalkanlar, hizmetkarlarını yanıma refakatçi olması için teklif edenler oluyordu.

‘Asi Yozgat’a (Elmadağ) ulaştık’

Ev sahibim beni geçirmek için erkenden kalkmıştı. Kendisine İngiltere’ye gelirse ağırlamaktan zevk duyacağımı söyleyerek ayrıldım. Yol sert ve düzgündü bir süre. Nehir boyu gittik. Beş saat sonra nehrin karşısına geçerek bir Ermeni’ye ait çiftliğe vardık. Hindilerinden birini on kuruşa satın alarak dışarıda pişirmeye karar verdik. Yemek sonrası iki Türk hizmetçim beygirlere eşyaları yüklerken ben, Radford’la yola koyuldum. 

Bir saat sonra tepeye çıkınca arkamdan gelmediklerini görüp hızlıca atımı geriye sürdüm. Nehrin kıyısında beygirlerden biri üstündeki eşyalarla beraber sırsıklam duruyor, hizmetçim Osman ise sorumlu adamı sopayla döverek cezalandırıyordu. Çantadaki fişekler, çay, şeker, kahve mahvolmuştu. Ayaklarıma kapanan adam hıçkırıklarla ağlarken, Osman sopayla dövmeye kalkıyordu tekrar. Araya girdim, eşyaları yüklemesini söyledim. Epey geç kalmıştık, gün batımından sonra Asi Yozgat’a (Elmadağ) ulaştık. Köyün toprak damlarının üstünden dikkatlice geçerek bir eve vardık. Köpeklerin havlayışları ev sahibini uyandırdı. Arkasında kalın, kahverengi kolsuz bir palto olan orta yaşlı bir Türk bana yaklaşarak kasabanın kaymakamı olduğunu ve geceyi evinde geçirmemi teklif etti. Anlaşılan Ankara’dan bir dostum ona haber vermişti geleceğimi. 

Evi büyük değildi. İki oda, bir mutfak bir de kabul salonu vardı. Bu sonuncusu ise her işe hizmet ediyordu. Ev sahibinin sabah keklik ve tavşan avı teklifini fişeklerim ıslandığı için geri çevirmek zorunda kaldım. Çok yorgun olduğumu söyleyince bir şilte serildi. Odanın diğer ucuna da kaymakam için serildi. Kendisine ait dört hizmetkarı, yatması için onun elbiselerini çıkarmaya başladılar. Benim de iki hizmetkarım olduğu halde tek başıma soyunmamı garip karşıladığını söyledi. Herkes bir köşede geceyi geçirdik.

‘Yahşihan’a vardığımızda akşam olmuştu, burada yeni atlar kiralayarak yola devam ettik’ 

Sabah vedalaşarak yola koyulduk. Alçak bir dağ sırasını aştık, demir cevherine benzeyen kayalar etrafa saçılmış gibiydi. Çok geçmeden Kızılırmak’a ulaştık.

Nehir yüz metre genişliğinde ve yağmurlar nedeniyle derinliği iki metreden fazlaydı. Çevrede köprü yoktu. Rehberimiz atıyla kıyı boyu sekiz yüz metre giderek bir ıslık çaldı. Karşı kıyıda altı adam ortaya çıktı. Kıyıda sazların içindeki üçgen bir mavnayı çıkararak bize doğru kürek çekmeye başladılar. Kıyıya yirmi metre yaklaşınca durdular. Bataklık olan kısımlardan dört atımızla geçerek, Radford ve Osman’ın yoğun çabalarıyla mavnaya sokabildik hepsini. Huysuzlanmasınlar diye gözlerini bağladık. Karşı kıyıya bir buçuk kilometre sürüklendikten sonra çıkabildik. 200 evlik Yahşihan’a vardığımızda akşam olmuştu. Burada yeni atlar kiralayarak yola devam ettik. Beş saatlik güzel manzaralı yolculuktan sonra Maden’e vardık. Burada gümüş madenleri bulunuyor. Madenci, su bastığı için madenleri çalıştıramadıklarını, pompalarının olmadığını söyledi.

Yol Kavaklı’ya doğru bağların arasından geçiyordu. Bölgenin üzümleri çok iri. Halk mahzenlerinde asarak kış boyu koruyor. Şarap yapmıyorlar. Üzümler yeniyor veya suyu sıkılıp şeker niyetine hamurlu yiyeceklerde kullanılıyor. Şeker çok pahalı, yarım kilosu bir şilinden çok. Fakirler yanında zenginler de alamıyor. Kahvelerini şekersiz içiyorlar. 

Yaşlı bir çiftçiye konuk oldum. Bana kıtlık döneminde yaşadıklarını anlattı. Kar yağışından Ankara yolu iki buçuk ay kapalı kalınca hayvanları açlıktan ölmüşler. Sultan Abdülaziz’in yolladığı yardımlar kar nedeniyle buraya ulaşamamış. Pek çok insan açlıktan ölmüş. 

‘İnsansızlıktan ekilemeyen verimli topraklar’

Sabah kırk kilometre uzaktaki Sekili’ye doğru yola çıktık. Antik mermerlerden yapılmış kulübelerle karşılaştık. Damları çamurdandı. Geçmişin heybetli yapılarının günümüzde ilkel şekilde evlere dönüşmesini gördük. İnsansızlıktan ekilemeyen verimli topraklardan geçtik. Bir Kürt obasına denk geldik. Daire biçimli kara çadırlarda yaşıyorlardı. Peçesiz kadınlar bizi görmeye çıkmışlardı. Türkler bu göçebelerden vergi almaya kalktıklarında tası tarağı toplayıp dağlara göçerler. Bazı Kürt şeyhleri çok zengindir. On binlerce hayvanı olur. Ne yazık ki, eyaleti mahveden kıtlık hepsi için büyük felaketler getirmiş. 

Yirmi kerpiç evli Sekili’de geceledikten sonra sabah tuzu bol bir bölgeden geçtik. Derken at üstünde başlarında ilginç, yüksek başlıklarıyla Türkmen kızları gördük. Türkmenlerin dili Türklerden biraz farklıdır. Uzun beyaz gömlekli, kırmızı pantolon üstünde gri kuşaklı erkekler, kırmızı maşlah giymiş kadın, kuyu başında beyaz entarili, kep takmış kızlar, bayırdan inen keçiler damlarda idi…

Kaynakça:

Burnaby, Frederic. 1998.  Küçük Asya Seyahatnamesi. Sabah Kitapları.

Fransız seyyah Charles Texier gözüyle XIX.yy Ankarası

Fransız mimar, arkeolog ve gezgin Charles Texier 1802 yılında Versailles’de doğdu, 1871 yılında Paris’te öldü. Texier, 1833 ve 1843 yıllarında olmak üzere iki kez Fransız Hükûmeti tarafından Anadolu’ya gönderildi. Hitit uygarlığına ait Hattuşaş ve Yazılıkaya kalıntılarını bulan kişi olması nedeniyle Texier, Türkiye’nin arkeoloji dünyasında da önemli bir yere sahip. Anadolu’da yürüttüğü kapsamlı çalışmalarını “Küçük Asya” isimli üç ciltlik kitap olarak yayımlayan Texier’in bu dev eseri, yayınlanır yayınlanmaz bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. İçeriği bakımından özellikle Anadolu’yu ilgilendirmesi sebebiyle Türk aydınlarının da dikkatini çeken eserin, daha Milli Mücadele devam ederken, 1923 yılında Ali Suat Bey tarafından Arap harfleriyle Türkçe’ye tercüme edilerek basımı yapıldı. O eserdeki dikkatimizi çeken notları şöyle aktarıyoruz:

Romalıların kurdukları en güzel eser, şehrin aşağı kısmındaydı. Ankara şehrinin bir hipodromu, hamamları, su kemerleri ve çok sayıda tapınakları vardı. Yunan sanatkarları, bu eserlere İtalya’dakilerde bulunmayan bir incelik ve zarafet verdiler.

Charles Texier Hitit uygarlığına ait Hattuşaş ve Yazılıkaya kalıntılarını bulan kişi olması nedeniyle Anadolu’da yürüttüğü kapsamlı çalışmalarını “Küçük Asya” isimli üç ciltlik bir kitap olarak yayımladı.

Ankara (Ancyre)

Lidyalı coğrafyacı Pausanias’a göre Ankara şehri Gordius’un oğlu Midas tarafından kuruldu ve Jüpiter tapınağında görülen gemi demiri, Rum tarihçiler zamanında, bu hükümdar tarafından keşfedilmiş kabul edilirdi.

Karyalı tarihçi Apollonius, Ankara’nın gemi demirine daha eski bir köken verir. Galler Asya’ya geldikleri zaman, Ariobarzane ve Mithridate ile savaşmışlardı. Ptolemee de bunların üzerine Mısırlılardan bir ordu göndermişti. Bu orduyu yenerek, gemilerine kadar sürmüşlerdi. O zaman Galler, gemilerin demirini bir zafer işareti olarak aldılar, getirdiler ve buna Ancyre adını vererek, şehirlerinde muhafaza ettiler; fakat daha İskender zamanında, bu şehir yine bu adla vardı. Makedonya’nın bu kralı, Gordium’dan gelerek Suriye üzerine giderken, Paflagonya milletvekili heyetini kabul etmek ve kendi hakkındaki görüşlerini anlamak için, bu şehrin önünde durmuştu. İskender’den sonra gelenlerin, zamanında Ankara şehri, Manisa savaşında Gallerden yardımcı birlikler almış olan III. Antiochus’a bağlı olmuştu. Bu şehrin adı, ilk defa Manlius’un seferi sebebiyle Romalı tarihçilerin kayıtlarında görülür. Strabon, bundan sadece Galatların bir müstahkem noktası olarak söz eder.

Galatlar hükümetinin üç başkenti Tavium, Pessinus (Pessinunte) ve Ankara idi. Bu son şehir, İmparator Ogüst (Auguste)’ün onuruna olmak üzere Sebaste adını almıştı. Neron zamanında başkent unvanını aldı.

Şehrin arması, bir gemi demiriyle sembolize edilmişti. Sikkeler ve anıtlarla ispatlandığı üzere bu, Roma İmparatorları zamanında da muhafaza edilmiştir.

Zamanın geçmesiyle bu şehir, Mithridate’e karşı olan savaşta Romalıların kaderine bağlı oldu. Pompee, bu devleti, müttefiki Dejotare’ ye verdi; Galatların Tetrarchie hükümeti, bundan doğdu. Dejotare’nin ölümünden sonra katibi Amyntas yerine geçerek MarcAntoine Kral lakabını aldı. Bu onur unvanı, Ogüst (Auguste) tarafından onaylandı. Amyntas, milâttan önce 25 yılında, Kilikya’da öldü. Oğlu Pylaemenes krallığa geçemedi ve Galatya memleketi, bir vilayet olarak Likonya ile birleşti. Ankara şehrinin bir Roma başkenti olarak parlaması dönemi, bu tarihten itibaren başlar.

Hala var olan yazılara göre Ankara şehrinin bir hipodromu, hamamları, su kemerleri ve çok sayıda tapınakları vardı. Öteye beriye dağılmış yıkıntılara yakılarak karar vermek gerekirse, bu binaların mükemmelliği, Romanınkilerden aşağı kalmaz. Fatihlerin görevlendirdikleri Yunan sanatkarları, bu eserlere İtalya’dakilerde bulunmayan bir incelik ve zarafet verdiler.

Galatya, Hristiyanlığı kabul ettiği zaman, başkentte çok sayıda kilise yaptılar. Bugün yalnız bir kilise kalmıştır; o da Ankara’nın St. Clement’i adına yapılmıştır. Bu binanın resmi ve yapım tarzı, Jüstinyen (Justinien) zamanında sonra olduğunu gösterir. Hemen hepsi Türkler tarafından tahrip edilmiş olan işlemeler ve mozaiklerle süslüydü. 

Ankara’nın Bizans dönemine ait tarihi, o kadar önemli olmayan birkaç olayla özetlenebilir. İmparator Julyen, imparatorluk elbisesini burada giydi. Ankara’dan geçerken, Julyen (Julien) çok büyük saygı gördü. Şu anda var olan zafer sütununun, bu imparator için dikildiği zannedilir. Bu sütun, kesin olarak Bizans dönemine aittir; üzerinde hangi kişiye ya da hangi önemli olaya ait bir eser olduğuna ilişkin hiçbir işaret yoktur.

Augusteum

Zamanın ve insanların verdiği zarar, eski binaların çoğunu yıkmıştır. Yalnız, Galatya hükümdarları tarafından Ogüst (Auguste)’ün ve Romanın onuruna yapılan tek bir tapınak, şimdiye kadar kalmıştır. Güzel sanatların az zaman içinde, Galatya’nın başkentinde ne seviyeye ulaştığı, bu eserden anlaşılır.

İtalya’da klasik tapınakların kapıları nadiren muhafaza edilmiştir ve sadece iki kapı vardır ve bunların detayları Ankara’dakiler kadar güzel değildir.

Mimari süslemelerinin, sütunlar ve sütun başlıkları ile dış kaplamaların kırık döküklüklerine acımakla beraber anlaşıldığına göre, gerek binanın kendi ve gerek süslemeleri, o kadar zevk ve dikkatle yapılmıştır ki eğer bu Ankara tapınağı daha çok tanınmış olsaydı, herhalde Roma mimari tarzım şaheserleri içinde ilk sınıfa girerdi.

Hacı Bayram Camii: Ortada fevkani mahvilini taşıyan kemerli geçit, solda imaret bölümü, sağda türbeye bitişik yaptırılan ahşap çatılı bölüm

XVIII. yüzyılın ortalarında “Hacı Bayram” adında bir zat, Müslümanların tahrip etmiş oldukları kiliseye bitişik bir cami yaptırdı. Bu caminin binasında, tapınağın kemerlerinden çıkan birçok mermerler kullanılmış ve Bizans kilisesi, Müslüman mezarlığına dönüştürülmüştür. Böyle güzel sanatları içeren Ankara tapınağının, bu acınacak hale gelmesinde, faillerini mi hesaba çekmeli bilmem. Zira bu güzel eser, hiç şüphesiz zamanımıza sağlam kavuşamayacaktı. Cami, tapınağı korumuştur ve bu bina, bugün asıl şeklinden çıkarak esassız bir hale gelmiş olmakla beraber, yine bir dini kurumun bir bölümü gibi saygı görmüştür. 

Bu tapınak, direğin üzerindeki Rumca kitabede isimleri geçen Galatya hükümdarları tarafından yapılmıştır. Kitabede tapınağın açılışında yapılan törenler ve kutlamalar da yazılıdır. Auguste’ün ölümünde, tapınağın ön kısım duvarındaki vasiyetnamesi de Latince ve Rumca olarak kaydedilmiştir. 

Bu kitabe, eski zaman insanlarının dini tören hakkındaki bilgilerini içeren tek eser olma önemine sahiptir: “Galatlar halkı, resmi açılış adaklarını sunduktan sonra bu tapınağı ilahi Auguste ve Roma tanrıçasına armağan etti… Gösteriler düzenledi, ziyafetler verdi ve üç yüz çift gladyatör dövüştürdü.Şar arabaları ve atlılarla yarışma yaptırdı; boğa dövüşüyle bir de av yaptı. Şehrin yanındaki Sebasteum’un (yani Auguste tapınağının) inşa edildiği, genel toplantıların ve at yarışlarının yapıldığı araziyi, tapınağa ayırdı.

Romalılar, Galatlara tiyatro, oyun ve koşu zevkini getirdiler. Roma’da daha hararetli bir şekilde yapılan bu kutlamalar, doğu ile Roma arasındaki ilişkileri artırıyordu.

Ankara’nın Augusteum’unu en değerli eski eserler sırasına geçiren sebep, Auguste’ün tunçtan iki levha üzerine yazdırarak Roma’nın ateş tapınaklarının korumasına bıraktığı ünlü vasiyetnamesini içerir olmasıdır.

1834 yılında Hacı Bayram’ın torunlarından birisi tapınağın geriye kalan kısmını yıkarak taşlarıyla evinde özel bir hamam yaptırmak kötü düşüncesine kapılmıştı; fakat bu düşünce uygulamaya konulmadı; yalnız güney taraftaki cepheden birkaç taş çıkarılmıştı. 

Texier, Ankara gezisinde tapınağın yıkılacağına dair bilgisini alınca gezi sonrası hemen Fransa Eğitim Bakanlığı’na olayı rapor eder. Bir sene sonra kendisi gibi araştırmalar için İzmir’de bulunan İngiliz jeolog William John Hamilton’a durumu anlatır, yardım ister. Osmanlı yönetimine yapılan uyarılar sonrası bu yıkımdan vazgeçilir. Augustus Tapınağı kurtulur.

Ankara’nın yeni kurucusu gözüyle bakılan Auguste için bir tapınak yapmakla yetinemeyen Galatlar, imparator Nerva, Trajan ve ıcalla için de tapınaklar inşa ettiler. Ermeni mezarlığındaki bir kitabe Antonin’e ait bir tapınaktaki heykellerden birine benzer.

Kale

Şehir doğudan batıya doğru genişleyen bir tepenin üzerindedir. Bu tepe volkanik bir kayadır. Asıl hisar, bu kayanın tepesini süsleyerek surları dağın orta yerlerine kadar inerdi. Kuzeyde Engürü Suyu, dağın eteklerini dolaşarak batıya doğru akar ve sonra Sakarya nehrine karışır.

Galatia Roma eyaleti olduktan sonra surlar aşağıdaki ovaya doğru uzanmış ve tepe üzerindeki kısımları tekrardan desteklenerek büyük bir sitadel oluşturulmuştur. Roma hamamının kalıntıları hâlâ tanınabilir bir haldedir. Bu harabeler bugünkü şehrin dışında kalmaktadır. Çift sıra surlar hâlâ yerindedir fakat şehre yöneltilmiş olan birçok saldırının izleri görülmektedir ve duvarların birçok yeri antik abidelerden alınmış parçalarla tamir edilmiştir. Surların önünde hendek bulunmamaktadır. Surlar arazinin kıvrımlarını takip etmektedirler ve bu yüzden bazı noktalarda vadi seviyesinden yüzlerce metre yükselirler. 

Kale duvarlarında bol miktarda kişilerin anısına yapılmış ve yüceltici steller bulunmaktadır. Sur duvarlarında aşağıdan yukarıya kadar şehrin idari olaylarını betimleyen yazıtlar yer alır. Romalıların inşa ettiği en güzel yapılar şehrin aşağı kısımlarında bulunmaktadır

Ankara şehrinin, ilim dünyasına en çok tarihi belge verenlerden birisi olduğu şüphesizdir. Bunun üzücü olan tarafı, kale yakınında her gün bulunup çıkarılan eserlerin çoğunun ya büsbütün kırık olması ya da bir sanat tarihçi görmeden önce yok olmasıdır. Çevredeki bütün eserler, Roma mimari tarzındaki şekli bozulmuş parçalarla doludur. 

Kalenin duvarları, hemen hemen tamamen eski eserden oluşmaktadır. Duvarların kaidesinden tepesine kadar her tarafında, az çok korunmuş hâlde kalmış kitabe parçaları görülür. Memleketin yönetimiyle ilgili bilgileri içeren bu parçalar, bir yere toplanınca, eski yazarların bıraktıkları yetersiz belgelerin tamamlanmasına hizmet ederler. Bir hatıra ve dirinin onuruna yapılan dikilitaşlar, orada bol miktarda bulunur. Üzerlerinde bulunan yazılar, bugün görülebilir durumdadır.

Şimdiki Şehir ve Sakinleri

Yüzyıllarca yabancı işgalinden sonra, ilk halkın Osmanlı kanıyla karışması sebebiyle, önemli bir değişim geçireceği açıktır. Böyleyken Ankara’da ikamet etmiş olan Avrupalılar, buranın yine özel bir çehreye ve özelliğe sahip olduğuna dikkat etmişlerdir. Gal kanı, buranın kumral sakallı ve mavi gözlü birçok insanında görülür.

Kelt dili ise Gallerin Asya’da yerleşmelerinden birkaç yüzyıl sonra bile korunmuş halde kalmıştı. 

Onca savaş ve talan yaşamasına rağmen Ankara şehri, Küçük Asya’nın yine de en kalabalık şehirlerinden birisidir. Bu şehir, nispeten rahatlık içinde olmasını, iyi bir yerde olmasına borçludur. İklimi olağanüstü sağlığa elverişli, toprağı verimli ve özellikle tüyleri farklı bir güzelliğe sahip olan keçilerinin sayısız sürüleri, şimdiki nüfusunun iki mislini zengin etmeye yeterlidir.

Memlekette yapı taşı var ise de genel âdet, evleri çiğ kerpiçle yapmaktır. Bu tür bina, eski zaman tarzım en geri dönemine kadar gider. Babil, Ninova şehirleri böyle yapılmış ve bu metot İran, Asur ve Kapadokya’ya kadar yayılmıştır. Bundan başka, binaların dışına hiç itina etmediklerinden, şimdiki Ankara sokakları, diğer yeni şehirlerin tersine, hüzünlü bir görüntü sergiler. Şehrin halkı Türk, Ermeni, Rum ve bir de kilise açmaya izin almış olan bir miktar Ermeni Katoliği’nden oluşur. Bunların toplamı, yirmi sekiz bin tahmin olunuyorsa da şehir, bundan daha fazlasını alacak kadar büyüktür. Bütün büyük ticaretler, Hristiyanların elindedir. Şehir, her yıl serasker paşaya hediye olarak yüz elli bin guruş kadar bir para gönderir; bu paranın en büyük kısmını Hristiyanlardan tahsil ederler.

Müslüman olmayan halkın şikayet sebebi, yalnız bu para değildi. Mütesellimlerin şarap üzerine koydukları vergiyi her yıl artırmaları ve padişahın bundan haberi olmaması da ayrı bir şikayet sebebiydi.

Aslında vergi sistemi kötüdür. Arazinin yükümlülüğü, yalnızca verdiği ürün açısındandır; nadasa bırakılarak dinlendirilen arazi, hiçbir şey vermez. Emlak vergileri çok azdır.

Müslümanlarda bir aile reisi öldüğü zaman, mirasını dağıtmaya molla ile kadı görevlidir. Ölenin karısı sekizde bir ve kızları, oğulların yarısı pay alma hakkına sahiptirler. Ölenin eğer çocuk kardeşi kalmışsa, mirasa girmemek üzere bakılması, o ailenin ortak mükellefiyetine aittir.

Burası kadar hırsızı az bir memleket yoktur. Evlerin kapıları şöylece kapanmış olduğu halde, burada uzun süre ikâmetim sırasında, bu tür olaylardan söz edildiğini hiç duymadım. Burada sanayinin gelişmesine engel olan en büyük zorluk, memleketi yönetenlerin de idare edilenlerin de yeni bir tarzı kabulden korkmalarıdır. Şehrin etrafındaki doğal su akışı çok elverişli olduğu halde, bunu harekete geçiren güç olarak kullanıp bir fabrika kurmayı, hiç kimse düşünmemiştir. Bu şekilde burada pamuktan, yünden, çok bol olan ketenden her tür kumaş yapılabilirken, bu iş ya elle yapılır ya da bunlar, ham madde olarak ihraç edilir. Geçen yüzyılda, burada çok sayıda yabancı kuruluşu varken, şimdi hiçbiri kalmamıştır. O zaman yirmi beş bin balyadan çok kumaş, çorap vb. gibi yünden yapılma eşya ihraç edildiği halde, bu ihracat şimdi beş bin balyaya çıkamaz. 

Ankara paşasının yönetiminde, yüz seksen köy vardır. Bunların toplam nüfusu seksen beş bindir; göçebe takımı bu hesap içinde değildir.

Silahlı kuvvet, çok sınırlı sayıdadır. Bununla beraber paşa, voyvodaları aracılığıyla, Frigya’nın merkezine otuz bin kişilik bir ordu toplayabileceğini söylüyordu. Bize hükümet memurları tarafından verilen bu rakamlara göre, Küçük Asya’nın ortasındaki nüfusun ne kadar zayıf olduğu anlaşılır.

Kaynakça:

Seyyahların Gözüyle Ankara – Ankara Kalkınma Ajansı – 2017

Yabancı Seyyahların Gözlemleriyle Roma ve Bizans Dönemi’nde Ankara – Dr. H. Sinan Sülüner – Ankara Araştırmaları Dergisi (VEKAM)

Yabancı seyyahların gözünden eski Ankara: Tournefort

Fransa kralı XIV. Louis tarafından doğu ülkelerine (Levant) seyahat etmek için görevlendirilen botanikçi Tournefort(1) 1700-1702 yıllarında gezdiği ülkelerin halklarını, kasabalarını, şehirlerini, ürünlerini ve imalatını gözlemleyerek raporlar hazırladı.

19 Ekim – 3 Kasım 1701 tarihleri arasında Ankara’yı ziyaret eden, kentin tarihi eserlerinden ve dünyaca ünlü moher kumaşının kaynağı olan tiftik keçilerinden çok etkilenen seyyah, notlarını(*) şöyle aktarıyor: 

Joseph Pitton de Tournefort [1656-1708]

19 Ekim 1701 

Tuzlu bölgeden ayrılarak çok çeşitli meşelerin bulunduğu vadilere ve ovalara girdik. Yedi saatlik bir yürüyüşten sonra Beglez (bu günkü Balışeyh) köyünün iyice yakınında kamp kurduk. Ertesi günkü yol, boyları bizim baltalıkları aşmamakla birlikte yaprakları bizimkilere benzeyen meşe ağaçlarıyla bezeli tepelerle kesilen ovalarda on iki saat sürdü. O gün, geçit yerinden Halys’i ya da Türklerin Kızılırmak’ını geçtik; ana yolun tam karşısında yer alan büyük bir dağ, ırmağın çığırının kuzeye yönelmesine yol açıyordu. Kızılırmak derin değildi, ama Sen ırmağının Paris’teki hali kadar genişti ve Kayseri’ye bir günlük yolda akmaya devam ettiği söylendi bize. Dağın doruğundan korkunç bir dibe indik ve Kurbağa köyünde durduk. Buradan Ankara’ya iki mil yaklaşıncaya kadar bütün arazi çorak ve sevimsiz. Ünlü Ankara kentine, dört saatlik bir yürüyüşten sonra, bazı yerleri çok iyi ekilmiş bir vadiden geçerek 22 Ekimde ulaştık. 

Angora ya da bazılarının telaffuz ettiği biçimiyle Angori ve Türklerin verdiği adla Engür, Doğu’daki bütün diğer kentlerden daha çok hoşumuza gitti. Bir zamanlar Toulouse çevresine ve Cevennes ile Pireneler arasında kalan bölgeye egemen olan yiğit Galyalıların kanlarının bu yöre halkının damarlarında hâlâ akmakta olduğunu düşündük. 

Tzetzes,(2) İmparator Augustus’u kentin kurucusu olarak belirttiğine göre, imparator belki de Ankyra kentini güzelleştirdi ve burada yaşayan halk da bir şükran borcu olarak hâlâ Asya’da bulunan bu en büyük anıta onun adını verdi(3). Bu anıtın tamamı iri parçalı beyaz mermerdendi ve bugün de ayakta olan duvarları köşelerde dik açılı olarak almaşık biçimde birbirine geçen tek tek parçalardan oluşur ve bunların kenarları üç ya da dört ayak uzunluğundadır. Ayrıca bu taşlar, yerleştirildikleri deliklerden de anlaşılacağı üzere, bakır kancalarla birbirine bağlanmış. Ana duvarlar hâlâ otuz ya da otuz beş ayak yükseklikte. Cephe duyan nerdeyse bütünüyle yok olmuş; yalnızca bol aracılığıyla eve girilen kapı hâlâ ayakta. Kare biçimli bu kapının yüksekliği yirmi dört ayak, eni dokuz ayak iki parmak; her biri yekpare olan dikmelerinin kalınlığı iki ayak üç parmak. Bezeklerle dolu bu kapının yanında, bin yedi yüz yılı aşkın bir süre önce, güzel bir Latinceyle ve güzel bir yazıyla Augustus’un yaşamı kazınmış. Yazıt sağda ve solda olmak üzere üçer sütun; ne var ki, silinen satırların yanı sıra top güllelerinin açabileceği nitelikte büyük deliklerle dolu; köylülerin kancaları sökmek için açtıkları bu delikler harflerin yarısını yok etmiş. Taşların kaplamaları çok özenle yapılmış, kenarları eşit olmayan ve bir parmak çıkıntı yapan dörtgenlerden oluşuyor. Hol sayılmazsa, yapı elli iki ayak uzunluğunda, otuz altı buçuk ayak genişliğinde. Yapıdan geriye, parmaklıklı, bizimkilere benzeyen büyük mermer karolu üç pencere kalmış. Bu karoların hangi maddeden olduğunu, saydam taştan mı yoksa camdan mı olduğunu bilmiyorum. Yapının çevre duvarlarının içinde önemsiz bir Hıristiyan kilisesinin yıkıntıları, bunun yakınında da iki üç harap ev ve birkaç inek ahırı görülüyor. İşte Ankyra anıtından geri kalanlar: Kalıntılar aslında bir Augustus tapınağı değil, bu kentte gerçekleştirilen halka açık oyunların yapıldığı, büyük şölenlerin verildiği (Neron, Caracalla, Decius, Yaşlı Valerianus, Gallianus ve Salonina’nın madalyonlarında bu durum açıkça görülmektedir) bir kamu yapısı ya da eski bir prytaneum.(4) 

Duvarların dış yüzlerine kazınmış Yunanca yazıtlar okunabilmiş olsaydı, bu yapıya ilişkin daha ayrıntılı bilgiler elde edilebilirdi; çünkü bu yapı belki de diğerlerinden bağımsız bir yapıydı. Bu yazıtlar, şu anda, sırtlarını sağdaki ana duvara yaslamış bazı evlerin ocaklarında, yağla kaplanmış bir halde bulunuyor. 

Ankara şu anda Anadolu’nun en iyi kentlerinden biri ve eski görkemli dönemlerinin izlerini taşımakta. Sokaklarında sütunlara ve eski mermerlere rastlanmakta; bunlar arasında, Marsilya yakınındaki Pennes’de bulunanlara benzeyen beyaz benekli, kırmızıya çalan lal renkli bir tür de görülmekte. Ayrıca Ankara’da, Languedoc’takine yaklaşan, iri kırmızı ve beyaz lekeli bir alacalı akik parçasına da rastladık. Sütunların çoğu düz yüzeyli ve silindir biçimli, bazılarıysa sarmal yivli; en dikkat çekicileri, ön ve arka yüzleri oval biçimli düz silmelerle bezenmiş; aynı düz silmeler ayaklıklarda ve başlıklarda da görülmekte. Silmeler, gravürlerini yaptırmaya değecek kadar güzel göründüler bana; sanırım başka hiçbir mimar bu düzeni kullanmamıştır. Bir caminin kapısındaki basamaklı sekiden daha şaşırtıcı bir şey yoktur dünyada; sekinin birbiri üstüne konmuş mermer sütun kaidelerinden oluşan on dört basamağı var. Günümüzdeki evler kerpiçten yapılmış olsa da duvarlarda çok güzel mermer parçaları da kullanılmış. 

Kentin surları alçak ve harap mazgallarla son buluyor(5); ne var ki, surlarda, özellikle de kulelerde ve kapılarda, hiçbir ayırım yapılmaksızın, duvarcılık malzemeleriyle yan yana kullanılmış sütunlar, baştabanlar, sütun başlıkları, sütun kaideleri ve diğer antik parçalar var; bununla birlikte kuleler ve kapılar güzel değil: Kuleler kare planlı, kapılarsa çok basit. Yazıtların bulunduğu yanda birçok mermer parçası kullanılmış olmasına karşın, çoğu Yunanca, bazılarıysa Latince, Arapça ya da Türkçe olan yazıtlar hala okunabiliyor. 

Ankara kalesi üç surlu ve duvarları büyük beyaz mermer bloklarından ve kızıl somakiye benzeyen bir taştan yapılmış. Kalenin her yanına gitmemize izin verdiler ve -iddia edildiğine göre- bin iki yüz yıl önce yapılmış, Haç adını taşıyan ve birinci surun içinde yer alan bir Ermeni kilisesine götürdüler bizi. Kilise çok küçük ve karanlıktı: Perdahlanmış kaymaktaşına benzeyen ve talk gibi pırıldayan mermerler döşenmiş bir odaya baktığı için bir ölçüde gün ışığı alan bir pencereyle aydınlanıyor; ama içerdeki ışık donuk; içeriye sızan ışıksa biraz kızılımsı ve akik bulunsun çalıyor.(6) 

Kentin dışında, Ermenilerin Meryem Ana manastırının (7) çevresinde bulunan güzel antik mermerlerin arasında yer alan sütunlarda, baştabanlarda, sütun başlıklarında ve kaidelerinde (bunlar küçük Çubuk ırmağının yakınındadır) birçok yazıt var. 

Ankara paşasının otuz altı kese geliri var. Kentteki yeniçeriler bir serdarın buyruğu altında, ama sayıları ancak üç yüz kadar. Kentin nüfusu kırk bin; Türklerin yanı sıra dört ya da beş bin Ermeni ve altı yüz Rum var (8). Meryem Ana manastırı dışında, kentte yedi Ermeni kilisesi var. Rumların kentte bir, kalede bir kilisesi bulunuyor. 

En kısa yoldan gidildiğinde, Ankara Karadeniz’e dört günlük yoldadır. Ankara’dan İzmir’e giden kervanlar bu yolu yirmi günde alırlar; Türklerin Kütahya adını verdikleri eski Cotyaum kenti, Ankara ile İzmir arasında, yan yoldadır. Kervanlar Ankara’dan Bursa’ya on günde, Kayseri’ye sekiz, Sinop’a on, İzmit’e (eski Nikomedia) dokuz, İstanbul’a on iki ya da on üç günde giderler. 

Ankara keçileri

Dünyanın en güzel keçileri Ankara’nın köylerinde beslenir. Ankara keçileri, beyaz renkleri, ipek kadar ince, doğal olarak kıvırcık, sekiz dokuz parmak uzunluğundaki kıllarıyla göz kamaştırır. Bu keçilerin kıllarıyla birçok güzel kumaş, özellikle de soflar dokunur; ne var ki, iplik haline getirmeden, keçinin postunu kentin dışına çıkarmak yasaktır, çünkü kentin insanları yaşamlarını bu işten kazanmaktadır. Sanırım Strabon bu güzel keçilerden söz ediyor. Söylediğine göre, Kızılırmak dolaylarında yünü çok kalın ve yumuşak olan koyunlar besleniyormuş; dahası, başka yerlerde bulunmayan keçiler de varmış. Her neyse, günümüzdeki bu güzel keçiler Ankara’ya dört ya da beş günlük yoldaki yerlerde ve Beypazarı’nda da bulunuyor; keçiler daha uzaklara götürülecek olurlarsa kıl verimlerinde bozukluklar ortaya çıkmaktaymış. Keçi kılı, okkası dört liradan on iki, on beş liraya kadar satılmakta; okkası yirmi, yirmi beş ekü olanlar bile var; ne var ki, bunlar sadece Padişah sarayının sofları için kullanılmakta. Ankara’daki işçiler sof üretimlerinde bütünüyle saf keçi kılı ipliği kullanırlar; oysa Brüksel’de, bilmediğim bir nedenden ötürü, dokumalara yün ipliği de katılır. Ankara’da keçi yapağısı peruklara katılır, ama eğrilmemiş olması koşuluyla; keçi kılı Ankara’nın zenginlik kaynağıdır, bütün varlıklar keçi kılı ticaretiyle uğraşırlar. Ankara keçisi kılının, eski İconium kenti olan Konya keçisi kılma yeğlenmesinin haklı nedenleri var: Çünkü Konya keçileri ya tümüyle kahverengi ya da tümüyle siyah. 

2 Kasım 1701

Bursa’ya gitmek için Ankara’dan yola çıktık; yanımızda yalnızca bir Türk arabacı ve Fransızca anlamayan bir Rum hizmetkâr var; bu yüzden kendi hizmetimizi kendimiz görmek zorunda kaldık. O gün, yalnızca dört saat boyunca, düz ve iyi işlenmiş bir arazide yürüdük. Geceyi, berbat bir köy olan Susuz’da (10) geçirdik ve burada Kayseri’den Bursa’ya giden birkaç kişiye katıldık. 

3 Kasım 1701

Yalnızca Aias’ın (11) ötesinde tek bir tepe yükseltisi kapsayan güzel bir ovada yedi saat yürüdük; oldukça güzel bir kent olan Ayaş bir çukurda yer alıyor; bahçeleri çok güzel ve kentte eski mermerler de var. Ertesi gün, dokuz saatlik bir yürüyüşten sonra Beypazarı’na vardık.

 Beypazarı oldukça dar bir vadide, hemen hemen eşit olarak dağıldığı üç tepenin üstünde kurulmuş. Evleri iki katlı, oldukça iyi tahtadan yapılmışlar; ne var ki, sürekli olarak yokuş çıkmak ya da inmek gerekiyor (12). Beypazarı çayı, birkaç değirmenin çarkını döndürdükten ve meyve bahçelerinin, bostanların bulunduğu geniş bir bölgeye bereket dağıttıktan sonra Aiala’ya (13) kavuşur. İstanbul’da Ankara armudu adıyla satılan armutlar işte buradan gelir; ne var ki, bu armutlar çok geç yetiştiğinden tatma zevkine erişemedik. Bütün bu yöre kurak ve -meyve bahçelerini saymazsak- çıplaktır. Keçiler burada yalnızca ot yerler ve -Busbecq’in (14) de dikkati çektiği gibi- iklim ve otlak değiştirildiğinde niteliklerini yitiren yapağılarının güzelliğini sağlayan da belki budur. Beypazarı’ndaki ve Ankara’daki çobanlar keçileri sık sık tararlar ve çaylarda yıkarlar. Bu yöre bana Titus Livius’un ormansız topraklarını anımsatıyor; Titus Livius’un sözünü ettiği topraklar Beypazarı’ndan çok uzak olmasa gerek, çünkü Sangaris [Sakarya] Irmağı buradan geçiyor; Asya’nın birçok yerinde yapıldığı gibi, burada da yalnızca tezek yakılıyor.(15) 

Dipnotlar

(1) Joseph Pitton De Tournefort, 2005. Tournefort Seyahatnamesi, Kitap Yayınları. 

(2) loannes Tzetzes, 12. yüzyıl Bizans yazarı. 

(3) İmparator Augustus’un bir çeşit siyasal vasiyetnameyi olan ve bir bölümü hâlâ bulunduğu yerde aynen korunan büyük yazıt “Monumentum Ancyranum”. 

(4) Eski Yunanda, devletin bakımını üstlendiği kişilerin kaldığı ev 

(5) Burası hem Pococke’un (1739), hem de “altmış yıllık” olduğunu söyleyen Lucas’ın (1705) tarihlendirdiği aşağı kentin surlandır, Evliya Çelebi-1648’de buradan geçerken de bu surlar vardı. 

(6) “Kale adı verilen mahalledeki bir Rum kilisesinde bulunan bir taştan bu ülkede çok söz edilir; bu taş, Tanrının kendisine iman edenlere imanlarını tazelemeleri için her gün gösterdiği Tanrı mucizesi olarak kabul edilir. […] Ne var ki, yalnızca kalın duvardaki deliği bana gösterdiklerinde ve delikten bakıp bir kaymaktaşı gördüğümde olağanüstü şaşırdım” (Lucas, 1703). Pococke da bir Rum kilisesinden söz eder. Polonyalı Simeon’a göre (1618), kaledeki kilise Rum kilisesiydi ve Meryem Ana’ya adanmıştı. 

(7) “Genellikle Ermenilerin başpiskoposunun oturduğu, Ankara’ya bir mil uzaklıktaki manastırdayım. Kilisesi en güzel kiliselerden biri; kesme taştan yapılmış, kubbesi yüksek ve özenle işlenmiş” (Lucas). “[Kale] yakınından geçen ırmak, kentin batısından geçen Insveh [ince] adı verilen başka bir dereyle birlikte, Ermenilerin manastırın yakınında, kentin bir mil uzağında bulunan büyük bir ırmağa, Çubuksuya katılır” (Pococke). “Aynı zamanda başpiskoposluk merkezi olan ve kente iki mil uzaklıkta bulunan Meryem Ana Ermeni manastırı, bu ülkede gördüğüm en iyi manastırdı” (Aybry de la Mortraye, 1700). 

(8) Simeon, 1618’de, 500 Ermeni ailesi olduğunu söylüyor. Pococke, 1739’da, nüfusu abartmalı biçimde 100 bine çıkarıyor, bunların 1.500’ünün Rum, 8.500’ünün Ermeni olduğunu, ayrıca 40 kadar Musevi ailesi bulunduğunu belirtiyor. Kiliselerin sayıları konusunda verilen bilgiler birbirini tutmaktadır. 

(10) Bugün Ankara-İstanbul yolu üzerindedir. 

(11) Ayaş, “aynı adı taşıyan ırmağın kıyısındadır ve 600 ev kapsamaktadır. Gümüş ve bakır madenleri; yılda bin sığır satar. Yöre pamuk ve pirinç üretir ve 45.000 keçi besler.” (Gardane, -1807). Evliya Çelebi kentte 1000 ev olduğunu söyler. 

(12) “… Kent birçok küçük dağın üstünde kurulmuştur ve bu özellik onu uzaktan bakıldığında olduğundan çok daha büyük gösterir; her cumartesi kentte Pazar kurulur ve gelen çerçiler çok güzeldir” (Lucas). “1000 ev; kentin çevresindeki ovayı, daha sonra Sakarya’ya kavuşacak olan Aladağ çayı sular. Yılda 4.000 kentale varan pirinç hasadı yapılır” (Gardane). 

(13) Tournefort’un Aiala’sı, Gardane’ın da belirttiği gibi (bkz. önceki dipnot) Sakarya’ya kavuşan Aladağ’dır.  

(14) Avusturyalı diplomat Ogier Ghislain de Busbecq, Roma Germen İmparatorluğu’nun Osmanlı Devletindeki büyükelçisiydi (1555-1562). Bir anlatı kitabı vardır. 

(15) De Turnefort (2005), s. 227-233.

Ankara’nın sel ile tanışıklığı: 1957 sel felaketinden bugüne, ne değişti?

Ankara kenti tarihsel olarak Hatip Çayı, Çubuk Suyu ve İncesu Deresi’nin bir araya geldiği bölgede kurulmuştur. Kent hayatında bu dereler ciddi rol oynamıştır; tiftik bu derelerde temizlenmiş, tabakhane bu derelerin suyunu kullanmış ve şehri doyuran bostanlarda (özellikle Kazıkiçi bostanları) bu derelerin suyu kullanılmış hatta Hatip Çayı’nın üzerinde Roma döneminde yapılan bent marifetiyle suyun derinliği artırılarak kalenin savunmasında önemli katkısı olmuştur. 

Cumhuriyet dönemi başkentlik unvanı verilen Ankara’nın derelerine ise neredeyse hiç önem verilmemiştir. Mimar Jansen’in 1928 Ankara planında kentin havuz/plajı ve rekreasyon alanı olarak tasarlanmış olan Bent Deresi bölgesi, plaj yapılmasa da kıyısındaki parklar ile dönemin en önemli mesire alanı durumundaydı. Gerek kent yaşamına gerekse peyzajına güzellikler katan nehirler sayısız Avrupa kentinin olmazsa olmazlarıdır.

Ankara’nın da en önemli doğal zenginliği olan derelerin doğal ortamıyla korunmasına yönelik maalesef hiçbir girişimde bulunulmamış ve akarsuların kanalizasyon işlevi görmesi ve zamanla asfalt altına alınması ile şehir, mekânsal özelliklerinin önemli bir kısmını yitirmiştir. 

Ankara’nın ‘sel tarihi’

Cumhuriyet tarihinde Ankara’nın yaşadığı en büyük doğal afetin, şehrin akarsu zenginliği ile ilişkili olması bu yazının konusunu oluşturmaktadır. Hatip Çayı’ndan kaynaklanan 11 Eylül 1957 Sel Felaketi unutulmuş, Ankara’nın ve Ankaralıların hafızasından tamamen silinmiştir.  Ankara’nın sel ile tanışıklığı ise olayın öncesine dayanır. 

4 Mayıs 1946’da Bent Deresi, 7-8 Mayıs 1947’de Hatip Çayı, 9 Temmuz 1950’de Ankara’nın bazı semtleri, 22 Mayıs 1951’de Ankara’nın bazı mahalleleri, 12-15 Haziran 1951’de Dikmen ve İncesu Dereleri, 20-23 Temmuz 1952’de Kayaş’ta su baskını… 17 Şubat 1953’de Çubuk Çayı taşarak Varlık Mahallesi’ni sular altında bırakmış, 1 Mayıs 1953’de şehre yağan yağmur ve dolu ile şehir merkezinde oluşan seller ve 19 Haziran 1954’de sağanak yağış sonucu bazı semtleri su basmış, 9-11 Eylül 1957’de Hatip Çayı havzasından gelen sel şehir tarihinin en büyük taşkınını meydana getirmiş ve 196 kişi hayatını kaybetmiştir. 18-21 Haziran 1961’de de Bayındır Çayı, Esat ve Dikmen Dereleri taşmıştır.

Ancak en acı vereni mevzu-bahis olan 11 Eylül olayıdır. Öte yandan ne acıdır ki ne Bent Deresi sel baskını ne de öncesindeki dere taşkınları doğa olayı gibi algılanarak yaşanması mecburi birer “afet” olarak görülmüş veya gösterilmiş. Oysa hiç kimse veya kurum imar planlarında yapılan yanlışlıkları görmeye yanaşmamış. Aynı içinde bulunduğumuz dönemde Karadeniz ilçelerinde yüzlerce kişinin hayatına mal olan dere taşkınları gibi… Aradan geçen 70 yılda hala aynı hataların yapılması akla ranttan başka neyi getirebilir? Evet, şimdi tekrar vahim olayımıza dönelim dilerseniz;

Hatip Çayı, Ankara şehir merkezinden geçerken üzerinde kurulu Romalılardan kalma su bendi olduğu için, Bent Deresi adını alsa da 1930’lu yılların başında yapılan eklentilerle orijinalliğini kaybeden bentler tümüyle yıkılmıştır. 

Bentlerden sonra tabakhanelerin önünden geçtiği için Hatip Çayı’na Tabakhane [Debbağhane] Deresi adı da verilmektedir. Hatip Çayı, Ankara’nın doğusunda yer alan yaklaşık 2 bin metre yüksekliğindeki İdris Dağı’ndan doğduktan sonra, önce güneybatıya akarak Hasanoğlan Ovası’nın sularını toplayıp sonra batıya yönelerek Kayaş Vadisi’ne girdiği için Kayaş Suyu olarak da adlandırılır. 

Kayaş Suyu, Hatip Çayı, Bent Deresi ve Tabakhane Deresi gibi çok sayıda ismi olan akarsu; yaygın olarak Ankara şehrinin tarihi yerleşimi olan kalenin eteklerinden geçerken aldığı Bent Deresi adıyla bilinir.

Eriyen dolular Hatip Çayı’na karışınca felaket kendini gösterir…

Taşkının yaşandığı 11 Eylül Çarşamba günü öğlen saatlerinde Hüseyin Gazi Dağı’nın üzeri birdenbire kararır, Elmadağ üzerinden Ankara’ya kara bulutlar gelir ve Ankara’nın kuzey kesimlerine şiddetli sağanak başlar. Yağmur, şehirde pek fark edilmemişse de Elmadağ, Çubuk, Esenboğa, Mamak ve Kayaş boyunca başlayan sağanak, özellikle Elmadağ, Esenboğa ve Çubuk hattında ceviz büyüklüğünde doluya dönüşerek etkisini gösterir. Esenboğa’ya yağan doludan hava alanı pisti buz içinde kalır ve pist temizleninceye kadar uçuşlar yapılamaz. Elmadağ’a yağan dolular yaklaşık yarım metrelik bir tabaka oluşturur. Asıl felaket; bu dolu tabakası eriyip dere ve sel yataklarından Hatip Çayı’na karışınca kendini gösterir.

Sel ile ilgili ilk ihbar saat 14:00 sıralarında Elmadağ üzerinden geçmekte olan bir askeri uçaktan gelir ve telsizle Elmadağ’dan Ankara’ya doğru bir selin geldiği bildirilir. Seli ilk görenlerden biri de demiryolu bekçileri olur, selin varlığını ve geldiğini emniyete bildirirler.

Sel, demiryolu hattının 325 metrelik kısmını kopararak sürükler, Mamak ve Kayaş arasındaki tren seferleri sel başladığı andan itibaren durdurulur. Sel, ağaçları yıkıp, çukurları doldurarak Elmadağ’dan Lalahan’a ve vadi boyunca Hasanoğlan, Kayaş ve Ankara’ya doğru ilerler.

İlk su baskınına uğrayan yerlerden biri Lalahan olmuştur. Kayaş sular altında kalınca, Belediye Başkanı Orhan Eren selden haberdar edilmiştir. Eren, yola çıkıp sele doğru gitmeye çalışmışsa da Kayaş’ta tahribat yapan selin Ankara’ya büyüyerek devam ettiğini görmüş, şehre geri dönerek yol üzerindeki evleri ve Mamak’taki askeri birlikleri haberdar etmiştir. Başbakan Adnan Menderes, Meclis’e uğramadan yola koyulmuştur. TBMM’de dönemin en önemli meselesi görüşülürken Menderes’in valilikten, belediyeden ve ordudan görevlileri yanına alarak vatandaşın yardımına koşması, sonra Zafer Gazetesi’nde övünülerek anlatılmıştır. 

Sel daha hızlı ilerlediği için, Menderes selin bir tarafında kalmış, diğer tarafa geçemediği gibi Ankara’ya da geri dönememiştir. Nehrin sağ sahilinde Mamak, Hatip Çayı, Bent Deresi ve Kazıkiçi Bostanları’nda çalışmalara katılan Menderes, geceyi Altındağ’daki Tiftik Çiftliği’nde geçirmiştir. 

Cumhurbaşkanı Celal Bayar, saat 17:30’da nehrin sol sahilinde yer alan Saimekadın’a kadar gidebilmiş, yollarda selin yaptığı tahribat nedeniyle daha ileriye gidememiştir. Saimekadın ve konservatuvar civarını inceleyen Bayar, halkı dinledikten ve çeşitli direktifler verdikten sonra şehre geri dönmüştür. 

Hatip Çayı’nın yatağında ilerleyen sel suları çok hızlı akarken, bazı yerlerde evlerin boyunu aşmış ve önüne çıkan canlı cansız her şeyi sürüklemiştir. Dere yatağındaki tarlaların hepsi tahrip olmuş ve mahsuller zarar görmüştür. Ağaçlar gibi elektrik ve telefon direkleri de yıkılmış ve sel güzergâhında yer alan yerleşim birimlerinin hem elektrikleri kesilmiş hem de iletişim olanakları ortadan kalkmıştır. Sel mağdurları kaderleri ile baş başa kalmıştır. 

Hatip Çayı’nın akış yönünde yer alan Kayaş, Üreğil, Mamak, Saimekadın, Gülveren, Bent Deresi, İsmetpaşa Mahallesi, Atıfbey, Dışkapı, Kazıkiçi Bostanları ve Akköprü su altında kalmıştır. Sel suyu Saimekadın’dan sonra, iki kola ayrılmış, bir kolu Demirlibahçe’yi basmış, diğer kolu ise Gülveren üzerinden Dışkapı ve Akköprü’ye doğru ilerlemiştir. Selden en çok etkilenen yer Demirlibahçe olmuştur. Demirlibahçe’de de suyun şiddetine dayanamayan kerpiç evler, kurtulma ümidi ile üzerlerine çıkan vatandaşlarla beraber sel sularına gömülmüştür. Demirlibahçe’nin çukur arazi yapısı ve sel sularının hızla bölgeyi doldurması nedeniyle tek katlı evlerin hepsi su altında kalmış ve felaketin bölgedeki boyutu yıkıcı olmuştur. 

Selin diğer kolu, Bent Deresi ve Varlık Mahallesi

Selin diğer kolu, Bent Deresi ve Varlık Mahallesi ile Sanayi Caddesi ve Kazıkiçi Bostanları’nı etkilemiş ve tahribatı büyük olmuştur. Çankırı Caddesi’nin Dışkapı’ya yakın kısmından başlayarak Dışkapı Meydanı ve Buluş Sineması’nın bulunduğu yerler dâhil olmak üzere Ziraat Mahallesi’ni de su basmıştır. Varlık Mahallesi’nde yüzlerce ev yıkılmış, Yeni Sanayi çarşısındaki dükkânlar ve buraya tamir için getirilen araçların hepsi su altında kalmıştır. 

Dışkapı’dan Akköprü’ye inen sel suyu, Ankara-Yenimahalle yolunu ve yeni asfaltlanan İstanbul Caddesini tahrip etmiş, Ankara’nın hem şehir içi hem de şehirlerarası ulaşımı kesilme noktasına gelmiştir. 

Troleybüsler, otobüsler ve otomobillerin hiçbiri çalışmadığı için Dışkapı Caddesi’nde trafik durmuştur. Şehir merkezinde çalışıp Yenimahalle, Etlik, Keçiören, Aydınlıkevler ve Yenidoğan civarında oturanlar iş çıkışı evlerine gidememiş, gece yarılarına kadar otobüs duraklarında beklemek zorunda kalmış ve otobüs duraklarında uzun kuyruklar oluşturmuşlardır. Belediye Yenimahalle’ye gidecekleri Çiftlik yolu üzerinden götürme kararı almış, ancak Çiftlik yolundaki ulaşım da köprünün su altında kalması ile engellenmiştir. Belediye ekipleri 12 Eylül öğlene doğru Yenimahalle yolunu açmış ve İskitler Caddesi üzerinden Keçiören tarafına gitmek mümkün olmuştur. Adana, Kayseri ve Zonguldak tren seferleri de kesintiye uğramıştır. 

15 Eylül’de selin korkunç bilançosu; ‘ölü sayısı 140 ve maddi zarar 200 milyon lira’ olarak açıklanmıştır ve ölenlerin daha çok çocuklar olduğu anlaşılmıştır. Daha sonraki yıllarda resmi can kaybı 165 olarak sabitlenmiştir. Zamanın iletişim eksiklikleri, iktidarın sansür baskısı, gecekondu mahallesinde boğulan çocukların nüfus kayıtlarının yapılmamış olması göz önüne alındığında gerçek rakamlar bunun çok daha üstündedir.

Bent Deresi, gezi ve park alanı olma özelliğini selden sonra tamamen yitirdi

Sel felaketi haberleri gazetelerde çeşitli boyutları ile ele alınırken, Kerim Yund imzalı “Ankara tufanın sebepleri” başlıklı yazı dikkat çekiyor. Ülkeyi, “Türkiye öteden beri başıboş suların serserilik ve derebeylik yaptığı ülkelerden biri” sözleriyle niteleyen yazı; dönemin gündelik gazetelerinde sel felaketi ile ilgili bilimsel verileri kullanarak yazılan tek analiz yazısı: 

“İskân ve orman, suların hasar yapmasını önler. Akarsuların coşma ve taşma alanı iyi hesaplanıp, buralara barınak yapılmasının kötü sonuçları yurttaşlara bildirilmeli ve böyle yerlerde iskân kesinlikle yasaklanmalıdır. Bundan birkaç yıl önce de Eskişehir’de, Meriç boylarında sular binlerce cana kıymıştır. Eğer Hatip Çayı’nın başlarında, kaynaklarında ve geçtiği yerlerde orman bulunsa idi Ankara Tufanı ya hiç olmayacak veya çok hafif atlatılacaktı. Ormanlık yerlerde ısı farkı çok olmadığından dolu yağmayacaktır. Eğer Elma Dağı, ormanlık bir dağ olsa idi, bu kadar çok miktarda dolu yağmayacaktı. Ankara Tufanı ertesi, Cuma Günü Hacı Bayram Camii’nin vaizinin dediği gibi Tanrı’nın kullarına verdiği bir ceza değildir. Halkın çıplak gezmesinin oyun oynamasının değil, cehaletin ormanları yakıp yıkmasının ve usulsüz iskân dolayısıyla çekilmektedir” 

Sel felaketinden sonra Bent Deresi üzerindeki köprüler yıktırılmış ve dere DSİ tarafından menfez içine alınarak üzerinden 10 metre genişliğinde yol geçirilmiştir. Bent Deresi, erken Cumhuriyet döneminden itibaren Ankara’nın önemli bir gezi ve park alanı olma özelliğini, selden sonra tamamen yitirmiştir. Toplam 5 km uzunluğundaki menfezin ilk aşamasının yapımına, konservatuvardan Dışkapı’ya kadar olan kısma 1958 yılının Nisan ayında başlanmış; Dışkapı’dan Varlık Mahallesi’ne kadar olan ikinci aşama ise 1959 sonunda bitirilmiştir.

Hangi caddenin altından hangi derenin geçtiğinden bile haberdar değiliz 

Hatip Çayı’nın getirdiği sel felaketi Ankara’nın arada sırada taşkın yapan derelerinin devlet eliyle birer birer yer altına çekilmesi sürecini başlatmıştır. Şehrin doğal dokusunun bozularak, akarsuların menfeze alınması işlemi, sel felaketi nedeniyle ilk defa 1959 yılında Bent Deresi’ne uygulanmıştır. Bu müdahale yeni taşkınların olmasını engellememiş; iki yıl sonra 1961 yılında Hatip Çayı tekrar taşmış ve sel baskını olmuştur. 

İdarecilerin keyfi yaklaşımları ile Ankara’nın akarsu mecralarına müdahaleler 1956-1957 yıllarında başlamış ve ulaşım ağının genişletilmesi için Bent Deresi ilk kurban olmuştur. 1957 Sel Felaketi, plansız ve programsız yapılan müdahalelerin meşrulaştırılması için hoyratça kullanılmış; derelere yapılan bütün müdahalelere rağmen Ankara’da su baskınları ve sel felaketleri bir türlü önlenememiştir. 

Bir zamanlar her yağmur yağdığında “Kayaş’tan Hatip Çayı ile sel gelecek” diye paniğe kapılan Ankaralılar, yakın tarihe dair hafızası tamamen silinmiş bir şehirde hangi caddenin altından hangi derenin geçtiğinden bile haberdar değildir. 

Şehrin büyüme dinamikleri ile uyumsuz imar planı hazırlatılması planların hiçbir zaman uygulanamamasına, idarecilerin otoriter tutumları da Ankara’nın doğal dokusunun bozulmasına, kültürel mirasının yağmalanmasına ve mekânsal özelliklerini yitirmesine neden olmuştur. Bir yandan akarsuları yer altında menfeze çekip üzerlerini kapatanlar, diğer yandan yaptıkları parklara bahçelere göletler, tahta köprüler ve fıskiyeler ilave etmektedir.

Doğal olanı korumak yerine yapay olanı görünür hale getirmek daha kolay olsa da günden güne asfalt ve beton ile kuşatılan Ankara’da yağan yağmur toprağa karışamamakta, her yıl aynı düzeyde gerçekleşen yağış dere ve sel yataklarını tekrar ortaya çıkarmaktadır. Ankara’da her yağış sonrasında beliren su baskını ihtimali ve sel felaketi tehlikesi, derelerin kendi doğal mecralarında “tekrar” özgürce akacağı ve sularını topladıkları alanların ağaçlandırıldığı güne kadar devam edecektir.

Kaynakça:

Yrd. Doç. Dr. İhsan Seddar Kaynar, Ankara Araştırmaları Dergisi, Aralık 2017, S:197-224, Ankara’nın 11 Eylül 1957 Sel Felaketi ve Siyasi Gündemi

Tarihe direnen Ayrancı’nın son bağ evlerinden: Mıhçıoğlu bağ evi

Bu sayımızda size Aziziye Mahallesi Güvenlik Caddesi Andrey Karlov Sokak No: 20 adresinde bulunan Mıhçıoğlu Bağevi’ni anlatacağım.

Şimdi Dafne Restoran’ın kullandığı bu mülk içinde bulunan tarihi Ankara evi ve 3.5 dönümlük asırlık çam ağaçları ve sayısız meyve ağaçları bulunan bahçesi ile Ankara’nın merkezinde benzeri olmayan nadide bir vaha gibi.

Mıhcıoğlu Bağevi

Ankara’nın sayfiyesi Ayrancı bağları

Ankara’nın köklü ailelerinde ve eşrafında bağ evi geleneğinin olduğunu biliyoruz. Kaledeki evlerinden yazın gelmesiyle önceleri at arabalarıyla, sonraları kamyonlara doluşarak taşınılan bağ evlerinde havaların soğumasına kadar kalınır, tüm kış hazırlıkları bağ evlerinde görülürmüş.

1970’li yılların sonuna doğru Ankara’da bir söz yayılmaya başlamış, “bağ evini müteahhitte verip yerine apartman yaptırmak için bu son şansın, koruma kurulu kararı çıkınca artık evine dokunamazsın”. Bu kurul kararı ne zaman çıktı bulamadım ama Ayrancı bağ evlerinden sadece 4 tanesi bu furyaya katılmadı. Börekçi ailesine ait bir, Kınacı ailesine ait iki ve Mıhçıoğlu ailesine ait bir bağ evi. 

Ayrancı’da varlığını sürdüren 4 bağ evinden biri: Mıhcıoğlu bağ evi

Belediye tarafından restorasyonu onaylanan Şakir Kınacı’ya ait bağ evine daha önceki sayımızda yer vermiştik. Bahçesindeki süs havuzunun başında dedesi ile kahve içen Atatürk’ün anısına saygısından babasının bağ evinin yıkılmasına karşı çıktığını yazmıştık. 

Mıhçıoğlu ailesine ait bağ evinin korunmasının nedeni büyükbaba Halit Ferit Mıhçıoğlu’nun bu evi oğlu Dr. Ahmet Kazım Mıhçıoğlu’na bırakması olmuş.

Halit Ferit – Necibe Mıhçıoğlu çiftinin ikisi kız üçü erkek beş çocukları vardır. Ahmet Kazım Mıhçıoğlu, ailenin dördüncü çocuğu olarak 1907 yılında Ankara’da doğmuş. 1928 yılında Yüksek Orman Mektebi’nden birinci dereceyle mezun olmuş.

Mezuniyetinden hemen sonra İstanbul Belgrad Ormanı fen memuru olarak çalışma hayatına başlamış. 1931 yılında staj yapmak üzere bakanlık tarafından Almanya’ya gönderilmiş. Almanya’da Freiburg Üniversitesi’nde ormancılık tahsili görüp ve 1937’de doktora eğitimini iyi derece ile tamamlayarak yurda dönmüş.

Türkiye’ye döndükten sonra ilk olarak Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü’ne, daha sonra Ankara Orman Fidan Müdürlüğü’ne tayin edilmiş. 1965 yılında kendi isteği ile emekliye ayrılmış.

Çocuğu olmayan Kazım Mıhçıoğlu, Hasanoğlan’da 60 dönümlük bir arazide, kendi eliyle çubuktan yetiştirdiği kavaklığı ‘Mıhçıoğlu Ormanı’ olarak bağışlamış ve Elmadağ ilçesinde okulu olmayan bir köye okul ve çeşme yapılmasını vasiyet etmiş. 

Okul hâlâ Hasanoğlan’da Dr. Ahmet Kazım Mıhçıoğlu İlkokulu adıyla eğitim vermeye devam etmekte.

Dr. Ahmet Kazım Mıhçıoğlu Ankara Kulübü’nün kuruluşunda da bulunmuş ve 1947-1951, 1956-1964 ve 1967-1968 tarihleri arasında başkanlığını yapmış. 04.11.1987 tarihinde vefat eden Dr. Ahmet Kazım Mıhçıoğlu Cebeci Asri Mezarlığı’ndaki aile kabristanına defnedilmiş.

Garanti Bankası Anafartalar Caddesi’nde kuruluyor

Ankara’nın köklü ailelerinden olan Mıhçıoğlu ailesinin büyük oğlu Halil Naci Mıhçıoğlu ve arkadaşı Mahmut Nedim İrengün,Garanti Bankası’nın ‘kurucuları’ arasında isimleri geçiyor. Bugün hayatta değiller. 1946 yılının Ankara’sında banka kuracak kadar ‘girişimci’ olan İrengün ve Mıhçıoğlu, o dönemde en yakın arkadaşları Vehbi Koç’un İkinci Dünya Savaşı sonrası, şirketlerin likiditeye ihtiyaç duyduğunu keşfederek bu işe soyunuyor, İrengün ve Mıhçıoğlu bu kararlarını Vehbi Koç’a açıyorlar. ‘Olur’ yanıtı alınca da Ankara Anafartalar Caddesi’nde daha önce kağıt deposu olarak kullanılan 300 metrekarelik mekanda, 1 şube ve 25 personelle işe başlıyorlar. Bankanın adını da ‘Garanti’ olarak tescil ediyorlar.

Sanayinin ve ticaretin kalbinin aslında İstanbul’da attığını fark ederek 1950 yılında genel merkezi Ankara’dan İstanbul’a taşıyorlar, ardından peş peşe açtıkları şubelerle, pek çok banka batıp çıkarken, onlar orta ölçekli bir banka yaratıyorlar.

TBMM’de 7. dönem milletvekilliği de yapan Halit Naci Bey 30.09.1986 tarihinde vefat etti. 

Erhan Mıhçıoğlu

Mıhçıoğlu ailesi Ayrancı’da yaşamaya devam ediyor

Kazım Mıhçıoğlu’nun küçük erkek kardeşi Mehdi Mıhçıoğlu’nun oğlu Erhan Mıhçıoğlu ile telefon ile görüşme yapma imkanımız oldu. 

Erhan Bey halen Ayrancı Dedekorkut Sokağı’nda aileye ait apartmanda yaşıyor. Kimya mühendisi olan uzun yıllar döküm sanayi ile uğraşan Erhan Bey artık emekli olmuş, eşinin vefatı ve pandemi nedeniyle çoğunlukla Datça’da bulunuyor. Ankara’ya döndüğünde Ayrancı’nın eski günlerine dair uzun bir sohbet sözü aldığımız Erhan Bey, 1951 yılında babasının yaptırdığı Meneviş ile Güven Sokağı’nın (şimdiki Kuveyt Caddesi) Ayrancı’nın ilk apartmanının, 1953 yılında bağ evinin tadilatı sırasında Şakir Kınacı’nın bağ evinde yatılı misafirliklerinin, Ayrancı’daki çocukluk gençlik günlerine ait anılarıyla bir parmak bal çaldı. Babası ve halaları ile ilgili anıları ve aile albümünden fotoğrafları Ankara’ya döndüğünde bizimle paylaşacak, bizlerde heyecanla bekliyoruz.

Mıhçıoğlu Bağevi
Mıhçıoğlu Bağevi

Bağ evinden Dafne Restoran’a…

Erhan Beyin telefonda ifadesi şöyleydi; “Büyükbabamız Halit Ferit Mıhçıoğlu, Kazım Amcam Orman mühendisi diye bağ bahçe işlerinden anlayacağını düşündüğü için Ayrancı’daki bağ evini ve Elmadağ – Hasanoğlan’da bulunan araziyi kendisine bırakmıştı. Amcam çocuğu olmadığı için bağ evini Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağışladı. Daha sonra farklı firmalar burayı kiralayarak Ankaralılara hizmet vermeye başladı.

Mıhçıoğlu ailesinin varlığından habersiz olarak benim ve arkadaşlarımın da gittiği, kiracılarının işlettiği hatırladığım ilk mekan Park Klüp’tür. Seksenli yıllarda ilk açıldığında, garden partileri, tenis kortları ile herkesin şık şıkıdım giyinip, akşam üstleri kokteyl içtiği, geceleri müzik dinleyip dans ettiği eski Türk filmlerindeki gibi bir kulüptü.

Sonra şimdilerde Safiye Soyman ile televizyonlarda gördüğümüz Faik Öztürk ve ortağı kiralayarak Beyler Konağı isimli (bu eril isimli mekan zamanın ruhundan uzaktı) kebapçı, meyhane karışımı bir mekan açtılar. 90’larda eller havaya furyası başlayınca Faik Öztürk ortağından ayrılarak Filistin Caddesi’nde Dedikodulu Meyhane’yi açınca, ortağı işe devam etmedi ve mekan şimdiki kiracı Dafne Restoran’a devredildi. 

Ayrancı’nın bu eski bağ evi yılların izini Dafne Restoran adıyla yaklaşık 30 yıldır bu adreste bizimle paylaşmaya devam ediyor.

Mıhçıoğlu Bağevi

Ayrancı’nın “efsane muhtarı” Ahmet Sezai Günışıldar

Ahmet Sezai Günışıldar Ayrancı tarihinde efsane olmuş muhtarımız. Yirmi yıldan fazla mahallemize hizmet etmiş 26 yıl önce aramızdan ayrılan değerli büyüğümüz.

Teknoloji ve bilgisayarların hayatımıza bu kadar çok girmediği dönemlerde muhtarlık daha önemliydi çünkü yaptıracağınız her işlemin muhtardan alacağınız belgeler ile tasdiklenmesi gerekirdi. O zamanlar devletin düzenli maaş ödemediği muhtarların geliri de attıkları imza karşılığı vatandaşın gönlünden kopan paralardı. Benden büyüklerim ve yaşıtlarım Ayrancı’nın efsane muhtarı Ahmet Sezai Günışıldar’ı çok iyi hatırlar. Hoşdere Caddesi’ndeki muhtarlık binasını kira ödeme güçlüğü nedeniyle boşaltınca babamın daveti üzerine Kuzgun Sokak’taki binamızdaki boş dükkana taşınmıştı. Ben o zamanlar ilkokul öğrencisiydim. Okuldan geldikten, ödevlerimi bitirdikten sonra kapının önüne iner, muhtar Sezai Amca’ya yardım ederdim. Belgeleri doldurur, imzalayıp mühürlemesi için kendisine uzatırdım. Bu imza işi öyle hemencecik olmazdı, aslında büyük bir seremoni olurdu. İmza atılacak evrakın boyu ne kadarsa, imza da o kadar uzun olurdu. Kağıdı boydan boya imzalamak öyle bir çırpıda yapılmazdı. İmzanın ilk kısmı atılır, sigaradan bir nefes çekilir, imzanın ikinci kısmı atılır yeni bir nefes çekilir ve imza bitirilirdi. Sonra mühür büyük bir özenle mürekkeple ıslatılır, güzelce hohlanır ve öyle basılırdı.

Ayrancı Muhtarı Ahmet Sezai Günışıldar‘ın büyük seramoni ile attığı uzun imzası

Belgeleri benim doldurmam Sezai Amca ile belge almaya gelen kişiye sohbet için yeterli zamanı yaratırdı. Bu sohbet sonunda gelen kişinin gelir düzeyi ile ilgili bir kanaati oluşurdu. Ödeme faslı geldiğinde hiç rakam telaffuz etmezdi. Hali vakti yerinde olanlar için gönlünden ne koparsa şuraya bırakırsın derdi. Ödeme güçlüğü olacağını düşündüğü mahallelisine de ‘sana bir bilmece sorayım, bilirsen para yok’ derdi.

Birlikte çok günlerimizin geçtiği Sezai Amca, ‘büyüdüğünde bu mührü sana devredeceğim, benden sonraki muhtar sen olacaksın’ dediğinde Türkiye’de kadın muhtar sayısı bir elin parmağından azdı. Kadının hayatın içinde olmasını destekleyen tavrı ile çağının önünde bir insandı.

Güler yüzlü büyükle büyük, küçükle küçük olmayı bilen değerli bir insandı.

Eski muhtarlarımızdan Ahmet Sezai Günışıldar’ı okurlarımıza tanıtmak, tanıyanlara hatırlatmamız gerektiğini düşündüğümüz için torunları ile görüşmek istedik. Ulaşabildiğimiz torunları da bizi kırmayarak Ayrancı’ya kadar ziyaretimize geldiler. Torunları Ceyhun ve Ümit torunu Ümit’in kızı Beyza ile bu görüşmeyi gerçekleştirdik.

Ahmet Sezai Günışıldar

Sezai Amca’yı torunları anlatıyor… 

Dedemin baba tarafı mübadele ile değil kaçarak gelen Selanik Dimetoka köyü göçmenlerinden. O yüzden kütüğümüz Edirne’ye bağlı ama biz Edirne’yi görmedik. Rahmetli dedem İller Bankası’nın (Opera’daki yıkılan bina) hukuk müşavirliğinden emekli olduktan sonra muhtarlığa adaylığını koyuyor ve kazanıyor. Daha önce muhtar olarak “Mecit bakkal” diye bir ismi hatırlıyorum.

Dedemiz Ahmet Sezai Günışıldar, 1968 -1989 yılları arasında kesintisiz olarak 21 yıl Ayrancı mahallesinin muhtarlığını yapıyor. Artık aday olmamaya karar verince bayrağını birinci azası olan berber Osman Özcan’a devrediyor. İnsanlar öyle alışmışlar ki onun muhtarlığına, adaylığını koymadığı seçimde adını göremeyince bazı seçmenler yanlış sandığa geldik galiba diyorlar. Halbuki aday olmamıştı.

Dedemin 1910 yılı doğumlu olması gerek; artı eksi 1-2, nüfus cüzdanı eski takvime göreydi. O yıllarda Reşat Nuri Sokağının yukarı kısmında oturuyorduk. Oralar kentsel dönüşüme girince Sokullu’ya taşındık. Dedem 1995 senesinin yazında orada sandalyede vefat etti.

Arada bir es vererek sigarasından bir fırt çektiği uzun imzası meşhurdu. “A. Sezai Günışıldar” O, A nokta özellikle söylenirdi. Tam adı Ahmet Sezai Günışıldar. Ahmet’i kullanmazdı. Rahmetli anneannem Fatma da ona Sezai diye hitap ederdi. Birbirlerine elbette saygıları vardı ama o zamanlar öyle canım, cicim, aşkım, öyle bir şey yok.

Hatırlayabildiğim, yardım severliği ön plandaydı. Muhtarlık, hele Ayrancı gibi bir yerde, tabiri caizse banka gibi para basma yeriydi, fakat dedem çoğunlukla kapıcılardan para almaz, mahalleye gelenlerden, ‘hoş geldiniz’ der para almaz, mahalleden gidenlerden ‘güle güle’ der almaz, öğrencilerden almazdı, böyle çoğundan para almazdı.

Muhtarlığın son yeri Kuzgun Sokak 26 numaralı Gülün Apartmanı’ndaki dükkandı. Biz de gelirdik oraya öğlenleri bir iki saat geçirir, muhabbet ederdik. Esnafları tanırdık. Ben ilkokulu Salih Alptekin’de, orta okulu Ayrancı Lisesi’nin orta bölümünde okudum. Liseyi de Ayrancı Ticaret Lisesi’nde okudum, Uçarlı Sokak’ta. 1991 yılında oradan mezun oldum.

Nazilli Sokağın Hoşdere Caddesi köşesinde de oturduk. Orası tek katlı bir yerdi, karşıda Polat Gazete dergi bayii açılmıştı. Önce Ayrancı Taksi’nin orada bir büfeydi. O bina yapılınca Polat ve çocukları geniş dükkana geçtiler.

Çocukluğumuzun Ayrancı’sı

Çocukluğumuzda işte Çimen Pastanesi, Teoş Kırtasiye ve Can Tuhafiye (torpil mantar filan alır patlatırdık, küçük bir dükkandı ama acayip, yok yoktu yani), buralar Ayrancı denince aklımıza gelen yerlerdi. Etraf alabildiğine boş, arsa da diyemiyorum, topraklık, ağaçlar var, salıncak kurmuşlar sallanıyorlar. Çankaya tarafında, daha yukarıda sonradan yerle bir edilen değişik şekilde villalar varmış. 6-7 yaşlarımın geçtiği, 12 Eylül yıllarında yaşadığım evin on metre aşağısında bir çeşme vardı, gürül gürül akardı; tıpası vardı hatırlıyorum. Şimdi Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Ayrancı Pazarı’na doğru yayıldığı yerler.

Dikmen deresi vardı. Çetin Emeç Bulvarı’nın başladığı yerin yukarısı Dikmen Vadisi diye geçiyor, aslında orası Dikmen deresi, belki de 45 derece açıyla büyük taşlıklar vardı, bent de vardı ve açıktan akardı.

Körfez savaşı sırasında kapatılan sığınak vardı, bir tarafı Ayrancı’da, bir tarafı Dikmen’e çıkıyordu. Dikmen Caddesi’nde Zeki Bey durağını geçer geçmez, şu anda büyük blokların olduğu sağ tarafındaydı bir ucu. Bir ucu da Ayrancı’daydı. Biz oraya fenerlerle girerdik. İçi gerçekten labirent gibi, yazın içeri girip üç metre gidince içerisi buz gibi soğuk oluyordu. Bazı yerlerde, odalara giriyorsunuz, geniş odalar; yerlerde kare şeklinde (en az 50x50cm) düzenli açılmış, köşeli delikler var, kötü kokmuyor, bunların hepsi ağzına kadar su dolu. Ben hatta o zaman birkaç tane taş atmıştım, ses gelecek mi gelmeyecek mi diye, inanın taş atıyorsunuz sesi duymuyorsunuz. Sonraları Körfez Savaşı esnasında bu sığınaklardan bahsedildi ve burada bizim de hissemiz var, buradan faydalanma gibi söylemler oldu, okuduğum kadarıyla orası içeriden ışıklandırıldı ama kapatıldı, zaten şimdi inşaatlar yapılınca otomatikman kapandı. 

Dedemin bu şekilde anılması gurur veriyor

Facebook’ta ilk defa “Nostaljik Ayrancı” sayfasında dedemle ilgili yorumlarla karşılaştım ve hiçbir tane kötü bir şey yoktu. Hiç mi kimse kötülemez, kötü bir anısı geçmiş olabilir, insanlık hali, bir tane bile kötü yoruma rastlamadım. 

Sebze kamyonetine çıkar seçim turu atarmış mesela. İmzasından çok söz ediliyor. Durumunun iyi olmadığını bildiği ailelerden gelen çocukların parasını alıp sonra parayı evrakın içine koyup, ‘bunu annene ver’ deyip geri gönderdiğini yazıyorlar. Güzel yorumlar okuyunca insan gurur duyuyor. Belki maddi olarak bir şeyler olmadı ama bunlar maddiyatın ötesinde şeyler. Dedemin bu şekilde anılması gurur veriyor. Bu dünyada kazandığı kazanabildiği en büyük servet budur. Dedem o dönemin lise mezunu. Almanca ve Arapça biliyor.

Gözlerinin etrafındaki kırışıklıkları hatırlıyorum; alemci bir tarafı da vardı, çoğunlukla rakı da içerdi, hemen hemen her gün içerdi. Ama asla ertesi günü aksatmazdı, işi var çünkü. Ve fitti; inceydi, göbek falan hiç yoktu. Dedem dünya için belki bir şey yapmadı ama ahiretlik çok şey yaptı.

Ayrancı’nın bağ evi restorasyon bekliyor

Ankara’nın bağları eski kent hayatında çok önemli bir yer tutuyordu. Yerli, yabancı gezginlerin de seyahatnamelerine konu olan bağlar kuzeyden güneye, doğudan batıya kenti bir yeşil kuşak gibi sarmıştı bir zamanlar. Kuzeyde Etlik, Ayvalı, Keçiören, Hacıkadın, Solfasol, doğuda Karacakaya, Samanlık, Abidinpaşa, Türközü, güneyde Seyran, Esat, Çankaya, Ayrancı, Dikmen, Öveç, Keklik, batıda Balgat, Söğütözü, Pamuklar muhitleri kentin belli başlı bağlarını oluşturmaktaydı.

1800’lü yılların sonlarına doğru giderek artan bağlar ve bağ evleri olgusu 1900’lü yıllarda Ankara kültürünün vazgeçilmez öğeleri arasında yerini bulur. Müslüman, Rum, Ermeni hemen herkes ekonomik durumuna göre bir bağa ve bağ evine sahiptir o zamanlarda. Hatta ticaret için buraya gelen yabancıların ve sefaret mensuplarının bile bağ evi satın aldıkları bilinmektedir. Yazların sıcağından ve sineğinden kaçanlar, serin havası olan bağlarda çeşitli üzümler, zerdali, dut, vişne, elma, armut, ayva gibi meyve veren ağaçlar da yetiştirirmiş. Dönüş ayı olan Ekim’e kadar geçen sürede yetişen üzümden, meyvelerden yapılan pekmez, pestil, kurutulmuş meyve de kışlık yiyecek olarak tüketilirmiş.

Aşağı, Yukarı Eğlence’nin isimleri bağ evlerinden mi geliyor?

Bahçelerinde kuyusu, havuzu da olan bu güzel evlerin eğlence, sohbet alemleri de eksik olmazmış serin yaz akşamlarında. Hatta Etlik civarındaki Aşağı ve Yukarı Eğlence semtlerinin kökenlerinin Rumlara ait bağ evlerinde ud, keman ve piyano eşliğinde düzenledikleri eğlencelerden aldıkları rivayet edilir.

Ancak Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan olaylardan, işgallerden, sürgünlerden Ankara da payını alır. Pek çok aile yok olur, kaçar, sürgüne gider. Eski ihtişamını koruyamasa da bağ evlerinin pek çoğu yeni sahiplerine kavuşur. Cumhuriyet sonrası yaşanan konut kıtlığının imdadına bu evler yetişir. Bürokratların, askerlerin, memurların evleri olurlar. Ankaralıların bağlara göç kültürü 1950’li yıllara kadar gelir. Sonrasında yaşanan kültürel değişimler bu geleneği unutturur, sahipsiz kalan bağlar, hızla büyüyen kentin içinde erimeye başlar. Binalar, bahçeleri birkaç on yılda birer birer yutar.

Ayrancı’da restorasyon bekleyen Kınacızade Bağevi

Kınacızade bağ evleri

Günümüzde sayıları çok azalan bu evlerin restore edilerek ayakta kalmayı başarmış örnekleri de var. En ünlüleri Cumhurbaşkanlığı konutu ve İnönü ailesine ait köşkler. Tabii bir de Keçiören’de Koç ailesine ait olan iki konağı da unutmamak gerek, şimdilerde biri VEKAM’a ait, diğeri müze olarak hizmet veriyor.

Ayrancı semtimizde de birkaç bağ evi sessizce varlıklarını sürdürüyor. Eski Ankara müftüsü Rıfat Börekçi (Börekçizadeler) ailesinin bir ve Kınacızadelerin iki bağ evi bulunuyor. Birincisi rahmetli Mehmet Kınacı’nın olan sonradan belediyenin satın alarak aslına uygun restore ettiği ev, ikincisi ise Şakir Kınacı’nın sahibi olduğu, bir zamanlar ünlü bir restoran olarak hizmet veren bağ evi. Kuloğlu Sokak’taki Şakir Bey’e ait olan bu Kınacızade bağ evi uzun zamandır devasa bahçesinin içinde gizlenmiş bir şekilde tarihe meydan okuyor. Bir zamanlar büyük babası mebus Şakir Bey ile Mustafa Kemal’in havuz başında sohbet ettiği, Kınacı ailesinin yıllarca bağ evi olarak kullandığı bu nadide yapı, yılların yorgunluğuna rağmen inatla ayakta dursa da restorasyon ihtiyacı aciliyet taşıyor.

Bu konuda bilgi almak için başvurumuzu nezaketle kabul eden Kınacı ailesinin değerli üyesi Şakir Bey’le yaptığımız güzel sohbete götürelim sizleri:

Başkent sonrası Ankara’da ‘Eski Ankaralılar’ veya ‘Ankara eşrafı’ olgusunun biraz geri plana düşüp bürokratların öne çıktığı görülüyor. Lakin Ankara eşrafı hala sessizce kendi hayatlarını yaşıyorlar. Kınacı, Toygar, Tuzcu, Kütükçü, Börekçi, Çubukçu, Aktar, Mermerci, Urgancı, Bulgurlu, Mıhçıoğlu gibi pek çok eski Ankaralı aileler ne yapıyorlar şimdi?

En başta şunu söyleyebilirim; Ankara eşrafının yüzde 70-80’si yavaş yavaş İstanbul’a göçtü. Ticari faaliyetleri nedeniyle büyük bir pazar olan İstanbul’a taşındılar, orada hem yaşayıp hem işlerini yürütüyorlar uzun zamandır. Bizim dışımızda Aktarlar, Hanifler (ailenin bir kısmı), Börekçiler ise hala burada yaşıyorlar.

Ayrancı’da çok az sayıda eski bağ evi ayakta kalabildi. Bunlardan birisi de Kuloğlu Sokak’ta sahibi olduğunuz Kınacızade bağ evi. Biraz bilgi verebilir misiniz ev hakkında?

Bazı çevrelerde 400 yıllık Rum konağı olduğu iddia edilen Kınacızade bağ evimizin, tahminen 1890-1900 yıllarında yapıldığını söylemişti babam. Vaktiyle Rum bir ailenin olduğu tahmin edilen bu bağ evini de sonrasında bizim ailemiz almış. Bizimkiler de diğer aileler gibi bu bağ evlerini belediyeden satın almışlar.

Bağ evlerine bahar aylarında gidilir, sonbahar ortalarına kadar kalınırdı. Ekim ayı gelip de havalar serinleyince özel mangal ocaklarımızı kullanırdık hem ısınır hem de mısır kestane közlerdik, soba teşkilatı yoktu evde. Bulvardaki evimizde yaşarken her yaz bağ evine giderdik, 1974 yılında bulvardan taşınıp Çankaya’ya göçünce bağ evine gitmez olduk ama 46 doğumlu olduğuma göre tam 28 yıl, her bahar eşyamızı doldurduğumuz kamyonun üstünde akrabalarla, çocuklarıyla güle oynaya bağdaki evimize gittiğimizi hatırlıyorum. Büyükler taksi ile giderdi, çoğu ailede olduğu gibi hususi arabamız yoktu. Tam bir şenlik olurdu bizim için.

Bağ evimizin suyunu yeni bağlamıştı belediye, ben 6 yaşıma geldiğimde. Zaten sık sık su kesintisi olurdu. O zamana kadar evler kendi suyunu karşılamak için farklı yöntemler geliştirmişti. Bahçenin dik olan üst tarafında içeri doğru kazılmış mahzen gibi galeriler vardı. Sular bu galerinin içerisinden sızarak önünde birikirdi, bizler sularımızı buradan temin ederdik. Belediye suyu gelmediğinde evdeki emme basma kollu tulumba ile suyu temin ederdik. Kuyu veya sarnıç yoktu buralarda, komşu evler hep mahzen benzeri bu galerilerden sızan suyu kullanırdı. Bizim bahçede birisi kuru ikisi yaş üç galeri vardı. Bir tek komşu amcamın evinde bir kuyu olduğunu hatırlıyorum. Ben 5-6 yaşlarında iken evin aşağı yamacındaki bir mahzenin yakınında da tokaç ve kil ile çamaşır yıkanırdı. Biz çocuklar da eğlencesine çamaşırları taşır, iplere asardık. Ben 6-8 yaşlarıma geldiğimde çamaşır makinası alındı, tokaç eğlencesi sona erdi.

Bağ evlerinde her cumartesi gecesi sıra gezilir, çilingir sofrası ve mükellef bir yemeğin ardından masalar kurulur tavla ve bezik seansları başlardı. Bu da bittiğinde, gece yarısı komşu amcalar ellerinde gaz lambası ya da mumlu fenerle evlerinin yolunu tutarlardı. Elektrikli fenerler daha sonraları çıktı.

Bizim evin alt katında (Kuloğlu Sokağa bakan tarafta) at ahırı vardı. Babam at binmeye meraklıydı. Sanırım 1952 yılı gibi Muhafız Alayı’nda bir süvari subayından Anglo-Arap cins 3-4 yaşında bir kısrak aldı. Pazar sabahları çıkar, 4-5 saat toprak bağ yollarında, sanırım Yıldız, Ahlatlıbel taraflarında bazen yalnız, bazen atçı arkadaşlarıyla at binerdi. O yıllarda Ankara’nın o taraflarında asfalt yol nadirattandı. Bir gün annem de heves edip binmiş ve gözümüzün önünde çok kötü düşmüştü. O olaydan sonra benim de gözüm korktu, hevesim kırıldı.

Önde, Şakir Kınacı ve Rıfat Börekçi konağın havuzbaşında

Ayrancı bağları nasıldı o tarihlerde?

Komşularımızın evleri de vardı etrafımızda. Yukarımızda Hamamcılar, Börekçiler; sağ tarafta babamın amcasının yani Mehmet Kınacı bağ evi vardı, belediye satın alıp restore etti. Cinnah tarafında Çubukçular, aşağıda Alemdar, Toygarlar… daha aşağıda Dökmeciler’in bağ evleri bulunurdu. Alemdar ve Toygarlar ile Turgut Güdüllüoğlu ailesinin bağ evleri üzerine sonradan Rus Elçiliği yapıldı. Portakal Çiçeği Vadisi’nde de bir takım bağ evleri vardı. Zengin Ermeni ve Rum ailelerin bağ evleri genelde Ayrancı ve Çankaya taraflarında bulunurdu. ‘Ayrancı bağları’ ve ‘Çankaya bağları’ diye anılırdı buralar. Çankaya bağları denen bölgede İnönülerin, Toygarların, Bulgurluzadelerin bağ evleri vardı. Çankaya Köşkü dediğimiz yer Bulgurluzadelerin eviydi zaten.

Evlerin bahçelerinde üzüm bağları dışında çeşitli meyve ağaçları da yetişirdi. Bunlardan toplanan fazla ürünler kışlık olarak değerlendirilirdi.

Ziya Kınacı, Halim Kütükçü, Bahri Kınacı, Mümtaz Ökmen ve ortada Nebahat Kınacı

“Hatırası var, yıkamam…”

Ayrancı’da, Cinnah Caddesi’nden başlayarak 1960’lı yıllarda binalar yapılmaya başlandı. 1970’lerde eski eserleri koruma yasası çıkarılması için hazırlıklar yapılırken pek çok bağ sahipleri evlerini yıktırıp apartman yaptılar veya müteahhitle anlaştılar ne yazık ki. Ankara’nın bağları ve bağ evleri o dönemde yok edildi. Tanıdıkları babamı uyarmışlar zamanında, “Hazim Bey, devlet bu bağ evlerini çevresiyle birlikte kısıtlayacak, tasarruf hakkımız elimizden alınacak” diye. Babam da “Hatırası var; havuz başında Atatürk ile babam Şakir Kınacı kahve içmişler. Bahçedeki çam ağaçlarını kendi ellerimle diktim, büyüttüm, şimdi kendi elimle yıkamam” der. Böylece evi muhafaza ettik.

Kınacı Ailesi’nin Ulus’tan Yenişehir’e taşınma süreci nasıl gelişti?

Ailem 1940 başlarında Ankara Kalesi’ndeki evimizi terk edip bulvarda yaptığımız evimize taşınmış. Ben 1946 yılında o evde doğdum. Eski evler 4 katlı etrafı bahçe içinde olan evlerdi. Öyle kocaman değillerdi. Arif Çubukçu’nun evi vardı bizden yukarıda, Meşrutiyet sapağını geçince üçüncü apartmanın yerindeydi evi. Emin Aktar’ın evi de onun biraz üzerindeydi. Doğan Börekçi’nin gümüş eşya satan çok güzel bir dükkanı vardı eskiden bulvar üzerinde. 1965 yıllarından sonra muhit tamamen değişti, iş yerleri çoğalmaya başlayınca 1974 yılında müteahhitte verip Çankaya’ya taşındık. Şimdi Engürü Pasajı’nın olduğu bina yapıldı bizim evin yerine.

Bağevi havuzbaşında annem ve babam

Kınacızade bağ evi bir ara ünlü bir restoran olmuştu. Sonra ne oldu?

Erol bey, bizim evi kiralayıp Mangal Restoran’ı açmıştı ama bir süre sonra devredip Amerika’ya gitmek zorunda kaldı. Devrettiği garsonu da onun gibi iyi çalıştıramadığı için kayınbiraderine devrettiyse de bir yıl sonra ondan alan avukat da yine işletemedi. Sonra da boş kaldı ev 1997-98’den beri giderek harabeye dönüştü, hırsızlar malzemelerini çaldılar. Hatta bir ara izinsiz kalanların yaktığı ateş nedeniyle ev yangın tehlikesi geçirdi. Evimizi Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devretmek için pek çok kez yazıştım ama olumlu cevap alamadım. Bunun üzerine açtığım ilk dava, bakanlığın yeterli ödenekleri olmadığı gerekçesiyle reddedilmişti. Aradan geçen üç, dört yıl sonra tekrar açtığımız ikinci kamulaştırma davasını ise kazandık. Bakanlığın burayı kamulaştırarak aslına uygun bir şekilde restore etmesini bekliyoruz. Ayrancı, restore edilerek yeniden kazanılmış üçüncü bağ evine sahip olacak inşallah. 

Kent kültürünün simgeleri

Şakir Bey’in anlattıkları bizi Ankara’nın kaybolan kültürüne götürüyor… Kentin bağlarında, çayırlarında şimdilerde apartmanların yükseldiğini, betona bulanmış tepelerin çok değil iki nesil öncesine kadar doğanın bir parçası olduğunu bilmek çok düşündürücü. Kentimizi ranta teslim etmenin bedeli bu olsa gerek. Kent kültürünü gözeten, insanca yaşamın sürebileceği planlamaların yapılmaması veya tercih edilmemesi yaşadığımız kentleri hızla kültüründen koparıyor. Her şeye rağmen bize o güzel kentlerin var olduğunu hatırlatan bağ evlerinin kıymeti ise paha biçilmez. Tarihimize, kültürümüze ait bu evleri günümüze kadar yaşatan bu değerli ailelere şükranlarımızı sunuyoruz…

Koraltan Konutu’nda bir dönem ve bombalarla gelen hazin son

Yeni TBMM’nin inşaası

Türk siyasi tarihinde önemli yeri olan Ulus’taki II. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetersiz kalması üzerine 4 Aralık 1936’da yeni bir bina yapılmasına karar verilmişti. Temeli 26 Ekim 1939’da atılabilen yeni meclis binasının inşaatı ancak 22 yıl sonra tümüyle tamamlanmış ve 6 Ocak 1961 Cuma günü, Kurucu Meclis Toplantısıyla resmi olarak hizmete açılabilmişti. 

Türkiye’nin yeni Millet Meclisi’nin kanatları altında adeta özenle korunan, kimliği meçhul bir Ankara Villası dikkat çekmektedir. Villa,1960 öncesini bilenlerce Koraltan’ın Evi, 1960 sonrasını yaşayanlarca da Halkevleri Genel Merkezi olarak hatırlanır. 

Koraltan’ın Evi, 1960 sonrasını yaşayanlarca da Halkevleri Genel Merkezi olarak hatırlanır.

1939 yılına ait hava fotoğraflarında görülmesi, villanın 1931-39 yılları arasında inşaa edilmiş olabileceğine işarettir. 1934-1949 yılları arasında Vedat Nedim Tör tarafından yayınlanan “La Turquie Kemaliste”in 1939’da yayınlanan bir sayısında fotoğrafının olması da bunu destekleyen bir belgedir.

Villanın gerçekte kim için ve kimin tarafından yapıldığına dair bir ipucu yoktur. Ancak benim kanım bu villanın bir şahıs için inşaa edilip belli bir zamandan itibaren kamulaştırılmış olduğu yönündedir.

İlk İnşaat

1928-29 yıllarında çekilmiş olan eski bir Ankara manzarasında III. TBMM’nin inşaa edileceği büyük boş arazinin doğusunu sınırlandıran Atatürk Bulvarı’nın kenarında bazı evlerin yapıldığı görülmektedir. Bu evlerin içerisinde en belirgin olanı M. Abdülhalik Renda’nın (1881-1957) Maliye Bakanlığı’nı yürüttüğü sırada (Ocak 1924-Mart 1925) satın aldığı bağ içerisine yaptırdığı belirgin sivri çatılı kulesi ile Sarı Köşkü’dür.

Abdülhalik Renda’nın Sarı Köşk’ünün hemen yanındaki boş araziye de daha sonraları Koraltan Evi ya da Halkevleri Genel Merkezi olarak adlandırdığımız “Modern Ankara Villası” inşaa edilir.

Renda, 5 Şubat 1926’da günlüklerine not düşerek köşkün bitişiğindeki bu arsayı da alma niyetinden bahseder. 

Yine günlüklerinden arsayı satın almış olduğunu fakat daha sonra da A. Naci Demirağ’a sattığı anlaşılıyor.

“Mali vaziyetim geçen senekinden iyidir. A. Naci (Abdurrahman Naci Demirağ) arsamın mütebaki kısmını aldı. Bu surette bütün borçlarımı vermiş oldum….”

Notlardan anlaşılan, bu arsanın üzerine konu ettiğimiz “Modern Ankara Villası”  1935 sonrasındaki yıllarda inşaa edilmiştir.

Demirağ Ailesi kimdir?

Abdurrahman Naci Demirağ (1890-1944), Divriği’nin eski ailelerinden Mühürdarzâdeler’e mensup olan Abdurrahman Naci Demirağ, CHP’den VI. ve VII. Dönem Sivas Milletvekili olmuştu.  Demirağ’ın oğlu ünlü sinema yönetmeni, yapımcısı ve senaristi Turgut Demirağ (1921-1987), G. Kaliforniya Üniversitesi Sinema Bölümü’nde eğitim görüp Türkiye’ye döndüğünde adını babasının adının baş harflerinden alan AND Film adlı bir yapım şirketi kurmuştu. Turgut Demirağ’ın ses ve sahne sanatçısı Rüçhan Çamay ile evliliğinden Melike Demirağ, 1970 yılında Milliyet Gazetesinin düzenlediği yarışmada Türkiye Güzeli seçilen Afet Tuğbay (Karacan) ile evliliğinden de Ali Koç’un eşi Nevbahar Demirağ dünyaya gelmişti.

İstimlak edilerek TBMM mülkiyetine geçiş

Abdülhalik Renda’nın Sarı Köşkü ve bir yıl öncesinde aniden vefat eden Demirağ’ın evi (Modern Ankara Villası) 19 Temmuz 1945’te istimlak edilmiş, ancak Renda’nın Sarı Köşkü ve diğer evler yıkılırken bu eve dokunulmamıştır.

Belki de yeni meclis binasının yol projesinde bir değişikliğe gidildiğinden, binanın yıkılmasına gerek kalmamış ve TBMM’nin mülkiyetine geçmişti.

Demokrat Parti’nin kuruluşu ve politik gelişmeler

1945 yılında Toprak Reformu Yasası’na tepkiyle başlayan parti içi muhalefetin huzursuzluğu giderek artmıştı. 21 Eylül günü Adnan Menderes, Fuad Köprülü, Refik Koraltan CHP’den ihraç edilirler. Celal Bayar da önce vekillikten sonra üyelikten istifa eder. Bu tartışmaların sonunda
7 Ocak 1946’da Demokrat Parti siyasi hayatına başlar.

1950 yılında yapılacak genel seçimlerde DP %55,2 ile 416 sandalye, CHP %39,6 ile 69 sandalye kazanır. 22 Mayıs 1950’de Celâl Bayar Türkiye’nin 3. Cumhurbaşkanı seçilir ve DP Başkanlığı’ndan ayrılır. Aynı gün Adnan Menderes Başbakan, Mehmed Fuad Köprülü Dışişleri Bakanı olarak atanırken, Refik Koraltan Meclis Başkanı olur.

On yıl boyunca üç kez seçim galibi gelen DP siyasete damgasını vurur. Celâl Bayar Cumhurbaşkanlığı, Adnan Menderes Başbakanlık, Refik Koraltan Meclis Başkanlığı görevlerini kesintisiz sürdürecektir.

Modern Ankara Villası artık TBMM başkanlık konutudur

İstimlak sonrasında nasıl kullanıldığını bilmesek de “Modern Ankara Villası”nın 1951 Nisan ayı öncesinde artık Meclis Başkanlığı Resmi Konutu olarak kullanılmaya başlandığını düşünebiliriz. Çünkü Koraltan ailesi Nisan 1951 öncesi Ziya Gökalp Caddesi üzerindeki kendi küçük apartmanlarını boşaltmış ve Türkiye Jokey Kulübü’ne kiraya vermişlerdi.

İşte bu nedenle biliyoruz ki TBMM Başkanı Refik Koraltan ve ailesi artık “Modern Ankara Villası”nda yaşamaya başlamışlar, bu nedenle de ev o dönemde “Koraltan Evi” olarak anılmaya başlamıştı.

Koraltan ailesine yakın hatta akrabası olan ve o sıralar ilkokulda okuyan bir kız çocuğu Sevgi Yücel, anılarında villanın içini çocuk gözüyle şöyle tanımlamıştı

“…Oraya gitmek için can atardım. Salondaki havuzda yüzen kırmızı balıkları seyredebilmek için. Atatürk Bulvarı üzerinde bulunan iki katlı bir binaydı ve bir saray gibi döşenmişti. ‘O’ hep biz ziyarete gittikten bir süre sonra gelirdi. Çocuğum diye başımı falan okşamazdı; elimi sıkardı. İnanılmaz heybetli ve yakışıklıydı. Orası TBMM Meclis Başkanının resmi ‘ikametgâhı’ idi ‘O’ da Refik Koraltan’dı. Bina önce Halk Evi oldu, sonra yıkıldı. Bugün aynı yerde küçük ve bakımlı bir park var…”

1950 seçimlerinden sonraki on yıl içinde Menderes ile İnönü sadece bir kez bir araya gelirler. 22 Nisan 1955 tarihli akşam yemeği Meclis Başkanı Refik Koraltan’ın bu evinde tertiplenir.

Yani “Modern Ankara Villası” yine çok nadir ve tarihi bir ana tanıklık etmiştir. Şöyle anlatır Şevket Süreyya Aydemir o buluşmayı;

“…ruhsuz, maksatsız, hayal kırıcı bir buluşma! Öyle denilebilir ki, kaderin elinin bu düğümleri bir gün bir 27 Mayıs İhtilali ile koparıp atmasının fal tal örgüsünde, bu son ve davet sahipleri için biraz da taksirli buluşmanın, galiba bir müdahalesi vardır. Çünkü, Muhalefet Partisi Lideri, o küçük ve son ümit kırıntısını da sanıyorum ki asıl o gece kaybetmiştir.”

DP, mecliste ezici çoğunluk elde etmenin verdiği özgüven ile muhalefet milletvekillerine göz açtırmamaya başlamıştı. 

Bu durum parti içerisinde, hatta Meclis Başkanı Refik Koraltan tarafından da dile getirilir olmuştu. Üstelik Cumhurbaşkanı Bayar bile tarafsızlığını koruyamamış, açık ya da gizli olarak muhalefete karşı cephe almıştı. Yol arkadaşı Menderes’in agresif tutumu ve tırmanan siyasi gerilim Koraltan’ın günlüklerine de yansıyordu.

Tüm bu koşullar altında bir askeri darbenin ayak sesleri duyulmaya başlanmıştı adeta. On yıllık DP iktidarının icraatlarının yarattığı toplumsal muhalefetinin yankılarıydı bunlar. Huzursuzluğa karşı ilk tepkiler yine gençlikten geliyordu. İstanbul ve Ankara’da Sıkıyönetim ilan edilmiş, toplantı ve gösteriler yasaklanmıştı.

5 Mayıs günü “555K” (5. ayın 5’inde saat 5’te Kızılay’da) koduyla toplanan kalabalık bir öğrenci grubunun Kızılay’daki protestosunu yatıştırmak için gelen Menderes, kalabalık tarafından itilip kakılmıştı. 

21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencileri Zafer Anıtı’na kadar “sessiz bir yürüyüş” yapmıştı. “Harbiyeliler’in ayaklanması” olarak nitelendirilen bu gösteride öğrenciler, Zafer Anıtı’nın önünde marş okuduktan sonra dağılmıştı.

Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, 22 Mayıs’ta 5 kişinin beraber dolaşmasını yasaklamış, “haberleşmeye” sansür koymuştu. Olaylar üzerine Cumhurbaşkanı Başyaveri Mustafa Tayyar, Bayar ile birlikte Koraltan’ın evinde buluşurlar. “Modern Ankara Villası”, bir kez daha tarihi bir ana tanıklık etmiştir.

Aynı gün Başbakanlık’taki toplantıda Harp Okulu’nun İzmir’e nakli kararlaştırılmış, karar Harp Okulu Komutanı Tuğgeneral Sıtkı Ulay’a bildirilmişti. Ancak Ulay da örgüttendi ve bu haberi arkadaşlarına uçurmuştu.

26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece 38 kişilik İhtilal Komitesi, Harp Okulu’nda Tümgeneral Cemal Madanoğlu başkanlığında toplanmış ve 27 Mayıs gününün ilk saatlerinde tanklar harekete geçmiş, saat 03’te Ankara Radyosu’nda marşlar çalınmaya başlanmış, ardından da Albay Alparslan Türkeş tarafından bildiri ile “ihtilal” duyurulmuştu.

Menderes Eskişehir’de tutuklanmıştı. Koraltan’ın tutuklanışını ise görevli harp okulu öğrencisinin Milliyet Gazetesi’ne verdiği röportaj üzerinden okuyoruz; 

“Sabah alaca karanlıkta kapıyı çaldık. Önce uzun bir müddet açmadılar. Havaya birkaç el ateş ettik. Bunun üzerine kapı açıldı. İçerde üç kadın vardı. Biri yaşlı ve hasta idi. Sorduk kimdir diye, ‘eşi’ dediler. Diğer genç Alman kadını ise Türkçe bilmiyordu. Hizmetçi bu kadının Koraltan’ın yakın arkadaşı olduğunu söyledi. O sırada Koraltan gömlek ve pantalon giymiş olarak odasının kapısında gözüktü. Biraz şaşırmış haldeydi. ‘Ne istiyorsunuz?’ diye sordu. Kendisini alıp Harb Okulunda misafir etmeye götüreceğimizi söyledik. İtiraz etmedi, ceketini giydi. Yalnız tam kapıdan çıkarken bir milli irade lafı etti. O zaman ‘Milli irade orduda’ cevabını verdik. Kolundan tuttuk ve otomobile bindirdik. Yolda hiç bir şey konuşmadı. Harb Okulunda üstlerimize teslim ettik.”

Böylelikle Protokolün bir numarasına, Meclis Başkanı’na tahsis edilmiş ve resmi bina olarak tescillenmiş “Modern Ankara Villası” için bir dönem kapanmıştı. Villa Koraltan ailesi tahliye ettikten sonra, bir süre boş kalacaktı.

Türk-Kültür Dernekleri Merkezi

“Modern Ankara Villası”nın yeni kimliği: Türk-Kültür Dernekleri

Cumhuriyet’in getirdiği değerleri geniş halk kitlelerine ulaştırmak için 1932 yılında açılan Halkevleri’nin sayısı zaman içerisinde büyük bir artış gösterir. Ancak 1950 seçimleriyle iktidara gelen DP’nin girişimiyle 8 Ağustos 1951’de TBMM’de kabul edilen 5830 sayılı kanun ile Türkiye’deki bütün Halkevleri kapatılır ve malları hazineye devredilir.

Başbakanlık Müsteşarı olan Alparslan Türkeş,18 Ağustos 1960 günü 

“Halkevleri ve Türk Ocakları miadını doldurmuştur, faydalı olsalar da politikacı fideliği haline gelmiştir, politikadan bağımsız kültür ocakları ihdas edilmelidir” diyerek Türk-Kültür Dernekleri kurulduğunu ilan eder. 

Koraltan Evi artık Türk-Kültür Dernekleri merkezi olmuştur. Kısa sürede aşırı sağın karargahı haline getirilir. Bu durum Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından da endişeyle takip edilmektedir.

Milli Birlik Komitesi kısa süre içinde yapılacak seçimlerle iktidarın sivillere bırakılmasını reddeden Alparslan Türkeş’in de içinde bulunduğu ve “Ondörtler” olarak adlandırılan 14 subayı TSK’dan da emekli ederek çeşitli görevlerle yurt dışına sürgüne gönderir. 1960 yazının sonlarında Cumhurbaşkanı, şair Behçet Kemal Çağlar’ı Ankara’ya davet ederek derneğin düzeltilmesi talimatını verir. Behçet Kemal Çağlar ve arkadaşlarının özlemi olan Halkevleri’nin yeniden kurulması için bir fırsat doğar.

21 Nisan 1963 günü Olağanüstü Tüzük Kurultayı’nda, Türk Kültür Dernekleri tasfiye edilir. Türkeş’in heyetlerinin yerine aydınlardan oluşan yeni heyetler kurulur ve derneğin Halkevleri adını almasına karar verilir. Genel Başkanlığa da 1960 seçimlerini yapan Kabinenin Milli Eğitim Bakanı Tahsin Bangruoğlu getirilir.

“Modern Ankara Villası” artık Halkevleri Genel Merkezi

Böylelikle 8 Ağustos 1951’de kapatılan Halkevleri 21 Nisan 1963 tarihinde, kapatıldıktan 12 yılın sonra bir dernek statüsünde, bağımsız demokratik kitle örgütü olarak tekrar kurulmuştur. 

Tiyatroya Halkevleri’nde başlayan Erkan Yücel bir söyleşisinde kendini anlatırken, “Modern Ankara Villası”ndan da bahsetmişti; “27 Mayıs sonrası Refik Koraltan’ın evi Halkevi olarak kullanılıyordu. O evin salonunu da tiyatro sahnesi yaptık. Burada iki yıl boyunca çok kapsamlı bir kurs düzenlendi, birçok oyunlar oynadık.”

İhtilal komitesinden Kurmay Binbaşı Ahmet Yıldız, 1976’da Halkevleri Genel Başkanı olur.

İhtilal komitesinden Kurmay Binbaşı Ahmet Yıldız, 1976 yılında yapılan Halkevleri Genel Kurulu’nda “Devrimci Halkevciler” grubunun adayı olarak seçimi kazanmış ve bu görevini 12 Eylül 1980’de Halkevleri kapatılana kadar sürdürür.

1977 yılında Halkevleri, saldırıların ötesinde sürekli tehdit almaktadır. Halkevleri Genel Başkanı Ahmet Yıldız, MHP Ankara İl Başkanı’nın kendilerine telefon ederek, Halkevlerinin kapatılmasını istediğini söyler ve “Siz kapatmazsanız, biz kapatacağız” dediğini öne sürer. Yıldız, bu konuşmadan yarım saat sonra da Sincan Halkevine saldırıldığını ve dört kişinin yaralandığını söyler. Ahmet Yıldız, durumu bir telgrafla İçişleri Bakanı’na bildirmiştir.

28 Mayıs 1977 tarihinde Ankara Valisi Durmuş Yalçın’ın emriyle Halkevleri Genel Merkezi’ni basan polis, bir şey bulamamış ve bir tutanak hazırlayarak Genel Merkezi terk etmişti. Lakin onlarca şubesi basılmaya, üyeleri tutuklanmaya ve derin siyasi baskı artarak devam eder.

Halkevlerine yapılan baskı ve şiddet olaylarının ardında, Halkevlerinin toplumsal muhalefette öne çıkan eylem ve tutumlarını baskılama isteğinin ötesinde,Türkeş’in kurduğu Türk Kültür Dernekleri’nin feshedilerek Halkevlerinin kurulması, başında eski Milli Birlik Komitesi’nden Ahmet Yıldız’ın olması ve bütün bunların üzerine bir de Yeni Delhi’ye sürgün edilmesinin etkin olduğu da akla yakın gelen bir ihtimaldir.    

TBMM bahçesinde görülen konut (1972) https://www.instagram.com/eskiyeniankara/

Hazin son…

Bina, 13 Ocak 1978 Perşembe günü dinamitle tahrip edilir, Meclisin hemen burnunun dibindeki tarihi “Modern Ankara Villası” kullanılamaz hale gelmiştir artık.

“Halkevleri Genel Merkezi, dün gece bombalanmış, olayda 2’si ağır, 3 kişi yaralanmıştır. Tahrip gücü çok yüksek olduğu bildirilen bomba, binayı kullanılamaz hale getirmiş, bina bekçisi Kahraman Aydoğan hafif, Kerem Aslan ve Mustafa Ünaldı ağır yaralanmıştır.”

Zaten daha öncesinde iki kez bombalı saldırıya uğrayan ev artık enkaz halinde bir süre durur. Daha sonra tamamen yıkılarak binanın yeri park haline getirilir. 1930’larda başlayan ve Cumhuriyetin bir dönemine tanıklık eden bir binanın yarım asırlık öyküsü 1980’lerin başında sona erer.

Bahçıvan evinden Alman Okulu’na

Türkiye’de Alman dilinde eğitim veren okulların uzun bir geçmişi var. Almanya Büyükelçiliği’nin Alman Okulu da cumhuriyetin kuruluşundan bugüne, tarihe ışık tutuyor.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, geçmişi 8 bin yıl öncesine kadar uzan Ankara küçük bir taşra kasabasıydı. Mustafa Kemal Atatürk’ün yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentini Ankara olarak belirlemesinin ardından önceleri İstanbul’da bulunan ülkelerin resmi temsilcilikleri birer birer Ankara’ya taşınmaya başladı. 

1925 yılında Alman Federal Devleti’nin büyükelçiliği de Ankara’ya taşınınca büyükelçilik çalışanlarının çocuklarının eğitim hayatlarını devam ettirebilmeleri için okul arayışı başladı. 1930’dan önce bazı ebeveynler, başlangıçta özel bir “Alman Okul Çevresi” kurdular. Konsolosluk binasındaki bu kurum, Dışişleri Bakanlığı ile “Reich Bilim, Eğitim ve Milli Eğitim Bakanlığı” tarafından denetlenmiş ve ortak finanse edilmişse de Türk hükümeti tarafından onaylanmadı ancak tamamen hoş görüldü. Alman Okul Çevresi’nde sadece Alman çocuklarının ve bazen de yabancı diplomatların çocuklarının sınıfa katılmasına izin verildi. 

Yasaklı bilim insanları

Ankara’ya göç eden çok sayıda Alman bilim insanının çocuğu da Alman Okul Çevresi’nde eğitim hayatlarına devam etti. Ancak 1933 yılında politik nedenlerle göç eden bazı bilim insanlarının çocuklarının Alman Okulu Çevresi’nde eğitim almaları yasaklandı. Sadece Reich’in vatandaşı olan Alman çocuklarının bu kurumda eğitimlerine devam etmelerine izin vardı. Bu karardan etkilenenler; Prof. Dr. Ernst Reuter, (daha sonra Batı Berlin Belediye Başkanı), Prof. Dr. Bade (daha sonra Kiel’deki Dünya Ekonomisi Enstitüsü Direktörü), Carl Ebert (Ankara Opera Binası’nın kurucu ortağı) ve Eduard Zuckmayer’dı.

Münih Üniversitesi’nde okuyan Leyla Kudret Hanım’ın Ayrancı’daki Çiftevler sokağındaki evinde Alman çocuklarına vermeye başladığı özel dersler Ankara Alman Okulu’nun çekirdeği oldu.

Leyla Kudret’in gelişi

Münih Üniversitesi’nde matematik, fizik ve kimya okuyan, Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nde de Almanca, tarih ve Fransızca eğitimi alan Leyla Kudret Hanım’ın eşi ile 1933 yılında Ankara’ya taşınmasıyla ise aslında bir okulun da tohumları atılmış oldu. Leyla Hanım, Ayrancı’daki Çiftevler sokağında bulunan küçük evinde Alman göçmenlerin çocuklarına özel dersler vermeye başladı ve onlara Almanya’da tanınan lise diplomasına sahip olmaları için gereken bütün ders ve bilgileri aktardı. Bu özel dersler, daha sonra kurulacak Ankara Alman Okulu’nun çekirdeğiydi.

Türk parlamentosu Ağustos 1944’te tutarlı bir kararla Nazi Almanyası ile diplomatik ilişkileri kopardığında “Alman Okul Çevresi” de dağılmış oldu. 1952 baharında ise Almanya Büyükelçiliğince, ilk büyükelçinin girişimiyle bir “Alman Okulu” faaliyete geçirildi. Kudret Hanım’ın bu okulun lise kısmını devralmasını istense de okula yalnızca yabancı uyruklu eğitimcilerin ve öğrencilerin resmi olarak giriş hakkı verilmesi nedeniyle, bir Alman öğretmen görevlendirildi. Evinde özel derslerine devam eden, adeta kendi okulunu oluşturan Leyla Kudret, Alman Okulu’nda öğretmenliğe başladığında ise yıl, 1971’di.

1952’de “Alman Okulu Ankara” ilk eğitimine 26 öğrenci ile Alman Büyükelçiliği binasındaki bahçıvan evinin bitişiğindeki bu binada başladı.

15 Ekim 1952’de “Alman Okulu Ankara” ilk eğitim yılına 26 öğrenci ile başladı. İlkokul öğrencileri için dersler, Alman Büyükelçiliği binasındaki bahçıvan evinin bitişiğindeki bir binada yapıldı. Öğrenci sayısının giderek artmasıyla bahçıvan evinden iki oda daha sınıflık oldu. Ancak hızla büyüyen öğrenci sayısı ile 148 m2’lik okul alanına sahip bahçıvan evi de okul için küçük gelmeye başladı ve okulun içi karmaşık bir hal aldı. Dönemin Alman Büyükelçisi Dr. Fritz Oelers, 290 öğrenci kapasiteli bir okul binasının inşa edilmesini savundu. Fakat Dışişleri Bakanlığı’nın planları, mali nedenlerle, muhtemelen yasal ve siyasi nedenlerin de etkisiyle 1962’nin sonunda değiştirildi; Türkiye’deki siyasi durum ve buna bağlı ekonomik belirsizlik de devreye girince Ankara’ya daha az uzman geldi ve öğrenci sayısı da düşüşe geçti. 

Ankara Alman Okulu, izleyen yıllarda büyükelçilik grupları içinde faaliyetine devam etti. 1979 yıllında itibaren eğitim haftanın beş günü olacak şekilde kurgulandı, büyükelçiliğin kiler deposunun bir kısmı çalışma odasına çevrildi, doğa bilimleri uzmanlık bölgesi tamamen yeniden tasarlandı, çatılı dinlenme salonu ve oyun alanına sürgülü cam kapılar takılarak çevrelendi ve bu sayede daha işlevsel bir alan oluşturuldu. 

1995 yılında Alman Okulu Tunus Caddesi’ndeki yeni yerine taşındı.

“Güvenilir okula” geçiş

1995 yılına gelindiğinde ise Alman Okulu, Remzi Oğuz Arık Mahallesi, Tunus Caddesi’ndeki kendi binasındaydı. Burada Dr. Nils Fritzel müdür olarak atandı ve daha fazla eğitimsel ve yapısal değişiklikler hayata geçirildi. İlkokulda aile sınıfları ve serbest çalışma başlatıldı, 3. ve 4. sınıflardaki İngilizce dersleri haftada üç saate çıkarıldı ve günde altı saat olan ilkokul artık “güvenilir ilkokul” olarak sınıflandırıldı. Orta öğretim seviyesinde, öğrenciler artık haftada 30 saatten fazla ders alıyorlardı. İlkokuldaki serbest çalışmaya benzer şekilde, haftada dört saat çalışma, 5 ila 7. sınıflara entegre edildi. 20’den fazla çalışma grubu, müzikal performanslar ve oyunlar, ev ödevleri dâhil günlük okul hayatı zenginleştirildi. Bu süre zarfında öğretmenler için mesleki eğitimler gibi çeşitli faaliyetler de hayata geçirildi. Türkiye’deki çeşitli okullar ile bu dönem içerisinde ortak okul çerçevesinde iletişimler sağlandı.

Ernst-Reuter 

Ankara’daki Alman sefaretine bağlı bu Alman Okulu’na “Ernst Reuter” isminin verilmesi ise onun Reuter’in anısını yaşatmak için alınmış önemli bir karar. Ernst-Reuter, 1935 yılında Nazi Almanyasından kaçarak Türkiye’ye yerleşmiş siyaset adamı ve yerel yönetimci. 1938 yılından 1946 yılına kadar Siyasal Bilgiler Okulu’nda şehircilik, belediyecilik, belediye maliyesi gibi dersler okutan Reuter’in en önemli özelliklerinden biri, Türkçeyi çok iyi öğrenerek, derslerini Türkçe vermesi, ders kitaplarını Türkçe yazmasıydı. Ernst Reuter, Türkiye’de bulunduğu yıllarda, Almanya’da Hitler’e karşı yürütülen mücadeleden hiç kopmadı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasıyla 1946’da Almanya’ya geri dönen Reuter, birkaç dönem Berlin Belediye Başkanlığı görevini üstlenmişti ve Alman Cumhurbaşkanlığı seçimlerine en güçlü aday olarak girdiği dönemde, seçimlerden önce 1953 yılında vefat etti.

Türkiye’de Alman dilinde eğitim veren okulların uzun bir geçmişi var ve eğitim kurumu olarak da büyük üne sahipler. Bu okulların, 8 Mayıs 1957 yılında Almanya ile Türkiye arasında imzalanan Kültür Anlaşması’nı esas alarak faaliyetlerini sürdürdüğünü hatırlatmakta fayda var.

Alman Okulu Tunus Caddesi’nde eğitim vermeye devam ediyor.